31 Aralık 2014 Çarşamba

2015’e girerken…

Günlük hayatlarımıza giderek daha fazla eklemlenen Yeni Medya’yı tüm boyutları ve dinamikleriyle anlayabilenlerin ön alacakları bir döneme doğru…

Çok değil, bundan 4-5 yıl öncesinde hem Türkiye’de hem de dünyada çok telaffuz edilen ve dillere pelesenk olmuş bir slogandı Yeni Medya Düzeni (New Media Order). Hatta o dönemde bu mottoyla yapılan şaaşalı Yeni Medya Düzeni Konferansları bile vardı. Dünya medyasının en tepedeki yöneticileri gelmiş ve “İnternet ve mobil ağlar gelecek vaadeden ortamlar. Biz de o ortamlara geçiş için dönüşüm projeleri başlattık. Bu dönüşüm sürecinin sonunda medyada yeni bir düzen, Yeni Medya Düzeni kurulmuş olacak” cümleleriyle bezeli ‘ilham verici’ konuşmalar yapmıştı.

Peki sonuç ne oldu? Birkaç yıl içinde ortada ne Yeni Medya Düzeni Konferansı kaldı, ne de bu lafı motto yapanlar!

Neden? Çünkü o zamanlar da belirttiğimiz gibi ”Yeni Medya, geleneksel medyanın gazete, radyo ve televizyonlarının kurumsal dönüşüm projeleriyle huzura kavuşturacağı bir düzen değil, aksine birey ve (geleneksel medya dışındaki) kurum-kuruluşlara yayıncılık inisiyatifi alması sonucu oluşan bir kaos.”

Aradan geçen zamanda da görüldü ki, İnternet ve mobil ağlar hayatımıza daha da fazla eklemlenip birey, kurum ve kuruluşların Yeni Medya üzerinde çeşitlenen etkinlikleri çeşitlendikçe bu kaos daha da artmakta. Üstelik insanların günlük hayatlarındaki pek çok işi İnternet ve mobil ağlar üzerinden gerçekleştirebildikleri bir çağda sadece haber verme, bilgilendirme ve eğlendirme ihtiyaçlarıyla sınırlı bir Yeni Medya (hatta geleneksel medya) anlayışından söz edilemeyeceği de açık.

İşte önümüzdeki yıllarda, birkaç boyutla sınırlı bir geleneksel medya kapsamı yerine çok daha geniş boyutlarıyla ele alınmaya başlanacak bir Yeni Medya anlayışını konuşacağız. Birey, kurum ve kuruluşların dijitalleşmeyi çok daha fazla aktivitelerinde kullanarak zaman-mekandan bağımsız bir etkileşim yakalayacakları ve tüm bunların sonucunda üretkenliklerinin artacağı yayıncılık ötesi bir Yeni bir Medya’yı, yeni bir üretim-tüketim hatta yaşam alanının dinamiklerini tartışacağız.

Kuşkusuz bu süreçte söz konusu dinamikleri kavramaya başlayan birey, kurum-kuruluş ve hatta devletler ön almaya başladı. Örneğin; Küçücük bir Baltık ülkesi olan Estonya’nın herhangi bir doğal kaynağı olmadan dijitalleşme temelinde gerçekleştirdiği müthiş kalkınma hamlesinin öyküsü (20. Yüzyılın Japonya örneği gibi) yakın gelecekte çok daha fazla konuşulacak. Bunun gibi İnternet ve mobil ağlar üzerinden kendilerine sosyal ve ticari olanaklar yaratan, avantajlar sağlayan kurum ve kuruluşların sayısı gün geçtikçe artıyor ve daha da artacak.

Bu bağlamda Yeni Medya’dan fırsat sağlamak isteyen birey ve kuruluşların önümüzdeki dönemde bu ortamın şu 3 temel dinamiğine odaklanmaları gerektiğini söyleyerek bitirelim; İçerik, Veri ve Ağ.

2015 yılından itibaren Bilgi Teknolojileri, Telekom ve Medya sektörlerinin yakınsaması sonucu giderek önem kazanan bu 3 sözcüğü çok daha fazla duyacağız, telaffuz edeceğiz, ve bunların içiçe geçmeye başladıkça aralarındaki ilişkileri, sinerjileri ve bu üçlünün topyekün yönetimini çok daha fazla konuşacağız, düşüneceğiz ve tartışacağız.

Hepinize güzel bir Yeni Yıl ve yıllar diliyorum!

27 Aralık 2014 Cumartesi

Sokak kedileri

SEVİN OKYAY - 27 Aralık 2014

Bunca zamandır kendimi tutup kedi yazısı yazmamışım, hayret. Oysa yıllar boyunca, kediciklerin sadık okur sayısının benimkinden çok olduğundan şüphelenmişimdir. Bari dedim, 2014’e veda ederken, köşemize bu kez de bir kedi yazısı yazıp, biraz da onlardan bahsedeyim. Kısaca, mecburen.

Bazen orada burada cins kedi tanıtımları görünce, birinin de benim kediciklerimin hakkını koruması gerek diye düşünüyorum. Cins kedi de iyidir, hoştur, hatta bizim de bir ara bir Siyam kedimiz oldu –Leydi’nin anısını muazzep etmek istemeyiz; çok da severdik ama, biraz salakçaydı. Şapşi’nin de baba tarafı Van’dı, ama Yuki, kendini sokaklara vurmuş bir Van kedisiydi. Gerçi cins kedi alınmasına itirazım yok. Bakımları biraz zordur, bazıları kendini tanrı sanır ama, güzeldirler Allah için. Alın, güle güle bakın.

Ama kedi seçme noktasındaysanız eğer, ben size çoğunluktaki şu cinsi hatırlatayım dedim: Sokak kedileri. Kedi olmak dışında bir özellikleri yoktur. Öyle bir göz bir renk, öteki başka renk; yok efendim tüyler genelde upuzun, kısa, yumuşacık ya da özel bir renkte olmayabilir. Ama koç gibidirler; iyi bakarsanız sağlıklı, uzun ömürlü olurlar. Küçükken elinize geldiyse, bir miktar eğitebilirsiniz bile. Yani… bir kedi ne kadar eğitilebiliyorsa, o kadar. Öyle ya da böyle, birinin de çıkıp onlardan söz etmesi gerek. Yoksa bütün “kedi ırkları”nı diğerlerinden ibaret sanabilirsiniz, nemelazım.

Sokak kedileri güzeldir. Beyaz, siyah, sarman, tekir, alaca, duman rengi ya da bunların bir karışımından oluşabilirler. Bebekken aldıysanız eğer, kendilerini seçilmiş kabul ederek, evin güvenli havası iliklerine kemiklerine işlemiş olarak büyürler. Sakın bakamayacağınıza karar verip de sokağa atmayın. Sokağın ölümcül zorluklarına alışkın olmayan kedinin orada hayatta kalması, bu zorluklarla baş etmesi çetin bir iştir. Ben şahsen birkaç örnek gördüm ki, başlarını tombiş Marme’miz çekiyor. Ama şimdiki halinde o da dayanamazdı herhalde. Tazı gibi genç bir hanımdı. Şimdi ise popo ve göbek kısmı hayli hürmetli bir hal aldığından, ağaçlara bile tırmanamıyor. Aşağıda durup melül melül üst dallara bakıyor.

Sonradan sokağa bırakma meselesi, kediler için de köpekler için de geçerli bir mesele. Hayvancıkları bebekken alıyor, bir süre debelendikten sonra, kedi-köpek sevmediklerine ya da bakamayacaklarına, ya da aldıkları hayvanın umdukları gibi (!) çıkmadığına karar vererek, iyi ihtimalle petshop’a iade ediyor ya da bir tanıdıklarına veriyorlar; kötü ihtimalle de, sokağa bırakıyorlar. Bu ikinciyi yapan arkadaşlar, o hayvanı –hele bir kediyse– yüzde doksan ölüme terk etmiş demektir. Zaten sokak kedilerinin ortalama ömrü de kısacıktır ama, sokağın tuzaklarına, güçlüklerine alışkın olmayan, başta insanlar olmak üzere bütün canlılardan kaçması gerektiğini anlamayan hayvanı oraya bırakmak, idam emrinden farksızdır. Ben bir aralar, 101 Dalmaçyalı filminin gazıyla alınıp sonra da sokaklara bırakılan Dalmaçyalı hikâyelerinin bir “şehir efsanesi” olduğunu sanırdım: “Ayy, şekerim, gittik, bizim çocuğa aldık ama büyüyünce değişti, sevimsiz bir şey oldu. Biz de attık.” Hani aynı filmde büyük Dalmaçyalı örnekleri de olmasa, yavruların ebediyen öyle dobiç kalacaklarını sandılar diyelim ama, bu hayvanların ebeveyni de vardı. Caddebostan sokaklarında, yüzünde tamamen kayıp, resmen kalbi kırılmış bir ifadeyle dolaşan iki Dalmaçyalı gördükten sonra, bu hikâyelerin doğruluğuna inandım. Yapmayın, gerçekten hayvancağızlara çok kötülük ediyorsunuz. Siz, Allah bilir çocuklarınızı da, göz rengi maviden kahverengiye döndü diye sokağa bırakıyorsunuzdur. Hayvan alma işine, eve kısa süreli misafir davet etmek değil de, çocuk sahibi olmak gözüyle bakmak gerek.

