27 Nisan 2015 Pazartesi

Bir harika çocuk

SEVİN OKYAY – 25 Nisan 2015

Belgeselleri her zaman severim. Ama bu yıl 34. İKSV İstanbul Film Festival’inde benim için özel bir anlam taşıyan bir belgesel de vardı. Eytan İpeker’in yönettiği “İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi.

(Fotoğraf: “İdil Biret ve Wilhelm Kempff, Haziran 1982 “, Şefik Yüksel)

Her şeyden önce, yaş icabı bilmeyen varsa diye hatırlatayım: İdil Biret gerçekten “harika çocuk”tu. O harika çocukluğu da, eşsiz piyanistliğiyle, çalışmalarıyla tamama erdirdi. Ama ondan da ötesi, bizim kardeşimizdi. İdil Biret Kardeş. O dönemin Doğan Kardeş okurlarının böyle harika çocuk kardeşleri vardı. Yalçın Emiroğlu yazısında da sözünü etmiştim: İdil Biret ve Suna Kan. Hatta Verda Erman da vardı diye hatırlıyorum. Yasadan yararlandıklarını sanmıyorum, ama Ayla Erduran ile Ayşegül Sarıca da bizim “kardeş”lerimizdi. Tek ‘erkek çocuk’ olarak da Hasan Kaptan’ı hatırlıyorum. Ve hiç kıskanmadığımı. “Harika çocuk” tanımlaması bunu önlüyordu herhalde. 1948 yılında çıkan bu özel yetenekli çocuklar yasası, onların yurtdışına devlet bursuyla gönderilip yetiştirilmelerini sağlıyordu. Halen de yürürlükteymiş ama işletilmiyor.

İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi, bütün bunları bir anda hatırlattı bana. 56 dakika uzunluğunda, su gibi akıp giden bir filmdi. Bugünkü İdil Biret, görsel malzeme eşliğinde bize o yılları anlatıyordu. Küçücük, bıdıcık bir kız, beş yaşında. Olağanüstü yetenekli, çok iyi piyano çalıyor. Annesiyle babası ona iyi bir hoca bulmaya çalışıyorlar. Ama bu kadar küçük bir çocuğu eğitmek de kolay değil. Nevid Kodallı’ydı galiba, onun ayaklarının pedala yetişmediğini, bazen küçük parmaklarının da yeterli olmadığını, tuşlara dirseğiyle bastığını söylüyordu.

Hatırladığım kadar da sevimliydi. Saçları lüle lüle, endişeli büyüklerinin bu endişelerini hiç paylaşmıyor gibi görünen, güven sahibi küçük bir çocuk. Tabureye oturdu mu, ayakları pedala da yere de yetişmiyor. İsmet İnönü’nün karşısında çalıyor. Vehbi Koç Vakfı desteğiyle hayata geçirilen belgesel sayesinde bizim karşımızda da çalıyor o yaştaki haliyle. Ama şimdiki İdil de, gene kardeşimiz olmuş gibi bize kendinden, hayatından, kedilerden söz ediyor. Kedileri çok seviyor.

Belgeselin ilk gösterimi, 34. İstanbul Film Festivali’nde, Pera Müzesi’nde yapılmış. Orada izlemeyi çok isterdim, çünkü gösteri İdil Biret’in katılımıyla gerçekleşmiş. Belgeselin sonunda da sanatçı, izleyicilerle sohbet etmiş. Eytan İpeker’in yönettiği filmin önemli yanlarından biri de, arşiv araştırmaları sırasında ortaya yeni belge ve kayıtların çıkmış olması. Aralarında TRT arşivleri kaynaklı, ne zamandır gün ışığına çıkmamış görüntüler ve kayıtlar da var. Bunlar da kullanılmış elbette. Örneğin, İdil daha yedi yaşındayken Fransız Radyosu’nun onunla yaptığı röportaj, piyanist Arthur Rubinstein’ın İdil Biret’i Fransız izleyicilerine tanıttığı televizyon programının ses kayıtları ve 70’lerde, hocası Nadia Boulanger’ye Berg’in Piyano Sonatı’nı çaldığı görüntüler gibi. Rubinstein onun için, “Çalışını ilk duyduğumda gözlerimden yaş geldi,” demiş. Ayrıca, Biret’in kişisel arşivlerinden görüntüler de var: Çocukluk fotoğrafları, çocukken yazdığı mektuplar, çizdiği resimler ve beş yaşındayken yaptığı bestelerin orijinalleri.

İsmet İnönü’nün bu çocuklara yardımcı olmak, o yasayı çıkarmak için ne kadar uğraştığını da görüyoruz. Sanatçının müzik macerası pek çok kişi tarafından anlatılıyor: Hocası Wilhelm Kempff’in çocukları Roland ve Irene Kempff, müzik eleştirmeni ve Fransız Radyosu Yayın Direktörü Claude Samuel, İdil Biret – Dünya Sahnelerinde Bir Türk Piyanisti kitabının yazarı Dominique Xardel, İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker İnönü, Suna Kan, Filiz Ali gibi.

Ama en güzeli, olağanüstü yetenekleri olan, bizimkinden çok farklı bir hayat sürmüş bir insanı, İdil Biret kardeşimiz’i müziğiyle birlikte insan olarak da tanımak. Gene kedilere döneceğim ama, bütün kediseverler gibi onlarla ilgileniyor, bakıyor, seviyor. Bu kardeşinin gönlünde yer edecek bir başka özelliği de var: Kendi bildiğinden pek şaşmıyor, başkalarının kararlarına uymayı sevmiyor -ki, bizim için (kimileri başına buyrukluk dese de), bu âlemde en makbul şeylerden biridir.

