31 Aralık 2014 Çarşamba

2015’e girerken…

Günlük hayatlarımıza giderek daha fazla eklemlenen Yeni Medya’yı tüm boyutları ve dinamikleriyle anlayabilenlerin ön alacakları bir döneme doğru…

Çok değil, bundan 4-5 yıl öncesinde hem Türkiye’de hem de dünyada çok telaffuz edilen ve dillere pelesenk olmuş bir slogandı Yeni Medya Düzeni (New Media Order). Hatta o dönemde bu mottoyla yapılan şaaşalı Yeni Medya Düzeni Konferansları bile vardı. Dünya medyasının en tepedeki yöneticileri gelmiş ve “İnternet ve mobil ağlar gelecek vaadeden ortamlar. Biz de o ortamlara geçiş için dönüşüm projeleri başlattık. Bu dönüşüm sürecinin sonunda medyada yeni bir düzen, Yeni Medya Düzeni kurulmuş olacak” cümleleriyle bezeli ‘ilham verici’ konuşmalar yapmıştı.

Peki sonuç ne oldu? Birkaç yıl içinde ortada ne Yeni Medya Düzeni Konferansı kaldı, ne de bu lafı motto yapanlar!

Neden? Çünkü o zamanlar da belirttiğimiz gibi ”Yeni Medya, geleneksel medyanın gazete, radyo ve televizyonlarının kurumsal dönüşüm projeleriyle huzura kavuşturacağı bir düzen değil, aksine birey ve (geleneksel medya dışındaki) kurum-kuruluşlara yayıncılık inisiyatifi alması sonucu oluşan bir kaos.”

Aradan geçen zamanda da görüldü ki, İnternet ve mobil ağlar hayatımıza daha da fazla eklemlenip birey, kurum ve kuruluşların Yeni Medya üzerinde çeşitlenen etkinlikleri çeşitlendikçe bu kaos daha da artmakta. Üstelik insanların günlük hayatlarındaki pek çok işi İnternet ve mobil ağlar üzerinden gerçekleştirebildikleri bir çağda sadece haber verme, bilgilendirme ve eğlendirme ihtiyaçlarıyla sınırlı bir Yeni Medya (hatta geleneksel medya) anlayışından söz edilemeyeceği de açık.

İşte önümüzdeki yıllarda, birkaç boyutla sınırlı bir geleneksel medya kapsamı yerine çok daha geniş boyutlarıyla ele alınmaya başlanacak bir Yeni Medya anlayışını konuşacağız. Birey, kurum ve kuruluşların dijitalleşmeyi çok daha fazla aktivitelerinde kullanarak zaman-mekandan bağımsız bir etkileşim yakalayacakları ve tüm bunların sonucunda üretkenliklerinin artacağı yayıncılık ötesi bir Yeni bir Medya’yı, yeni bir üretim-tüketim hatta yaşam alanının dinamiklerini tartışacağız.

Kuşkusuz bu süreçte söz konusu dinamikleri kavramaya başlayan birey, kurum-kuruluş ve hatta devletler ön almaya başladı. Örneğin; Küçücük bir Baltık ülkesi olan Estonya’nın herhangi bir doğal kaynağı olmadan dijitalleşme temelinde gerçekleştirdiği müthiş kalkınma hamlesinin öyküsü (20. Yüzyılın Japonya örneği gibi) yakın gelecekte çok daha fazla konuşulacak. Bunun gibi İnternet ve mobil ağlar üzerinden kendilerine sosyal ve ticari olanaklar yaratan, avantajlar sağlayan kurum ve kuruluşların sayısı gün geçtikçe artıyor ve daha da artacak.

Bu bağlamda Yeni Medya’dan fırsat sağlamak isteyen birey ve kuruluşların önümüzdeki dönemde bu ortamın şu 3 temel dinamiğine odaklanmaları gerektiğini söyleyerek bitirelim; İçerik, Veri ve Ağ.

2015 yılından itibaren Bilgi Teknolojileri, Telekom ve Medya sektörlerinin yakınsaması sonucu giderek önem kazanan bu 3 sözcüğü çok daha fazla duyacağız, telaffuz edeceğiz, ve bunların içiçe geçmeye başladıkça aralarındaki ilişkileri, sinerjileri ve bu üçlünün topyekün yönetimini çok daha fazla konuşacağız, düşüneceğiz ve tartışacağız.

Hepinize güzel bir Yeni Yıl ve yıllar diliyorum!

27 Aralık 2014 Cumartesi

Sokak kedileri

SEVİN OKYAY - 27 Aralık 2014

Bunca zamandır kendimi tutup kedi yazısı yazmamışım, hayret. Oysa yıllar boyunca, kediciklerin sadık okur sayısının benimkinden çok olduğundan şüphelenmişimdir. Bari dedim, 2014’e veda ederken, köşemize bu kez de bir kedi yazısı yazıp, biraz da onlardan bahsedeyim. Kısaca, mecburen.

Bazen orada burada cins kedi tanıtımları görünce, birinin de benim kediciklerimin hakkını koruması gerek diye düşünüyorum. Cins kedi de iyidir, hoştur, hatta bizim de bir ara bir Siyam kedimiz oldu –Leydi’nin anısını muazzep etmek istemeyiz; çok da severdik ama, biraz salakçaydı. Şapşi’nin de baba tarafı Van’dı, ama Yuki, kendini sokaklara vurmuş bir Van kedisiydi. Gerçi cins kedi alınmasına itirazım yok. Bakımları biraz zordur, bazıları kendini tanrı sanır ama, güzeldirler Allah için. Alın, güle güle bakın.

Ama kedi seçme noktasındaysanız eğer, ben size çoğunluktaki şu cinsi hatırlatayım dedim: Sokak kedileri. Kedi olmak dışında bir özellikleri yoktur. Öyle bir göz bir renk, öteki başka renk; yok efendim tüyler genelde upuzun, kısa, yumuşacık ya da özel bir renkte olmayabilir. Ama koç gibidirler; iyi bakarsanız sağlıklı, uzun ömürlü olurlar. Küçükken elinize geldiyse, bir miktar eğitebilirsiniz bile. Yani… bir kedi ne kadar eğitilebiliyorsa, o kadar. Öyle ya da böyle, birinin de çıkıp onlardan söz etmesi gerek. Yoksa bütün “kedi ırkları”nı diğerlerinden ibaret sanabilirsiniz, nemelazım.

Sokak kedileri güzeldir. Beyaz, siyah, sarman, tekir, alaca, duman rengi ya da bunların bir karışımından oluşabilirler. Bebekken aldıysanız eğer, kendilerini seçilmiş kabul ederek, evin güvenli havası iliklerine kemiklerine işlemiş olarak büyürler. Sakın bakamayacağınıza karar verip de sokağa atmayın. Sokağın ölümcül zorluklarına alışkın olmayan kedinin orada hayatta kalması, bu zorluklarla baş etmesi çetin bir iştir. Ben şahsen birkaç örnek gördüm ki, başlarını tombiş Marme’miz çekiyor. Ama şimdiki halinde o da dayanamazdı herhalde. Tazı gibi genç bir hanımdı. Şimdi ise popo ve göbek kısmı hayli hürmetli bir hal aldığından, ağaçlara bile tırmanamıyor. Aşağıda durup melül melül üst dallara bakıyor.

Sonradan sokağa bırakma meselesi, kediler için de köpekler için de geçerli bir mesele. Hayvancıkları bebekken alıyor, bir süre debelendikten sonra, kedi-köpek sevmediklerine ya da bakamayacaklarına, ya da aldıkları hayvanın umdukları gibi (!) çıkmadığına karar vererek, iyi ihtimalle petshop’a iade ediyor ya da bir tanıdıklarına veriyorlar; kötü ihtimalle de, sokağa bırakıyorlar. Bu ikinciyi yapan arkadaşlar, o hayvanı –hele bir kediyse– yüzde doksan ölüme terk etmiş demektir. Zaten sokak kedilerinin ortalama ömrü de kısacıktır ama, sokağın tuzaklarına, güçlüklerine alışkın olmayan, başta insanlar olmak üzere bütün canlılardan kaçması gerektiğini anlamayan hayvanı oraya bırakmak, idam emrinden farksızdır. Ben bir aralar, 101 Dalmaçyalı filminin gazıyla alınıp sonra da sokaklara bırakılan Dalmaçyalı hikâyelerinin bir “şehir efsanesi” olduğunu sanırdım: “Ayy, şekerim, gittik, bizim çocuğa aldık ama büyüyünce değişti, sevimsiz bir şey oldu. Biz de attık.” Hani aynı filmde büyük Dalmaçyalı örnekleri de olmasa, yavruların ebediyen öyle dobiç kalacaklarını sandılar diyelim ama, bu hayvanların ebeveyni de vardı. Caddebostan sokaklarında, yüzünde tamamen kayıp, resmen kalbi kırılmış bir ifadeyle dolaşan iki Dalmaçyalı gördükten sonra, bu hikâyelerin doğruluğuna inandım. Yapmayın, gerçekten hayvancağızlara çok kötülük ediyorsunuz. Siz, Allah bilir çocuklarınızı da, göz rengi maviden kahverengiye döndü diye sokağa bırakıyorsunuzdur. Hayvan alma işine, eve kısa süreli misafir davet etmek değil de, çocuk sahibi olmak gözüyle bakmak gerek.

Gelelim bizimkilere… Dediğimiz gibi, Şapşi ve bize küsüp evi terk eden, aynı batından kardeşi Dodi, yarı asildi. Geri kalanının böyle bir iddiası yok. Hoş, Şapşi de asaletin ceremesini, evvelden beri hassas olan bünyesiyle ödemiştir, orası da başka. Ev kedisi (ev yavrusu) Marme, bahçeye atılınca büyük bir adaptasyon kabiliyeti göstermişti; aynı kabiliyeti yeniden ev kediliğine terfi edince de gösterdi. Cincin’i petshop’ımız Can Dostum’dan aldık. Onlar genelde sokakta buldukları yavruları alıp sahip bulana kadar tuttukları için sokak kedisi olduğu kesin. Bilmiyorum, siyah-beyaz renkli, hırçın, yaramaz bir soylu cins varsa, ondandır belki. Vaktiyle çeyrek ev kedisi durumunda olan Alyoşa da halis muhlis sokak kedisiydi. Dumi ile Bonci’yi kedici bir hanım “bir haftalığına” diye getirmişti. O hanımı bir daha görene aşk olsun! Anneleri Şeftali’yle de tanıştık. Bu arada bahçede onlarca kedimiz oldu. Biraz kedi seviyorsanız, sokaktakilere yazın özellikle su, kışın ille de mama vererek ömürlerini uzatabilirsiniz.

Diyeceğim şu ki, kedi alacaksanız, ille de cins alayım diye çırpınmayın. Cins cins, renk renk sokak kedilerimiz mevcut. Onları eve aldınız mı, ev kedisi oluyorlar. Kedilerin bütün hasletleri onlarda da mevcut. Alın da bari ömür ortalamaları yükselsin… Yok, “Bizde kedi var da huyunu suyunu kestiremiyoruz,” derseniz, o zaman da size YKY’den çıkan, Kutlukhan (Kutlu) ile birlikte çevirdiğimiz Kedinizle Tanışın’ı tavsiye edelim. Böylece evde bir yavru gibi muhabbetli davranan kediniz, dışarı çıkınca bağımsız, yabani bir yaratığa dönüşünce ne yapacağınızı şaşırmazsınız.

Unutmadan belirtelim: Bir kısım kedi ahalisi de Facebook’ta yaşıyor.

Herkese mutlu yıllar.

 

25 Aralık 2014 Perşembe

DÜŞ KAZANI | Karamsarlık Diyaloğu

ECE İREM DİNÇ – 25 Aralık 2014

Bir karamsarlık diyaloğudur ikili arasında sürgit devam eden konuşmalar. Bir tür deliler senfonisi sanki. Lakin pek tanıdık, pek bilindik. Her birimiz, her gün benzer uğultular içinde benzer diyaloglar kurmuyor muyuz içimizdeki seslerle?

(Resim: Tommervik)

Karamsarlık Diyaloğu, biri kuşkucu diğeri dindar, iki adamın hayatına dair fikirlerini birbirleriyle paylaştıkları ve yirmi yedi dörtlükten oluşan bir diyalogdur. Belki de komedi türünün dünya üzerindeki ilk örneğidir. Ya da Babil Tanrıbilimi’nin dünyamıza armağan ettiği en çılgın metinlerden biri…

Tuhaftır ama Karamsarlık Diyaloğu’nu ilk okuduğumda, aklıma Yeni Türkü’nün bir şarkısı geldi. “Delilerden sen anlarsın, konuş onlarla.” Öyle ki, metinlere can veren bu iki adam kendi aralarında tam manasıyla bir deliler senfonisi bestelemiş gibiydiler. “Hem çölde yaşa, hem de her gün yağmurda ıslan,” havasında gelip geçen konuşmalar beni epeyce gülümsetmişti. Fakat diyaloglara gelmeden evvel sizleri bu iki arkadaşla tanıştırmak istiyorum.

Kuşkucu: Kendisi dindar adamın hizmetlisi, diğer bir deyişle kölesidir. Efendisinin verdiği tüm emirlere daima nükteli yanıtlar verir. Efendisi, verdiği emirden vazgeçtiği vakit ise Kuşkucu, yanıtını usta bir cambaz edasıyla çevirip, cümleler arasında kuşku dolu çemberler çizerek efendisinin aklını bulandırır.

Dindar, Efendi: Sürekli sorular soran, sorduğu sorulara bulduğu yanıtlarla yetinmekten kaçınan huzursuz ve karmaşık bir insandır. Bana, sana, ona, bize, size, onlara, özetle hepimize çok benzer yani.

İkili arasında geçen yirmi yedi dörtlüğün tümünü burada yazmam çok zor fakat, özellikle birkaç tanesi var ki, dillendirmeden geçemeyeceğim. En başta da pek çoğumuzun temel sorunlarından olan AŞK ve AŞK rahlesi üzerinde kanatlanan diyaloglar misal. Biliyorum, sözünü etmezsem az biraz eksik kalacağım.

“Hizmetli, sözümü iyi dinle şimdi!” diye başlar söze Efendi. “Sana önemli bir şey diyeceğim.”

“Evet efendim, evet dinliyorum.”

“Âşık olduğum kadın.”

“Evet, aşk efendim, aşk. Bir kadına âşık olan erkek tüm acılarını, tüm dertlerini unutur. Bunu biliyor muydunuz?”

“Hayır hizmetli, âşık olmadığım kadın.”

“Âşık olmayın efendim, sakın âşık olmayın. Kadınlar tehlikelidir, kadınlar demir bir hançer gibidir. Hem de keskin bir hançer, erkeği boğazından kesen bir hançer.”

“Hayır hizmetli, hayır. Yine kafamı bulandırmaya çalışıyorsun. Sana âşık olduğum kadın diyorum.”

“Evet efendim, ben de tam olarak bundan söz ediyorum. Aşk, nasıl da tılsımlı bir kelimedir. Yaşamın günbegün alazlanan ağırlığını alır, hafifletir insanı. Ah, ne güzel şeydir aşk. Hayatın peşrevinde aşkın ritmiyle yürümeli insan. Aksini düşünmeyin bile efendim. Aşkın aksi hiçliktir.”

“Peki ya âşık olmadığım kadın, ona ne diyeceksin bakalım hizmetli?”

“Aşk, insanın hiçliğini çoğaltır efendim. Âşık olmayın, sakın âşık olmayın. Ah, ne menem bir illettir o, hayatın kirini ovalayıp ovalayıp insanın yüreğine kor. Öyle çirkin, öyle de sinsidir. Âşık olunan bir kadının ismi, insanın tam yüreğine doğrultulmuş bir namlu gibidir.”

“Bana âşık olan kadın…”

“Aman efendim, yeryüzündeki en güzel şeydir bir kadın tarafından sevilmek. İnsanın acısını, kederini düğüm düğüm çözer, bir ‘kader çözücüdür’ kadın. Tanrı’ya bile pabucunu ters giydirir de bütün mahfe[1] defterlerini yeni baştan yazdırır.”

“Bana âşık olmayan kadın…”

“Yüreğinde aşk olmayan bir kadın gitgide çirkinleşir efendim. Kadını güzel kılan ruhundaki garamıdır.[2] Aşk nedir bilmeyen kadın, insanın ömür berzahını[3] daraltır. Uzak durun efendim, size âşık olmayan kadın ancak ve ancak yaralarınızı çoğaltır.”