Gelelim bizimkilere… Dediğimiz gibi, Şapşi ve bize küsüp evi terk eden, aynı batından kardeşi Dodi, yarı asildi. Geri kalanının böyle bir iddiası yok. Hoş, Şapşi de asaletin ceremesini, evvelden beri hassas olan bünyesiyle ödemiştir, orası da başka. Ev kedisi (ev yavrusu) Marme, bahçeye atılınca büyük bir adaptasyon kabiliyeti göstermişti; aynı kabiliyeti yeniden ev kediliğine terfi edince de gösterdi. Cincin’i petshop’ımız Can Dostum’dan aldık. Onlar genelde sokakta buldukları yavruları alıp sahip bulana kadar tuttukları için sokak kedisi olduğu kesin. Bilmiyorum, siyah-beyaz renkli, hırçın, yaramaz bir soylu cins varsa, ondandır belki. Vaktiyle çeyrek ev kedisi durumunda olan Alyoşa da halis muhlis sokak kedisiydi. Dumi ile Bonci’yi kedici bir hanım “bir haftalığına” diye getirmişti. O hanımı bir daha görene aşk olsun! Anneleri Şeftali’yle de tanıştık. Bu arada bahçede onlarca kedimiz oldu. Biraz kedi seviyorsanız, sokaktakilere yazın özellikle su, kışın ille de mama vererek ömürlerini uzatabilirsiniz.

Diyeceğim şu ki, kedi alacaksanız, ille de cins alayım diye çırpınmayın. Cins cins, renk renk sokak kedilerimiz mevcut. Onları eve aldınız mı, ev kedisi oluyorlar. Kedilerin bütün hasletleri onlarda da mevcut. Alın da bari ömür ortalamaları yükselsin… Yok, “Bizde kedi var da huyunu suyunu kestiremiyoruz,” derseniz, o zaman da size YKY’den çıkan, Kutlukhan (Kutlu) ile birlikte çevirdiğimiz Kedinizle Tanışın’ı tavsiye edelim. Böylece evde bir yavru gibi muhabbetli davranan kediniz, dışarı çıkınca bağımsız, yabani bir yaratığa dönüşünce ne yapacağınızı şaşırmazsınız.

Unutmadan belirtelim: Bir kısım kedi ahalisi de Facebook’ta yaşıyor.

Herkese mutlu yıllar.

 

25 Aralık 2014 Perşembe

DÜŞ KAZANI | Karamsarlık Diyaloğu

ECE İREM DİNÇ – 25 Aralık 2014

Bir karamsarlık diyaloğudur ikili arasında sürgit devam eden konuşmalar. Bir tür deliler senfonisi sanki. Lakin pek tanıdık, pek bilindik. Her birimiz, her gün benzer uğultular içinde benzer diyaloglar kurmuyor muyuz içimizdeki seslerle?

(Resim: Tommervik)

Karamsarlık Diyaloğu, biri kuşkucu diğeri dindar, iki adamın hayatına dair fikirlerini birbirleriyle paylaştıkları ve yirmi yedi dörtlükten oluşan bir diyalogdur. Belki de komedi türünün dünya üzerindeki ilk örneğidir. Ya da Babil Tanrıbilimi’nin dünyamıza armağan ettiği en çılgın metinlerden biri…

Tuhaftır ama Karamsarlık Diyaloğu’nu ilk okuduğumda, aklıma Yeni Türkü’nün bir şarkısı geldi. “Delilerden sen anlarsın, konuş onlarla.” Öyle ki, metinlere can veren bu iki adam kendi aralarında tam manasıyla bir deliler senfonisi bestelemiş gibiydiler. “Hem çölde yaşa, hem de her gün yağmurda ıslan,” havasında gelip geçen konuşmalar beni epeyce gülümsetmişti. Fakat diyaloglara gelmeden evvel sizleri bu iki arkadaşla tanıştırmak istiyorum.

Kuşkucu: Kendisi dindar adamın hizmetlisi, diğer bir deyişle kölesidir. Efendisinin verdiği tüm emirlere daima nükteli yanıtlar verir. Efendisi, verdiği emirden vazgeçtiği vakit ise Kuşkucu, yanıtını usta bir cambaz edasıyla çevirip, cümleler arasında kuşku dolu çemberler çizerek efendisinin aklını bulandırır.

Dindar, Efendi: Sürekli sorular soran, sorduğu sorulara bulduğu yanıtlarla yetinmekten kaçınan huzursuz ve karmaşık bir insandır. Bana, sana, ona, bize, size, onlara, özetle hepimize çok benzer yani.

İkili arasında geçen yirmi yedi dörtlüğün tümünü burada yazmam çok zor fakat, özellikle birkaç tanesi var ki, dillendirmeden geçemeyeceğim. En başta da pek çoğumuzun temel sorunlarından olan AŞK ve AŞK rahlesi üzerinde kanatlanan diyaloglar misal. Biliyorum, sözünü etmezsem az biraz eksik kalacağım.

“Hizmetli, sözümü iyi dinle şimdi!” diye başlar söze Efendi. “Sana önemli bir şey diyeceğim.”

“Evet efendim, evet dinliyorum.”

“Âşık olduğum kadın.”

“Evet, aşk efendim, aşk. Bir kadına âşık olan erkek tüm acılarını, tüm dertlerini unutur. Bunu biliyor muydunuz?”

“Hayır hizmetli, âşık olmadığım kadın.”

“Âşık olmayın efendim, sakın âşık olmayın. Kadınlar tehlikelidir, kadınlar demir bir hançer gibidir. Hem de keskin bir hançer, erkeği boğazından kesen bir hançer.”

“Hayır hizmetli, hayır. Yine kafamı bulandırmaya çalışıyorsun. Sana âşık olduğum kadın diyorum.”

“Evet efendim, ben de tam olarak bundan söz ediyorum. Aşk, nasıl da tılsımlı bir kelimedir. Yaşamın günbegün alazlanan ağırlığını alır, hafifletir insanı. Ah, ne güzel şeydir aşk. Hayatın peşrevinde aşkın ritmiyle yürümeli insan. Aksini düşünmeyin bile efendim. Aşkın aksi hiçliktir.”

“Peki ya âşık olmadığım kadın, ona ne diyeceksin bakalım hizmetli?”

“Aşk, insanın hiçliğini çoğaltır efendim. Âşık olmayın, sakın âşık olmayın. Ah, ne menem bir illettir o, hayatın kirini ovalayıp ovalayıp insanın yüreğine kor. Öyle çirkin, öyle de sinsidir. Âşık olunan bir kadının ismi, insanın tam yüreğine doğrultulmuş bir namlu gibidir.”

“Bana âşık olan kadın…”

“Aman efendim, yeryüzündeki en güzel şeydir bir kadın tarafından sevilmek. İnsanın acısını, kederini düğüm düğüm çözer, bir ‘kader çözücüdür’ kadın. Tanrı’ya bile pabucunu ters giydirir de bütün mahfe[1] defterlerini yeni baştan yazdırır.”

“Bana âşık olmayan kadın…”

“Yüreğinde aşk olmayan bir kadın gitgide çirkinleşir efendim. Kadını güzel kılan ruhundaki garamıdır.[2] Aşk nedir bilmeyen kadın, insanın ömür berzahını[3] daraltır. Uzak durun efendim, size âşık olmayan kadın ancak ve ancak yaralarınızı çoğaltır.”

 

Bir karamsarlık diyaloğudur ikili arasında sürgit devam eden konuşmalar. Başta da söyledim ya, bir tür deliler senfonisi sanki. Lakin pek tanıdık, pek bilindik. Bir başka insana da hacet yok aslında, her birimiz, her gün benzer uğultular içinde benzer diyaloglar kurmuyor muyuz içimizdeki seslerle? Bir gün tüm sevecenliğimizle iyi etmeye çalışırken yaralarımızı, öbür gün tüm karamsarlığımızla azdırmıyor muyuz, deşip deşip kanatmıyor muyuz aynı yaraları?.. Karamsarlık Diyaloğu, bir bakıma hepimize ait bir insan kusuru… Ezeli ve ebedi sorularla yanıtlar arasında bizi bir o yana bir bu yana savuran iç sesler korosu… Ey büyük neşe, ey büyük karamsarlık! İkinizi de ayrı ayrı seviyoruz. Çünkü insanız. Ha Babilli olmuşuz, ha küçük bir Amerikalı; çünkü mesele hayat olduğunda, her birimiz aynı derecede karışığız, muhtemeldir ki hep de öyle kalacağız.

Ve mevzu her ne olursa olsun, biz gene de ama gene de cümle kapılarının önünde oturup da cebimizdeki kelimelerle beştaş oynamaktan büyük keyif duyarız. Böyleyiz işte! Lezzetimiz de böyle, insanlığımız da böyle. Ol sebepten durup durup ritmimizi bozmaktan öte köy de yoktur bizlere…

Anlatacaklarım bu kadar!

Zira kalem büyüsünü kaybetmeden durmayı bilmek gerekir.

Ve tüm Babilliler karamsar değildir.

Selametle…

 

[1] Felek, kader, ömür defteri.

[2] Sevda.

