31 Aralık 2013 Salı

Sosyal medyada #Selfie dönemi

‘Kendi fotoğrafını çekip sosyal medyada paylaşmak’ yani Selfie,  giderek anlamı genişleyen bir kavram ve fırsat olma yolunda

Oxford Sözlükleri, geleneksel ‘Yılın en popüler İngilizce sözcüğü’ seçiminde bu seneki tercihini selfie’den yana kullandı. Türkçede henüz karşılığı olmayan sözcüğü kabaca ‘kişilerin bir telefon ya da bilgisayar kamerasıyla çektikleri kendi görüntülerini sosyal medyada paylaşmaları’ olarak tanımlayabiliriz. Sözcük, ilk olarak 2002 yılında Avusturalya’da kullanılmış ancak bu yıl %17,000lik bir artış yaşanmış. Yeni kuşağın adeta kendini bir ifade etme biçimi olarak popülerleşen selfie çılgınlığı, artık ünlülere hatta politikacılara da sıçramış durumda. Geçtiğimiz günlerde Güney Afrika’nın efsanevi lideri Nelson Mandela’nın cenaze törenine katılan ABD Başkanı Barack Obama’nın cenaze sırasında yanında oturan Danimarka Başbakanı Helle Thorning-Schmidt ile selfie eğlencesini abartması ve başta hemen yanıbaşındaki eşi Michelle Obama olmak üzere kamuoyunun bu duruma karşı tepkileri, selfie olgusunu dünya medyalarının da gündemine taşıdı.

Aslında selfie’nin daha ilkel hali olan ‘kişinin kendi fotografını çekip paylaşması’, fotograf makinesinin icadından beri var. Peki onun günümüzde milyonlarca insana mâl olmasını sağlayan şey neydi?

Bu sorunun yanıtını kısa yoldan “sosyal medya (hatta belki de Instagram)“ olarak vermek sanırım en uygunu. İnsanoğlunun var oluşundan beri benliğinde olan kendini beğen(dir)me duygusu yani narsisizm, siber dünyanın ortaya çıkışına kadar hep dar bir çevrede ve yerel kaldı. Ancak İnternet’in ve ardından sosyal medyanın zaman-mekan sınırlarını aşan yapısı, bireyin benliklerinin derinlerinde sıkışıp lokal kalan bu kendini beğen(dir)me halini, su yüzüne çıkarıp geniş kitlelerle buluşturma ve etkileştirme fırsatını verdi. Buna ilave olarak akıllı telefonların kamera ve mobil internet özelliklerin her zaman ve her yerden paylaşabilme olanağını tanıması sayesinde selfie, hepimizi içine alan bir fenomene dönüştü.

Selfie’yi siber dünyayla ilk kez ve en etkin biçimleriyle buluşturan hizmet ise Instagram oldu. 2013 sonu itibarıyla Instagram’daki toplam selfie sayısı ise 35 milyona ulaşmış durumda ve 2014te dünyada 800 milyarı aşkın selfie paylaşımı olması öngörülüyor.

Bu bağlamda, yeni kuşağın siber dünyayı ve cihazları aklımıza hayalimize gelmeyecek kadar farklı biçimlerde kullandığını göz önüne aldığımızda, selfie’yi sadece sözlük anlamındaki fotograf formatıyla elde avuçta tutmanın imkanı olmadığını da anlayabiliriz. Bu durumu farkeden Twitter’ın geçtiğimiz aylarda Vine adlı 6 saniyelik video uygulamasını çıkarması ve hemen peşinden Instagram’ın da video özelliğini devreye sokması elbette bir  tesadüf değil!

Öyle görünüyor ki selfie, sosyal medyanın eksenini Facebook, Twitter gibi genel amaçlı paylaşım platformlarından Instagram, Vine gibi görsel-işitsel biçimlerle kendini ifade platformlarına doğru kaydıracak ve bu da selfie sözcüğünün anlamını giderek genişleten bir yapıya doğru evriletecek.