 

Bir karamsarlık diyaloğudur ikili arasında sürgit devam eden konuşmalar. Başta da söyledim ya, bir tür deliler senfonisi sanki. Lakin pek tanıdık, pek bilindik. Bir başka insana da hacet yok aslında, her birimiz, her gün benzer uğultular içinde benzer diyaloglar kurmuyor muyuz içimizdeki seslerle? Bir gün tüm sevecenliğimizle iyi etmeye çalışırken yaralarımızı, öbür gün tüm karamsarlığımızla azdırmıyor muyuz, deşip deşip kanatmıyor muyuz aynı yaraları?.. Karamsarlık Diyaloğu, bir bakıma hepimize ait bir insan kusuru… Ezeli ve ebedi sorularla yanıtlar arasında bizi bir o yana bir bu yana savuran iç sesler korosu… Ey büyük neşe, ey büyük karamsarlık! İkinizi de ayrı ayrı seviyoruz. Çünkü insanız. Ha Babilli olmuşuz, ha küçük bir Amerikalı; çünkü mesele hayat olduğunda, her birimiz aynı derecede karışığız, muhtemeldir ki hep de öyle kalacağız.

Ve mevzu her ne olursa olsun, biz gene de ama gene de cümle kapılarının önünde oturup da cebimizdeki kelimelerle beştaş oynamaktan büyük keyif duyarız. Böyleyiz işte! Lezzetimiz de böyle, insanlığımız da böyle. Ol sebepten durup durup ritmimizi bozmaktan öte köy de yoktur bizlere…

Anlatacaklarım bu kadar!

Zira kalem büyüsünü kaybetmeden durmayı bilmek gerekir.

Ve tüm Babilliler karamsar değildir.

Selametle…

 

[1] Felek, kader, ömür defteri.

[2] Sevda.

[3] Ruhların kıyamete kadar beklediği yer.

23 Aralık 2014 Salı

KONUK YAZAR | Fakat Müzeyyen’den The Cut’a

KEREM GÖRKEM – 23 Aralık 2014

Bu bir sinema yazısı değil. Zira sinema eleştirisi yazmak, sinema sanatına dair bir şeyler söylemek başkalarının işi. Ben sadece, hikâyeleri düşünmeyi, bu hikâyelerin nasıl anlatıldığı ve kurgularındaki tutarlılık üzerine kafa yormayı seviyorum.

Bütünüyle bir film hakkında “iyi” ya da “kötü” demek kolay; fakat bu iki kelimeyi de kanıtlamanın, haklı bir zemine oturtmanın imkânı yok. Olsa olsa bir şey söylüyorsunuz ve alıcısını buluyor, ya da başkaları tarafından topa tutuluyorsunuz. Aslında sinemaya has bir durum da değil bu. Kafanızı kaldırıp çevrenize bir bakın. Her şeyle ilintili, herkesle uyumlu kimi, neyi görebilirsiniz ki? Birinin iyisi ötekinin kötüsü; benim siyahım senin beyazın; Fatih Akın’ın The Cut’ı, Çiğdem Vitrinel’in Fakat Müzeyyen’i olabilir. Gecenin sabaha döndüğü ânı kimse yakalayamaz.

Geçtimiz cuma ve cumartesi günleri, az evvel de sözünü ettiğim iki filmi seyrettim. Ama ilkin Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’dan bahsetmek lazım.

Filmin öyle çok reklamı yapıldı ki, merak etmemek elde değildi. Haftalar öncesinden fragman yayınlandı, medyatik/sempatik oyuncular, müzisyenler filmi öven, izleyiciyi meraklandıran şeyler söyledi. Bir kült geliyor sandık (âh ki), yanılmışız.

İlhami Algör’ün aynı adlı romanından uyarlanan yapıt gedikliğini esasen buradan alıyor. Kitabı okumadım fakat bu yazıya başlamadan önce yaptığım ufak araştırmada bir şeyler yakaladım. Üzerine yazılmış, çizilmiş pek bir şey olmasa da şu kadarını biliyoruz, Çiğdem Vitrinel BirGün’e verdiği röportajda söylemiş: “Kitap bir nevi bilinç akışı tekniği ile yazılmış, zaman ve mekânda sıçramalarla ilerleyen bir anlatıma sahip olduğundan sinemaya uyarlamak zordu. Ceyda Aşar ile birlikte hikâyeyi belirli bir olay örgüsü olan daha geniş bir zaman dilimini kapsayan bir öykü haline getirdik.” (Alkan Avcıoğlu’nun haberi: “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’nun ilham kaynakları”, 12 Aralık 2014, BirGün Gazetesi)

Bilen bilir, Çiğdem Vitrinel de haklı; bilinç akışı tekniğiyle yazılmış metinleri sinemaya uyarlamak zordur. Hatta sinemaya uyarlamak şurada dursun, bir okuyucu olarak kurguyu etraflıca anlayıp özümsemek bile başlı başına bir meseledir. Bütün bunların farkındayken böyle bir işe atılmak ise büyük cesaret; yönetmeni kutlamak gerek. Lakin mesele, Vitrinel’in verdiği demecin son cümlesinde. “Hikâyeyi belirli bir olay örgüsü olan daha geniş bir zaman dilimini kapsayan bir öykü haline getirdik,” diyor ya hani, işte sorun tam da burada. Bu, muhtemelen filmi daha anlaşılır kılmak için yapılmış bir şey, fakat –eğer varsa– hikâyenin derinliğinin kesinkes yok oluşuna yol açmış. Çeşitli klişelerle ilerleyen basit bir aşk hikâyesinden öteye geçilememiş. Yer yer filmin (kitabın) kahramanı Arif’in iç sesi olarak duyduğumuz ve ekrana da yansıyan sözler, bir okurun işitmekten sıkıldığı türden şeyler. (Bu konuda iyi bir uyarlama örneği merak ediliyorsa, James Franco’nun Döşeğimde Ölürken’i seyredilebilir.)

Burada belki de İlhami Algör’ün bir şeyler söylemesi gerekiyor, kitabını okumadan filmi seyretmiş benim gibilerinin eserini ‘kötü’ bir roman olarak tanımaması açısından. Çünkü sinema salonundan çıktığımda kafamda şu cümle dönüyordu: Fakat Müzeyyen bu ucuz bir hikâye!

***

The Cut hakkında söylenecek çok şey var; ama insan –tıpkı Nazaret gibi– bir nevi “sükûta mahkûm” oluyor filmi seyrettikten sonra. Her şeyin ötesinde tarihsel gerçekliğin kurmacaya nasıl yedirilmesi gerektiğine dair iyi bir ders izliyoruz iki saati aşkın süre boyunca. Tahar Rahim’in inkâr edilemez oyunculuk becerisinden ziyade, Bartu Küçükçağlayan’ın ufak ama mühim rolünü nasıl kotardığını gözden kaçırmamak gerek. Canlandırdığı Mehmet karakteri bize çok şey anlatıyor. Sırf bunun üzerine bir yazı yazılabilir.

Film hem Türkiye’de hem yurt dışında çok eleştiri almış sinema eleştirmenleri tarafından. Ama ben Rober Koptaş’ın tarafında yer alıyorum, filmin sadece sinema açısından değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum ve yazdıklarının altına imzamı atıyorum:

“The Cut’ın özü, herhalde başka her şeyden çok, yüz yıldır Türkiye’de ve dünyada anlatılamayanı anlatma çabası. Bir filme, bir sanat eserine yüklenmesi haksızlık olan, çok ağır bir yük bu. Bu yükü omuzlarında hisseden Fatih Akın’ın, Ermeni soykırımına dair ilk ağızdan ‘anlatılması gereken’ her şeyi; savaşın taraflarını, sürgünü, zorla çalıştırmayı, katliamı, cinayet işlemeleri için salıverilen mahkûmları, tecavüzleri, açlıktan ölen çocuk ve kadınları, din değiştirmeye zorlananları, ölüm kuyularını filmin içine sıkıştırmak zorunda kalması, Türkiye’nin ve dünyanın yaşananlar karşısındaki körlüğünün, sağırlığının sonucu. Bu körlüğe ve sağırlığa meydan okuma zorunluluğu karşısında yönetmen, hakikati anlatabilmek için sanatından, sinemacılığından taviz veriyor; omuzlarındaki yükü filmin izleyicisiyle paylaşabilmek için, başka herhangi bir hikâyede herhalde başvurmayacağı anlatım yollarına sapıyor ama bu zor işin altından kalkıyor da.”

Ben galiba şu hayatta güzelliğine inandığım şeyleri bir türlü anlatamıyorum. Beğenmediklerimi yermeyi, belki tukaka etmeyi daha iyi biliyorum. O da benim küstahlığım… Yalnızca bir biçimde tarif edemediğim şeylerin güzelliğine inanıyorum. Öyle güzeller ki, ben onları anlatmakla baş edemiyorum.

The Cut da böyle… Bu yüzden ki fazla bir şey yazamayacağım hakkında. Ne olur gidin görün.

 

-

22 Aralık 2014 Pazartesi

Dijital video iş görüşmesi platformları ile dijital mülakat

İşe alım sürecinde mülakatlar kritik bir aşamadır. Mülakatlar genellikle ön mülakat ve mülakat olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Mülakat çok zaman ayrılması gereken İK aşamalarından biridir. Hatta büyük şirketlerde bu işle görevli işe alım bölümleri bulunur ve bu bölümlerde çok sayıda işe … Continue reading →

20 Aralık 2014 Cumartesi

Masumiyet arkadan vurabilir mi?

SEVİN OKYAY – 20 Aralık 2014

Katilin Gözyaşları, esas olarak Angel’in kitabı. Angel o kadar sahipsiz biri ki, kendine bile yabancı. Öldürdüklerinin nasıl onun için yüzü yoksa, kendisi de aynaya hiç bakmamış.

Çocukluğumdan beri polisiye severim. Zamanla, iyi yazılmış polisiyeleri okumaya da özen gösterir oldum. Yıllar geçerken polisiyenin de türleri değişti. Sonund,a tam işi seri katillere bağlamış gibi görünürken, İskandinav polisiyesiyle birlikte başka ufuklara yelken açtık. Ama bazı şeyler değişmedi. Bir katil gerekiyordu, bir maktul. Cinayet ve esrarı çözen biri. Polisiyenin olmazsa olmazları.

Polisiyede yeni açılımlar konulu bir dersi hazırlarken bütün bunlar aklımdan geçti. Ve içinde dört dörtlük bir katil, geride kalmış ve şimdi de devam eden maktuller ve cinayetler olan bir kitabın nasıl olup da polisiyeyle hiç ilgisi olmadığını bir kez daha fark ettim. Polis vardı gerçi, Şili kolluk kuvvetleri. Azılı katil Angel Allegria’yı bulmaya çalışıyorlardı. Ama esrar yoktu. Angel’in yaptıkları besbelliydi. Çok basit ihtiyaçları karşılamak için işlenen cinayetler: Kalacak ev, biraz para, yiyecek, at. Bazen de ani öfke nöbetleri birilerinin canından olmasıyla sonuçlanıyordu.

Daha doğrusu, sonuçlanmıştı. Büyük kısmı geride kalmış ya da yenilerine küçük Paolo’nun engel olduğu cinayetlerdi bunlar. Zaten bu kitabın, Katilin Gözyaşları/Les larmes de l’assassin’in esas meselesi bu cinayetler ya da katilin bulunması değil, bir gelişme, değişme ve sevgi hikâyesini anlatmak.

Hikâyenin iki kahramanını, Angel ile Paolo’yu daha Anne-Laure Bondoux’nun yazdığı kitabın başında tanıyoruz. Dünyanın sonunda karşılaşıyorlar. “Şili’nin, Büyük Okyanus’un soğuk sularına danel gibi uzanan en güney ucu.” Ve burada, “… çölden ve denizden hemen önce, gri duvarlı dar bir yapı yükselirdi yerden: Poloverdo’ların çiftliği.”

Seyrek ziyaretlerin olay olduğu bir çiftlik. Gelenlere de burada birilerini bulmak sürpriz oluyordu zaten. Poloverdo çifti ile günlerini yılanların peşinden koşarak geçiren küçük oğulları. “Rüzgârın tokadını yemekten kepçeleşmiş kulakları, kuru ve sarı bir teni, birer kayatuzu parçası gibi bembeyaz dişleri vardı.” Paolo Poloverdo.

Son ziyaretçi ise, Angel Allegria’ydı, bir katil. “Bir yumruk darbesiyle çukuruna gömülmüş gibi duran, vahşi bir kötülüğün okunduğu” gözleri vardı. Paolo, çiçek vermemeye mahkum bu tohum, onun gelişini annesiyle babasına haber verdikten sonra gene bir koşu dışarı çıkmıştı. Angel şarabı tatmış, sonra da bıçağını çekip adamla kadının gırtlağını kesmişti. Kaça kaça en güneye gelmişti. Bu evde uyumak istiyordu. Ama oğlanı öldürmeye içi elvermedi. Neyse ki çorba yapmayı biliyordu Paolo, böylece canını kurtardı. Angel’in içi rahattı, onu öldürmek zorunda olmadığını düşünüyordu. Kaç yaşında olduğunu bilmeyen Paolo ise, sonradan bu günü hep doğduğu gün sayacaktı.

Angel ile Paolo “dünyanın bir ucunda rüzgâr, yağmur, kar ve gökyüzüyle kuşatılmış bu evde” birlikte yaşadılar. Ta ki, bir başka seyyah kapıyı çalana kadar. Luis Secunda şehirliydi; kıyafeti de, konuşması da bunu belli ediyordu. Üstelik, okuma da biliyordu. Paolo, Angel’in onu öldürmesini önlemek için katile ilk kez “baba” dedi, bundan rahatsız da olmadı. Sonra da üçlü ilişkileri hep bıçak sırtında devam etti. İkisi de Paolo’yu kendine bağlamak, onun “baba”sı olmak istiyordu. Nihayet, dış dünyaya açılmak zorunda kaldılar. İşin içine akıl çelen bir kadın girdi, sonra da son ağacını kesen yaşlı bir oduncu.

Anne-Laure Bondoux, gerçekten de eşine ender rastlanır bir kitap yazmış.

Paolo ile Angel’ın ikisinin de yeniden doğuşları, dostlukları, birbirlerine duydukları ve kimsenin anlayamadığı sevgi, Bondoux’nun sade ama çarpıcı diliyle insana damgasını vuruyor. ON8’lerin arasında onu görünce –haliyle, kütüphanede bir “gençlik” bölümü ayırdık– ne kadar sevdiğimi hatırladım. Esas olarak da, Angel’in sevgisini, çabasını. Belki kitabı okuyanlar bunu Paolo’nun gelişme hikâyesi olarak kabul ediyordur. Annesiyle babası dışında birilerini tanıma –ne şekilde olursa olsun– dış dünyaya açılma, annesinden sonra ilk kez kadınları görme, fiziki çalışmanın yanısıra okuma, limanlar, gemiler, maceraperestler… Hatta bir yağlıboya bir tablo.

Ama Katilin Gözyaşları (Bach’ın sebep olduğu gözyaşları), bence esas olarak Angel’in kitabı. Angel o kadar sahipsiz biri ki, kendine bile yabancı. Öldürdüklerinin nasıl onun için yüzü yoksa, kendisi de aynaya hiç bakmamış. Küçükken babasının ölümüne şahit olmuş, annesini hiç tanımamış. Genç yaşta başının çaresine bakmayı öğrenmiş. Para da, kadınlar da mizacını yumuşatmamış. Bıçağı ve fiziksel gücünden başka hiçbir şeyi yok. Tamam, katil oluşunu mazur göstermiyoruz ama, Angel de tıpkı dünyanın ucundaki arazi kadar boş, sahipsiz, kimsesiz ve zor. Bir çocuğa sahip olmaya çalışması, onun sevgisini kıskanması, hatta onun için kendini feda etmeye hazır olması, gördüğüm en büyük edebi değişimlerden biri.

Katilin Gözyaşları polisiye değil, iyi ki de değil. Anne-Laure Bondoux’yu bize tanıtıyor, editörüm Mehmet Erkurt’un özenli çevirisi de kitabı tamamlıyor. Çok küçükler okumasın demişler ama zaten biz küçük bile sayılmayız, değil mi?

 

 

 

İşin Özüne İnmek

Eğitim kurumları öğrenci ve öğretmenleri sınıfların dört duvarı arasındaki sıkışmışlıktan nasıl kurtarabilir? Bu bağlamda mevcut dijital eğitim uygulamalarının en büyük eksiği ne?

Geçen hafta başında Bilgi Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü öğrencilerinin bir dönem projesi olarak organize ettiği Eğitimde Dijital Dönüşüm Konferansı’na konuşmacı olarak davetliydim. Bir öğrenci organizasyonuna göre oldukça profesyonel bir titizlikte yürüyen ve farklı uzmanlık ve deneyimleri olan konuşmacıların eğitimde dijitalleşme olgusunu bir çok farklı açıdan ele aldığı etkinlikte, bendeniz de geçen yıl Kadir Has Üniversitesi’ndeki derslerde uyguladığımız Mobil Ders uygulamasının 1. yıllık araştırma sonuçlarını sundum  ve sunumun sonundaki panelde de Mobil Ders’in de dahil olduğu digital eğitim uygulamalarını olumlu ve olumsuz yönleriyle masaya yatırdık.