[3] Ruhların kıyamete kadar beklediği yer.

23 Aralık 2014 Salı

KONUK YAZAR | Fakat Müzeyyen’den The Cut’a

KEREM GÖRKEM – 23 Aralık 2014

Bu bir sinema yazısı değil. Zira sinema eleştirisi yazmak, sinema sanatına dair bir şeyler söylemek başkalarının işi. Ben sadece, hikâyeleri düşünmeyi, bu hikâyelerin nasıl anlatıldığı ve kurgularındaki tutarlılık üzerine kafa yormayı seviyorum.

Bütünüyle bir film hakkında “iyi” ya da “kötü” demek kolay; fakat bu iki kelimeyi de kanıtlamanın, haklı bir zemine oturtmanın imkânı yok. Olsa olsa bir şey söylüyorsunuz ve alıcısını buluyor, ya da başkaları tarafından topa tutuluyorsunuz. Aslında sinemaya has bir durum da değil bu. Kafanızı kaldırıp çevrenize bir bakın. Her şeyle ilintili, herkesle uyumlu kimi, neyi görebilirsiniz ki? Birinin iyisi ötekinin kötüsü; benim siyahım senin beyazın; Fatih Akın’ın The Cut’ı, Çiğdem Vitrinel’in Fakat Müzeyyen’i olabilir. Gecenin sabaha döndüğü ânı kimse yakalayamaz.

Geçtimiz cuma ve cumartesi günleri, az evvel de sözünü ettiğim iki filmi seyrettim. Ama ilkin Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’dan bahsetmek lazım.

Filmin öyle çok reklamı yapıldı ki, merak etmemek elde değildi. Haftalar öncesinden fragman yayınlandı, medyatik/sempatik oyuncular, müzisyenler filmi öven, izleyiciyi meraklandıran şeyler söyledi. Bir kült geliyor sandık (âh ki), yanılmışız.

İlhami Algör’ün aynı adlı romanından uyarlanan yapıt gedikliğini esasen buradan alıyor. Kitabı okumadım fakat bu yazıya başlamadan önce yaptığım ufak araştırmada bir şeyler yakaladım. Üzerine yazılmış, çizilmiş pek bir şey olmasa da şu kadarını biliyoruz, Çiğdem Vitrinel BirGün’e verdiği röportajda söylemiş: “Kitap bir nevi bilinç akışı tekniği ile yazılmış, zaman ve mekânda sıçramalarla ilerleyen bir anlatıma sahip olduğundan sinemaya uyarlamak zordu. Ceyda Aşar ile birlikte hikâyeyi belirli bir olay örgüsü olan daha geniş bir zaman dilimini kapsayan bir öykü haline getirdik.” (Alkan Avcıoğlu’nun haberi: “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’nun ilham kaynakları”, 12 Aralık 2014, BirGün Gazetesi)

Bilen bilir, Çiğdem Vitrinel de haklı; bilinç akışı tekniğiyle yazılmış metinleri sinemaya uyarlamak zordur. Hatta sinemaya uyarlamak şurada dursun, bir okuyucu olarak kurguyu etraflıca anlayıp özümsemek bile başlı başına bir meseledir. Bütün bunların farkındayken böyle bir işe atılmak ise büyük cesaret; yönetmeni kutlamak gerek. Lakin mesele, Vitrinel’in verdiği demecin son cümlesinde. “Hikâyeyi belirli bir olay örgüsü olan daha geniş bir zaman dilimini kapsayan bir öykü haline getirdik,” diyor ya hani, işte sorun tam da burada. Bu, muhtemelen filmi daha anlaşılır kılmak için yapılmış bir şey, fakat –eğer varsa– hikâyenin derinliğinin kesinkes yok oluşuna yol açmış. Çeşitli klişelerle ilerleyen basit bir aşk hikâyesinden öteye geçilememiş. Yer yer filmin (kitabın) kahramanı Arif’in iç sesi olarak duyduğumuz ve ekrana da yansıyan sözler, bir okurun işitmekten sıkıldığı türden şeyler. (Bu konuda iyi bir uyarlama örneği merak ediliyorsa, James Franco’nun Döşeğimde Ölürken’i seyredilebilir.)

Burada belki de İlhami Algör’ün bir şeyler söylemesi gerekiyor, kitabını okumadan filmi seyretmiş benim gibilerinin eserini ‘kötü’ bir roman olarak tanımaması açısından. Çünkü sinema salonundan çıktığımda kafamda şu cümle dönüyordu: Fakat Müzeyyen bu ucuz bir hikâye!

***

The Cut hakkında söylenecek çok şey var; ama insan –tıpkı Nazaret gibi– bir nevi “sükûta mahkûm” oluyor filmi seyrettikten sonra. Her şeyin ötesinde tarihsel gerçekliğin kurmacaya nasıl yedirilmesi gerektiğine dair iyi bir ders izliyoruz iki saati aşkın süre boyunca. Tahar Rahim’in inkâr edilemez oyunculuk becerisinden ziyade, Bartu Küçükçağlayan’ın ufak ama mühim rolünü nasıl kotardığını gözden kaçırmamak gerek. Canlandırdığı Mehmet karakteri bize çok şey anlatıyor. Sırf bunun üzerine bir yazı yazılabilir.

Film hem Türkiye’de hem yurt dışında çok eleştiri almış sinema eleştirmenleri tarafından. Ama ben Rober Koptaş’ın tarafında yer alıyorum, filmin sadece sinema açısından değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum ve yazdıklarının altına imzamı atıyorum:

“The Cut’ın özü, herhalde başka her şeyden çok, yüz yıldır Türkiye’de ve dünyada anlatılamayanı anlatma çabası. Bir filme, bir sanat eserine yüklenmesi haksızlık olan, çok ağır bir yük bu. Bu yükü omuzlarında hisseden Fatih Akın’ın, Ermeni soykırımına dair ilk ağızdan ‘anlatılması gereken’ her şeyi; savaşın taraflarını, sürgünü, zorla çalıştırmayı, katliamı, cinayet işlemeleri için salıverilen mahkûmları, tecavüzleri, açlıktan ölen çocuk ve kadınları, din değiştirmeye zorlananları, ölüm kuyularını filmin içine sıkıştırmak zorunda kalması, Türkiye’nin ve dünyanın yaşananlar karşısındaki körlüğünün, sağırlığının sonucu. Bu körlüğe ve sağırlığa meydan okuma zorunluluğu karşısında yönetmen, hakikati anlatabilmek için sanatından, sinemacılığından taviz veriyor; omuzlarındaki yükü filmin izleyicisiyle paylaşabilmek için, başka herhangi bir hikâyede herhalde başvurmayacağı anlatım yollarına sapıyor ama bu zor işin altından kalkıyor da.”

Ben galiba şu hayatta güzelliğine inandığım şeyleri bir türlü anlatamıyorum. Beğenmediklerimi yermeyi, belki tukaka etmeyi daha iyi biliyorum. O da benim küstahlığım… Yalnızca bir biçimde tarif edemediğim şeylerin güzelliğine inanıyorum. Öyle güzeller ki, ben onları anlatmakla baş edemiyorum.

The Cut da böyle… Bu yüzden ki fazla bir şey yazamayacağım hakkında. Ne olur gidin görün.

 

-

22 Aralık 2014 Pazartesi

Dijital video iş görüşmesi platformları ile dijital mülakat

İşe alım sürecinde mülakatlar kritik bir aşamadır. Mülakatlar genellikle ön mülakat ve mülakat olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Mülakat çok zaman ayrılması gereken İK aşamalarından biridir. Hatta büyük şirketlerde bu işle görevli işe alım bölümleri bulunur ve bu bölümlerde çok sayıda işe … Continue reading →

20 Aralık 2014 Cumartesi

Masumiyet arkadan vurabilir mi?

SEVİN OKYAY – 20 Aralık 2014

Katilin Gözyaşları, esas olarak Angel’in kitabı. Angel o kadar sahipsiz biri ki, kendine bile yabancı. Öldürdüklerinin nasıl onun için yüzü yoksa, kendisi de aynaya hiç bakmamış.

Çocukluğumdan beri polisiye severim. Zamanla, iyi yazılmış polisiyeleri okumaya da özen gösterir oldum. Yıllar geçerken polisiyenin de türleri değişti. Sonund,a tam işi seri katillere bağlamış gibi görünürken, İskandinav polisiyesiyle birlikte başka ufuklara yelken açtık. Ama bazı şeyler değişmedi. Bir katil gerekiyordu, bir maktul. Cinayet ve esrarı çözen biri. Polisiyenin olmazsa olmazları.

Polisiyede yeni açılımlar konulu bir dersi hazırlarken bütün bunlar aklımdan geçti. Ve içinde dört dörtlük bir katil, geride kalmış ve şimdi de devam eden maktuller ve cinayetler olan bir kitabın nasıl olup da polisiyeyle hiç ilgisi olmadığını bir kez daha fark ettim. Polis vardı gerçi, Şili kolluk kuvvetleri. Azılı katil Angel Allegria’yı bulmaya çalışıyorlardı. Ama esrar yoktu. Angel’in yaptıkları besbelliydi. Çok basit ihtiyaçları karşılamak için işlenen cinayetler: Kalacak ev, biraz para, yiyecek, at. Bazen de ani öfke nöbetleri birilerinin canından olmasıyla sonuçlanıyordu.