Başka şeyler de kalıyor akılda. Küçücük bir çocukken hiç bilmediği bir şehre gitmek, durmadan çalışmak, o hocalara kendini beğendirmek kolay mı? Kendine güveninin de faydasını görmüştür mutlaka. Bir de çalışkanlığının… Paris’te yıllarca oturduğu ev bana nedense Giacometti’nin hiç terk etmediği küçücük Paris atölyesini hatırlattı. Ve o bitmez tükenmez yaratıcılığı… Belli ki, İdil nereye giderse gitsen, müziği onu kuş tüyü bir yorgan gibi kucaklamış.

Film için çok teşekkürler. Gene de Pera Müzesi’nde olup, müzisyeni de birinci elden görmek isterdim. Ne de olsa, ilkokul yaşındaki arkadaşlarla artık o kadar sık karşılaşılmıyor…

 

Kimden izin aldın?

1 Mayıs’ta yürürlüğe girecek “Elektronik Ticaretin Düzenlenmesi Hakkındaki Kanun” e-posta ve mesaj kutularımızı izinsiz işgal eden hatta günün her saati arayıp taciz eden pazarlamacıları engellemeye yetecek mi?

“- Alo, İsmail Bey ile mi görüşüyorum?

- Buyrun, benim!

- Filanca firmadan/bankadan/dernekten arıyoruz. Müsait misiniz?

- Konu neydi?

- Firmamızın/Bankamızın filanca ürünü/hizmeti hakkında ‘birkaç dakikanızı’ alacaktım. (ya da) Derneğimizdeki muhtaç kişilere yardım için bağış için aramıştım.

- Teşekkürler, ilgilenmiyorum. Telefonumu nasıl buldunuz bilmiyorum ama bir daha aramazsanız sevinirim.

- Ama beyefendi, bir dinleseniz… (Telefon kapanır)“

Son zamanlarda sürekli başıma gelen ve sayısı beş-altıya varan günlük telefon rutinim. Buna bir de her gün SMS ve e-posta kutularımızı adeta işgal eden onlarca spam mesaj eklendiğinde artık ne tanımadığım bir numaradan gelen çağrıyı yanıtlamak, ne de bilmediğim bir adresten gelen mesajı okumak geliyor içimden. İnternet veya cep telefonu abonesi yaklaşık 50 milyon vatandaşımız da üç aşağı beş yukarı yaşıyor benzer durumları.

Bu denli büyük bir kitleyi ilgilendiren soruna ilişkin devletin düzenleyici bir yol benimsemesi ise yıllar sürdü ancak 5 Kasım 2014’de yasalaşan ve 1 Mayıs 2015’te yürürlüğe girecek “Elektronik Ticaretin Düzenlenmesi Hakkındaki Kanun”, tüketicinin sorunlarını kapsayacak genişlikte olmadığı gibi birçok maddesi itibarıyla kafaları karıştıracak boyutta. Bir defa yasanın 2.1.(a) maddesinde “Fiziki olarak karşı karşıya gelmeksizin, elektronik ortamda gerçekleştirilen çevrim içi iktisadi ve ticari her türlü faaliyeti” olarak tanımlanan “elektronik ticaret” başlığı kapsam olarak doğru bir seçim değil. Bu durumda beni her gün bağış için arayan bilmem ne derneği ile elektronik ticareti faaliyet alanı olarak seçmeyen bir inşaat firmasının her Allah’ın günü gönderdiği SMS veya e-posta da rahatlıkla bu kapsamın dışında tutulabilir.

Ayrıca, yine yasada tanımlanmaya çalışan “Ticari İletişim” ve “Ticari Elektronik İleti” tanımları da o kadar kısıtlı ki İnternet ve mobil iletişim ağları üzerinden yaşadığımız günlük agresif pazarlama faaliyetini durdurmakta yetersiz kalır. Yasanın içeriği ise, günümüzün dijitalleşen iletişim dünyasını ve teknolojik gelişmelerin doğrultusunu kavramaktan uzak.

Bunu anlamak için yasanın içinde kullanılan sözcükleri taradım ve ilginç sonuçlar elde ettim; Toplam 4 sayfa ve 1.357 kelimeden oluşan yasada elektronik sözcüğü 38 kere, iletişim sözcüğü 20 kere, faks (!) ve mesaj sözcükleri 3 kere ve telefon sözcüğü 2 kere kullanılmış ancak İnternet, mobil, dijital ya da sayısal sözcükleri hiç kullanılmamış. Bu noktada şunu sormak lazım; 21. yüzyılın  İnternet, mobil, dijital sözcükleri yerine 80lerden kalma elektronik sözcüğünün üzerine kurulan bir yasal anlatım çerçevesi ne kadar kavrayıcı olabilir, şu yukarıda anlattığım izinsiz arama ve mesaj bombardımanı dertlerimize ne kadar derman olabilir?

Kişisel olarak, 1 Mayıs’tan sonraki birkaç haftalık duraklamanın ardından yine aynı izinsiz iletişim bombardımanına maruz kalacağımızı düşünüyorum. Açıkçası yasadan yana umudum yok ama bir tüketici olarak özellikle mobil operatörlerin hiç hoşuna gitmeyecek kişisel bir önleme başvuracağım ve cep telefonu ayarlarımdan sadece telefon rehberimdeki kişilerin arama yapıp mesaj atabilmesini sağlayacak ayarlarımı devreye sokacağım ve onun dışındaki tüm arama ve mesajların akıllı telefonum tarafındaan engelleneceği yeni bir düzen kuracağım. Devlet, düzenleyici kurumlar ve operatörlerin bir tüketici olarak sorunuma çare bulamadığı ve siber ağlar üzerinden izin, kural tanımayan ticaret erbabının agresif tacizlerine karşı benim de kendi başımın çaresine bakmaktan başka seçeneğim kalmıyor.