Panel boyunca süren tartışmaların ana ekseni mevcut uygulamaların performansı ve sürdürülebilirliği üzerineydi. İzleyicilerden bu yönde gelen soruları panel sırasında biraz dağınık biçimde verdiğim yanıtladım. Ancak bu önemli tartışmayı burada toparlamam gerekirse, kişisel kanaatim, bizimkinden Fatih Projesi’ne ve hatta halihazırda Coursera, UdaCity, EdX gibi markalarla dünyada yaygınlaşan online eğitimin en popüler platformu MOOC*’a kadar hemen tüm dijital eğitim uygulamalarındaki en temel sorun, geleneksel sınıf ortamının tam anlamıyla yaratılamaması. Mesela MOOC platformu eğitimlerinde, ders kayıtlarının önceden çekilmesi nedeniyle bu kayıtları internet ya da tabletlerinden izleyen öğrencilerin öğretmen etkileşiminden mahrum kalarak pasifize olması ve buna çözüm olarak geliştirilen yöntemlerin ise sınıf eğitimine alternatif olabilecek seviyeden uzak olması, başlıca eksiklik.

Sınıf-dışı ortamda eğitimin yarattığı bir başka olumsuzluk da, öğrenci ve öğretmenin sınıfın dört duvarından kurtulunca denetim ve eleştiriden de uzaklaşması ve tüm bunların sonucu derse olan ilgi, disiplin ve güvenini kaybetmesi.  Bana göre tüm bunların altında yatan neden, işe mevcut sınıf sürecini analiz edip onu dijital eğitim uygulamaları aracılığıyla daha verimli hale getirmek yerine doğrudan teknolojiye ya da uygulamaya odaklı bir çözüm geliştirmeye çalışmak. Bir başka deyişle, toplam deneyim üzerinden çözüm geliştirmek yerine cihazı, teknolojiyi ya da dijitali merkeze koyarak çözüm geliştirmekten kaynaklanmakta tüm bu eksik deneyim yaşatan uygulamalar.

Oysa sınıf sürecini tamamıyla ikame edecek bir deneyim tasarımı, zaten sınıf yerine öğrenciyi işin merkezine oturtabilir ve öğretmeni de öğrencinin kendine özgü kişisel eksiklerini fiziksel mekandan bağımsız izleyip ona, zamanlaması kusursuz bir etkileşimle destekleyecek şekilde tasarlanmış bir süreçte eğitebilir. (Şu sıralar eğitim teknoloji uzmanlarının dillerinden düşürmediği Tersyüz Edilmiş Sınıf -Flipped Classroom- kavramının içini dolduracak anlayışın da, bu bağlam üzerinde tesis edilmesi gerekir.)

İşte tam da bu noktada, fiziksel sınıfın yarattığı disiplin, güven, denetim ve eleştiri eksiklerini ise, (eğitim başlığı ne olursa olsun) öğrencinin özüne inebilecek yöntemlerle kapatmak gereklidir. Yani, disiplin yerine özdisiplinli, güvenin ötesinde özgüvenli, eleştiri ve deneyimle birlikte özeleştiri ve özdenetim yapabilme becerisine sahip, kısacası kendini yönetebilen (özyönetişimi yüksek) bir öğrenci profili yaratmamız şart. Eğer bunu başarabilirsek eğitim meselesini  dijital eğitim uygulamaları üzerinden ilk öğretimden üniversiteye ve hatta yaşam boyu eğitime kadar geniş bir yelpazede zaman ve mekandan bağımsızlaştırabilir ve bundan devasa bir zaman, mekan, ulaşım ve para tasarrufu, verimliklik ve ülke için de rekabet gücü sağlayabiliriz.

Özetle, eğitimin dijitalleşme yoluyla doğru tasarlanması için en başta işin özüne inmemiz gerekli. Örgün ya da uzaktan, fiziksel ya da dijital, her türlü eğitimde özyönetişim (self-governance) kavramını sıkça duyacağımız bir döneme giriyoruz.

* MOOC- Massive Open Online Courses- Kitlesel Açık Çevrimiçi Dersler

 

18 Aralık 2014 Perşembe

Veri Etiği

Siber dünya üzerinde giderek artan dijital verilerin kullanımında ekonomik fırsatlarla hukuksal hak ihlalleri arasında bir denge kurulamazsa çıkacak kaostan her kesim zarar görür.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) tarafından gönderilen ilginç bir rapor geçti elime. Kurumun İcra Direktörü Sayın Güven Sak imzalı bir mektup eşliğinde gönderilen ve Bilgi Üniversitesi Bilişim ve Teknoloji Hukuku Enstitüsü ile işbirliğiyle hazırlanarak Kasım ayında yayınlanan “Türkiye’de Kişisel Verilerin Korunmasının Hukuki ve Ekonomik Analizi” başlıklı çalışmada, verinin kavramının (özellikle İnternet sonrası) gelişimi ile sağlık, eğitim, finans, enerji ve altyapı, üretim, ticaret ve kamu sektörlerindeki ekonomik faydalarına değinildikten sonra konunun hukuksal çerçevesine ülkemiz ve Avrupa Birliği’ndeki yapılan kanun ve düzenlemeler ile haklar bağlamında yer verilmiş.  Her ne kadar raporun ekonomi-hukuk dengesini biraz ekonomi lehine kullandığını düşünsem de, ülkemizde ve dünyada giderek önemli kazanacak bir konuya ilişkin son derece kapsamlı ve vizyoner bir çalışma olduğunu da belirteyim.

İnternet ve mobil ağların ilk çıktığı 90lı yıllardan itibaren bu ağlar üzerinde bırakılan izler, yapılan paylaşımlar ve kamu ve özel kurumların girdiği bilgilerin oluşturduğu toplam, giderek devasa boyutlara ulaşınca, kuşkusuz bu gelişmeyi ilk fark eden ticari ve siyasi kurumlar oldu. O zamanlar çoğu kişi ve kurumun farkında olmadığı ve fütursuzca ortalığa saçtığı verileri siber ağlar üzerinden toparlayan şirket ve devletler, çoğu durumda kendilerine ticari ve siyasi fayda sağladılar ve (aynı düzeyde olmasa bile) bunun bir kısmını da verilerini topladıkları kişi ve kurumlara hayatlarını kolaylaştıran faydalar olarak geri döndürdüler. İlk zamanlarda karşılığında ne verdiğini bilmediği için bu hizmetler karşısında fazla sesini çıkartmayan birey ve kurumlar,  şirket ve devletlerin giderek artan ihlalleri karşısında  (geç de olsa uyanarak) bu konudaki yasal haklarını sorgulamaya başladılar ve düzenleyici kurumlardan haklarını koruma taleplerini dile getirmeye başladılar. Günün her saati cep telefonu hatlarımıza gelen SMS reklamları ile bitmek bilmeyen telefonla pazarlama aramaları, devlet ve özel kurumların (farkında olmadan ya da olarak) faş ettiği kişisel kimlik, adres, vd. bilgilerimiz ve/ya bu kurumların ağlarına sızılarak elde edilip yayınlanan kişi ve kurumsal mahrem kayıtlar, günlük hayatlarımızı bir işkence haline getirmekle kalmayıp hepimizi George Orwell’in 1984 romanında betimlendiği gibi gözetim altında yaşayan paranoyak bireylere dönüştürdü.

İşte tüm bu nedenlerle bireysel ve kurumsal verilerin ekonomik faydası ile hukuksal hak ihlalleri arasında bir denge kurulması artık kaçınılmaz hale gelmiş durumda. Ancak bunun çözümü bence yukarıda sözünü ettiğimin de ötesinde sadece yasal düzenleme ile giderilemeyecek kadar derin. Siz istediğiniz kadar böyle bir konuyu yasal düzenleme altına alın, bu vahşi kapitalist düzende kâr güdüsü yüksek şirket ve siber dünyayı zaten bir sorun olarak gören ve kontrol altına almaya çalışan devlet çarklarıyla bunun işlerliğini sağlamak zor.  Ancak şirket ve devletlerin bu yaptıklarının uzun vadede kendilerini de vuracağını ve bu pervasızlığın aynı biçimde kendi kurumsal mahremiyetlerini de ihlal edeceği de bir gerçek. Bunun bir çok örneğini yaşamaya başladık bile. Prizma olayı ABD için bile bir uyarı aslında. Çözüm mü? Siber dünyanın her alanında olduğu gibi dijital veri alanında da insanları bilinçlendirmek ve bu konunun etik kodlarını geliştirmekten başka alternatifimiz var mı ki? Tabii bunları yazıyoruz ama kararlılıkla yapılması ve sürdürülmesi zor konular. TEPAV raporundaki nasihatlerden değil ama yaşanacak musibetlerle birçok şeyi öğreneceğimiz kaotik bir döneme hazır olun bence. Siber dünya bu şekilde bir vahşi ormana benzedikçe “Veri Etiği” gibi toplumsal faydacı ve demokratikleştirici kavramlar yerine casus yazılım bulucular, sanal güvenlik duvarları gibi herkesin kendi başının çaresine bakacağı kaos araçlarını konuşacağız.

Ne yazık ki!

 

16 Aralık 2014 Salı

Markalar ve İçerik

Sosyal medyada marka ve içerik nasıl bir araya getirilmeli?

Geçtiğimiz hafta Hürriyet Bumerang tarafından 4. Bumerang Ödülleri kapsamında düzenlenen İçerik Pazarlama Konferansı ile İyi İçerik Atölyesi’ni izledim. Tüm gün süren ve birbirinden ilginç sunumların yapıldığı bu iki etkinliğin bana göre en çarpıcı mesajları veren konuşmacısı, sosyal medyanın popüler fotograf platformu Instagram’daki 1.1 milyon takipçisiyle bu platformun fenomeni haline gelen Sezgin Yılmaz’dı.

Konuşmasının öncesinde adını hiç duymadığım Yılmaz, görsel iletişim tasarımı mezunuymuş ve 2012 yılından beri Instagram kullanıyormuş. 2 yıldan az bir sürede milyon seviyesinde bir takipçi kitlesine ulaşmasının sırrını da, Instagram fenomeni olmayı kafasına takmasına ve bu uğurda  2 yıl boyunca günde birkaç saatlik uyku hariç hayatının neredeyse geri kalan tüm zamanını Instagram’a adamasına bağlıyor.

Kendisini fotograf sanatçısı değil  “Instagramcı” olarak tanımlayan Yılmaz, fotoğraf çekiminde popülerliği arttırmak için dikkat ettiği birkaç hususu anlattı ama takipçi sayısındaki artışın başlıca nedenini ise, Instagram’ın en popüler fotoğraflarının sergilendiği “keşfet” sayfasına hangi kriterlere göre girildiğini çözebilmesine bağladı ve o andan itibaren fenomenlik sürecinin hızlandığını belirtti.

Kuşkusuz Sezgin Yılmaz’ın benimsediği bu yol, özellikle fotoğrafı bir sanat olarak ele alan çevrelerce eleştirilebilir ancak Instagram’ın fotoğraf sanatçılarının eserlerini sergiledikleri bir sanal mekandan ziyade milyonlarca insanın duygu ve düşüncelerini görsellik üzerinden ifade ettikleri ve bu görsellik üzerinden etkileştikleri bir sosyal medya platformu olduğunu göz ardı etmemek gerek. Tabii bu olguyu göz ardı eden önemli bir grup da markalar. Sezgin Yılmaz, fenomen olduktan sonra birçok markanın kendisi ile çalışmak istediğini ancak yurtdışı markalarla daha rahat ve özellikle fotoğraf çalışması konusunda kendisini özgür bırakmalarına karşın yerli markaların hemen her şeye karıştıklarını ve bu nedenle özgün ve tutan bir iş çıkartmakta zorlandığını belirtti.

Bütünleşik pazarlama kavramı içinde sosyal medyanın giderek ağırlık kazanmaya başladığı günümüzde markaların üzerine en çok kafa yorduğu husus, hedef kitleleri ile marka ve ürün/hizmetleri arasında bir bağ kurmak (engagement). Ancak bunu yaparken temel yanlışları, hala geleneksel medya döneminden kalma yöntemlerle bu sürecin tek hakimi olmak istemeleri.

Sezgin Yılmaz bununla ilgili güzel bir örnek verdi ve çektiği küçücük Instagram karesine otelinin de sığdırılmasını isteyen markalar bile olduğundan yakındı. Zaten temel yanlış da bu; markanın içeriği sosyal medyada kitlelerle bağ kurmak için tek belirleyici değil. Aksine daha belirleyici olan kullanıcıların marka hakkında ürettiği içerik ve yaptıkları iletişim. Ancak bunun da bir içtenlik yansıtması ve organik biçimde gelişmesi gerekiyor. Siz marka olarak kitlelere sahte ya da zorlama içerik ya da mesajlarla gittiğiniz takdirde, bunun sonucunun hedeflediğinizin tam tersine gelişeceğini ve hatta sizi “paranızla rezil olmaya kadar” götürebileceğini de göz ardı etmemek gerekli.

İşte tam da bu nedenle markalara önerim; kendileriyle ilgili içeriği kullanıcı, fenomen ve kitleleri yapay yollarla kendi yollarında gitmeye zorlamak yerine aksine onları alabildiğince özgür bırakarak markaya ilişkin özgün içeriklerin oluşturulmasına yönelik yaratıcı bir ortam hazırlamaları. Bu yapıldığı takdirde, Sezgin Yılmaz ya da bir başka fenomen hatta hiç ummadığınız kullanıcıların yaratıcılığıyla üretilen içerikler, sosyal medyada çok daha içten karşılanacak ve bu içtenlik de markanıza, ürün ya da hizmetinize eklemlenecektir. Bunun da ötesinde sosyal medyada fenomen ve kullanıcıların ürettiği içerik yapaysa reklam, doğalsa deneyim olarak algılanır ve bir marka olarak sizin yapmanız gereken kullanıcının deneyimini olabildiğince marka anlayışınıza uyumlu bir olumlulukta yaşamasıdır. Bir başka deyişle, uzun vadede hem markaya hem de Sezgin’e çok şey kazandıracak konsept, fotoğrafa otel sığdırmaya çalışmak yerine Sezgin Yılmaz’ın otelin benzersiz bir deneyimini görüntülemesidir.

 

15 Aralık 2014 Pazartesi

Manchester’lı çocuklar

SEVİN OKYAY - 13 Aralık 2014

Önce, davulcunun yönettiği bir trioyu ilk kez görüyorum herhalde diye düşündüm. Ama nihayetinde bunun, davulcunun her şeyi idare ettiği anlamına gelmediğini anladım. GoGo Penguin birbirlerinin müziğini alıyor, iç içe geçiriyor ve bundan tamamen gruba özgü, bir başka müzik çıkarıyordu.

Önce adlarına kapıldım: GoGo Penguin. Penguenleri severim zaten, böyle ileri hamle etmelerinden hoşlanırım. Bir-iki parçalarını da dinlemiş olsam gerek -meraka kapılırsam, illa bir şeyler dinlerim. İkinci darbeyi de İKSV Salon’un tanıtım gecesinde yedim. Programı sunan (direktör) Bengi, sunum bittikten sonra konuşurken benim hâlâ “Da Red Snepp-ııır!” tezahüratına kapılmış olduğumu görünce, “Sen GoGo Penguin’i dinlememiş miydin?” diye sordu. Meğer bir önceki yıl, Nisan’da gelmişler. “Hayır,” dedim ama biraz hızım kesildi. Bengi bana şöyle bir göz attıktan sonra, çok iyi olduklarını söyledi. Azıcık da kalbim kırıldı. Red Snapper’ım pek kıymetlidir.

Ama n’oldu? Hemen eve gittikten sonra olmasa da (son Snapper albümünü dinlemekle meşguldüm çünkü), ilk fırsatta GoGo Penguin dinledim ve ânında konseri bekleme durumuna geçtim. Aralık başına kadar. Neyse ki, sadece ayakta değilmiş, oturmalı yer de varmış. İsabet! The Red Snapper’da olduğu gibi, haddini bilmeden zıplayıp headbanging yaparak iki bacağı birden tam kramp haline sokmak istemem.

“Ben piyanistin ellerini görmek istiyorum,” diye debelenmeme rağmen, ön ortadaki yerime oturtuldum. Baktım, her tarafı görüyormuş zaten. Sonra çocuklar sahneye çıktı. Kendileri 30 yaş civarında olduklarını iddia ediyorlar ama, konser arkadaşım Ayşe ile benim naçiz tahminimiz, 22-23. Piyanoda Chris Illingworth, kontrbasta Nick Blacka, davul ve vurma çalgılarda Rob Turner. GoGo Penguin karşımızdaydı işte. Albümleri Fanfares ile v2.0 da dışarıda satışta. Gel keyfim gel!