Daha doğrusu, sonuçlanmıştı. Büyük kısmı geride kalmış ya da yenilerine küçük Paolo’nun engel olduğu cinayetlerdi bunlar. Zaten bu kitabın, Katilin Gözyaşları/Les larmes de l’assassin’in esas meselesi bu cinayetler ya da katilin bulunması değil, bir gelişme, değişme ve sevgi hikâyesini anlatmak.

Hikâyenin iki kahramanını, Angel ile Paolo’yu daha Anne-Laure Bondoux’nun yazdığı kitabın başında tanıyoruz. Dünyanın sonunda karşılaşıyorlar. “Şili’nin, Büyük Okyanus’un soğuk sularına danel gibi uzanan en güney ucu.” Ve burada, “… çölden ve denizden hemen önce, gri duvarlı dar bir yapı yükselirdi yerden: Poloverdo’ların çiftliği.”

Seyrek ziyaretlerin olay olduğu bir çiftlik. Gelenlere de burada birilerini bulmak sürpriz oluyordu zaten. Poloverdo çifti ile günlerini yılanların peşinden koşarak geçiren küçük oğulları. “Rüzgârın tokadını yemekten kepçeleşmiş kulakları, kuru ve sarı bir teni, birer kayatuzu parçası gibi bembeyaz dişleri vardı.” Paolo Poloverdo.

Son ziyaretçi ise, Angel Allegria’ydı, bir katil. “Bir yumruk darbesiyle çukuruna gömülmüş gibi duran, vahşi bir kötülüğün okunduğu” gözleri vardı. Paolo, çiçek vermemeye mahkum bu tohum, onun gelişini annesiyle babasına haber verdikten sonra gene bir koşu dışarı çıkmıştı. Angel şarabı tatmış, sonra da bıçağını çekip adamla kadının gırtlağını kesmişti. Kaça kaça en güneye gelmişti. Bu evde uyumak istiyordu. Ama oğlanı öldürmeye içi elvermedi. Neyse ki çorba yapmayı biliyordu Paolo, böylece canını kurtardı. Angel’in içi rahattı, onu öldürmek zorunda olmadığını düşünüyordu. Kaç yaşında olduğunu bilmeyen Paolo ise, sonradan bu günü hep doğduğu gün sayacaktı.

Angel ile Paolo “dünyanın bir ucunda rüzgâr, yağmur, kar ve gökyüzüyle kuşatılmış bu evde” birlikte yaşadılar. Ta ki, bir başka seyyah kapıyı çalana kadar. Luis Secunda şehirliydi; kıyafeti de, konuşması da bunu belli ediyordu. Üstelik, okuma da biliyordu. Paolo, Angel’in onu öldürmesini önlemek için katile ilk kez “baba” dedi, bundan rahatsız da olmadı. Sonra da üçlü ilişkileri hep bıçak sırtında devam etti. İkisi de Paolo’yu kendine bağlamak, onun “baba”sı olmak istiyordu. Nihayet, dış dünyaya açılmak zorunda kaldılar. İşin içine akıl çelen bir kadın girdi, sonra da son ağacını kesen yaşlı bir oduncu.

Anne-Laure Bondoux, gerçekten de eşine ender rastlanır bir kitap yazmış.

Paolo ile Angel’ın ikisinin de yeniden doğuşları, dostlukları, birbirlerine duydukları ve kimsenin anlayamadığı sevgi, Bondoux’nun sade ama çarpıcı diliyle insana damgasını vuruyor. ON8’lerin arasında onu görünce –haliyle, kütüphanede bir “gençlik” bölümü ayırdık– ne kadar sevdiğimi hatırladım. Esas olarak da, Angel’in sevgisini, çabasını. Belki kitabı okuyanlar bunu Paolo’nun gelişme hikâyesi olarak kabul ediyordur. Annesiyle babası dışında birilerini tanıma –ne şekilde olursa olsun– dış dünyaya açılma, annesinden sonra ilk kez kadınları görme, fiziki çalışmanın yanısıra okuma, limanlar, gemiler, maceraperestler… Hatta bir yağlıboya bir tablo.

Ama Katilin Gözyaşları (Bach’ın sebep olduğu gözyaşları), bence esas olarak Angel’in kitabı. Angel o kadar sahipsiz biri ki, kendine bile yabancı. Öldürdüklerinin nasıl onun için yüzü yoksa, kendisi de aynaya hiç bakmamış. Küçükken babasının ölümüne şahit olmuş, annesini hiç tanımamış. Genç yaşta başının çaresine bakmayı öğrenmiş. Para da, kadınlar da mizacını yumuşatmamış. Bıçağı ve fiziksel gücünden başka hiçbir şeyi yok. Tamam, katil oluşunu mazur göstermiyoruz ama, Angel de tıpkı dünyanın ucundaki arazi kadar boş, sahipsiz, kimsesiz ve zor. Bir çocuğa sahip olmaya çalışması, onun sevgisini kıskanması, hatta onun için kendini feda etmeye hazır olması, gördüğüm en büyük edebi değişimlerden biri.

Katilin Gözyaşları polisiye değil, iyi ki de değil. Anne-Laure Bondoux’yu bize tanıtıyor, editörüm Mehmet Erkurt’un özenli çevirisi de kitabı tamamlıyor. Çok küçükler okumasın demişler ama zaten biz küçük bile sayılmayız, değil mi?

 

 

 

İşin Özüne İnmek

Eğitim kurumları öğrenci ve öğretmenleri sınıfların dört duvarı arasındaki sıkışmışlıktan nasıl kurtarabilir? Bu bağlamda mevcut dijital eğitim uygulamalarının en büyük eksiği ne?

Geçen hafta başında Bilgi Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü öğrencilerinin bir dönem projesi olarak organize ettiği Eğitimde Dijital Dönüşüm Konferansı’na konuşmacı olarak davetliydim. Bir öğrenci organizasyonuna göre oldukça profesyonel bir titizlikte yürüyen ve farklı uzmanlık ve deneyimleri olan konuşmacıların eğitimde dijitalleşme olgusunu bir çok farklı açıdan ele aldığı etkinlikte, bendeniz de geçen yıl Kadir Has Üniversitesi’ndeki derslerde uyguladığımız Mobil Ders uygulamasının 1. yıllık araştırma sonuçlarını sundum  ve sunumun sonundaki panelde de Mobil Ders’in de dahil olduğu digital eğitim uygulamalarını olumlu ve olumsuz yönleriyle masaya yatırdık.

Panel boyunca süren tartışmaların ana ekseni mevcut uygulamaların performansı ve sürdürülebilirliği üzerineydi. İzleyicilerden bu yönde gelen soruları panel sırasında biraz dağınık biçimde verdiğim yanıtladım. Ancak bu önemli tartışmayı burada toparlamam gerekirse, kişisel kanaatim, bizimkinden Fatih Projesi’ne ve hatta halihazırda Coursera, UdaCity, EdX gibi markalarla dünyada yaygınlaşan online eğitimin en popüler platformu MOOC*’a kadar hemen tüm dijital eğitim uygulamalarındaki en temel sorun, geleneksel sınıf ortamının tam anlamıyla yaratılamaması. Mesela MOOC platformu eğitimlerinde, ders kayıtlarının önceden çekilmesi nedeniyle bu kayıtları internet ya da tabletlerinden izleyen öğrencilerin öğretmen etkileşiminden mahrum kalarak pasifize olması ve buna çözüm olarak geliştirilen yöntemlerin ise sınıf eğitimine alternatif olabilecek seviyeden uzak olması, başlıca eksiklik.

Sınıf-dışı ortamda eğitimin yarattığı bir başka olumsuzluk da, öğrenci ve öğretmenin sınıfın dört duvarından kurtulunca denetim ve eleştiriden de uzaklaşması ve tüm bunların sonucu derse olan ilgi, disiplin ve güvenini kaybetmesi.  Bana göre tüm bunların altında yatan neden, işe mevcut sınıf sürecini analiz edip onu dijital eğitim uygulamaları aracılığıyla daha verimli hale getirmek yerine doğrudan teknolojiye ya da uygulamaya odaklı bir çözüm geliştirmeye çalışmak. Bir başka deyişle, toplam deneyim üzerinden çözüm geliştirmek yerine cihazı, teknolojiyi ya da dijitali merkeze koyarak çözüm geliştirmekten kaynaklanmakta tüm bu eksik deneyim yaşatan uygulamalar.

Oysa sınıf sürecini tamamıyla ikame edecek bir deneyim tasarımı, zaten sınıf yerine öğrenciyi işin merkezine oturtabilir ve öğretmeni de öğrencinin kendine özgü kişisel eksiklerini fiziksel mekandan bağımsız izleyip ona, zamanlaması kusursuz bir etkileşimle destekleyecek şekilde tasarlanmış bir süreçte eğitebilir. (Şu sıralar eğitim teknoloji uzmanlarının dillerinden düşürmediği Tersyüz Edilmiş Sınıf -Flipped Classroom- kavramının içini dolduracak anlayışın da, bu bağlam üzerinde tesis edilmesi gerekir.)