- Ama beyefendi, bir dinleseniz… (Telefon kapanır)

 

En çok beğenilen 10 Facebook Kariyer Sayfası

Facebook  Kariyer sayfaları, şirketlerin işveren markasını güçlendirmek için Facebook kullanıcılarına ulaşılan önemli kanallardan biri. Türkiye’de en çok beğenilen 10 kariyer sayfasını, Socialbakers verilerine göre ve takipçi sayılarına göre inceledim. Beğenilme sayılarının haricinde sayfaların öne çıkan ve ilham verici/farklı olan yönlerini de vurguladım.  1- DeFacto Kariyer250.246 beğenilme sayısına … Continue reading →

20 Nisan 2015 Pazartesi

Periscope’tan görünen ne?

Son dönemin gözdesi mobil canlı yayın servisi Periscope, yeni medyaya seviye mi atlatacak yoksa insanlığın başına yeni dertler mi açacak?

Silikon Vadisi’nin gözde eğitim kurumu Stanford Üniversitesi’nden öğrencilerin sosyal medya inovasyonları son dönemde hayatımıza giderek daha fazla sızmaya başladı. Instagram, Snapchat derken 1 yıl önce bilgisayar mühendisliği bölümü öğrencileri Kayvon Beykpour ve Joe Bernstein tarafından geliştirilmeye başlanan mobil canlı yayın uygulaması Periscope, 2015 yılı başında daha görücüye çıkamadan Twitter tarafından 100 milyon dolara satın alındı ve 26 Mart’ta bir iPhone uygulaması olarak Twitter tarafından kitlelerin kullanımına sunuldu. O zamandan bugüne dünyada ve Türkiye’de tam bir Periscope çılgınlığı yaşanmakta.

Peki neden? 

Kimi dostlar “akıllı telefonlar üzerinden Ustream, Qik gibi canlı yayın uygulamalarının uzun zamandır zaten piyasada olduğunu ve bunların da azımsanmayacak sayıda bir kitle tarafından kullanıldığını” söylüyor ve haklılar da. Ancak Periscope’u bu denli geniş kitlenin gündemine oturtan birkaç önemli farkı var. Birincisi diğerlerinden çok daha basit bir biçimde iki tıklamayla canlı yayına hazır hale gelmesi yani çok daha iyi bir kullanıcı deneyimi. (Tabii siz buna “akıllı telefonların akılsız kullanıcılarına hitap ediyor” da diyebilirsiniz.) İkincisi canlı yayın sırasında izleyicilerin yayıncıyla aynı ekran üzerinden etkileşimine olanak tanıyan oldukça işlevsel bir arayüz, ki yayıncıları zaman zaman izleyiciler tarafından yönlendirilen birer kameramana dönüştürecek kadar etkili. (Caddede yürürken yaptığı yayın sırasında ekranın kenarlarından süzülen kalp animasyonunu gönderen sevdiceğinin gazına gelip önündeki adamın ensesine şaplak atanlara şahit olmuşluğum var!) Üçüncüsü ve en önemlisi ise, uygulamanın otomatik Twitter bağlantısı nedeniyle canlı yayını açtığınız anda, yayında olduğunuz bilgisini tweet olarak atması. Bu sayede, dünyanın en büyük kamusal alanında hem kendi takipçilerinizin hem de diğer Periscope kullanıcılarının ekranına düşüyorsunuz ve bir tıkla onlar da sizin ekranınızda yer alabiliyorlar.

Peki tüm bu gelişmeler ışığında Periscope bizlere nasıl bir gelecek vaadediyor?

Öncelikle Twitter yaptığı bu hamleyle yurttaş haberciliğinin küresel merkezi haline gelme yolunda önemli bir adım attı ve Periscope kullanıcılarının yayınlarından oluşan içerik sayesinde geleneksel medya ile rekabette de avantajlı bir konuma geçti. Şirket bu avantajı ister geleneksel medya yayıncılarının kullanımına sunarak karlı bir işbirliği ortamı yaratabilir, isterse bunu kendi kullanıp bir editoryal yapılanmayla birlikte haber yayıncılığının zirvesine kurulur. Tabii bu süreçte Periscope, vb. uygulamalar kitleselleştikçe, kişisel/kurumsal itibar yönetimi ile telif, mahremiyet gibi hususlar giderek daha çok tartışılacak.

Birey ve toplum açısından ise, bireyler artık seslerini duyurmanın ötesinde görüntüleriyle de öne çıkmaya ve hem ticari hem de sosyal hayatta kendilerine fırsatlar yaratmaya çalışacaklar. Ekran ünlüsü olmak, en azından kendini böyle hissetmek artık bu kadar kolay ve zahmetsiz. Kuşkusuz bu durum bizlere, hiç bir şeyin saklı kalamayacağı kadar şeffaf toplumlar ve mahremiyet olgusunun giderek bir eski zaman hoşluğuna dönüşeceği kadar çıplak bireylerden oluşan bir dünya vaad ediyor. Bizleri o dünyaya Periscope mu yoksa ondan sonraki hizmet mi götürecek bilmiyorum. Tek bildiğim bu yeni açık toplum normlarına özellikle benim kuşağım ve öncesinin uyum sağlamakta zorlanacağı. İşte o zaman “kuşak çatışması” fiiliyatta nasıl bir şeymiş, hep beraber göreceğiz sanki.