Önce, davulcunun yönettiği bir trioyu ilk kez görüyorum herhalde diye düşündüm. Muzip bakışlı Rob Turner, önce Chris’le bir bakışma muhabbetine girdi, iki kişilik doğaçlama durumu yarattı. Sonra Nick’in sırası geldi. Nihayetinde ben, bunun, Rob’ın her şeyi idare ettiği anlamına gelmediğini anladım. GoGo Penguin birbirlerinin müziğini alıyor, iç içe geçiriyor ve bundan tamamen gruba özgü, bir başka müzik çıkarıyor. Hem de ne müzik! İnsanın yerine oturmasını zorlaştıran konserlerde kazık gibi durmanın hikmetini anlayıp sırrını çözemediğim gibi, bunu yapmaktan da hiç hoşlanmam. Neyse ki, birkaç kişi hariç, bizim ilk sıralarımız hiç değilse kafa sallama, el vurma, yerinde sallanma faaliyeti içindeydi.

Cidden müthiş bir konserdi. Dinlediğime, gördüğüme, katıldığıma çok memnunum. Toplanıp dışarı çıktık ki, grup üyeleri gelmiş bile. Albüm masasının arkasında yerlerini almışlar. Kuyruğa girdik. Sıram gelince, yabancılara zaten kolay gelen ismimi, ekstra kolaylık katarak söyledim: “Sevin, much like seven.”

Sahne arkasında ve önünde takdir ettiği konuklarla ahbap olup konuşmayı daima beceren caz yazarı arkadaşım Burak Sülünbaz de yerini almıştı. Ben albümlerimi imzalatırken, “Gelsene abla,” dedi, “resim çektiriyoruz.” Hadi hayırlısı öyleyse. Yaşlarını orada sorduk, otuz civarı olduğunu söylediler. İnanması gene de zor.

GoGo Penguin ilk albümlerini gene Manchester’lı, trompetçi, grup lideri, DJ Matthew Halsall’un Gondwana şirketinden çıkardı -ikincisi de öyle. Londra Caz Festivali’nin açılış gecesinde, Ronnie Scott’s’da, kendilerinden festivali açmaları istediğinden beri büyüyen bir kült halini aldılar. Bizi şaşırtan şeyleri orada da yapmış, çalmaktan duydukları sevinci dinleyicilerine aktarmış, onlarla paylaşmış olsalar gerek. O malum ‘birkaç kişi’ hariç, bizim konserde de olduğu gibi. Giderek, müzikten zevk almanın böyle bir şey olduğunu düşünmeye başladım. Çalan müziğin cinsi ne olursa olsun, izleyici katılımı bir ölçüde hep mümkün.

GoGo Penguin, 2012’den beri piyasada. Yukarıda adları sayılan elemanlar ve ses mühendisi Joe Reiser’den oluşuyorlar. Daha önce Nick’in yerine kontrbası Grant Russell çalıyormuş. Ama Nick de gruba tıp diye oturmuş. Belki daha önce Chris’le çalmış olmasının da payı vardır. Diyorlar ki, ‘akustik elektronik’ sound’larının oluşmasını kendilerinden başkalarına da borçlular: Aphex Twin’den Squarepusher’a, Massive Attack’den Brian Eno’ya, hatta Şostakoviç ve Debussy gibi modern klasik bestecilere varan bir etki. Ama siz ayrı ayrı bunların etkisini değil, üç Manchester’lı çocuktan oluşan, harika bir grubun sound’unu duyuyorsunuz sadece: Nefis melodiler, güçlü bir ritm, çarpıcı performanslar. GoGo Penguin!

Peki ama, niye GoGo Penguin? Sabık basçı Grant ile arkadaşı Peter, kendi halinde bir müzayededeymişler. Arkadaşı 60 sterline, tuhaf görünüşlü, içi doldurulmuş bir penguen almış. Sevgilisi evde istemeyince de, Grant’a vermiş. Grant, “İlk konserimizden sonra acilen isim bulmamız gerekti. Aklıma o penguen geldi. Biri ‘Go Penguin’ dedi, derken ‘GoGo’ oldu,” diyor. Olur ya!

GoGo Penguin ekibi, ortaya çıkmalarını en çok EST’ye, İsveçli eşsiz üçlüye borçlu olduklarını söylüyorlar. Zaten ilk albümlerinin ilk parçası, Esbjörn Svensson’un ölümünden hemen sonra Chris’in bestelediği “Seven Sons of Björn” de buna işaret ediyor. Onu bu parçayla yolcu etmişler. Demek asıl esin kaynakları EST ha! Başımızın üstünde yeri var!

 

11 Aralık 2014 Perşembe

Kanat çırparak koruyun yüreğinizi

ECE İREM DİNÇ – … Aralık 2014

Kutsal metinlerde yazılanlara inanırım ben. Ve kuvvetle güvenirim mitlere, mitoslara. Çoğu zaman genel geçer yargılarla konuşsalar da, samimi bir tarafları varmış gibi gelir bana. Bugünün pek bilindik cümleleri gibi mülteci bir yanları da yoktur hani.

(Resim: Edward Poynter, Orpheus and Eurydice, 1862)

Yaradan ta başlangıçtan insanları kadın ve erkek olarak yarattı, diye yazar kutsal metinlerde. Her ne kadar yasak meyveyi bile isteye dişlemiş olsalar da, Âdem’in de Havva’nın da alınlarında Tanrı’nın mührü vardır… Değil mi ki Âdem ile Havva olmak demek; en zayıf noktadan sınanmak, en aciz yerden imtihana tabi olmak demek. Kimi zaman bal ile sirke kadar zıt iken birbirine, gene de âşıklar divanında şerbete bulanma hayaline tutulmak demek.

Yaradan ta başlangıçtan insanları kadın ve erkek olarak yarattı, diye yazar kutsal metinlerde. Bu sebeple gün gelecek, Âdem de Havva da annesini babasını bir yana koyup, yalnızca eşine bağlanacak ve ikisi artık tek bir beden olacak; ikiyi bire indirmenin hikmetine varacak. O halde, Tanrı’nın birleştirdiğini insan ayırmasın.

Bazen düşünüyorum da, çarha yedi düğüm vurduysa, yeri geldiğinde ondan yetmiş düğüm de çözebilen Tanrı; adına “sevda” denilen o hissi neden yarattı? Topraktan bir kül ezip de onunla yüz ayna cilaladı. Sol kaburgaya “kadın” deyip, sağ kaburgayı “erkek” diye öte tarafa ayırdı. Tam ortaya “sevda” denilen bir kuş kondurdu. “Ey kullarım!” diye buyurdu sonra; “Her kuş kendi kudretince yükselir. Fazlaya çıktı mıydı, ölümün yolunu tutmuş demektir. Göğe yoldaş kuşlarınızla sevin birbirinizi, amma velakin siz siz olun, sakın ha öldürmeyin emanetimi ve daima kanat çırparak koruyun yüreğinizi”

Var olan bütün mitolojiler başka anlatır sevdayı. Gökyüzü silahlarla kararır; yıkım, kıyamet görüntüsüyle insanlığın üzerine çökerken, Yüce Zeus gene de heybesindeki okları çıkarıp, sevdiği bir kadının yüreğine fırlatır. Yüzüm nasıl uzun yolculuk yapanlara benzemesin diye yakınır, Gılgamış. “Çok sevdim Enkidu, hem de öyle çok sevdim ki… Var olan her şeyi ona yükledim,” diye dert yanar Ea. “Tüm gümüşleri yükledim. Tüm altınları yükledim. Canlı varlıkların döllerini yükledim. Tüm dost ve hısımları yükledim. Sevinçleri, kederleri yükledim. Bildiğim ve bilmediğim her şeyi onun suretine yükledim. Sonra oturdum ve ağladım…”

Öte yandan, cananı isteyen, cihandan korkmaz, der şair Nizami. Tanrı’nın bir ettiğini, koca cihan dahi bir araya gelse, gene de ikiye bölemez gayrı. Bir de “sevda” deyince benim aklıma hep üstadın şu tarifi gelir, ne ki her seferinde aynı şeyi hissedişime tercüman olmuş bir cümledir bu;

Tarifini sorsalar… Her baktığımda, ilk defa görüyormuşum gibi… Az kalsın ölüyormuşum gibi… [1]

Kutsal metinlerde yazılanlara inanırım ben. Ve kuvvetle güvenirim mitlere, mitoslara. Çoğu zaman genel geçer yargılarla konuşsalar da, samimi bir tarafları varmış gibi gelir bana. Bugünün pek bilindik cümleleri gibi mülteci bir yanları da yoktur hani. Bugün başka, yarın başka değildirler. Sevdaysa sevda, insansa insan… Nettir yani. Hakikat, hakikattir. Hem sevdanın yahut insanın “görece eskisi”, “modası geçmişi” olur mu hiç? Bir gönüle bin yıl evvel düşmüş aşkla şimdiki arasında ne gibi bir fark olabilir? Âdem hâlâ Âdem, Havva hâlâ Havva ve sevda hâlâ zamansız, hâlâ lamekân [2] iken…

O halde,

Yeter ki, Tanrı’nın bir kıldığını insan ayırmasın.Yeter ki, aşkla bakan gözler buğulanmasın.Yeter ki, göğe yoldaş kuşlarınız solmasın.Ve yeter ki, kanat çırparak korunmaya meyyal[3] yürekler kırıla kırıla savrulmasın.

 

Bütün kutsal metinler aşkına; kuşlarınıza iyi bakın!Siz de biliyorsunuz, her şey gitgide kararıyor…

 

 

[1] Edip Cansever’in “Öyle bir çık ki karşıma” adlı şiirinden.[2] Yersiz, yurtsuz.[3] Eğilimli.

 

9 Aralık 2014 Salı

‘Kıt kanaat insan’lığın içinde ölü bir inşaat işçisi Erdo

 

(T24, Sibel  Oral, 1 Aralık 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

Türkiye Sosyal Medya İşe alım raporu 2014

Günümüzde iş arama ve çalışan bulma yöntemleri hızla değişiyor.  Kariyer siteleri yerini sosyal ağlara bırakıyor hatta daha da ilginç olanı kariyer siteleri de sosyal medyayı kullanıyor. Peki son bir kaç yıldır sıkça dile getirdiğimiz Türkiye’de sosyal medyanın işe alıma etkisi … Continue reading →

8 Aralık 2014 Pazartesi

Teknolojinin fazlası zarar

(2013 Temmuz’unda yazdığım ama Gezi olayları nedeniyle kaynayıp giden bir yazı)

Google’ın ‘aşırı mühendis’ yaklaşımının kurbanı olarak kapatılan konum belirleme ve bildirim hizmeti Latitude’ün hazin öyküsü! 

New York Üniversitesi’nde okuyan Dennis Crowley ile Alex Reinert, insanlara oldukları yerin yakınındaki arkadaşlarını, cazip mekan ve etkinlikleri bildiren bir kısa mesaj servisini geliştirdiklerinde takvimler 2000 yılını gösteriyordu. İki kafadar zamanına göre oldukça yenilikçi söz konusu servisi ticarileştirmek için Dodgeball adını verdikleri bir şirket kurdular. Servis gelişip büyüdükçe, İnternet ve mobil dünyasının devlerinin de ilgisini cezbetmeye başladı. Dodgeball rekabetinin galibi ise Google oldu ve 2005 yılında şirket ile 2 kurucusunu Google bünyesine dahil etti.

Bu durum, özellikle Dodgeball’un fikir babası Dennis Crowley’i çok umutlandırmıştı. Servisle ilgili birçok yaratıcı düşüncesini Google’ın engin olanaklarıyla hayata geçirebilecekti artık. Ancak zaman ilerledikçe bu umutlar yavaş yavaş yerini düş kırıklığına bırakmaya başladı. Dünyanın arama motoru devinin fazlasıyla teknoloji odaklı bir şirket yaklaşımıyla hareket etmesi, Crowley’in kafasındaki kullanıcı/müşteriye odaklı tüm çözüm önerilerini rafa kaldırmasına yol açtı ve 2007 yılında Crowley, Google’dan ayrıldı. Ayrılırken yaptığı açıklamada Google’da geçirdiği 2 yılı ‘inanılmaz derecede sinir bozucu’ olarak nitelemesi, bu düş kırıklığının sonucuydu.

Bu aşamadan sonra. Google, benim deyimimle ‘aşırı mühendislik’ yaklaşımını aynı ısrarla sürdürerek yoluna devam etti. Crowley ise, bu düş kırıklığının da verdiği motivasyonla kullanıcıya farklı bir deneyim sunacak bir servis kurgusu üzerine çalışmaya başladı ve kafasındakileri müşteri ihtiyacından yola çıkarak sıfırdan tasarlamaya başladı. 2009 yılında Google, kendi servisini Latitude adıyla piyasaya sürdü. Servis, Google Maps üzerinden insanlara bulundukları yeri paylaşma olanağı sağlıyordu.

Crowley ise, Foursquare adını verdiği ve sadece akıllı telefonlarda çalışan bir mobil uygulama geliştirmişti.

İki servisi karşılaştırdığınızda Google Latitude’de paylaştığınız yer, neredeyse milimetrik hassasiyetteydi ve Google Maps’in ağırlıkla kendi topladığı ya da doğrulattığı inanılmaz zengin bir mekan, adres ve harita altyapısıyla destekleniyordu. Foursquare ise tam tersi bir yaklaşımla tamamen kullanıcılar tarafından girilen her türlü mekan ve konum bilgisinin paylaşıldığı bir mobil uygulama idi. Bu anlamda servise girilen bilgilerin doğruluğu kuşkulu hatta çöp veri olarak nitelenebilecek durumdaydı. Ancak Crowley’in tasarladığı servisin kurgusu tamamen kullanıcıyı öne çıkartıyor hatta onu kutsuyordu. Servisin biraz daha tatlı bir rekabet havasında algılanabilmesi için her yer bildiriminde verilen puanlar ve yapılan puanlama tablosu bile, (hiçbir ödül olmamasına rağmen) kullanıcıların servisi daha da sadık biçimde kullanmasına olanak sağlıyordu. Bu da, Google Latitude’ün ‘Herşeyi ben yaptım. Hem de çok profesyonel ve mükemmel biçimde yaptım!’ anlayışıyla taban taban zıttı.

Bugüne geldiğimizde, Google’ın Latitude hizmeti hem kullanıcı hem de özellik açısından yerinde sayarken şirket 9 Ağustos 2013 tarihi itibarıyla servisi kapatıldı. Crowley’in Foursquare’i 33 milyon kayıtlı üyesi ve 2013 yılında yapılmış 3,5 milyar yer/mekan/görüş bildirimleriyle dünyada en çok kullanılan sosyal medya platformlarından birine dönüştü ve dünyanın en popüler konum bazlı sosyal ağı oldu.

Kıssadan hisse, eğer günümüz dünyasında özellikle siber dünya üzerinde bir servis geliştirecek ya da pazarlayacaksanız bunu ciddi ve mükemmelliği gözler önüne seren bir havadan ziyade kullanıcılarla bütünleşen ve onu ön planda tuttuğunuz havasını iyi yansıtan ve özellikle oyunsal ve eğlenceli bir kurguya sahip olsun. Markasıyla ‘ben ben ben’ diye böbürlenen değil yenilikçi gençlerle bütünleşerek onları ön plana çıkaran dinamik şirketler için güzel günler kapıda.

Hester, Anna ve Shrike…

SEVİN OKYAY – 6 Aralık 2014

O nefis “dörtleme”yi nasıl anlatsam şimdi? Doğrusu, bilemiyorum. Ama iyi bir anlatı (ister roman olsun ister hikâye) eğer etkileyici mekân, olay örgüsü ve karakterlerden oluşuyorsa, Yürüyen Kentler’in (ki bu isimle seriyi kastediyorum) her üç yönden de tam puan aldığını söyleyebilirim.

(Desen: David Wyatt, 2009)

FABİSAD’ın kurucu üyesi olduğum halde, arkadaşlar beni bağışlasın, bilimkurgu ile fantazya arasında bir tercihim vardır. Fantazyayı daha severek okurum. Belki de ilk gençlik çağımızda hayal gücünden pek nasibini almamış, insanı türden soğutacak kitaplar okuduğumuz için: Üç ay süreyle beni etten kesen Feza Canavarları geliyor akla. Oysa Jules Verne’le büyümüş bir nesiliz.