İşte tam da bu noktada, fiziksel sınıfın yarattığı disiplin, güven, denetim ve eleştiri eksiklerini ise, (eğitim başlığı ne olursa olsun) öğrencinin özüne inebilecek yöntemlerle kapatmak gereklidir. Yani, disiplin yerine özdisiplinli, güvenin ötesinde özgüvenli, eleştiri ve deneyimle birlikte özeleştiri ve özdenetim yapabilme becerisine sahip, kısacası kendini yönetebilen (özyönetişimi yüksek) bir öğrenci profili yaratmamız şart. Eğer bunu başarabilirsek eğitim meselesini  dijital eğitim uygulamaları üzerinden ilk öğretimden üniversiteye ve hatta yaşam boyu eğitime kadar geniş bir yelpazede zaman ve mekandan bağımsızlaştırabilir ve bundan devasa bir zaman, mekan, ulaşım ve para tasarrufu, verimliklik ve ülke için de rekabet gücü sağlayabiliriz.

Özetle, eğitimin dijitalleşme yoluyla doğru tasarlanması için en başta işin özüne inmemiz gerekli. Örgün ya da uzaktan, fiziksel ya da dijital, her türlü eğitimde özyönetişim (self-governance) kavramını sıkça duyacağımız bir döneme giriyoruz.

* MOOC- Massive Open Online Courses- Kitlesel Açık Çevrimiçi Dersler

 

18 Aralık 2014 Perşembe

Veri Etiği

Siber dünya üzerinde giderek artan dijital verilerin kullanımında ekonomik fırsatlarla hukuksal hak ihlalleri arasında bir denge kurulamazsa çıkacak kaostan her kesim zarar görür.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) tarafından gönderilen ilginç bir rapor geçti elime. Kurumun İcra Direktörü Sayın Güven Sak imzalı bir mektup eşliğinde gönderilen ve Bilgi Üniversitesi Bilişim ve Teknoloji Hukuku Enstitüsü ile işbirliğiyle hazırlanarak Kasım ayında yayınlanan “Türkiye’de Kişisel Verilerin Korunmasının Hukuki ve Ekonomik Analizi” başlıklı çalışmada, verinin kavramının (özellikle İnternet sonrası) gelişimi ile sağlık, eğitim, finans, enerji ve altyapı, üretim, ticaret ve kamu sektörlerindeki ekonomik faydalarına değinildikten sonra konunun hukuksal çerçevesine ülkemiz ve Avrupa Birliği’ndeki yapılan kanun ve düzenlemeler ile haklar bağlamında yer verilmiş.  Her ne kadar raporun ekonomi-hukuk dengesini biraz ekonomi lehine kullandığını düşünsem de, ülkemizde ve dünyada giderek önemli kazanacak bir konuya ilişkin son derece kapsamlı ve vizyoner bir çalışma olduğunu da belirteyim.

İnternet ve mobil ağların ilk çıktığı 90lı yıllardan itibaren bu ağlar üzerinde bırakılan izler, yapılan paylaşımlar ve kamu ve özel kurumların girdiği bilgilerin oluşturduğu toplam, giderek devasa boyutlara ulaşınca, kuşkusuz bu gelişmeyi ilk fark eden ticari ve siyasi kurumlar oldu. O zamanlar çoğu kişi ve kurumun farkında olmadığı ve fütursuzca ortalığa saçtığı verileri siber ağlar üzerinden toparlayan şirket ve devletler, çoğu durumda kendilerine ticari ve siyasi fayda sağladılar ve (aynı düzeyde olmasa bile) bunun bir kısmını da verilerini topladıkları kişi ve kurumlara hayatlarını kolaylaştıran faydalar olarak geri döndürdüler. İlk zamanlarda karşılığında ne verdiğini bilmediği için bu hizmetler karşısında fazla sesini çıkartmayan birey ve kurumlar,  şirket ve devletlerin giderek artan ihlalleri karşısında  (geç de olsa uyanarak) bu konudaki yasal haklarını sorgulamaya başladılar ve düzenleyici kurumlardan haklarını koruma taleplerini dile getirmeye başladılar. Günün her saati cep telefonu hatlarımıza gelen SMS reklamları ile bitmek bilmeyen telefonla pazarlama aramaları, devlet ve özel kurumların (farkında olmadan ya da olarak) faş ettiği kişisel kimlik, adres, vd. bilgilerimiz ve/ya bu kurumların ağlarına sızılarak elde edilip yayınlanan kişi ve kurumsal mahrem kayıtlar, günlük hayatlarımızı bir işkence haline getirmekle kalmayıp hepimizi George Orwell’in 1984 romanında betimlendiği gibi gözetim altında yaşayan paranoyak bireylere dönüştürdü.

İşte tüm bu nedenlerle bireysel ve kurumsal verilerin ekonomik faydası ile hukuksal hak ihlalleri arasında bir denge kurulması artık kaçınılmaz hale gelmiş durumda. Ancak bunun çözümü bence yukarıda sözünü ettiğimin de ötesinde sadece yasal düzenleme ile giderilemeyecek kadar derin. Siz istediğiniz kadar böyle bir konuyu yasal düzenleme altına alın, bu vahşi kapitalist düzende kâr güdüsü yüksek şirket ve siber dünyayı zaten bir sorun olarak gören ve kontrol altına almaya çalışan devlet çarklarıyla bunun işlerliğini sağlamak zor.  Ancak şirket ve devletlerin bu yaptıklarının uzun vadede kendilerini de vuracağını ve bu pervasızlığın aynı biçimde kendi kurumsal mahremiyetlerini de ihlal edeceği de bir gerçek. Bunun bir çok örneğini yaşamaya başladık bile. Prizma olayı ABD için bile bir uyarı aslında. Çözüm mü? Siber dünyanın her alanında olduğu gibi dijital veri alanında da insanları bilinçlendirmek ve bu konunun etik kodlarını geliştirmekten başka alternatifimiz var mı ki? Tabii bunları yazıyoruz ama kararlılıkla yapılması ve sürdürülmesi zor konular. TEPAV raporundaki nasihatlerden değil ama yaşanacak musibetlerle birçok şeyi öğreneceğimiz kaotik bir döneme hazır olun bence. Siber dünya bu şekilde bir vahşi ormana benzedikçe “Veri Etiği” gibi toplumsal faydacı ve demokratikleştirici kavramlar yerine casus yazılım bulucular, sanal güvenlik duvarları gibi herkesin kendi başının çaresine bakacağı kaos araçlarını konuşacağız.

Ne yazık ki!

 

16 Aralık 2014 Salı

Markalar ve İçerik

Sosyal medyada marka ve içerik nasıl bir araya getirilmeli?

Geçtiğimiz hafta Hürriyet Bumerang tarafından 4. Bumerang Ödülleri kapsamında düzenlenen İçerik Pazarlama Konferansı ile İyi İçerik Atölyesi’ni izledim. Tüm gün süren ve birbirinden ilginç sunumların yapıldığı bu iki etkinliğin bana göre en çarpıcı mesajları veren konuşmacısı, sosyal medyanın popüler fotograf platformu Instagram’daki 1.1 milyon takipçisiyle bu platformun fenomeni haline gelen Sezgin Yılmaz’dı.

Konuşmasının öncesinde adını hiç duymadığım Yılmaz, görsel iletişim tasarımı mezunuymuş ve 2012 yılından beri Instagram kullanıyormuş. 2 yıldan az bir sürede milyon seviyesinde bir takipçi kitlesine ulaşmasının sırrını da, Instagram fenomeni olmayı kafasına takmasına ve bu uğurda  2 yıl boyunca günde birkaç saatlik uyku hariç hayatının neredeyse geri kalan tüm zamanını Instagram’a adamasına bağlıyor.

Kendisini fotograf sanatçısı değil  “Instagramcı” olarak tanımlayan Yılmaz, fotoğraf çekiminde popülerliği arttırmak için dikkat ettiği birkaç hususu anlattı ama takipçi sayısındaki artışın başlıca nedenini ise, Instagram’ın en popüler fotoğraflarının sergilendiği “keşfet” sayfasına hangi kriterlere göre girildiğini çözebilmesine bağladı ve o andan itibaren fenomenlik sürecinin hızlandığını belirtti.

Kuşkusuz Sezgin Yılmaz’ın benimsediği bu yol, özellikle fotoğrafı bir sanat olarak ele alan çevrelerce eleştirilebilir ancak Instagram’ın fotoğraf sanatçılarının eserlerini sergiledikleri bir sanal mekandan ziyade milyonlarca insanın duygu ve düşüncelerini görsellik üzerinden ifade ettikleri ve bu görsellik üzerinden etkileştikleri bir sosyal medya platformu olduğunu göz ardı etmemek gerek. Tabii bu olguyu göz ardı eden önemli bir grup da markalar. Sezgin Yılmaz, fenomen olduktan sonra birçok markanın kendisi ile çalışmak istediğini ancak yurtdışı markalarla daha rahat ve özellikle fotoğraf çalışması konusunda kendisini özgür bırakmalarına karşın yerli markaların hemen her şeye karıştıklarını ve bu nedenle özgün ve tutan bir iş çıkartmakta zorlandığını belirtti.