 

Periscope meraklıları için okuma listesi:

* Periscope uygulamasını etkin kullanan 10 profil (ingilizce)

* Yeni Medya’nın sadece habercilikten ibaret olmadığını gösteren Periscope kullanım şekilleri (ingilizce)

* Yiğit Kalafatoğlu’nun Yeni Medya’da şekillenmekte olan Gösteri Toplumu üzerine düşünceleri (Bu bağlamda şu Black Mirror fragmanını yine ve yeniden paylaşayım)

Kuyrukluyıldızın peşinde

SEVİN OKYAY - 18 Nisan 2015

“Mutluluğun ne kadarı uyum ve kabulleniştir, ne kadarı hayal ve arayış?” Bilmiyorum ki, kim olduğunuza göre değişiyor… Aslında bu dünyada rahat etmek için uyum ve kabullenişi seçmek gerek belki. Ama o zaman hayallere ve arayışa “son” mu demek gerekiyor?

Bilmem Angela Nanetti’nin kitaplarını sever misiniz? Örneğin, Dedem Bir Kiraz Ağacı / Mio nonno era un ciliegio ve Hikâye Ormanı / Agata, la volpe e l’uomo nero gibi… Ben çok seviyorum. Herkes de çok seviyor gibi görünüyor ama sonra oturup da kitaptan söz eden bir yazı yazdıklarında ya da kitap üzerine konuştuklarında, bir bakıyorsunuz, aslında senin sevdiklerinden bambaşka şeyleri sevmişler.

Nanetti’nin en son okuduğum kitabının adı Kuyrukluyıldız Eken Adam / L’uomo che cultivava le comete. Gene çocuk dünyasında mutlulukla endişeyi, özlemi harmanlamış Nanetti. Bu romanda Küçük Arno, umudunu bir kuyrukluyıldıza bağlıyor. Babasını ona getireceği ümidiyle, yaklaştığı söylenen kuyrukluyıldızı bekliyor. Öğretmeni ne demişti? “Bin yılın en büyük kuyruklu yıldızı. Olağanüstü bir olay.” Yıllardır görülmemiş bir kuyrukluyıldız, göklerin kraliçesi… Acaba sahiden de babasını getirecek mi?

Arno, İtalya’nın bir köyünde annesi Myriam ve küçük kardeşi Bruno’yla yaşıyor. Bruno, hemen mutlu olan, gülmeye başlayan, uysal bir çocuk. Hemen dertlenen Arno ise, annesine göre, İsbue gölcüğü gibi. “Renginin değişmesi için küçücük bir bulut yetiyor.” İsbue, köylerinin adı. Arno’nun adını takan da annesi: “Ateşten kavrulmuş taşı çalmak ve sevdiği kadını kurtarmak için cehenneme inen şövalyenin ismi.”

Arno, kardeşi Bruno gibi hemencecik mutlu olamasa da, kendince çok güzel bir hayat sürüyor aslında. Artık “göklerdeki iyi kalpli kral Urianus”un ülkesine giden, Myriam’a annelik yapmış yaşlı Nenele’yi hiç ihmal etmiyor. Myriam nasıl Nenele üşümesin diye soğuk havalarda evde ateş yakıyorsa, Arno da mezarını ziyaret ediyor; ona salyangoz ve çiçek götürüyor. Çünkü yaşlı Nenele, salyangozları çok severmiş. Arno, aynı zamanda köyün muhtarı olan fırıncı Bay Lorenz’in yaptığı ekmekleri okula gitmeden önce yerlerine dağıtıyor. Annesi de Bay Lorenz’in yanında çalışıyor zaten. Fırıncı onlara sıcacık ekmekler, çörekler veriyor.

Bay Lorenz, onun sözünü dinleyen Bruno’yu daha çok seviyor. Çünkü Arno dik başlı. Annesi ve sevgili koyunu Cocó gibi. Gerçi Arno kızınca, ona Urianus ülkesinin en aptal koyunu der ama, Cocó çok akıllıdır. Hatta sıra kuyrukluyıldızı bekleyip en uygun anda dilek dilemeye gelince, Arno bu konuda ona kardeşine güvendiğinden daha fazla güvenir. Bu dilekleri babalarını getirir mi, bilinmez, ama Arno’da hiç değilse babasından gelen mektuplar vardır. Çünkü her Noel oğluna bir mektup yazar uzaktaki baba. Arno da ona yazdığı cevapları, yanlışlarını düzeltsin diye önce mutlaka Bay Lorenz’e okutur.

Pek dost canlısı bir çocuk değildir Arno. Annesinin, babasını kimsenin bilmediği iki oğul doğurmuş olması da köyde pek sevilmelerini sağlamaz. Üstelik Myriam, kimseninkine benzemeyen giysileri, göz alıcı saçları olan ve dans gecelerinde geç saatlere kadar dışarılarda kalan genç bir annedir. Çocuklarıyla çalışır, eğlenir, onlara masallar anlatır. Yani, benim kitabımda iyi bir annedir.

Peki, Bay Lorenz iyi bir adam mıdır? Sonuçta, bir müddet gözden kaybolup, sonra da bir şala sarıp göğsüne bağladığı çocuğuyla kapısına dayanıp iş isteyince Myriam’a iş vermiştir. Birazcık söylense de… Ama onlara bir anlamda iyi davranır. Öğlen yemekleri pişirip dükkâna çağırır, Arno’ya okula gitmesi için ısrar eder… Köydeki herkese göre, evet, Bay Lorenz iyi bir adamdır. Doğrusu, benim kitabımda pek öyle sayılmaz. Çünkü, her şeyden önce, insanları değiştirip kendi kalıbına uydurmaya çalışıyor o. Arno, annesinin de Bay Lorenz yüzünden yavaş yavaş değiştiğini, artık köydeki kadınlar gibi giyindiğini, geceleri dansa gitmediğini fark ediyor. Ama o zaman Myriam, Myriam olmaz ki artık!