Yakın denecek bir geçmişte, bilimkurguya aşk duymamı sağlayan yazarlar, Verne’e mirasçı nesilden William Gibson, ille de Philip K. Dick’ti. Son bir yıl içinde ise, bu listeye iki isim daha katıldı: 100 Dünya üçlemesinin yazarı Danielle Martinigol (sevgili Abis’lerim ve ‘inci’ olma hülyaları) ve Yürüyen Kentler’in yazarı Philip Reeve. Zaten lakabı da“Modern Çağın Jules Verne’i”. Bu iki seri, bilimkurguda kayda değer yenilikler olmayacağı yolundaki umutsuzluğuma iyice son verdi. Reeve’in aynı zamanda iyi bir çizer olması da çift kaymaklı kadayıf (imrenmeyelim!) durumu yaratıyor.

O nefis“dörtleme”yi nasıl anlatsam şimdi? Doğrusu, bilemiyorum. Ama iyi bir anlatı (ister roman olsun ister hikâye) eğer etkileyici mekân, olay örgüsü ve karakterlerden oluşuyorsa, Yürüyen Kentler’in (ki bu isimle seriyi kastediyorum) her üç yönden de tam puan aldığını söyleyebilirim. Dörtleme çok uzak bir gelecekte, Mobillik Çağı denen bir dönemde geçiyor. Distopya mı diye soracak olursanız, hem de nasıl! Malum, karanlık gelecekler hayal etmek, insan ruhuna her daim iyi gelmiştir.

Dünya o vakte kadar Altmış Dakika Savaşı denen mahvedici bir savaşla çorak bir araziye dönmüştür. Artık ulus diye bir şey kalmamıştır; Mobillik Karşıtları Birliği’nin toprakları hariç. Hareket edebilsinler diye tırtıllı paletler üzerine yerleştirilmiş Mobil Kentler ise, bağımsızlığına pek düşkün kent devletlerdir. Kaynaksızlıktan, birbirini yutmak için yollara düşmüşlerdir ve koskocaman çeneleri vardır. Ticaret ancak iki şekilde yapılır: Ya havagemileriyle ya da birbirinin dengi iki kent karşılaşır da savaşmayı gözlerine kestiremezlerse. O zaman durup, alışveriş ederler. Bu alışverişlerde Eski-Tekno, yani Mobillik Çağı öncesinden kalma, hatta bazıları 21. yüzyıl yadigârı eşyalar, en değerli şeyler olur.

Kitapta karşımıza çıkan ilk mekân, Londra. Dişleri dökülmüş bir Londra. Büyük Av Alanı’nda serbestçe koşmaktan kaçınıyor, çünkü daha büyük ve güçlü kentler gözlerini bu eşsiz hazineye dikmiş. Londra da düşmandan kaçmış, dişine göre av bekleyerek pusuya yatmış. İlk karakterimiz, Tarihçiler Loncası’nın Üçüncü Sınıf Çırağı, genç ve kendi halinde, hem de yakışıklı Tom Natsworthy. Önemli karakterlerimizden Baştarihçi Thaddeus Valentine ile Chudleigh Pomeroy’u da tanıyoruz. Tom, Valentine’ın kızı Katherine’e gönül vermiş. Dörtlemenin sonuna kadar bizimle (çeşitli biçimlerde) kalacak olan iki karakter, serinin iki güçlü kadın karakteri de bu sırada ortaya çıkıyor: Jenny Hanniver havagemisinin cesur pilotu Anna Fang ve bence bu serinin baş karakteri, şiddet eğilimini şimdi yapacağım alıntıya bağladığım Hester Shaw:

“Alnından çenesine doğru inen korkunç yara izi yüzüne, üstü öfkeyle çizilmiş bir tablo görüntüsü veriyordu. Ağzı, kalıcı bir sırıtış halinde çarpılmıştı ve burnunun yerinde kırık bir çıkıntı vardı. Tek gözüyse, bu enkazın içinden bir kış denizi kadar gri ve soğuk bakıyordu.”

Tom’un uysallığını, uygarlığını seviyorum ama bence Reeve’in serisine can veren kahraman Hester. O, Anna Fang ve eski bir İz Sürücü olan Shrike. Annesiyle babası öldükten sonra Hester’ı yetiştiren Shrike’ın adı, kitabın Amerikan baskısında nedense Grike’mış. Oysa yazarı onun adını bir İngiltere Kuşları Rehberi’nden almış.

Kısaca özetlediğim yere kadar (birinci kitabın başlarında sayılırız) okuyan birinin o kitabı elinden bırakacağına inanmıyorum. Hatta onlar da benim gibi, ilk kitabı gece kaçta bitirmiş olursa olsunlar, ikinci kitap İhanet Altını / Predator Gold’u da eline alıp mutlaka birkaç sayfa okurlar diye düşünüyorum. Kitaplar da birbirini izleyecek, haliyle. Dört biraz kalın görünüyor ama, cesaretiniz kırılmasın. Hatta belki bu vedalaşma kitabı uzun sürecek diye sevinirsiniz. Üçte ve dörtte, dizinin üçüncü güçlü kadın karakteri Wren’le de karşılaşıyoruz çünkü.

Philip Reeve önceleri Hester’ı, sırf bu tür hikâyelerde genellikle karşımıza çıkan güzel kadın kahramanlardan ayırt etmek için çirkin yapmış. Bu çirkinlik, Hester’in öfkesini de açıklıyor. Reeve, “Bence korkunç bir yüzü olan çok romantik, çekici biri,” diyor onun için. “Hırçınlığı da normal…. Seri ilerledikçe ne kadar nahoş bir hal aldığına ben bile şaşırdım. Umarım okurun sempatisini kaybetmez.”

Ne demek, Bay Reeve? Hester, Anna ve Shrike, benim bu seriden aklıma çıkmamacasına yerleşen üç karakter oldu.

 

 

5 Aralık 2014 Cuma

Kazanan yok!

Luca Bloom’un Sınıf Meydan Savaşı adlı kitabı, bir öğretmen ile öğrencisi arasında gelişen ve sonu şiddete varan gerilimli bir öykü anlatıyor. Yazarın bir gazete haberinden yola çıkarak kaleme aldığı roman, böyle bir savaşta kazanan taraf olmadığını gösteriyor bize.

(İyi Kitap, Yankı Enki, 1 Aralık 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

28 Kasım 2014 Cuma

Erdo’yla Dünya…

Mine Soysal’ın Odada Yalnız’ını (2009) okuduğumda hayli şaşırmıştım. Mine Hanım’ı tanıyordum, çocuk ve gençlik edebiyatımıza katkısı büyük, iyi bir yayıncıydı. Resimlerle benzenmiş İstanbul Masalı’nı yazmıştı. Odada Yalnız ise, biz ‘bilgiç’ büyükleri de sarsan bir eserdi.

(Radikal Kitap, Selim İleri, 28 Kasım 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

25 Kasım 2014 Salı

‘Mevzumuz Derin’, 2013’ün En İyi Gençlik Romanı seçildi

Uluslararası Çocuk ve Gençlik Kitapları Kurulu’nun (IBBY) üyesi olan Çocuk ve Gençlik Yayıncıları Derneği’nin (ÇGYD) her yıl düzenlediği Yılın Kitapları seçimi sonuçlandı. ON8 Blog’da Ahmet Büke’nin kaleme aldığı “Bedo’nun Kitapları” adlı tefrikayla hayat bulan Mevzumuz Derin, 2013 yılının En İyi Gençlik Romanı seçildi.

(Hürses Gazetesi, 21 Kasım 2014)Yazının devamı için resme tıklayınız…

Anlayamazsınız!

Sosyal Medya gençlerin hayatında ne anlam ifade ediyor? 48 saatlik sosyal medya diyetine gençlerin verdikleri tepkiler, özellikle telekom ve medya sektörü için mesajlarla dolu!

Şu an sabah ve uyanır uyanmaz Instagram’a, Twitter’a bakmam lazımdı! Bakamadım. Uyanır uyanmaz yaptığın ilk şeyden mahrum kalmak çok zormuş hocam. Böyle yeni fotoğrafların yüklenmesi, yeni twitlerin bir bir düşmesi, anlayamazsınız! (Ceren)

2 yıl önce Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya Bölümü’ne yeni başlayan öğrencilerden ilk ödev olarak 48 saatlik sosyal medya diyeti yapmalarını ve bu sürede yaşadıkları duygu ve düşünceleri kronolojik bir günlük biçimde yazmalarını istemiştik. 48 saati tamamlamanın zorunlu olmadığı diyetin temel amacı, sosyal medyanın hayatlarında nasıl bir yere sahip olduğu konusunda bir farkındalık yaratmaktı. Gerek öğrencilerin, gerekse okurların oldukça ilginç tepkiler verdiği bu diyeti, sosyal medyanın hayatımıza çok daha fazla eklemlendiği bugünlerde bir kez daha yaptırınca geçen sefere oranla çok daha ilginç sonuçlarla karşılaştık. Bu yeni diyet, WhatsApp, Instagram ve SnapChat gibi platformları da kapsadığından ilkinden çok daha zorluydu ve öğrenciler, geçen seferkinin ötesinde diledikleri zamanda bırakmak yerine 48 saatlik süreyi sonuna kadar zorlamaya çalıştılar. Bu açıdan diyet, geçen döneme göre biraz daha sosyal medya orucu kıvamını aldı.

19-24 yaş aralığında 20 öğrencimin katıldığı 48 saat süreli 2. dönem sosyal medya diyetinin rakamsal sonuçları şöyle: Geçen sefer 15 kişinin başarıyla tamamladığı diyette bu sene başarılı kişi sayısı 10. Beş kişinin kazayla sosyal medyaya girdiği ve diğer beş kişinin de irade gösteremeyip tamamlayamadığı diyetin en ilginç yanı ise, ödev tutulan günlüklerin satır aralarına sızan ve kendilerinin farkında olmadığı ama telekom, medya ve hatta sosyal medya alanlarında faaliyet gösteren ve bu mecralardan müşterileriyle iletişimde bulunan kurum ve kuruluşların çalışanların ve özellikle yöneticilerin farkında olması gereken bir kaç önemli husus var.

***

“Anlatacaklarım var ama insanların SMSi yok! Dönüş alamıyorum. Whatsapp is my baby <3“ (Şeyda)

Şubat ayında Bloomberg.com’da yayınlanan bir araştırma yazısına göre gençler için SMS artık modası geçmiş bir iletişim aracı ve yerini WhatsApp çok daha fazla özelliklerle doldurmuş durumda. Yine gençler telefonla konuşmak yerine WhatsApp üzerinden birebir ya da grup halinde mesajlaşmayı artık bir yaşam tarzı haline getirmişler. Bu, özellikle telekom operatörlerinin üzerinde ciddi düşünmesi ve alternatifler geliştirmesi gereken bir husus. Ayrıca, SMS ya da doğrudan telefonla arama yoluyla hedef kitlelerine ulaşmaya çalışan markaların da gelecek planlarını orta ve uzun vadede etkileyecek bir husus.

***

 “Otobanda otobüsün tekeri patladı ve Snap bile atamıyorum. Hayatımda ilk defa otostop çektim ve bunu twit atmak istedim ama atamadım. Fazla zormuş böyle gerçekten. En önemlisi şu an şunu anladım ki inanılmaz bir kolaylık sağlıyor şu sosyal medya denen şey. Mesela Twitter’dan gündemi takip etme olanağım varken şimdi tek tek gazetelere girmek zorunda kalıyorum.” (Duygu)

“Haber sitelerine bakacak kadar sosyal medyasız kaldım. Yaklaşık bir saattir Hürriyet, Habertürk, Posta geziyorum. Bu haber siteleri kendini biraz geliştirip, çağa ayak uydursalar fena olmaz aslında. Hiç biri bir Twitter değil.” (Elif)

En önemlisi de gençlerin medyayı tüketim şekillerinde radikal değişiklik. Bireysel ve kitlesel gündemleri akıcı biçimde bütünleştirebilme ve takip edebilme özellikleriyle sosyal medya platformları, geleneksel medyaların yeni medya dönüşümlerini de ciddi biçimde tehdit olarak görülmeli. Buna bir de gençlerin yaşam tarzları ile geleneksel medyanın içerik dili arasındaki doku uyumsuzluğu eklendiğinde, yine orta ve uzun vadede reklamveren konumundaki marka ve kuruluşları da içine alan ciddi bir sosyal medya platformlarına kayma söz konusu olacaktır ki bu tiraj gelirleri azalan ve reklam gelirlerine yaslanması zorunlu hale gelen geleneksel medya için adeta bir varoluş mücadelesi anlamına geliyor.

Yirmi öğrencinin katıldığı iki günlük bir sosyal medya diyeti, gidişatın mutlak kanıtı yerine geçmez kuşkusuz ancak ilgili kişi ve kurumlara böyle bir olasılığı sorgulama fırsatı yaratması açısından üzerinde düşünmeye ve hatta araştırmaya değer!

NOT:  O kadar güzel mesajlar vardı ki yazıyı bitirdim ama onlardan ayrılamadım. Zaten buraya kadar okuduysanız şunlara da bir göz atarsınız;)

* “Aaaaa Sms paketi diye bişi varmıış” moduna girmek zorunda kaldım. Artık “mesaj atmak” terimi ortadan kalktığı için kendimi internet gibi bir nimete sahip olup da sadece ilkokul arkadaşlarını aramak için Facebook kullanan 50 yaş üstü insanlar gibi hissediyorum. (Begüm)

* Arkadaşlarımla telefon görüşmesi yaparak iletişim kurmaya çalışıyorum. Az once bir arkadaşımla buluşmaya giderken yeri tarif etmesini istedim “WhatsApp’tan konum attım ona baksana!” dedi. Gözlerim doldu, kendimi zor tuttum valla. (Ceren)

* Yapmam gereken bir sürü ödevim var arkadaşlarıma sormam gereken bir sürü sorular var. Ortak bir iletişim yolu arıyorum ve aklıma bir an yıllar önce kullandığım 10.000 SMS dönemi geldi ancak bu dönemin üzerinden o kadar çok sular geçti ki artık bu yöntemi kullanan kişi sayısı yok denecek kadar azdır diye düşünüyorum (Derya)

* Evde görmediğim bir oda ve bilmediğim bir kardeşim varmış. Ooo annem de burdaymış. (Elif)

* Çok fena Nur Yerlitaş capsi paylaşasım var. (Elif)

 * Bu diyete yarım saat dayanabildim ve gerçekten benim için çok zor bir yarım saatti. (Elpida)

* Elim sabah telefona gittiğinde gece gelen bildirimleri görüp açamamak ağır şeker hastası olup pasta, baklava yiyememek gibi. (İlknur)

* Whatsapp’la bağlantım kesilince sms paketi yapmaya çalıştım ama o kadar uzun zamandır kullanmıyordum ki nasıl sms yapılacağını unutmuştum. (Melis)

* 23 Ekim Perşembe 08:00 Başakşehir-Bakırköy otobüsünde gece atılan Tweetleri okumak vardı şimdi… Ya da Snapchat’te ‘Bu otobüs benim kaderim’ temalı bir fotoğraf eklemek vardı MyStory’e… (Merve)

* 12.17: Whatsapp sosyal medya sayılmaz bence! 12.20: SMSte kahkaha nasıl yapılıyordu? (Ozan) 

* Bütün gece rüyalarımda İnstagram’a fotograflar yükledim, WhatsApp’da cirit attım, Twitter’da en güzel tweetleri FAVladım ve uyandım! Bakalım İnternetsiz gün nasıl geçecek? (İrem)

* Sevgili günlük, bu sabah Facebook’suz ilk kahvaltımı yaptım. İşe iyi yönünden bakmaya çalışıyorum. Mesela “50 yaş üstü akrabanın Facebook fotoğrafı altına yorumu”na maruz kalmadım bugün. (Yiğit)

 * Arkadaşlarla verdiğimiz siparişleri  beklerken biri tweet atmakta, biri WhatsApp’ta yazışmakta diğeri de Facebook’ta gelen oyun isteklerinden rahatsız olduğunu bana söylerken ben telefonumun masanın üzerinde dik şekilde durup duramayacağı merakı ve uğraşı içerisindeydim. (Yunus)

* Artık saat saat, dakika dakika günün bitmesini bekliyordum. Zaman hiç bu kadar kıymetsiz olmamıştı benim için. (Yunus)

* Dışarıda bir dünya var, ben onun dışındayım ve hiç bir şeyden haber alamıyormuşum gibi geliyor. Ki zaten öyle galiba! (Zeynep)

* SMS ile haberlesmeye calisiyorum, SMS paketim varmis, onu ogrendim ama SMSte “last seen” falan olmadigi icin mesajim gitti mi acaba diye dusunmekten kendimi alamiyorum. Off, uyusamda zaman gecse diye dusunmekten uyuyamiyorum bile! (Zeynep) 

* Bu diyet sayesinde karar verdim ki aslında ben sosyal medyaya bağımlı değil bağlıyım istediğimde elimden atıp arkadaşlarımın gözlerinin içine bakarak konuşabilirim  (Sena)

22 Kasım 2014 Cumartesi

Sinema aşkına!