İşte tam da bu aşama, sosyal medyada yeni fırsat arayan kişi, kurum, kuruluş ve markalar için büyük bir potansiyel anlamına geliyor. Yeni Medya’nın olanak tanıdığı kişiselleştirebilme özelliği sayesinde, selfie’nin bireylerle bağ kurma ve bu bağları güçlendirmek için uygun bir pazarlama aracı olacağı günler hiç uzak değil.

Tabii sözcüğün kendisi narsisizm ile doğrudan ilişkili olduğundan selfie’de fırsat arayanların bu fırsatın dozunu iyi ayarlamaları gerekli. Bu hususu iyice kavramadan balıklama atlayanlar için ise selfie, bir fırsattan ziyade bir kriz unsuru olarak karşılarına çıkabilir.

2013, Selfie sözcüğünün anlamını öğrendiğimiz yıl oldu. Öyle görünüyor ki 2014 de, onun hem fırsatlarını göreceğimiz hem de krizlerini yaşayacağımız yıl olacak.

Hepinize kendinizi daha çok beğenip beğendireceğiniz güzel bir Yeni Yıl diliyorum!

27 Aralık 2013 Cuma

Kurumlar için Sosyal Medya?

Kurum ve kuruluşlar, Facebook ve Twitter ile sınırlı sosyal medya anlayışının ötesine geçen bir kurumsal Yeni Medya dönüşümünü hedeflemeli

1 ay kadar önce, abonesi olduğum sayısal TV platformunun çağrı merkezine, verdikleri hizmetle ilgili bir şikayette bulunmuştum. Aradan geçen zamanda birkaç kez aramama karşın herhangi bir yanıt gelmeyince, durumu bir de Twitter yoluyla sormaya karar verdim. Şirketin Twitter hesabına attığım tweete verilen yanıt ise, olayı benim açımdan oldukça ilginç bir hale getirdi;

Mesajı okuduktan sonra o hesabın daha önceki tweetlerini kontrol ettim ve neredeyse gelen tüm tweetlerin benzer şekilde yanıtlandığını gördüm. Aklıma da şöyle bir soru takıldı: “Madem sizinle sosyal medya üzerinden etkileşim kurmak isteyen insanları başka bir mecraya yönlendiriyorsunuz, o zaman sosyal medyada neden varsınız?” Aslında bu, benim değil şirketin kendi kendisine sorması gereken bir soru ve sorgulanması gereken de yüzbinler belki de milyonlarca müşterisi olan bir kurumun milyonlarca insanın iletiştiği sosyal medyada kendi görev ve sorumluluğunu sadece ‘trafik polisliğine’ indirgemesi.

Maalesef bu durum, sosyal medyadaki birçok kurum ve kuruluşun da bir gerçeği. İstisnai bir azınlık dışında çoğu, ya etraftan birilerinin patrona telkiniyle ya da rakiplerin varlığı nedeniyle sosyal medyaya adım atmış durumda. Hal böyle olunca bu ‘Girelim bakalım, neymiş bu sosyal medya?’ tarzı bakışın icraatı da ‘Bu işten anlayan birilerini bulup sosyal medyanın başına koyun, müşterilerden gelen soruları yanıtlasın!’dan öteye geçmiyor. Oysa yapılması gereken, önce bunun nasıl bir mecra olduğunu analiz ederek kurumun hangi ihtiyaçlarına yanıt verebileceğini planladıktan sonra söz konusu ihtiyaçlara yönelik bir kurum stratejisi oluşturmaktır. Kuşkusuz bu strateji, sosyal medyada pasif bir izleyici konumunda kalmaktan tüm Yeni Medya araçlarını etkin kullanan aktifliği yüksek bir kurum olmaya kadar geniş bir yelpazede değerlendirilebilir ama bunu yapmadan kendinize ‘trafik polisliği’ rolünü seçerseniz işte sosyal medyada buna ancak gülünür! (Mesela yukarıda sözünü ettiğim kurum, sektöründeki rakibi TTNet’in Twitter hesabı @TTnetDestek’e baksa aradaki farkı çok net görebilir.)