Tanıtım’dan bir alıntı yapayım: “Mutluluğun ne kadarı uyum ve kabulleniştir, ne kadarı hayal ve arayış?” Bilmiyorum ki, kim olduğunuza göre değişiyor… Aslında bu dünyada rahat etmek için uyum ve kabullenişi seçmek gerek belki. Ama o zaman hayallere ve arayışa “son” mu demek gerekiyor? Öyleyse, İsbue gölcüğü gibi olayım, heyecanla kuyrukluyıldızı bekleyeyim, hiç gelmemiş babamın yolunu gözleyeyim, daha iyi. Annem gene danslara gitsin, ben de okula gideceğime dağ bayır dolaşayım. Karanlıkta bile ormandan geçeyim, korksam da! Köydeki terk edilmiş kulübenin bacası belki o zaman yeniden tütmeye başlar…

İnanıyorum ki, Angela Nanetti de benim gibi düşünüyor.

 

18 Nisan 2015 Cumartesi

LinkedIn Elevate ile şirket çalışanlarını LinkedIn’de daha çok etkileşime katıyor

İçerik kraldır lafı uzun süredir internet üzerinden içerik oluşturan kişilerin kullandığı bir konu. Aslında internetten içeriği çıkarsak geriye pek bir şey kalmayacağını düşünenlerdenim. LinkedIn de son zamanlarada içeriğin çok farkında bir şirket olarak bunu daha da geliştirmek için son zamanlarda çok fazla … Continue reading →

13 Nisan 2015 Pazartesi

Bu kadarı da olmaz ki!

SEVİN OKYAY - 11 Nisan 2015

Herhalde dünyada en zor şey insanları güldürmek, üstelik de kaliteli esprilerle güldürmektir. Hele bir de dünya ahvaline gönderme yapıyorsan, değme gitsin! Nesin Vakfı tarafından “Aziz Nesin Yılı” ilan edilen 2015, Aziz Nesin’in doğumunun 100. yıldönümü.

Annem sakin, zarif bir hanımefendiydi. Oluyor işte, armut dibine elma düşer gibi. Her şeyin ölçülü yapılmasını isterdi. Doğrusu ben de bu konuda gayret gösteren bir çocuktum. Ancak bir kere, Atlas Sineması’nda daha önce kitabını okuduğum Kilimanjaro’nun Karları / The Snows of the Kilimanjaro’yu izlerken, Gregory Peck nasıl olsa ölecek diye önceden ince bir ağlama tutturmuştum. Ölüm ânı yaklaştıkça, bu ince ağlama yavaş yavaş höngürdemeye dönüştü. Sinemacılar finali değiştirdiği için, Peck ölmese de, ben bir kere başlamış olduğum için kendimi tutamamıştım. Annem bana şöyle bir yandan bakıp,”Beni rezil ettin,” demişti.

Oysa sonuçta edebiyat seven bir çocuktum, değil mi?

Daha sonra gülmek yüzünden de buna benzer azarları sık sık işitmişimdir. Bunların hepsi tek bir kişinin başının altından çıkmıştır. Beni otobüste, trende, vapurda (en çok vapurda), hatta misafirlikte güldüren kişi… Misafirlikte dayanamayıp elime kitap aldığım için iki kere kabahatliydim zaten. Ama ne yapayım ki, çocuk yaştayken de Aziz Nesin okuyunca kıkır kıkır gülmekten kendimi alamıyordum, şimdi de alamıyorum. 2015, onun doğumunun 100. yıldönümü.

Herhalde dünyada en zor şey insanları güldürmek, üstelik de kaliteli esprilerle güldürmektir. Hele bir de dünya ahvaline gönderme yapıyorsan, değme gitsin! Aziz Nesin’in yazdıklarına gülmekten kendimi alamazdım. Gülmeye başlar, insanlar niye gülüyorum diye bana baktıkça ben de onlara bakar, daha da fazla gülerdim. Hepsi komikti. Asıl adı Nusret olan Aziz Nesin’in, hikâyelerindeki adıyla Hasan olarak babasından yediği fırçalara hiç dayanamazdım. Hani bir şey ısmarlayıp dururlarmış da parası olmadığı için bir türlü alamazmış. Akşam eve gelince eliyle alnına vurur, “Tüh! Unuttum!” dermiş. Bir akşam kapıyı babası açmış, ısmarlanan şey neyse artık (belki yarım kilo kıyma) onu sormuş. Aziz/Hasan’ın zaten eli boş, yüzündeki mahçup ve pişman ifadeyi de görünce babası önce yüzüne tükürmüş, sonra diğerlerine dönüp “Unutmuş!” diye açıklamış.

Bir de “Muni” vardı. Çok meraklı, gördüğü her yeni şeyi öğrenmek isteyen çocuk hakkında. İster uysun ister uymasın, terbiyeli-terbiyesiz her şeyi, insanı canından bezdirene kadar sorardı. Doğru dürüst konuşamadığı için, kendi dilinde “Mu ni?” diye… Sonunda bir büyüğü öyle kızdırdı ki, üst üste belki yirminci kez aynı şeyi sorduğunda, küçüklerin de büyüklerin de ağzına hiç yakışmayan bir cevap aldı. Adamcağızın kendisi de alı al moru mor oldu. Üstelik birisi bir şey için benzer bir soru sorunca da, küçük meraklı, öğrendiği cevabı adlı adınca verdi. “Ananın…”

Daha çok hikâyelerini severdim. Örneğin, köyün fingirdek kadınına tutulmuş dağ gibi bir pehlivan vardı ki, erimiş gitmişti. Kadın başkalarıyla fingirdeşir, zavallı eski sevgili araya girmeye kalkınca da, yeni sevgilisine onu dövdürürdü. “Fur! Fur! Ne öpir ne öptürür, fur aslanım fur!” Üstelik çiroza dönmüş ama tutkusundan cayamamış delikanlıya acırdım da. Bir de oyunlarını severdim Nesin’in:

Komikten ziyade tuhaf, yer yer hazin oldukları halde.