Bütünleşik pazarlama kavramı içinde sosyal medyanın giderek ağırlık kazanmaya başladığı günümüzde markaların üzerine en çok kafa yorduğu husus, hedef kitleleri ile marka ve ürün/hizmetleri arasında bir bağ kurmak (engagement). Ancak bunu yaparken temel yanlışları, hala geleneksel medya döneminden kalma yöntemlerle bu sürecin tek hakimi olmak istemeleri.

Sezgin Yılmaz bununla ilgili güzel bir örnek verdi ve çektiği küçücük Instagram karesine otelinin de sığdırılmasını isteyen markalar bile olduğundan yakındı. Zaten temel yanlış da bu; markanın içeriği sosyal medyada kitlelerle bağ kurmak için tek belirleyici değil. Aksine daha belirleyici olan kullanıcıların marka hakkında ürettiği içerik ve yaptıkları iletişim. Ancak bunun da bir içtenlik yansıtması ve organik biçimde gelişmesi gerekiyor. Siz marka olarak kitlelere sahte ya da zorlama içerik ya da mesajlarla gittiğiniz takdirde, bunun sonucunun hedeflediğinizin tam tersine gelişeceğini ve hatta sizi “paranızla rezil olmaya kadar” götürebileceğini de göz ardı etmemek gerekli.

İşte tam da bu nedenle markalara önerim; kendileriyle ilgili içeriği kullanıcı, fenomen ve kitleleri yapay yollarla kendi yollarında gitmeye zorlamak yerine aksine onları alabildiğince özgür bırakarak markaya ilişkin özgün içeriklerin oluşturulmasına yönelik yaratıcı bir ortam hazırlamaları. Bu yapıldığı takdirde, Sezgin Yılmaz ya da bir başka fenomen hatta hiç ummadığınız kullanıcıların yaratıcılığıyla üretilen içerikler, sosyal medyada çok daha içten karşılanacak ve bu içtenlik de markanıza, ürün ya da hizmetinize eklemlenecektir. Bunun da ötesinde sosyal medyada fenomen ve kullanıcıların ürettiği içerik yapaysa reklam, doğalsa deneyim olarak algılanır ve bir marka olarak sizin yapmanız gereken kullanıcının deneyimini olabildiğince marka anlayışınıza uyumlu bir olumlulukta yaşamasıdır. Bir başka deyişle, uzun vadede hem markaya hem de Sezgin’e çok şey kazandıracak konsept, fotoğrafa otel sığdırmaya çalışmak yerine Sezgin Yılmaz’ın otelin benzersiz bir deneyimini görüntülemesidir.

 

15 Aralık 2014 Pazartesi

Manchester’lı çocuklar

SEVİN OKYAY - 13 Aralık 2014

Önce, davulcunun yönettiği bir trioyu ilk kez görüyorum herhalde diye düşündüm. Ama nihayetinde bunun, davulcunun her şeyi idare ettiği anlamına gelmediğini anladım. GoGo Penguin birbirlerinin müziğini alıyor, iç içe geçiriyor ve bundan tamamen gruba özgü, bir başka müzik çıkarıyordu.

Önce adlarına kapıldım: GoGo Penguin. Penguenleri severim zaten, böyle ileri hamle etmelerinden hoşlanırım. Bir-iki parçalarını da dinlemiş olsam gerek -meraka kapılırsam, illa bir şeyler dinlerim. İkinci darbeyi de İKSV Salon’un tanıtım gecesinde yedim. Programı sunan (direktör) Bengi, sunum bittikten sonra konuşurken benim hâlâ “Da Red Snepp-ııır!” tezahüratına kapılmış olduğumu görünce, “Sen GoGo Penguin’i dinlememiş miydin?” diye sordu. Meğer bir önceki yıl, Nisan’da gelmişler. “Hayır,” dedim ama biraz hızım kesildi. Bengi bana şöyle bir göz attıktan sonra, çok iyi olduklarını söyledi. Azıcık da kalbim kırıldı. Red Snapper’ım pek kıymetlidir.

Ama n’oldu? Hemen eve gittikten sonra olmasa da (son Snapper albümünü dinlemekle meşguldüm çünkü), ilk fırsatta GoGo Penguin dinledim ve ânında konseri bekleme durumuna geçtim. Aralık başına kadar. Neyse ki, sadece ayakta değilmiş, oturmalı yer de varmış. İsabet! The Red Snapper’da olduğu gibi, haddini bilmeden zıplayıp headbanging yaparak iki bacağı birden tam kramp haline sokmak istemem.

“Ben piyanistin ellerini görmek istiyorum,” diye debelenmeme rağmen, ön ortadaki yerime oturtuldum. Baktım, her tarafı görüyormuş zaten. Sonra çocuklar sahneye çıktı. Kendileri 30 yaş civarında olduklarını iddia ediyorlar ama, konser arkadaşım Ayşe ile benim naçiz tahminimiz, 22-23. Piyanoda Chris Illingworth, kontrbasta Nick Blacka, davul ve vurma çalgılarda Rob Turner. GoGo Penguin karşımızdaydı işte. Albümleri Fanfares ile v2.0 da dışarıda satışta. Gel keyfim gel!

Önce, davulcunun yönettiği bir trioyu ilk kez görüyorum herhalde diye düşündüm. Muzip bakışlı Rob Turner, önce Chris’le bir bakışma muhabbetine girdi, iki kişilik doğaçlama durumu yarattı. Sonra Nick’in sırası geldi. Nihayetinde ben, bunun, Rob’ın her şeyi idare ettiği anlamına gelmediğini anladım. GoGo Penguin birbirlerinin müziğini alıyor, iç içe geçiriyor ve bundan tamamen gruba özgü, bir başka müzik çıkarıyor. Hem de ne müzik! İnsanın yerine oturmasını zorlaştıran konserlerde kazık gibi durmanın hikmetini anlayıp sırrını çözemediğim gibi, bunu yapmaktan da hiç hoşlanmam. Neyse ki, birkaç kişi hariç, bizim ilk sıralarımız hiç değilse kafa sallama, el vurma, yerinde sallanma faaliyeti içindeydi.

Cidden müthiş bir konserdi. Dinlediğime, gördüğüme, katıldığıma çok memnunum. Toplanıp dışarı çıktık ki, grup üyeleri gelmiş bile. Albüm masasının arkasında yerlerini almışlar. Kuyruğa girdik. Sıram gelince, yabancılara zaten kolay gelen ismimi, ekstra kolaylık katarak söyledim: “Sevin, much like seven.”

Sahne arkasında ve önünde takdir ettiği konuklarla ahbap olup konuşmayı daima beceren caz yazarı arkadaşım Burak Sülünbaz de yerini almıştı. Ben albümlerimi imzalatırken, “Gelsene abla,” dedi, “resim çektiriyoruz.” Hadi hayırlısı öyleyse. Yaşlarını orada sorduk, otuz civarı olduğunu söylediler. İnanması gene de zor.

GoGo Penguin ilk albümlerini gene Manchester’lı, trompetçi, grup lideri, DJ Matthew Halsall’un Gondwana şirketinden çıkardı -ikincisi de öyle. Londra Caz Festivali’nin açılış gecesinde, Ronnie Scott’s’da, kendilerinden festivali açmaları istediğinden beri büyüyen bir kült halini aldılar. Bizi şaşırtan şeyleri orada da yapmış, çalmaktan duydukları sevinci dinleyicilerine aktarmış, onlarla paylaşmış olsalar gerek. O malum ‘birkaç kişi’ hariç, bizim konserde de olduğu gibi. Giderek, müzikten zevk almanın böyle bir şey olduğunu düşünmeye başladım. Çalan müziğin cinsi ne olursa olsun, izleyici katılımı bir ölçüde hep mümkün.

GoGo Penguin, 2012’den beri piyasada. Yukarıda adları sayılan elemanlar ve ses mühendisi Joe Reiser’den oluşuyorlar. Daha önce Nick’in yerine kontrbası Grant Russell çalıyormuş. Ama Nick de gruba tıp diye oturmuş. Belki daha önce Chris’le çalmış olmasının da payı vardır. Diyorlar ki, ‘akustik elektronik’ sound’larının oluşmasını kendilerinden başkalarına da borçlular: Aphex Twin’den Squarepusher’a, Massive Attack’den Brian Eno’ya, hatta Şostakoviç ve Debussy gibi modern klasik bestecilere varan bir etki. Ama siz ayrı ayrı bunların etkisini değil, üç Manchester’lı çocuktan oluşan, harika bir grubun sound’unu duyuyorsunuz sadece: Nefis melodiler, güçlü bir ritm, çarpıcı performanslar. GoGo Penguin!

Peki ama, niye GoGo Penguin? Sabık basçı Grant ile arkadaşı Peter, kendi halinde bir müzayededeymişler. Arkadaşı 60 sterline, tuhaf görünüşlü, içi doldurulmuş bir penguen almış. Sevgilisi evde istemeyince de, Grant’a vermiş. Grant, “İlk konserimizden sonra acilen isim bulmamız gerekti. Aklıma o penguen geldi. Biri ‘Go Penguin’ dedi, derken ‘GoGo’ oldu,” diyor. Olur ya!

GoGo Penguin ekibi, ortaya çıkmalarını en çok EST’ye, İsveçli eşsiz üçlüye borçlu olduklarını söylüyorlar. Zaten ilk albümlerinin ilk parçası, Esbjörn Svensson’un ölümünden hemen sonra Chris’in bestelediği “Seven Sons of Björn” de buna işaret ediyor. Onu bu parçayla yolcu etmişler. Demek asıl esin kaynakları EST ha! Başımızın üstünde yeri var!