SEVİN OKYAY - 22 Kasım 2014

Ankara Sinema Derneği, yirminci yılını “Sinema Aşkına!” temasıyla kutluyor. Gezici Festival yola çıkıyor. Yolları açık olsun diyoruz. Bir durağında yakalar mıyız acaba?

(Afiş: Behiç Ak)

Ankara Sinema Derneği, yirminci yılını “Sinema Aşkına!” temasıyla kutluyor. Yazıya az kalsın bana gelen Gezici Festival bültenine koydukları başlıkla başlayacaktım. Çünkü o da hem güzel, hem doğru: “Sinema Tutkusuyla 20 Yıldır Yollarda”. Elhak öyle.

İlk yıllarda yollara birlikte düştüğümüz arkadaşlarım –ben sonradan, “Yollar uzak, gidemedim,” türküsünü çığırır oldum– gerçekten de bunca yıldır şehir şehir, hatta ülke ülke gezerek sinema taşıyorlar. Daha eski bir festivalde de, kendilerine “film festivallerinin Evliya Çelebi’si” demişlerdi. 20 yıldır yollarda olan Gezici Festival, bugüne kadar toplam 5 ülke ve 23 şehre giderek, 56 bin 872 kilometre yol katetti. Nazar değmesin diyoruz.

İlk yılları da çok iyi hatırlıyoruz. Ankara’daki ilk büro, herkes heyecan içinde: Sevna, Serdar, Ali İhsan. Festivali bugüne kadar taşıyan Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre. O sıralarda birbirimizi her yerde öyle çok görüyorduk ki, Torino’daki sinema salonuna Başak ile Serdar girince hiç garipsememiştim. Normal diye düşünmüştüm. Onlar benden çok şaşırmıştı. Böyle başlamıştır, yakın dostluklarla; öyle de gitti zaten. Başka türlüsü mümkün değil.

Bu yıl ise, dile kolay, yirminci yıl, “Sinema Aşkına!” Festival 28 Kasım’da Ankara’da başlıyor. 3-7 Aralık’ta Eskişehir’e uğrayacak ve yolculuğunu 5-8 Aralık’ta Sinop’ta tamamlayacak.

Neler mi var? Neler yok ki! Krzysztof Kieslowski var, örneğin. Onca kısa filmin, belgeselin ardından çektiği Amator (Camera Buff) / Amatör’le, sinema büyüsü üstüne. 83’lük Jean-Luc Godard, Cannes’da Jüri Ödülü’nü 25 yaşındaki Xavier Dolan ile paylaştığı son filmi Adieu au Langage / Dile Veda ile Festival’de, gene sinemanın sınırlarını zorluyor. Sinema aşkına çekilen bir film de, Abbas Kiarostami’nin Nema-ye nazdik (Close Up) / Yakın Plan’ı. Nanni Moretti’nin, Kiarostami’nin bu filmini kendi işlettiği sinemada gösterime sokma hikâyesini anlattığı kısa filmi Il giorno della prima di Close Up / Yakın Plan’ın Galası eşliğinde.

Hepsini yazarsak, diğerlerine yer kalmayacak. Dünya Sineması’na, diyelim ki. Andrey Zavyagintsev’in Cannes’da En İyi Senaryo ödülü alan son filmi Leviathan gibi. Vozvrashchenie / Dönüş ile tanıdığımız yönetmeni o gün bugün severiz. Cannes’de genelde Nuri Bilge Ceylan’la birincilik için çekişen –bu yıl değil ama, malum– Jean-Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin yeni filmleri Deux jours, une nuit / İki Gün, Bir Gece, onlardan beklediğimiz gibi sosyal bir konuyu, işsizliği ele alıyor. Marion Cotillard, Sandra rolünde çok beğenildi. Çok sevdiğimiz Robert Lepage’in, Pedro Pires ile birlikte yönettiği Tryptique / Üçleme, ilk filminden beri peşinde ayrılmadığımız Bent Hamer’ın yazıp yönettiği, Norveç’in Oscar adayı 1001 Grams / 1001 Gram, bu bölümün filmlerinden bazıları.

“Türkiye 2014” bölümünde ise Erol Mintaş’ın çok ödüllü ilk uzun metrajı Klama Dayika Min / Annemin Şarkısı, Derviş Zaim’in En İyi Senaryo Altın Koza’lı Balık’ı, Tayfun Pirselimoğlu’na Roma’da ‘En İyi Senaryo’, İstanbul’da ‘En İyi Film’, ‘En İyi Senaryo’ ve ‘En İyi Müzik’ ödüllerini getiren Ben O Değilim, Kaan Müjdeci’nin Venedik Film Festivali ve Antalya’dan ödüllerle dönen filmi Sivas ile, Tansu Biçer’in başrolünde oynadığı, ikisi de Adana’dan ödüllü iki iyi film var: Murat Düzgünoğlu’nun Neden Tarkovski Olamıyorum?’u ile Nesimi Yetik’in ilk uzun metrajlı filmi Toz Ruhu.

Yıllar boyu Gezici Festival’in yol arkadaşı olan sevgili Tuncel Kurtiz bu kez, 1978 yapımı belgeseli E5 Ölüm Yolu ile festivale dahil oluyor. Görüntü Yönetmeni, Gani Turanlı. Festival’in sürprizi ise sinemayla çok ilgilenen ve çok iyi bilen Murathan Mungan. Gezici Festival daha önce Zeki Demirkubuz, Tuncel Kurtiz ve Barış Bıçakçı’nın seçtiği filmleri sinemaseverlerle buluşturmuştu. Bu yıl ise Mungan’ın özel seçkisini “Gerçeğe Açılan Üç Kapı” başlığı altında izleyeceğiz. Mungan gerçekle olan ilişkimizi sinema aracılığıyla sorguluyor. Fotoğrafta ne görmek istiyoruz?: Blow Up / Cinayeti Gördüm (Michelangelo Antonioni, 1966); Ne duymak istiyoruz?: The Conversation / Konuşma (Francis Ford Coppola, 1974) ya da hangi hikâyeye inanmak istiyoruz?: Rashomon / Raşomon (Akira Kurosawa, 1950). Hem gerçeğin doğası, hem insanlık durumu üzerine.

Festivalin bu yılki sürprizlerinden bir başkası, Frederick Wiseman’ın National Gallery ve Jem Cohen’in Museum Hours / Ziyaret Saatleri filmleri. “Osmanlı’dan Manzaralar” özel bölümü ise, Osmanlı topraklarında 1896 – 1922 yılları arasında, farklı sinemacılar tarafından çekilen ve çeşitli arşivlerde bulunan filmleri içeriyor. Kısa filmlere gelince, kısalar daima Gezici Festival’in gözbebeği olmuştur.

Şanslı mısınız, bakalım? Ankara, Eskişehir ya da Sinop’ta mı oturuyorsunuz? Festival bir ara İzmir’e de giderdi. Ama bu kadar uzun ömürlü olmak da bazı kısıtlamalar gerektiriyor. Başından beri yalvarıp durduğumuz halde, ne yazık ki İstanbul’a getiremedik. Gezici Festival yola çıkıyor. Yolları açık olsun diyoruz.

Bir durağında yakalar mıyız acaba?

 

17 Kasım 2014 Pazartesi

Dünya bahçesinin büyülü çiçeği

SEVİN OKYAY – 15 Kasım 2014

Sevgi Saygı, geçmişin gerçekleri ve insanların yapıları üzerine bir kitap yazmış. Gençler için. Çünkü yazar, gençlerin aykırılığı iyi bildiğinden, sisteme rağmen özgürce düşünebildiğinden emin.

Gezgin’i yeni okudum, Amcama Neler Oluyor? elimde. Peri Efsa’yı ise, bitirdiğim andan beri etkisinden kurtulamadım. Hepsi Sevgi Saygı’nın kitapları ama bence hepsi ayrı ayrı kitaplar. Onu sinemacı zamanından tanırım, ondan sonra da yazar olarak izledim hep. Doğal diyalogları neredeyse fantastik –bazen düpedüz fantastik– kurgular içinde sunar. Geçmişi, geçmişin karanlıklarını da deşmekten hoşlanır. Onun için kurucularından biri olduğum Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği’nin (FABİSAD) düzenlediği 2013 Gio Ödülleri’nin öykü dalında, “Bebek” adlı öyküsüyle dereceye girmesine hiç şaşmamıştım.

Peri Efsa onun şimdilik son kitabı. Aslında sadece bitirdiği son kitap, yazmaya ise on yıl önce başladığını, sonra araya başka kitapların girdiğini söylüyor. “… ama sonunda yazdığım başka bir romanı bırakıp, ani bir istekle Peri Efsa’yı bitirdim.” Şimdi her okur gibi kendine sunulan kahramanı / karakteri kendince yorumlayan biri olarak, ben bu isteği ona bizzat Peri Efsa’nın verdiğini düşünüyorum. Belli ki onca şey yerli yerine oturmuş, vakti gelmiş, hikâyesini yazarına bitirtmiş.

Peri Efsa, 2. Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da bir köşkte doğuyor. Annesinin yüreğini iftiharla doldurup, zaten kısa kesilmiş doğum sancılarını noktalayan gürbüz bir erkek kardeşin bir avuçluk, köpek yavrusu boyutlarında, kimsenin yaşamasını beklemediği ‘çirkin’ ikizi olarak… Tam kurtulmuşken ona yeniden acı çektiren, mahalle ebelerinin eline bırakan –zarif aile doktoru, ilk bebek doğunca iş tamam diye çekip gitmiş çünkü– bu çocuktan daha o anda nefret ediyor anne Belma. Bu nefreti de hiç dinmiyor, tersine, yıllarla artıyor. Çirkinliği yüzünden onunla alay edeceklerini, suçlayacaklarını düşündüğü kız, aniden güzelliğinin farkına varıp güzelleştiğinde bile.

Sevgi Saygı, bu fark edişi bence çok inandırıcı bir şekilde anlatıyor:

Sümbül haklıydı. Peri Efsa güzel olduğunu bilmediği için göstermiyordu çevresine. Onun gözündeki Peri Efsa’yı alıp üstüne giydi sanki o an. Nagehan, kollarından sıyrılıp kapıya koşmaya hazırlanan küçük kıza baktığında, o güzelliği gördü ve odaya ilk geldikleri andaki gibi kalakaldı. Küçük çocuklara yalan söylemenin kutsal olduğuna inanacaktı neredeyse.

Peri Efsa’nın, özellikle onu çok seven Sümbül’ü rahatsız eden bir özelliğiyse, ‘özel’ arkadaşları olması. Kısacası, ruhları görüyor Peri Efsa. Onu ziyarete geliyorlar. Onunla konuşuyor, dertleşiyor, ona mesajlar yolluyorlar. Hatta bir keresinde, anneannesi Nagehan’la bakıcıları Sümbül, onun kendi boyundaki bir ‘arkadaş’la oyun oynadığına da tanık oluyor. Nagehan bir bunağın saçmalıkları diye nitelenmesinden korktuğu şeyleri Sümbül de biliyor diye rahatlıyor hatta.

İstanbul’da bir konak demiştik, memleketin geçmişini yansıtan geçmişi, bugünü, günahları ve sırlarıyla. Evin büyükleri Efdal Refik ile Nagehan, Peri Efsa ile Sermet’in dedeleri ve anneanneleri; birini sevip birinden nefret eden Belma ise, anneleri; Avrupa’da yaşayan, köşkte bir ara konakladıktan sonra Ankara’ya yerleşen, önce hariciyeci olan, sonra dönem Ankara’sının hayhuyu içinde başarıya koşan babaları Mümtaz Tahincioğlu; evin sadık hizmetkârları Cemile Kalfa ve genç Sümbül ile aile doktoru Şefik Türkmen. Merkezde ise, Hitler’in 53. Yaş gününde doğan, birbirlerinden hiç ayrılamayan, ama boyuna didişen, daha doğrusu Sermet’in Peri Efsa’yı hırpalayarak, ağır şakalar yaparak sevdiği bir ilişki içindeki ikizler…

Köşk ve insanları, sevaptan pek olmasa da günahtan, sırlardan herkes gibi, hatta belki biraz daha fazla nasibini almış. Çalkantılı bir dönemde, geçmişe ilişkin, atalar üzerine sıkı sıkı saklanmış sırlar ve bütün o günahlar Peri Efsa’nın gelişiyle ortaya çıkıyor. Çünkü Peri Efsa’nın ruhları var ve ona her şeyi anlatıyorlar.

İtiraf edeyim ki, Efdal Refik ile Nagehan’ı kusurlarına rağmen sevsem de, ben kitabı tamamen Peri Efsa’nın açısından ele aldım. Siz öyle yapmayabilirsiniz. Ola ki Sermet’i seversiniz, ya da ne bileyim, Dr. Şefik’i. Çünkü hepsi de sonuçta biraz kurban. Belma bile. İçlerinde en korkulanı, özellikle annesiyle babasının birlikte olmak istemediği kişi ise, Peri Efsa. Çünkü o, başka bir âlemin temsilcisi.

Sevmem, ama bir alıntı daha yapayım. Hem de herkesin beğenip yaptığı bir alıntı. Eh, haklılar:

 “Küçük Perim,” demişti Cemile, kalıbından kurtulmuş tüm ruhlar gibi neşeli, rahat ve eşitti artık. Daha önce hiç konuşmadığı bir tarzda konuşuyordu küçük kızla. “Sen henüz kim olduğunu bilmiyorsun. Dikkatli ol bebeğim. Sen bu dünya bahçesinin büyülü çiçeğisin. Ama sana ayrıkotu gibi bakacaklar… Büyümene izin vermezler. Çok, çok dikkatli ol. Konuşma. Sakın konuşma. Anlatma!”

O gün konuşmadı Peri Efsa. Ama her çocuk gibi, unuttu.

Sevgi Saygı, bu köşkteki olaylar ve uzantılarıyla; ölen, hayatta kalan, dışarıya gidenlerin hikâyeleriyle yakın tarihimizi de, o tarihin çalkantılı dönemlerini de anlatıyor. Savaş sonrası Türkiye’nin sızılarını… Saygı’nın kusursuz bir Türkçesi, kitabı elinizden bırakmanıza izin vermeyen süratli bir kurgusu, nefis bir anlatımı var. Bizden hiçbir şey gizlemiyor, ama ancak yeri-vakti gelince anlatıyor, açığa çıkarıyor. Köşk halkının köşk dışındaki hayatlarının da bize son derece inandırıcı gelmesini sağlıyor. İlk yıllardan sonrasına çok doğal görünen geçişler yaparak, pek de doğal olmayan gelişmeleri hazmetmemizi sağlıyor.

Son zamanlarda okuduğum kitapların en etkileyicilerinden, unutulmazlarından biri. Bir Peri Efsa görünmüş, hep gönlümüzde kalmış.

 

15 Kasım 2014 Cumartesi

Çıplaklar, Iva Procházková

Sylva sadece nehirlerde yüzmeyi sevmekle kalmaz, doğayı tüm çıplaklığı ve tüm gerçekliğiyle sever. Birçoğumuzun tiksinmek duygusuyla, hissetmek istemeyeceği balçığı bile…

Sylva, hem tinsel hem de somut anlamda sınırlararası bir karakterdir. Anne ve baba, doğa ve kültür, doğu ve batı, büyük şehir ve kasaba, ergenlik ve yetişkinlik, medeni ve ilkel olan arasında…”

(Varlık Dergisi, Işıl Şahin, 1 Kasım 2014 )

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

13 Kasım 2014 Perşembe

Uzakta

ASLI DER – 12 Kasım 2014

Hemen vicdanı olan bir omuza yaslanın, onun sizi sağaltmasına izin verin. Bir akşam kameriyede Dünya’nın Erdo’nun yanında durduğu gibi, durun ve o omuza yaslanıp düşünün. Birbirimizden öğreneceğimiz ne çok şey var, göreceksiniz.

İnançlarımız, korkularımız, bize dayatılanları sorgusuz sualsiz kabul edişlerimiz içimizde birikiyor. Sonra bunlar bazen tuhaf düşünceler olarak su yüzüne çıkıveriyor. Bir yetişkinin, on yaşındaki kızıma uykunun yarı ölüm olduğunu söylemesi gibi. Yarı ölüm! Ürkütücü bence.

Oysa, uyku adildi, diyor Mine Soysal, Uzakta kitabında. “Uyku adildi. İkisine de aynı güçle el verdi, ikisini aynı şefkatle bağrına bastı, kolladı. Uyku onları eşit ve bir kıldı.” Tam da uyku hakkında tuhaf yorumlar duyduğum o günde, bu satırları okuyunca rahatlıyorum. Uyku güzeldir ve eşitliğe, adalete dair her zaman bir umut vardır, biliyorum.