Memleketin Birinde Hoptirinam’ı okuduğumda ise o memleketin hangi memleket olduğunu anlayacak yaştaydım. Sözleri, yerleri değişmiş marşlarla şarkılar da vardı, malum bir dönemden kalma: “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz / Biz koltuğa alıştık gitmeyiz de gitmeyiz.”

Ama beni en boğulurcasına güldüren, İngilizce bilmediğini iddia eden Hasan/Aziz’in çevirdiği Teknede Üç Kişi’ydi. Yazarı Jerome K. Jerome’u da onun sayesinde tanıdım. Sahiden de teknede üç kişiydiler: Jerome ile arkadaşları Harris ve George. Bir de köpek: Montmorency (kitabın özgün adında da var zaten: To Say Nothing of the Dog) Londra’dan Oxford’a kısacık bir gezi, ama on dokuzuncu yüzyılın bütün saçmalıklarını, komikliklerini, yasaklarını, beğenilerini içeriyor. Derler ki, House’un Hugh Laurie’si fevkalade bir şekilde okurmuş. Onu bilmem ama sözde İngilizce bilmeyen Aziz Nesin fevkalade bir şekilde çevirmişti. Hatta ben ergen çağda orijinalini okuyunca pek de beğenmemiştim. Çevirmeni kadar iyi yazamayan yazarı da pek ayıplamıştım. Meğer Nesin, bize hitap etmeyen uzun bölümleri, tasvirleri çıkarmış. Nereden bileyim, insanları her dilde güldürebilmenin Allah vergisi bir marifet olduğunu? Doğrusu bu marifet Aziz Nesin’de fazlasıyla vardı.

Sokaklarda kik kik gülüp azar işiten çocuklara sorun, inanmazsanız…

 

10 Nisan 2015 Cuma

Gönüllü çalışmalar neden daha başarılı?

Şirketlerde işbirliği oranı %30 iken gönüllü çalışılan yerlerde bu oran %70 şeklinde ve neredeyse 2 katı bir orana sahip.  Harward’lı profesör Yochai Benkler, bu durumu insanda gelişen işbirliğine yoruyor. İnsanın bencillikten ziyade işbirliğine ve gönüllülüğe yatkın olduğunu belirtiyor ve bunun giderek artacağını … Continue reading →

9 Nisan 2015 Perşembe

DÜŞ KAZANI | Yalabık Çoban

ECE İREM DİNÇ - 9 Nisan 2015

Shkumbin ırmağının kuzeyinde yaşayan Gegalar’ın türküleri kadar masalları da pek meşhurdur. “Kartallar Ülkesi” adını vermişlerdir topraklarına.

(Resim: Arnavut Çoban, Ramadan Ramadani)

Güneş batıp çıktı, ben dönüp durdum.Büyüdükçe yaklaştım bulutlara.Bir zıplasam uçardım belki ama dönüş yoktu bulutlardan.Latife Tekin

Eski Yugoslavya Arnavutları, Jolandji Čoban derler ona. Birçok Balkan ezgisi gibi bu yanık türkünün de orijinali hâlâ belli değildir aslında; öyle ki, sayısız versiyonunu işitmek mümkün. Yöresi, kimi yerlerde Gümülcine diye geçse de kimi yerlerde Moldovya, bazen de Yugoslavya olarak geçer. Ben ise en çok Gegaların, yani kuzeyli Arnavutlar’ın dilinden dinledim onu.

“Oğlan oğlan, kalk gidelim. Tuna’nın boyunda koyun güdelim… Şu elinlen, saçından bana yap yorgan. Ne güzel oğlan, yalabık çoban…”

Yalancıdır, yalabık çoban. Çapkındır, aldatır. Üstü başı buram buram Granitza kokar. Güzeldir, baştan çıkarıcıdır. Gözleri, kızgın ateşin üzerinde yanan kömürler gibi, sanki şuh birer zenci… Öyle bir bakar ki, hani felek görse, onun uğrunda kıyamete kadar bir ayak üzerinde beklemeye razı gelir. Bir kirpiğinin ucu yeter de artar bile Tunalı kızları yatak döşek hasta etmeye. Dağlardır onun evi, bozkırlardır. Bir gitti mi, günlerce dönmez geri. Ol sebepten olacak, “Kimsenin gözü yolda kalmasın,” diye dert yanar Gega kızları, “Zira yolcu beklemek yürek sarartır…”

Shkumbin ırmağının kuzeyinde yaşayan Gegalar’ın türküleri kadar masalları da pek meşhurdur. “Kartallar Ülkesi” adını vermişlerdir topraklarına. Kırmızı renkli bayraklarının tam ortasında çift başlı bir kartal vardır. Yarı çoban, yarı cenkçidirler. Bilhassa dağlara meyyaldir onlar. Canlı ve manalı ela gözleri, ince ve kavisli kaşları, kemikli alınları ve çıkık elmacıkkemikleriyle her daim soylu bir duruş tutarlar. Çok kere alınlarına doğru eğik, küçük, kırmızı birer takke giyerler. Kahverengi yünden dokunan kırmızı, işlemeli bir pelerin dökülür omuzlarından yere. Neşelidirler. Fakat çabuk ve acelecidir öfkeleri de. Ne olursa olsun, özgürlükten yanadır gönülleri. Öyle ki, felek iki kat olup da belini kırmadıkça, kat’a bir Gegalı’nın özgürlüğünü elinden alamazsın, derler.