Bu bağlamda kurumlara düşen ise, bir sosyal medya uzmanı istihdam edip bu mecraya ilişkin tüm sorumlulukları da bir dijital ajansa havale etmek yerine öncelikle işin temel prensiplerini öğrenmektir. Bu da Facebook, Twitter’ı ‘iyi bilmenin’ çok ötesinde siber dünyanın nasıl bir ortam olduğunu idrak etmek ve bu dünyayı sadece sosyal medya olarak değil web siteleri, bloglar, arama motorları, mobil uygulamalar gibi araçlardan oluşan daha geniş ve derin Yeni Medya boyutuyla kavramak anlamına gelir. Ancak bu aşamaya gelebilen kurumlar, Yeni Medya üzerinden geniş kitlelerle etkin iletişim geliştirebilirler, krizleri yönetebilirler, kendi sektörlerine ve müşterilerine ilişkin devasa veriyi toplayıp analiz ederek bunu başarılı bir satış-pazarlama/tanıtım stratejisine dönüştürebilirler ve yüksek müşteri memnuniyeti yakalayabilirler.

Sözün özü, yıl oluyor 2014, biz hala neleri konuşuyoruz!

Yeni dünyada “hedef kitle” değil “hedef birey” var… “Bireye” ulaşmayan mesaj aslında hedefine ulaşmayacaktır.

— Ercüment Büyükşener (@ercumentb)

 

26 Aralık 2013 Perşembe

Mevzumuz Derin üzerine…

“İzmir’in rengârenk insanlarıyla aynı mahallede yaşıyor olmasına rağmen Bedo‘nun hayata kırgın tarafları da yok değil. Ölen babasının eksikliğini hayatının her anında hissetmiş. Aklında, babasıyla ortak bir anısının olmayışı onun merak duygularını kabartıyorsa da ne zaman merakının peşine düşecek olsa konu bir şekilde kapanır, ona unutturulmaya çalışılır.”

(Aralık 2013, Neslihan Kaynar, Kitapçı Dergisi)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

25 Aralık 2013 Çarşamba

O kadar gülünç ki, gülemiyoruz

İşin kötüsü, kanal da değiştiremiyoruz. Bulursan doğru kanal, kaptır bağlan oradan ama… seçenek yok ki. Erk bağlamış her yeri.

Ülke, kesintisiz canlı yayınla, sonu gelmez bir kara-absürd-trajikomedya sahneliyor. Biz de izliyoruz gülmeden ya da gülüyoruz zerre eğlenmeden. Ece Temelkuran da demiş ya dün, “Evet Türkiye büyük bir şaka, ama bu berbat şakaya daha ne kadar güleceğiz?” diye.

Geçenlerde bir #orantısızzeka ne güzel söyledi: “Türkiye sezon finaline gidiyor.” Baymış bir dizinin uzatmalı bölümleri gibi, izleyici kopmasın diye her bölüme uçuk kurgular yapıştırılıyor. Pazar biz de yine bir rol alma denemesi yaptık, tüm saygımızla, ama maddenin iki hali hiç gecikmedi şahsımıza nüfuz etmekte.

***

Sel Yayıncılık’a açılan saçma ötesi davanın duruşmasındaydık geçen hafta. Erk’in derdi, hâlâ Guillaume Apollinaire’le. Yatırılan mesele, hakir görülen yazar, yöneltilen suçlama, ihtiyaç duyulan (!) savunma, o savunmaya yetiştirilen cevap, zamanlarından çalınan yayıncı ve çevirmen, kültür üretimine yayılan kaygı, hukukla bağı zayıflatılmış kanunlar, kendi kendini yiyen argümanlar derken, “erteleme” kararıyla endişeden kısmen arınıp, yine de bir “olmamışlık” hissiyle ayrıldık o adliye adlı saray yavrusundan.