 

11 Aralık 2014 Perşembe

Kanat çırparak koruyun yüreğinizi

ECE İREM DİNÇ – … Aralık 2014

Kutsal metinlerde yazılanlara inanırım ben. Ve kuvvetle güvenirim mitlere, mitoslara. Çoğu zaman genel geçer yargılarla konuşsalar da, samimi bir tarafları varmış gibi gelir bana. Bugünün pek bilindik cümleleri gibi mülteci bir yanları da yoktur hani.

(Resim: Edward Poynter, Orpheus and Eurydice, 1862)

Yaradan ta başlangıçtan insanları kadın ve erkek olarak yarattı, diye yazar kutsal metinlerde. Her ne kadar yasak meyveyi bile isteye dişlemiş olsalar da, Âdem’in de Havva’nın da alınlarında Tanrı’nın mührü vardır… Değil mi ki Âdem ile Havva olmak demek; en zayıf noktadan sınanmak, en aciz yerden imtihana tabi olmak demek. Kimi zaman bal ile sirke kadar zıt iken birbirine, gene de âşıklar divanında şerbete bulanma hayaline tutulmak demek.

Yaradan ta başlangıçtan insanları kadın ve erkek olarak yarattı, diye yazar kutsal metinlerde. Bu sebeple gün gelecek, Âdem de Havva da annesini babasını bir yana koyup, yalnızca eşine bağlanacak ve ikisi artık tek bir beden olacak; ikiyi bire indirmenin hikmetine varacak. O halde, Tanrı’nın birleştirdiğini insan ayırmasın.

Bazen düşünüyorum da, çarha yedi düğüm vurduysa, yeri geldiğinde ondan yetmiş düğüm de çözebilen Tanrı; adına “sevda” denilen o hissi neden yarattı? Topraktan bir kül ezip de onunla yüz ayna cilaladı. Sol kaburgaya “kadın” deyip, sağ kaburgayı “erkek” diye öte tarafa ayırdı. Tam ortaya “sevda” denilen bir kuş kondurdu. “Ey kullarım!” diye buyurdu sonra; “Her kuş kendi kudretince yükselir. Fazlaya çıktı mıydı, ölümün yolunu tutmuş demektir. Göğe yoldaş kuşlarınızla sevin birbirinizi, amma velakin siz siz olun, sakın ha öldürmeyin emanetimi ve daima kanat çırparak koruyun yüreğinizi”

Var olan bütün mitolojiler başka anlatır sevdayı. Gökyüzü silahlarla kararır; yıkım, kıyamet görüntüsüyle insanlığın üzerine çökerken, Yüce Zeus gene de heybesindeki okları çıkarıp, sevdiği bir kadının yüreğine fırlatır. Yüzüm nasıl uzun yolculuk yapanlara benzemesin diye yakınır, Gılgamış. “Çok sevdim Enkidu, hem de öyle çok sevdim ki… Var olan her şeyi ona yükledim,” diye dert yanar Ea. “Tüm gümüşleri yükledim. Tüm altınları yükledim. Canlı varlıkların döllerini yükledim. Tüm dost ve hısımları yükledim. Sevinçleri, kederleri yükledim. Bildiğim ve bilmediğim her şeyi onun suretine yükledim. Sonra oturdum ve ağladım…”

Öte yandan, cananı isteyen, cihandan korkmaz, der şair Nizami. Tanrı’nın bir ettiğini, koca cihan dahi bir araya gelse, gene de ikiye bölemez gayrı. Bir de “sevda” deyince benim aklıma hep üstadın şu tarifi gelir, ne ki her seferinde aynı şeyi hissedişime tercüman olmuş bir cümledir bu;

Tarifini sorsalar… Her baktığımda, ilk defa görüyormuşum gibi… Az kalsın ölüyormuşum gibi… [1]

Kutsal metinlerde yazılanlara inanırım ben. Ve kuvvetle güvenirim mitlere, mitoslara. Çoğu zaman genel geçer yargılarla konuşsalar da, samimi bir tarafları varmış gibi gelir bana. Bugünün pek bilindik cümleleri gibi mülteci bir yanları da yoktur hani. Bugün başka, yarın başka değildirler. Sevdaysa sevda, insansa insan… Nettir yani. Hakikat, hakikattir. Hem sevdanın yahut insanın “görece eskisi”, “modası geçmişi” olur mu hiç? Bir gönüle bin yıl evvel düşmüş aşkla şimdiki arasında ne gibi bir fark olabilir? Âdem hâlâ Âdem, Havva hâlâ Havva ve sevda hâlâ zamansız, hâlâ lamekân [2] iken…

O halde,

Yeter ki, Tanrı’nın bir kıldığını insan ayırmasın.Yeter ki, aşkla bakan gözler buğulanmasın.Yeter ki, göğe yoldaş kuşlarınız solmasın.Ve yeter ki, kanat çırparak korunmaya meyyal[3] yürekler kırıla kırıla savrulmasın.

 

Bütün kutsal metinler aşkına; kuşlarınıza iyi bakın!Siz de biliyorsunuz, her şey gitgide kararıyor…

 

 

[1] Edip Cansever’in “Öyle bir çık ki karşıma” adlı şiirinden.[2] Yersiz, yurtsuz.[3] Eğilimli.

 

9 Aralık 2014 Salı

‘Kıt kanaat insan’lığın içinde ölü bir inşaat işçisi Erdo

 

(T24, Sibel  Oral, 1 Aralık 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

Türkiye Sosyal Medya İşe alım raporu 2014

Günümüzde iş arama ve çalışan bulma yöntemleri hızla değişiyor.  Kariyer siteleri yerini sosyal ağlara bırakıyor hatta daha da ilginç olanı kariyer siteleri de sosyal medyayı kullanıyor. Peki son bir kaç yıldır sıkça dile getirdiğimiz Türkiye’de sosyal medyanın işe alıma etkisi … Continue reading →

8 Aralık 2014 Pazartesi

Teknolojinin fazlası zarar

(2013 Temmuz’unda yazdığım ama Gezi olayları nedeniyle kaynayıp giden bir yazı)

Google’ın ‘aşırı mühendis’ yaklaşımının kurbanı olarak kapatılan konum belirleme ve bildirim hizmeti Latitude’ün hazin öyküsü! 

New York Üniversitesi’nde okuyan Dennis Crowley ile Alex Reinert, insanlara oldukları yerin yakınındaki arkadaşlarını, cazip mekan ve etkinlikleri bildiren bir kısa mesaj servisini geliştirdiklerinde takvimler 2000 yılını gösteriyordu. İki kafadar zamanına göre oldukça yenilikçi söz konusu servisi ticarileştirmek için Dodgeball adını verdikleri bir şirket kurdular. Servis gelişip büyüdükçe, İnternet ve mobil dünyasının devlerinin de ilgisini cezbetmeye başladı. Dodgeball rekabetinin galibi ise Google oldu ve 2005 yılında şirket ile 2 kurucusunu Google bünyesine dahil etti.

Bu durum, özellikle Dodgeball’un fikir babası Dennis Crowley’i çok umutlandırmıştı. Servisle ilgili birçok yaratıcı düşüncesini Google’ın engin olanaklarıyla hayata geçirebilecekti artık. Ancak zaman ilerledikçe bu umutlar yavaş yavaş yerini düş kırıklığına bırakmaya başladı. Dünyanın arama motoru devinin fazlasıyla teknoloji odaklı bir şirket yaklaşımıyla hareket etmesi, Crowley’in kafasındaki kullanıcı/müşteriye odaklı tüm çözüm önerilerini rafa kaldırmasına yol açtı ve 2007 yılında Crowley, Google’dan ayrıldı. Ayrılırken yaptığı açıklamada Google’da geçirdiği 2 yılı ‘inanılmaz derecede sinir bozucu’ olarak nitelemesi, bu düş kırıklığının sonucuydu.

Bu aşamadan sonra. Google, benim deyimimle ‘aşırı mühendislik’ yaklaşımını aynı ısrarla sürdürerek yoluna devam etti. Crowley ise, bu düş kırıklığının da verdiği motivasyonla kullanıcıya farklı bir deneyim sunacak bir servis kurgusu üzerine çalışmaya başladı ve kafasındakileri müşteri ihtiyacından yola çıkarak sıfırdan tasarlamaya başladı. 2009 yılında Google, kendi servisini Latitude adıyla piyasaya sürdü. Servis, Google Maps üzerinden insanlara bulundukları yeri paylaşma olanağı sağlıyordu.

Crowley ise, Foursquare adını verdiği ve sadece akıllı telefonlarda çalışan bir mobil uygulama geliştirmişti.