Hayalcidir Arnavut kızları. Sıkı birer düş militanıdır onlar. Tüm Gega masallarında bahsi geçen kızların sevdaları sonsuzdur misal, ya vuslat ya ölüm misali… Pek çoğu, adına “Dolunay Çobanları” denilen, üstü başı toz duman dağ delikanlılarına kaptırmıştır gönlünü. Bir bakışıyla insanı taşa dönüştüren dişi nympha’larla savaşırlar sevda uğruna. Sinesi güzel çobanları tuzağına düşürmek için kara büyüler savuran cadılardır nympha’lar. Düzenbazdırlar. Kırmızıyı mavi ile, sirkeyi bal ile karıştırırlar. Sevgileri kin iledir hep. Hiçbir Gega kızı onun kumundan emniyette ve hiçbir dolunay çobanı onun şehvetinden selamette değildir. Fakat tüm Gega mitlerinin sonunda, Arnavut kızları sevdalarının kuvvetiyle alaşağı ederler bu kara cadıları. Ne ki, bekledikleri vuslat gene de gelmez. Zira hep yalancıdır çoban, hep delişmen, hep konup uçan. Göz değdirdikleri kızların yüreği ille de bağrı yanık bir susuzun ayağı gibi çamurdadır. Hep uzaktır çünkü pınar, bir türlü varılmaz kıyısına. Masal biter, yalabık çoban dağına döner, kızların can evine ateşler düşer. Vuslat hayali içinde gelip geçen günler, saçlarına kır renkli inciler döker ve her inci, birer türküye döner. O vakit susuzluğun ve sevdanın acısıyla yankılanır durur ezgiler;

“Siyah kömür neden siyah iken kırmızı oluyor? Siyahın üstünde bir renk olmadığı halde, ateş neden siyahı kırmızı yapıyor? Ah ateş… Acaba bu hileyi, bizim saçlarımızın rengini beyaza döndüren o yalancı çobandan mı öğrendi?..”

Özlem ve fırtına kırıklarıyla dolu bu türküyü ne zaman dinleyecek olsam, hep aynı şeyi düşünürken yakalarım kendimi. Her ezgi, sevda büyüten incecik bir ıslık gibi gelir o an. Güneş batıp çıkar, dünya dönüp durur. Ve sözleri kime ait olduğu bilinmeyen bu yanık türkünün sahibi bir türlü gitmez aklımdan. Susuzluğu dağlarda, bozkırlarda, ateşlerde kalan bir Gega kızı canlanır hayalimde. Kimsenin gözü yolda kalmasın, diye mırıldanırım kendi kendime. Çünkü yolcu beklemek yürek sarartırmış, malum; bunu da gözleri yollara tutunan bir Arnavut kızı öğretti bana.

 

7 Nisan 2015 Salı

Şehrin gözü festivalde

SEVİN OKYAY – 4 Nisan 2015

İKSV’nin bu festival başlığını çok seviyorum, onun için de bunu kullandım. Şehrin gözü festivalde, herkes heyecanla kendi seçtiği filmleri izlemeyi bekliyor. Diğer sevgili festivalimiz Caz Festivali’nde de kulağımız festivalde oluyor. Zaten onun programı da ilan edildi, yolunu bekliyoruz.

34. İstanbul Film Festivali bugün başladı, 19 Nisan’a kadar birlikteyiz. En yenilerden unutulmaz klasiklere, ustaların son filmlerinden, yeni keşiflere kadar 200’ün üstünde film seçime açık. Ama festival takipçilerinin çok iyi bildiği gibi, seçmek de hiç kolay iş değildir. Festival öncesinde herkes listelerini sundu. Temelde bir anlaşma söz konusu olsa da, tuhaftır, bu listeler de birbirinden epey farklı olabiliyor. Eh, ne yapalım, beğeni sübjektif bir iştir.

Gerçi bu yazının altında ben de size 10 filmlik bir liste sunacağım ama, elâlemin seçtiklerine fazla da bel bağlamayın derim. Örneğin benim Radikal’deyken bazı okurlarım vardı. “Beğendiğiniz her şeyi beğenmiyoruz ama yazdıklarınızdan, nasıl bir film olduğunu anlıyoruz,” derlerdi. Doğrudur. Ama listede açıklamadan yoksun olduğumuz için, okur/izleyici tepkileriyle karşılaşabiliyoruz. Yıllar önce 2008 yapımı Lake Tahoe / Tahoe Gölü yüzünden başıma gelmedik kalmamıştı. Önümü kesip kesip neyini beğendiğimi sordular. Bilmem, baştan sona beğendim sanki.

Şöyle söyleyeyim: Mümkün mertebe, eski filmlerden seçmemeye çalıştım. Asıl işe yarayanı, yeni filmlerden, yeni yönetmenlerden tavsiyede bulunmak. Ötekiler için her yerde çarşaf çarşaf tanıtım bulursunuz nasılsa. Buna rağmen, iki Türk filmini hatırlatmadan geçemeyeceğim. Birincisi, Festival’in beş onur ödülünden birini Cuma akşamı almış olan Nebahat Çehre’nin Yılmaz Güney ile oynadığı Seyyit Han. Güney’in yazıp yönettiği film, özellikle gençlere onu tanıtma açısından önemli. Ayrıca, ders kısmı bir yana, sevdiğimiz bir filmdir. Diğer ‘eski’ filmimiz ise, Metin Erksan’ın yönettiği, restore edilmiş haliyle izleyeceğimiz Yılanların Öcü; geçmişten iki parlak örnek. Geçen yıl içinde dünyayı terk etmiş sinemacıların anıldığı “Anılarına” bölümüne de bir göz atın isterseniz.