Uzakta’yı hem büyük bir iştahla, hem de bitmesini istemeyerek okudum. Yastığımın altına koyup uyumak istedim; okurken düşler kurdum. Sevgili dostum Mine Soysal’ın benzersiz anlatımıyla Dünya ve Erdo’yu hayal ettim. Yan yana gelemeyecek iki dünyanın usulca birbirine dokunduğu o özel ânı, az ötede fark ettirmeden duran Kadri olup izledim. Kimi zaman Dünya çok tanıdık geldi, kimi yerde Erdo’nun hissettiklerini yüreğimde duydum.

Dünya ve Erdo, hayatları bambaşka başlamış, bambaşka ilerliyor olsa da, insana dair her duygunun, her kaygının ne kadar da ortak olduğunu bir kez daha gösterdiler bana.

Elbette söz konusu olan insan, düşünen insan. Durup kendine bakmayı, ben kimim, neredeyim sorusunu arada bir de olsa sormayı becerebilen insan. Korkan ama korkusuna teslim olmayan, sorgulayan, cesaretlenen, umutlanan, farkında olan insan. Sosyal statülere, toplumsal dayatmalara, kaderin cilvesi safsatalarına kanıp da kendini düzene teslim etmemiş insan. Kendi cam fanusu içinde yaşayıp, o suni havayla uyuşmayı seçmemiş olan insan.

Dünya ve Erdo gerçekler. Mine Soysal’ın her ayrıntısıyla daha da gerçek oluyorlar romanda. İki gencin hayatı kendi içinde, kendine özel zorluklarla ilerliyor olsa da, her ikisi de bir şeylerin farkındalar; durup düşünüyor, sorguluyorlar. Korkularını bir yanda tutup cesaretle yola devam etmeyi becerme derdindeler. Deniyorlar.

Kolayına kaçmak, kararları başkalarına bırakmak, mutluymuş gibi yapıp olanla yetinmek her gün bambaşka şekillerde, bazen tatlı dille bazen sert sözlerle dayatılır hale gelmiş olsa da, Dünya ya da Erdo olmak için önce dönüp bir içine bakması gerek insanın. Yaşadığı cam fanusu hissedip, fanusun dışında akıp giden bir hayatın var olduğunu kokusuyla, tadıyla, tüm gerçekliğiyle kavraması gerek. Hayata karşı tepkisiz bir izleyici olmaktan vazgeçmesi gerek.

Kayıtsız kaldığımız her haksızlıkta kendimizden bir parça yitirdiğimizi keşfetmemiz ne kadar büyük değişiklikler yaratabilir.

Kesilen binlerce ağacın, denetimsiz inşaatların, çağdışı çalışma şartlarının, iş sahalarında yitirilen canların, eşitsizliğin, türlü haksızlıkların hiçbiri size dokunmuyor, sizin için yaratılan cam fanusun dışında olup bitiyorsa, aman dikkat, belki de fanusun içinde oksijensiz kaldınız. Hemen vicdanı olan bir omuza yaslanın, onun sizi sağaltmasına izin verin. Bir akşam kameriyede Dünya’nın Erdo’nun yanında durduğu gibi, durun ve o omuza yaslanıp düşünün. Birbirimizden öğreneceğimiz ne çok şey var, göreceksiniz.

Uzakta’yı, Dünya ve Erdo’nun hikayesini okuyun, yürekten tavsiye ederim.

 

11 Kasım 2014 Salı

Girişimci Üniversite

Girişimcilik, eğitimle kazanılabilecek bir teorik ve pratik çalışmalar bütünü mü yoksa daha fazlasına mı ihtiyaç var?

“Girişimcilik ve Yenilikçilik eğitimi ve iş sonuçları açısından İngiltere’nin en iyi 3 üniversitesi arasındayız. Diğer ikisi Oxford ve Cambridge!”

Geçtiğimiz hafta Kadir Has Üniversitesi Girişimcilik ve Yenilikçilik Merkezi’nin davetlisi olarak öğrencilere bir konferans  veren Coventry Üniversitesi Rektörü John Latham, konuşmasının hemen başında bu sözleri söylediği sırada, elimde akıllı telefon, seminerin canlı yayın linkini paylaşıyordum. İçimden geçen “Yok artık!” tarzı bir düşünceyle elimdeki telefonu cebime koydum ve konuşmaya odaklandım.

Slaytlarda birbirinin peşi sıra akan rakamlar inanılacak gibi değildi; 2014 yılı itibarıyla her yıl 600 yeni iş girişimini bünyesine kabul eden ve bunların %15 civarının ticari sıçrama (spin-out) yaptığı, irili ufaklı 10.000 şirketle yaptıkları işlerden yılda 250 milyon pound gelir elde eden ve bu gelirin 50 milyonunu da geliştirme bütçesi olarak ayıran kurumun bu başarısının altında ise Rektör Latham’ın bir sonraki slaytta beyan ettiği üniversitenin “misyonu” yatıyordu; “Dinamik, küresel ve girişimci bir üniversite”.

“Türkiye dahil bir çok ülkede sizinkine benzer bir misyon belirleyip yola çıkan bir sürü girişimci üniversite var ama çoğu böylesi görkemli sonuçlara ulaşamıyor. Sizi bunlardan ayıran fark ne peki?”

John Latham konferans sonrası yaptığımız özel sohbetimizde bu sorumun yanıtına şöyle ilginç bir karşılık verdi: “Yerel, ulusal, bölgesel ve küresel değişimlere süratle uyum sağlayan bir eğitim ve girişimcilik ortamı yaratabilmek. Üniversite, kurulduğu 1843’ten beri konjontürel değişimler sonucu bir çok kriz yaşamasına karşın her seferinde zamana ayak uydurabilecek dönüşümü gerçekleştirebilmiş. Coventry şehrinin ticari dinamiklerini,  bunun İngiliz ticaret ve ekonomisine katkısını ve bunun İngiltere’nin küresel düzlemdeki rekabet gücüne yansımasını hep birlikte düşünüp değerlendirebilen yapıda bir girişimci üniversiteyiz biz. Üniversitemizdeki TeknoPark sayesinde akademisyenlerimizin disiplinler arası çalışma becerisini arttırmanın yanısıra öğrencilerimizi de girişimcilik ve yenilikçilik süreçlerine dahil edebiliyoruz ve bu sinerji bizim gerek Coventry şehri, gerek İngiltere ve hatta uluslararası ölçekte cazibemizi arttırmakta.”

Coventry Üniversitesi’nin Bilgisayar Mühendisliği Bölümü mezunu olan, iş kariyerinin nemli bir bölümü girişimcilik ve şirket yöneticiliğiyle geçmiş ve akademik bir ünvanı olmamasına karşın rektörlüğüne atandığı üniversiteyi bir şirket gibi yöneten (yönetmesi istenen) Latham’ın verdiği mesajlar, aslında bir araya getirilmesi çok zorlu çabalar gerektiren iki kavram olan üniversite ile girişimciliğin, sadece eğitim boyutunda değil onun ötesindeki bir çok faktörlerle de ele alınmasının gerekliliğini kanıtlar nitelikte.

Bir başka deyişle,

* Girişimciliği sadece akademisyenlerin öğrencilere verdiği ders, teknoparkı da şirketlere vergi teşviki sayesinde kira geliri olarak gören,

* Girişimcilik-yenilikçilik kriterleri fon aldığı kurumları kağıt üzerinde memnun etmekle sınırlı,

* Girişimcilik ve yenilikçilik projeleri kampüsünün olduğu yörenin ihtiyaçlarına sırtını dönen, ülkesinin ekonomisine ticari ve inovatif sıçrama boyutunda değer katmayan ve ülkesinin küresel alandaki rekabet gücüne katkı sağlamayan üniversiteler,

bir zahmet bu sevdadan vazgeçsin ve yüksek öğretimin geleneksel ihtiyaçlarına yanıt vermeye odaklansınlar. İnanın toplumsal katkıları daha fazla olur!

Zoran Drvenkar okurlarıyla buluştu

Avrupa edebiyatının asi kalemi olarak tanınan, Alman edebiyatının dahi yazarlarından Zoran Drvenkar, 33. Uluslararası İstanbul Tüyap Kitap Fuarı kapsamında dün Karadeniz Salonu’nda İstanbullularla bir araya geldi. Çeşitli dillere çevrilen kitaplarıyla uluslarası platformda onlarca ödüle layık görülen yazar, konuşmasına çocukluk yıllarından bahsederek başladı.

(Yurt Gazetesi, Selin Sayar, 10 Kasım 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

10 Kasım 2014 Pazartesi

Acayip sahici, biraz da deli

SEVİN OKYAY – 8 Kasım 2014

Sonunda geldi. Zoran Drvenkar, Günışığı ile ON8’in konuğu olarak İstanbul’da. İmza atacak, söyleşi yapacak. Fuarda iki gün kalıp gidecek. Ama Kitap Fuarı konukları da böyle oluyor, ne yapalım?

Kitap Fuarı’na bu iki günde, 8-9 Kasım tarihlerinde gidenler ise, bütün kahramanlarının şu ya da bu ölçüde içinde yaşadığından şüphelendiğim Zoran Drvenkar’ı yakından görüp, piyangoyu kazanır. Kendisi de bu şüphemi bir anlamda doğruluyor zaten. “Bir otel gibiyim. Karakterlerim gelir bir suite yerleşirler ve onların hikâyelerini yazmamı isterler,” demiş örneğin. Tamam işte, onun için onları bu kadar sahici şekilde yazıyor. Kim olurlarsa olsun. Soğuktan Korkmayan Tek Kuş’tan tutun da, ON8 kitaplarındaki kahramanlara kadar.

Zoran Drvenkar, üç yaşından itibaren ‘Berlin’de yaşayan Hırvat çocuk’ olmuş. Aslında Križevci doğumlu. Ailesi o üç yaşındayken Berlin’e göçünce, o da mecburen ülke değiştirmiş. Hâlâ da orada. Ama karakterleri farklı yerlerde yaşayabiliyor. Onun, okuduğum ilk kitabı olan Kısa Pantolonlular Çetesi’nin Kanadalı çocukları gibi.

Küçücük kasabalarında nasıl olup da defalarca kahraman ilan edildiklerini kendileri de anlamayan Rudolpho, Ada, Sırıtık ve Beton. Kendi adları değil tabii. “Kimse Sırıtık veya Ada veya Beton ismiyle doğmaz. Ayrıca hiçbir anne çocuğuna Rudolpho ismini de vermez. Buna, gerçek kimliği gizlemek denir. Eğer herkes Kısa Pantolonlular Çetesi’nin gerçek adlarını öğrenecek olursa, bakın, demedi demeyin, bizim burada postane çöker.” Ama öyle küçük bir yerde oturuyorlar ki, hani biz de orada oturuyor olsak, sanmam ki kim olduklarını anlamayalım.

Kitaptaki karakterler, Drvenkar’ın sevdiği bir yöntemle tek tek birinci tekil şahısla kendilerini ve başlarından geçenleri anlatıyorlar. Ben daha ilk çocuğun gözüyle olanları okurken “Hadi, hadi, sıra Beton’a gelsin artık,” diye sabırsızlanmaya başlamıştım. Beton bir şeye uzun uzun bakmayı seviyor. Bıraktığın yerde, beton dökmüşün gibi kalıyor. Çocuklardan birinin başka yere gidip de Beton’u yanlarında göremeyince, geri dönüp onu da çeke çeke götürmeleri gerekiyor. Bütün bunların nedenini, kitabın son bölümü olan Beton’da göreceksiniz. Hiç çocuk kitabı yanılgısına kapılmayın. Değil çünkü. Her yaşa ait bir kitap. Yazarın hiçbir kitabı herhangi bir sınıflamaya sokulamaz. Çünkü sadece varlıklarıyla bile her şeye kısıtlama getiren bu tasniflere sığmıyorlar.

Öte yandan Beton, benim çocuk karakterler arasında gördüğüm en sağlam karakterlerden biri. İki yıl kadar önce Philip Pullman’ın “His Dark Materials / Karanlık Cevher (Altın Pusula)” üçlemesinin ikinci kitabı Subtle Knife / Keskin Bıçak’ta ortaya çıkıp üçüncü kitapta da bizimle kalan Will’i de öyle sevmiştim. Will ayrıca benim için, fantastik edebiyatın en iyi erkek karakteridir; Ursula K. Le Guin’in pek sevdiğim Ged’i dahil. Harry yavrum, kusura bakma!

Okuduğum ikinci Drvenkar kitabı Soğuktan Korkmayan Tek Kuş’ta da başının çaresine bakmasını bilen; diğer insanlar bir felaketi kabullenmiş, hayattan kopmuş halde sürünürken, bitmek bilmeyen kışa bir çift laf etmek için yollara düşen Riki var. Ama bence o, kitabın asıl kahramanı. Çok bilmiş, aksi kuşun ta kendisi. Doğrusu, Drvenkar’ın okuduğum diğer bir kitabı olan Aleve Dokunmak’tan hayli farklı bir kitaptı bu. Gene de, ben bütün Zoran Drvenkar karakterleri arasında, ister ‘iyi’ olsunlar ister ‘kötü’, bir ruh birlikteliği varmış duygusu içindeyim.

Aleve Dokunmak’ın Lukas’ı, yıllardır görmediği babasıyla birlikte zorunlu bir küçük geziye çıkıyor. Annesiyle yaşayan, Walkman’ini, müziğini seven, U2’nin eski şarkılarını dinleyen bir çocuk. Dondurmadan da nefret ediyor. Ama sözde onu almaya gelecek olan babası gecikince, dondurma bile yemek zorunda kalıyor. Bu yetmezmiş gibi babası gelince, Lukas’ı tanımıyor: “Daha küçük olduğunu sanıyordum,” diyor. “On yaşlarında filan.” Lukas, kapının önünde duran çantasını almaya gittiğinde de karıncalar işin içine giriyor.

“Karıncalar bir an gözlerini bana dikiyor ve sonra da göz kırparak veda ediyorlar.”

“Korkma, diyorlar bana göz kırparak. Cesur ol.”

“Onlar için söylemesi kolay tabii, kalabalıklar, bense tek başımayım.”

Oysa Lukas için tek başına olmak diye bir durum söz konusu değil. Çünkü daima, kafasının içinde ya da dışında, kendine arkadaş bulabilecek güçte bir çocuk.

Sonra Onlardan Biri var: Kanadalı Kısa Pantalonlular Çetesi üyelerinin Almanya’da büyümüş de ciddi çete işine doğru sürüklenen büyükleri. Almanlar, Türkler, Yugolar. Drvenkar kitabı onlara adamış zaten: “tüm o kahramanlara / tüm o muhallebi çocuklarına / tüm o kabadayılara / tüm o yugolara.” Bir de Berlin’e tabii. Ölmüş ya da yaşayan bütün karakterlerin çılgın hayal gücünün ürünü olduğunu söylerken -sapık muhayyelesinin ürünü derdik biz- şehrini ayrı tutuyor: “Yalnız Berlin, Berlin’dir; Berlin’dir.”

Gene o sevdiği anlatım şekliyle, tek tek karakterlerin ağzından konuşuyor: Bukle, Cengiz, Marco, Krca, Kollok ve diğerleri. Onları başka kitaplarda da başı şu ya da bu derecede dertte olan başka çocuklar izleyecek: Taja, Stinke, Rute, Schnappi ve Nessi (“Sen”), örneğin. Ve ‘Yolcu’ diye bir psikopat. Ya da Sorry’deki Kris, Tamara, Frauke ve Wolf. Bu kitapta bazen ‘Ben’in kim olduğunu kestiremiyorsun. ‘Sen’ psikopat bir katilsin. ‘Orada Olmayan Adam’ ise uzaktan bakan bir gözlemci. Kimi olaylar önce geçiyor, kimi sonra. Bir değil birkaç âlem. Bu âlemlerde var olmaya çalışan çocuklar.

Zoran Drvenkar’ın dünyalarına hoşgeldiniz.

8 Kasım 2014 Cumartesi

“Eşitliğin ve yakınlaşmanın kitabı: “Uzakta”

Mine Soysal yeni kitabı “Uzakta”nın ilk röportajını Yurt Kitap’a verdi. Soysal, “İnsanı en çok başkalarıyla eşit olmadığını öğrenmek örseliyor. Bu kitap, asla ‘eşit’ olamayacak sanılan iki gencin hikayesi” diyor.

(Yurt Kitap, Halil Türkden, 7 Kasım 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

Kariyer 2.0 kitabevlerinde

İki yıldır üzerinde çalıştığım kitabım Kariyer 2.0 Optimist kitap tarafından yayınlandı. Kitabın ana konusu “İnternet ve Sosyal Medya ile birlikte değişen iş dünyasında başarılı bir kariyer sahibi olmanın yeni yolları”. Üniversite öğrencileri, yeni mezunlar ve kariyerlerinin başındaki kişilerin mutlaka bu … Continue reading →

4 Kasım 2014 Salı

Emiralem çilekleri ödül aldı, haberiniz var mı?