İki servisi karşılaştırdığınızda Google Latitude’de paylaştığınız yer, neredeyse milimetrik hassasiyetteydi ve Google Maps’in ağırlıkla kendi topladığı ya da doğrulattığı inanılmaz zengin bir mekan, adres ve harita altyapısıyla destekleniyordu. Foursquare ise tam tersi bir yaklaşımla tamamen kullanıcılar tarafından girilen her türlü mekan ve konum bilgisinin paylaşıldığı bir mobil uygulama idi. Bu anlamda servise girilen bilgilerin doğruluğu kuşkulu hatta çöp veri olarak nitelenebilecek durumdaydı. Ancak Crowley’in tasarladığı servisin kurgusu tamamen kullanıcıyı öne çıkartıyor hatta onu kutsuyordu. Servisin biraz daha tatlı bir rekabet havasında algılanabilmesi için her yer bildiriminde verilen puanlar ve yapılan puanlama tablosu bile, (hiçbir ödül olmamasına rağmen) kullanıcıların servisi daha da sadık biçimde kullanmasına olanak sağlıyordu. Bu da, Google Latitude’ün ‘Herşeyi ben yaptım. Hem de çok profesyonel ve mükemmel biçimde yaptım!’ anlayışıyla taban taban zıttı.

Bugüne geldiğimizde, Google’ın Latitude hizmeti hem kullanıcı hem de özellik açısından yerinde sayarken şirket 9 Ağustos 2013 tarihi itibarıyla servisi kapatıldı. Crowley’in Foursquare’i 33 milyon kayıtlı üyesi ve 2013 yılında yapılmış 3,5 milyar yer/mekan/görüş bildirimleriyle dünyada en çok kullanılan sosyal medya platformlarından birine dönüştü ve dünyanın en popüler konum bazlı sosyal ağı oldu.

Kıssadan hisse, eğer günümüz dünyasında özellikle siber dünya üzerinde bir servis geliştirecek ya da pazarlayacaksanız bunu ciddi ve mükemmelliği gözler önüne seren bir havadan ziyade kullanıcılarla bütünleşen ve onu ön planda tuttuğunuz havasını iyi yansıtan ve özellikle oyunsal ve eğlenceli bir kurguya sahip olsun. Markasıyla ‘ben ben ben’ diye böbürlenen değil yenilikçi gençlerle bütünleşerek onları ön plana çıkaran dinamik şirketler için güzel günler kapıda.

Hester, Anna ve Shrike…

SEVİN OKYAY – 6 Aralık 2014

O nefis “dörtleme”yi nasıl anlatsam şimdi? Doğrusu, bilemiyorum. Ama iyi bir anlatı (ister roman olsun ister hikâye) eğer etkileyici mekân, olay örgüsü ve karakterlerden oluşuyorsa, Yürüyen Kentler’in (ki bu isimle seriyi kastediyorum) her üç yönden de tam puan aldığını söyleyebilirim.

(Desen: David Wyatt, 2009)

FABİSAD’ın kurucu üyesi olduğum halde, arkadaşlar beni bağışlasın, bilimkurgu ile fantazya arasında bir tercihim vardır. Fantazyayı daha severek okurum. Belki de ilk gençlik çağımızda hayal gücünden pek nasibini almamış, insanı türden soğutacak kitaplar okuduğumuz için: Üç ay süreyle beni etten kesen Feza Canavarları geliyor akla. Oysa Jules Verne’le büyümüş bir nesiliz.

Yakın denecek bir geçmişte, bilimkurguya aşk duymamı sağlayan yazarlar, Verne’e mirasçı nesilden William Gibson, ille de Philip K. Dick’ti. Son bir yıl içinde ise, bu listeye iki isim daha katıldı: 100 Dünya üçlemesinin yazarı Danielle Martinigol (sevgili Abis’lerim ve ‘inci’ olma hülyaları) ve Yürüyen Kentler’in yazarı Philip Reeve. Zaten lakabı da“Modern Çağın Jules Verne’i”. Bu iki seri, bilimkurguda kayda değer yenilikler olmayacağı yolundaki umutsuzluğuma iyice son verdi. Reeve’in aynı zamanda iyi bir çizer olması da çift kaymaklı kadayıf (imrenmeyelim!) durumu yaratıyor.

O nefis“dörtleme”yi nasıl anlatsam şimdi? Doğrusu, bilemiyorum. Ama iyi bir anlatı (ister roman olsun ister hikâye) eğer etkileyici mekân, olay örgüsü ve karakterlerden oluşuyorsa, Yürüyen Kentler’in (ki bu isimle seriyi kastediyorum) her üç yönden de tam puan aldığını söyleyebilirim. Dörtleme çok uzak bir gelecekte, Mobillik Çağı denen bir dönemde geçiyor. Distopya mı diye soracak olursanız, hem de nasıl! Malum, karanlık gelecekler hayal etmek, insan ruhuna her daim iyi gelmiştir.

Dünya o vakte kadar Altmış Dakika Savaşı denen mahvedici bir savaşla çorak bir araziye dönmüştür. Artık ulus diye bir şey kalmamıştır; Mobillik Karşıtları Birliği’nin toprakları hariç. Hareket edebilsinler diye tırtıllı paletler üzerine yerleştirilmiş Mobil Kentler ise, bağımsızlığına pek düşkün kent devletlerdir. Kaynaksızlıktan, birbirini yutmak için yollara düşmüşlerdir ve koskocaman çeneleri vardır. Ticaret ancak iki şekilde yapılır: Ya havagemileriyle ya da birbirinin dengi iki kent karşılaşır da savaşmayı gözlerine kestiremezlerse. O zaman durup, alışveriş ederler. Bu alışverişlerde Eski-Tekno, yani Mobillik Çağı öncesinden kalma, hatta bazıları 21. yüzyıl yadigârı eşyalar, en değerli şeyler olur.

Kitapta karşımıza çıkan ilk mekân, Londra. Dişleri dökülmüş bir Londra. Büyük Av Alanı’nda serbestçe koşmaktan kaçınıyor, çünkü daha büyük ve güçlü kentler gözlerini bu eşsiz hazineye dikmiş. Londra da düşmandan kaçmış, dişine göre av bekleyerek pusuya yatmış. İlk karakterimiz, Tarihçiler Loncası’nın Üçüncü Sınıf Çırağı, genç ve kendi halinde, hem de yakışıklı Tom Natsworthy. Önemli karakterlerimizden Baştarihçi Thaddeus Valentine ile Chudleigh Pomeroy’u da tanıyoruz. Tom, Valentine’ın kızı Katherine’e gönül vermiş. Dörtlemenin sonuna kadar bizimle (çeşitli biçimlerde) kalacak olan iki karakter, serinin iki güçlü kadın karakteri de bu sırada ortaya çıkıyor: Jenny Hanniver havagemisinin cesur pilotu Anna Fang ve bence bu serinin baş karakteri, şiddet eğilimini şimdi yapacağım alıntıya bağladığım Hester Shaw:

“Alnından çenesine doğru inen korkunç yara izi yüzüne, üstü öfkeyle çizilmiş bir tablo görüntüsü veriyordu. Ağzı, kalıcı bir sırıtış halinde çarpılmıştı ve burnunun yerinde kırık bir çıkıntı vardı. Tek gözüyse, bu enkazın içinden bir kış denizi kadar gri ve soğuk bakıyordu.”

Tom’un uysallığını, uygarlığını seviyorum ama bence Reeve’in serisine can veren kahraman Hester. O, Anna Fang ve eski bir İz Sürücü olan Shrike. Annesiyle babası öldükten sonra Hester’ı yetiştiren Shrike’ın adı, kitabın Amerikan baskısında nedense Grike’mış. Oysa yazarı onun adını bir İngiltere Kuşları Rehberi’nden almış.

Kısaca özetlediğim yere kadar (birinci kitabın başlarında sayılırız) okuyan birinin o kitabı elinden bırakacağına inanmıyorum. Hatta onlar da benim gibi, ilk kitabı gece kaçta bitirmiş olursa olsunlar, ikinci kitap İhanet Altını / Predator Gold’u da eline alıp mutlaka birkaç sayfa okurlar diye düşünüyorum. Kitaplar da birbirini izleyecek, haliyle. Dört biraz kalın görünüyor ama, cesaretiniz kırılmasın. Hatta belki bu vedalaşma kitabı uzun sürecek diye sevinirsiniz. Üçte ve dörtte, dizinin üçüncü güçlü kadın karakteri Wren’le de karşılaşıyoruz çünkü.

Philip Reeve önceleri Hester’ı, sırf bu tür hikâyelerde genellikle karşımıza çıkan güzel kadın kahramanlardan ayırt etmek için çirkin yapmış. Bu çirkinlik, Hester’in öfkesini de açıklıyor. Reeve, “Bence korkunç bir yüzü olan çok romantik, çekici biri,” diyor onun için. “Hırçınlığı da normal…. Seri ilerledikçe ne kadar nahoş bir hal aldığına ben bile şaşırdım. Umarım okurun sempatisini kaybetmez.”

Ne demek, Bay Reeve? Hester, Anna ve Shrike, benim bu seriden aklıma çıkmamacasına yerleşen üç karakter oldu.

 

 

5 Aralık 2014 Cuma

Kazanan yok!

Luca Bloom’un Sınıf Meydan Savaşı adlı kitabı, bir öğretmen ile öğrencisi arasında gelişen ve sonu şiddete varan gerilimli bir öykü anlatıyor. Yazarın bir gazete haberinden yola çıkarak kaleme aldığı roman, böyle bir savaşta kazanan taraf olmadığını gösteriyor bize.

(İyi Kitap, Yankı Enki, 1 Aralık 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…