Her şeyden önce, bu yıl “Uluslararası Altın Lale Yarışması”nın iyi bir programı olduğunu belirteyim. Temalı festivallerde bunu tutturmak zor oluyor ama son birkaç yıldır İstanbul Film Festivali bize özenli bir seçmenin ürünü olan iyi filmler sunuyor. Bu yılki listeden, Kara Ruhlar/Anime Nere , Vahşi Yaşam/Vie Sauvage ve Altın Çağ/Huang Jin Shi Dai‘yi tavsiye edebilirim. Özgün adı Türkçe olan film ise, Murat Düzgünoğlu’nun yönettiği, başrolünde Tansu Biçer’in oynadığı Neden Tarkovski Olamıyorum?. Ödüllü Yardımcı Erkek Oyuncu Biçer, bu yıl iki filmle karşımıza başrol oyuncusu olarak çıktı. Sevinçle karşılıyoruz. “Ulusal Yarışma”daki filmlerden de umutluyum ama ne desem boş, çünkü hiçbirini görmedim. Sinema yazarı olarak avantajlarımızdan yararlanıp Aksanat’taki video odasına kapanarak izlemek niyetindeyim.

İstanbul Film Festivali’nin müptelası olduğumuz bölümleri vardır. Örneğin, yukarıdaki iki yarışma bölümü, “Dünya Festivallerinden”, “Akbank Galaları”, “Ustalar”, “NTV Belgesel Kuşağı”, “Mayınlı Bölge”, “Geceyarısı Çılgınlığı”, “Antidepresan”, “Anılarına” ve “Çocuk Mönüsü” gibi. Bu yıl onlara yenileri de eklendi:

“Balkanlar: Ateşin Sineması” çarpıcı bir bölüm. Biri hariç hepsi geçmişte kalmış ama tam olarak geçmemiş savaşın etkilerini yansıtıyor. “Aile Bağları” bölümünde bu bağlar ele alınıyor, “inceleniyor, hırpalanıyor, sorgulanıyor.” Bölümde on film var. “Özel Gösterim: Ufak Hakikatler” ise, İstanbul Modern’in kuruluşunun 10. yılında, Türkiye sinemasının 100. yılına ithafen gerçekleştirdiği bir proje ve beş yönetmen ikilisinin Türkiye’de sinema üzerine kısa filmlerinden oluşuyor. İstanbul Film Festivali ve Goethe-Institut işbirliğiyle hazırlanan “Alman Canlandırma Sineması” bölümü ise iki bölümden oluşuyor. Eh, adı da üstünde işte.

Festival’in bu yıl ilk kez bize sunduğu önemli bir yönetmen de var: Senarist ve yönetmen Lisandro Alonso, Yeni Arjantin Sineması’nın en önemli temsilcilerinden biri. “Issız Topraklar: Lisandro Alonso” adlı, beş filmlik bu bölümün sahiden de onu tanımak için büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum.

Bu yıl, Türk Sinematek Derneği’nin, hepimize beşiklik etmiş o derneğin kuruluşunun da 50’nci yılı. Ne yazık ki, aynı zamanda Sinematek kurucularından şair, yazar, senarist Onat Kutlar’ın da ölümünün 20. yıldönümü. Festival bu yıldönümünü, onun favori yönetmenlerinden Vasconti’nin Il Gattopardo/Leopar’ı ile anıyor. Katalogda da Kutlar’ın 1967’de Sinematek yayını Yeni Sinema Dergisi’ne yazdığı Visconti yazısı var. Sinematek’i tartışan söyleşi ise, 10 Nisan’da İstanbul Modern’de.

Ne kadar özetlesek bu kadar kısalıyor işte. Bu da 10 film’lik listem. Orda burda karşılaşırsak, “Neyini beğendin?” sitemlerini kısa tutalım lütfen. Ama bu listenin dışında kalan sevdiğim ya da ümitli olduğum film sayısı da çok. Bu yıl Festival film sayısını biraz azalttı ama gene de 200’ün üstünde (204). Umarım işe yarar.

Taksi / Taxi (Akbank Galaları)Pride / Onur (Akbank Galaları)Charlie’nin Ülkesi / Charlie’s Country (Ustalar)Postacının Beyaz Geceleri/Belye Nochi Pochtalona Alekseya Tryapitsyna (Ustalar)Güeros (Yeni Bir Bakış)Hal ve Gidiş/Conducta (Dünya Festivallerinden)Sedef Düğme/El botón de nácar (NTV Belgesel Kuşağı)Citizenfour (NTV Belgesel Kuşağı)Ders/Urok (Balkanlar: Ateşin Sineması)Liverpool (Issız Topraklar: Lisandro Alonso)

Alonso’nun herhangi bir filmini seçebilirdim aslında. Bir deneyin, severseniz hepsini izleyin. İyi seyirler!

 

 

 

4 Nisan 2015 Cumartesi

‘ERDO’NUN HİKAYESİ

Yazar ve yayıncı Mine Soysal, Uzakta adlı romanında “eşit olmayan” gençlerin hayatlarını anlatıyor. Soysal, “Erdo gibi birçok genç var bugün Türkiye’de” diyor.

Günışığı Kitaplığı kurucu ortaklarından Mine Soysal, çocuk kitaplarıyla tanınan bir yazar. Bugüne dek birçok kitabın editörlüğünü de üstlenen Soysal’ın bir gençlik romanı “Uzakta” geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Soysal, ON8 Yayınları’ndan çıkan son kitabıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.

(Bursa Olay Gazetesi, Dilek Atlı, 2 Nisan 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

2 Nisan 2015 Perşembe

KİTAP ÇOK NİTELİK AZ!

Türkiye’deki çocuk, genç edebiyatı dalında çok kitap olduğunu belirten Mine Soysal, “Çocuk ve gençlik edebiyatımızda aslında çok fazla sayıda kitap var görünüyor ama nitelik anlamında yok denecek kadar az” dedi.

(Bursa Kent Gazetesi, Onur Fidansoy, 20 Mart 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…