ERDİ İNCİ - 4 Kasım 2014

Mevzumuz Derin Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği tarafından 2013’ün En İyi Gençlik Romanı Ödülü’ne değer görüldü. Aslında benim çocukluğum da aldı bu ödülü. Emiralem çilekleri tarafından üstü başı leke pasak içindeki çocukluğum…

Küçükken ailece Emiralem Çilek Festivali’ne giderdik. Babam halk dansları eğitmenliği yapar, güzel de oynardı. Hem de her bölgeyi… Sonra yıllar geçti, o festival de, çilek de kayboldu. Önce festivali kaybettik, sonra pazarda göremez oldum Emiralem çileğini.

Bu arada bilmiyorsunuz tabii, ben doğma büyüme Menemenli’yim. Emiralem de Menemen’e bağlı bir kasaba. Yürüyerek bile varırsınız. Yani, burnumun dibindeki bir meyveden bahsediyorum; zorlasam kokusunu alacağım.

Yıllar sonra gördüm Emiralem çileğini. Bedo’nun annesi ikram ediyordu oğluna. Bedo, canı istemedi diye çileğe burun kıvırınca, nasıl bir ağlama tuttuysa beni… Sanki çocukluğuma burun kıvırıyordu Bedo, karşımda Harmandalı oynayan babama. Tabii Bedo nereden bilecek…

Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi’ni yazmaya başlayınca Ahmet Büke, her pazartesi elime kalemi alıp ona bir cevap yazasım geliyor.‘Ben de yaşadım,’ demek istiyorum benzer çocuklukları. Tamam, benim zamanımda helva satan Rum bir amca yoktu, sebebi malum, ama Hacı Dede’m vardı benim de. Her gittiğimde bir kandil şekeri ya da lavaşa sarılmış bir tahin helvası beklerdi beni. Zaten ona uğrayacağımızı bilmeme rağmen ağlar, önce onun dükkânına sokardım bizimkileri. Helva alınacak, çaprazındaki Üstün Mandıra’dan peynir alınacak, sonra ne işimiz varsa yapılacak. Hacı Dede ne oldu bilmiyorum, ben 11 yaşındayken taşındık o mahalleden. Öldüyse, Allah rahmet eylesin.

Vita yağına ekmedik belki, ama Olin, Tariş tenekeleri gördü bizim domatesi, soğanı. Anneannem öldükten sonra izledim evinin çöküşünü, her gün. Biz elli üç kuzendik, ama birimiz bile dönüp bakamadı sonra o eve. Ben de utanmadan övünürüm ‘Ananemin en sevdiği torun bendim,’ diye. Peh!

Oyuncaklar satılırdı bakkallarda ayrıca, muma tutunca duvarda Manisa Tarzanı’nın gölgesini gösteren. Yanında, dilini bilmediğimiz yazılar… Bizim Manisa Tarzanı’ymış meğersem Jane’in peşinden koştuğu… Yoksa elin yabancısı nereden bilecek?

Arada nereden baksanız 20 yıl var; ama Gediz işte. Gördes’te Ahmet Büke’den alır da hikâyeleri, tuta tuta Menemen’e, bana getirirmiş. Kıymeti İzmir’den çıkınca anlaşılıyormuş. Ama nereden bilebilirdim ki; yanına gidince yeşil, pis kokulu bir akarsuydu. Midas’ın kulaklarına fısıldayan büyüklerinden el almış zaar, yoksa nereden öğrenecek bana Ahmet Büke’nin hikâyelerini anlatmayı?

Bir de, Gediz’e bağlı bir su kanalı, çocukluk arkadaşımı yuttu benim. Günler sonra bir tarlanın oralarda bulunmuş bedeni. Suçu Gediz’e atıp çekilmiştim aradan. Cenazesine de annem götürmedi, ne işim varmış çocuk başıma. Hâlâ daha götürmez annem beni cenazelere, haberini de vermez.

İşte bunu ve onlarcasını her hafta anlatmak isterdim Ahmet Büke’den feyz alıp. Hiç beceremedim ama bu güne kadar. Hâlâ becerebildiğim de söylenemez ya… Ahmet Büke’nin kaleminin ağırlığına ulaşırsa kalemim, o zaman görüşürüz.

Babasız büyüyen, dedesi tarafından denize bir yakın, bir küs yetişen Bedo, yani Mevzumuz Derin, önce The White Ravens’ın listesine girdi. Genç kitaplar alanında Türkiye’yi temsil edecek bu yıl. Seneye Frankfurt Kitap Fuarı’nda da sergilenecek Bedo’nun hikâyesi. İzmir’i anlatacak herkese. Beraber yürüyeceğiz Kemeraltı sokaklarında, elimizde sıcak pişiler.

Bedo şimdi de Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği tarafından 2013’ün En İyi Gençlik Romanı Ödülü’ne değer görüldü. Aslında benim çocukluğum da aldı bu ödülü. Emiralem çilekleri tarafından üstü başı leke pasak içindeki çocukluğum… Omo beyazı sünnetliklerimi ala bulamış Emiralem çilekleri aldı bu ödülü… Karşımda Harmandalı oynayan rahmetli babam aldı…

Bu yazıyı yazarak en samimi tebriklerimi iletmek istedim sevgili Ahmet Büke’ye. Ahmet Büke’nin nazarında, doğumuna şahit olduğum ON8’e.

Çok yaşayın.

 

3. Endüstri Devrimi?

21. Yüzyıl’da yaşamakta olduğumuz şey, Endüstri Devrimi’nin bilgi-iletişim teknolojileri sayesinde yeni bir evreye geçip ilerlemesi mi yoksa Endüstri Çağı’ndan çok farklı dinamiklere sahip yeni bir Çağ sıçraması mı?

Son zamanlarda sosyal medya paylaşımlarında ve katıldığım kimi sektörel etkinliklerdeki sunumlarda sıkça rastladığım bir terim var; Üçüncü Endüstri Devrimi! Aslında ilk yaygın kullanımı bu terimin bayraktarlığını yapan Amerikalı ekonomist-yazar Jeremy Rifkin’in 2011 yılında piyasaya çıkan “Üçüncü Endüstri Devrimi” adlı kitabıyla olmuş.

18. yüzyılda başlayan Endüstri Çağı’nda ilk olarak üretimde makinelerin kullanılmaya başlanmasının 1. Endüstri Devrimi,  üretimin bir süreç olarak ele alınıp teknoloji sayesinde seri hale getirilmesi sayesinde bunu destekleyen ulaşım, enerji gibi tamamlayıcı sektörlerdeki ilerlemelerin de 2. Endüstri Devrimi olarak genel bir kabul gördüğü kronolojik yaklaşımdan yola çıkan Rifkin, bunun bir adım sonrasını ise kitabında tariflemeye çalışmakta. Bilgi-iletişim teknolojileri ve yenilenebilir enerji sektörlerdeki ilerlemeler sayesinde iş yapış biçimleri, insan ilişkileri, toplumsal yönetişim ve eğitim alanlarda medyana gelecek köklü değişiklikleri 3. Endüstri Devrimi olarak niteleyen Jeremy Rifkin’in bu argümanı son dönemlerde Endüstri Çağı’nın büyük oyuncuları ile Bilgi-İletişim Dönemi’nin ilk zamanlarında parlayıp sonrasında geriye düşen oyuncuları tarafından da oldukça benimsenmiş durumda ve son dönemlerde çokça tartışılan“nesnelerin İnterneti”, “Büyük veri” gibi kavramlar da, adeta 3. Endüstri Devrimi’yle varolmuş birer unsur olarak paketlenmekte.

Öncelikle Jeremy Rifkin’in bu kavramlaştırmada anlattığı gelişmelerin hiçbirine ne tarhisel ne de tanımsal bir itirazım yok; ancaaak temel itirazım tüm bunların “3. Endüstri Devrimi” adıyla paketlenmesine!..

Öncelikle tarihsel bağlamda devrim sözcüğü “hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik” anlamına geliyor ki, Rifkin’in tanımlamaya ve 3 rakamıyla numaralamaya çalıştığı olgunun karşılığı devrimden ziyade evrime yakın. Çünkü birbirine bağlı, kopmayan ve çizgisel bir ilerlemeyi anlatıyor aslında bize Rifkin. Zaten devrim denilen şey, “aynı olgunun bir numara ilerisi” karakteristiğinin aksine insanların numara koyamayacağı ve tanımlayamayacağı kadar paradigmal değişim karakteristiği gösterir. Öyle ki, boyutlarını kavrayamadığımız bu “şey”i, yeni sözcüğünden başka bir sıfatla tanımlayamayız uzunca süre.

Kuşkusuz Rifkin’in bu evrimi devrim olarak niteleme stratejisi, bu “yeni”yi anlamakta zorlanan ve benim “Sanayii tipi” olarak adlandırdığım kişi ve kurumların kolayca intibak etmesini sağlamak için işe yarar gibi görünebilir. Örneğin “üretim odaklı süreçlerde mekanik ve elektromekanik temelli araçlardan (3d yazıcı gibi) akıllı robotik bilgi-iletişim temelli araçlara dönüşümü” anlatabilme uğruna kullanılıyor olabilir ama böyle kısıtlı bir evrimsel gelişim hikayeleştirmesi, işin asıl odağı olan devrimsel sıçramaları ve bunun yıkıcı (distuptive) sonuçlarını (robotların akıllanması ve siber dünyaya bağlanabilirlikleriyle “internet of things”in sosyal ve toplumsal etkileri, 3D yazıcılarla silah imal edilmesi, vs.) kapsam dışında bırakır ki, işte o zaman bu “yeni”nin dinamikleriyle olguları çözümleme yeteneğinden mahrum kalırız.  Sonuç olarak, yaşadıklarımız Endüstri Devrimi’nin 3. boyutta tezahürünün çok ötesinde Endüstri’yi odak olarak bile almayan bir Bilgi-İletişim ve Medya yakınsaması (convergence) ve bunun bireysel, toplumsal, ekonomik, kültürel, siyasi, etik ve aklınıza gelen her türlü olgu üzerindeki köklü değişim etkileridir.

Bu nedenle, İnternet jargonundaki tabiri biraz nezihleştirirsek “kafamızdan devrim uydurmayalım lütfen!”

1 Kasım 2014 Cumartesi

Fuarda kendini kaybetmek

SEVİN OKYAY – 1 Kasım 2014

Gene Kitap Fuarı geliyor: 33. İstanbul Kitap Fuarı. Şikâyetçi miyiz? Asla! Ama her şeyin de bir haddi var, daha doğrusu olmalı. İnsan bir fuardan ne kadar kitap alır? Taşıyabileceği kadar, ille de ödeyebileceği kadar, değil mi? Oysa biz ne yapıyoruz? Ödemeyi iyi ihtimalle bir yıl içinde bitirebileceğimiz, okumayı kesinlikle bir yılda bitiremeyeceğimiz miktarda kitap alıyoruz.

Peki, pişman mıyız? Yooo!

Giderken o niyetle gitmiyoruz elbette. Mesela almayı düşündüğüm kitaplar oluyor, yeni çıkanlar… “Cinayet Masası” programı için bende olmayan polisiyeler (ki her zaman bir eksik vardır)… Sevdiğim yazarların yeni kitapları… Tanımadığım, ama fuarda yolumu kesmeye (sembolik olarak) hazırlanan yazarların kitapları… Bana nispeten yabancı yayınevlerinden çıkmış hesapta olmayan kitaplar, derken… “Acaba bu evin neresine bir kitaplık daha sığdırırım?” diye düşünmeye başlıyorsun. Ev küçükse eğer, ve bir odası da caz CD’leri ile film DVD’lerine ayrılmışsa, zor…

İstanbul Kitap Fuarı konusundaki tek itirazım, taa Beylikdüzü’nde olması. Tepebaşı’ndaki fuarın son yılında, başımıza gelecekleri tahmin etmişim herhalde ki, çok acıklı bir yazı yazmışım. Seneye Beylikdüzü’ne gidiliyormuş, demişim. Size uğurlar olsun, benim öyle bir niyetim yok, diye de eklemişim. Böyle, ne dediğini bilmeden büyük büyük laflar edince, melek taifesinin hoşgörüyle gülümseyerek başlarını salladığını görür gibi oluyorum. Sonunda biz de Beylikdüzü yolunu tuttuk tabii.

Gerçi pek çok konu hakkında yazı yazıyorum: Sinema, caz, sair müzik, hatta spor. Halbuki müzisyen de değilim, sinemacı da. Hatta sporcu bile değilim. Sadece hepsi hakkında yazan bir insanım. Demek ki edebiyatçıyım. İşte bu yüzden kendimi kitap fuarında yerli yerinde ve mutlu hissederim hep. Bir sürü arkadaşım, tanıdığım, meslektaşım vardır. Standları geçici süreyle mesken edinmiş yayınevlerinin çoğunu bilirim. Bir de, çok kitap vardır, çok, çok kitap… İnsan daha ne ister?

Tabii, fuar keşke Beylikdüzü’nde olmasa da daha yakın bir yerde olsaydı diye dua eder. Bu yüzden ilk yıllarda, sandığımızdan da büyük sorunlar ortaya çıkmıştı. Otobüsler, kuyruklar, elde torba dolusu kitapla ayakta eve dönmekler… Bir imza günün, panelin ya da söyleşin yoksa, tabii. O zaman, bu etkinliği düzenleyen yayınevi seni getirip götürmeyi vadediyor. Ama iş olup bittikten sonra zavallı yazarın/çevirmenin orada unutulduğunu da defalarca görmüşüzdür. Nankörlük etmeyeyim, bazen de biz geri dönülmesi gereken saat gelince mızıkçılık ediyoruz. Biraz daha kalayım, biraz daha!

Sonra şirketin arabalarıyla gidip gelmeye başladım, taşıma kaygısından kurtuldum. Hal böyle olunca da iyice zıvanadan çıktım. Ne lüksmüş, yarabbi! Bazen elimde iki-üç torbayla umutsuzluğa kapılıp olduğum yerde duruyorum, nasıl eve gideceğim diye. Sonra hatırlıyorum, ferahlıyorum ve gidip bir torba daha kitap alıyorum. İnceldiği yerden kopsun!

Oysa fuar yaklaştıkça, resim, mimari, şehir, sinema ve sair konulardaki kalın ciltli kitaplardan uzak durma yeminleri ederim. Bazen büyük ölçüde beceriyor insan, ama tamamen kaçınmak imkânsız. Çünkü kitap fuarı demek, insanın içinin kıpır kıpır olması demek. Bildiğin şenlik… İçinden geçmekte zorluk çektiğin o kalabalık, deli gibi sağa-sola koşturan çocuklar, o müthiş uğultu vız gelir insana.

Önceki yıldı galiba, hafta sonu fuarının hayhuyu içinde, standlar arasında şöyle bir durmuşum. Yüzüme bir tebessüm yayılırken, kafamı kaldırıp tavana baktım. Bana, sanki kubbeymiş de ilahi bir ses veriyormuş gibi geldi. Kendimi öyle mutlu, öyle huzurlu hissettim ki, anlatamam. Esas mekânım buradaydı işte, iklimim buydu.

İnsan kendini nasıl mı böyle hisseder? Bilmem, bana herkes böyle hissedermiş gibi geliyor. Yoksa niye her yıl kitap fuarı yapılsın, niye özellikle hafta sonlarında hınca hınç dolsun? Öğretmenler niye otobüs dolusu çocuğu fuara getirsinler? Çocuklar (her yaşta çocuk) çok hoşuma giden bit değişim içinde. Eskiden anneleri ya ellerinden tutar ya da yanlarına sokulur, onlarla birlikte gelirlerdi. Artık çocuklar istedikleri kitapları bulmak için annelerinin önünden koşarak geliyor. Acele etsin diye de ısrar ediyorlar. Kendi kitaplarını kendileri seçiyor, yazarı varsa imzalatıyorlar. Çok farklı bir çocukluk yaşamış bizler için bunun ne kadar heyecan verici olduğunu anlatamam. Benim şansım, o dönemde bile, çok okuyan ve bana çok kitap alan bir ailem olmasıydı. Zaten biliyorsunuz, o zamanlar kitap fuarı yoktu. Ama kimse okumak isteyen bir çocuğun önüne geçemez.

İçeri giriyorum, ağzım resmen kulaklarımda sağa-sola bakınıp yayınevleri bir yıl önceki yerlerindeler mi diye kontrol ediyorum. Temkinli bir şekilde yaklaşıyor, kitaplara onları hiç almayacakmışım gibi bakıyorum. Sonra bir anda ip kopuyor, oradan oraya gidip kitap seçmeye başlıyorum. Hatta boş bulunup daha önce aldıklarımı bile aldığım olmuştur.

Eh, ne yapalım? Hiç değilse bu sayede sahaflara destek oluyoruz.