Gerçi “yavru” dedim ama…

***

Sonra ülke, “kutu kutu” pense. Ha elmayı çoktan yediler, şimdi anca ense.

Hani hep edebiyatta kalalım diyoruz ya, sıçramayalım oraya buraya, ama ne kadar erk fazlası varsa sıçrıyor edebiyata sanata, sana bana, üstüne başına. Kendisine bulaşmadığını sananlardaysa bir uyuşukluk, bir rahatlık telkini. Ya da başına örülen çorabı koza sanmanın o huzurlu ve bir o kadar da acılı yanılgısı.

Ha derdimiz yanılanlarla, tabii ki. Gölge örücülerin gölgesinden aydınlığa tükürmekse, kiminin özbeöz seçimi.

***

Hafta sonu okuduğum Erkekleri Doğrama Cemiyeti Manifestosu’nda (SCUM), Valerie Solanas’a hak vermek zorunda kaldığım paragrafların sayısı ürkütücüydü!

Bir erkek-insan olarak doğranmak istemesem de, erki erkekten söküp almak çoktan şart olmuş da, bunun için çağlarca geç kalınmış bile. Biliyordum, daha da iyi anladım. Zira erk-eklenmiş varlığın kendine inşa etmeye çalıştığı “güvenli” yaşam alanı, ne yazık ki bir ölüm ve yıkım alanı.

Kendisi için de öyle. Ama farkında değil, ayrı. Farkındalık zor zanaat.

Erkek kalalım, sorun yok, ama erk-ekmekten vazgeçersek hiç fena olmaz. Hatta vazgeçmezsek, epey fena olur.

Doğranası yönlerime bıçağın keskin yüzünü gösteriyor, bu güzel çevirisi için Ayşe Düzkan’a teşekkürlerimi, bizi her daim düşündüren Sel Yayıncılık’a selamlarımı iletiyorum.

 

Görsel: Toolpool

23 Aralık 2013 Pazartesi

Mark O’Sullivan

İngiltere, Notthingam’da doğan ve İrlanda’da büyüyen Mark O’Sullivan, ülkesinde olduğu kadar diğer Avrupa ülkelerinde de tanınıyor. Kızlarının okuyabileceği kitaplar yazma hayaliyle başladığı ilk romanı Melody for Nora: One Girl’s Story in the Civil War (Nora İçin Bir Melodi: Sivil Savaşın Ortasındaki Bir Kızın Hikâyesi, 1994) Eilís Dillon İlk Çocuk Kitabı Ödülü’ne ve Uluslararası Genç Kütüphaneciler Birliği’nin Beyaz Karga Ödülü’ne değer görüldü. WashBasin Street Blues (Lavabo Sokağı Şarkıları, 1995), More Than A Match (Maçtan Daha Fazlası, 1996), Angels Without Wings (Kanatsız Melekler, 1997) ve yine bir Beyaz Karga Ödülü sahibi Bir Adım Daha (White Lies, 1997) adlı gençlik romanlarında, parçalanmış ailelerde ayakta kalmaya çalışanlardan, savaşın savurduğu bireylere uzanan yazar, iki gencin aile sırlarının izini sürdüğü polisiye romanı Silent Stones’la (Sessiz Taşlar, 1999) İrlanda Çocuk Kitapları Birliği (CBI) Liyakat Ödülü’nü aldı. Bir kaza sonucunda beyin fonksiyonları bozulan babasının çocuklaşma süreciyle baş etmeye çalışan gencin romanı My Dad Is Ten Years Old And It’s Pure Weird’la (Babam On Yaşında ve Bu Çok Tuhaf, 2011) büyük ilgi topladı. Yazarın son kitabı, yetişkinler için yazdığı polisiye gerilim dizisi “DI Leo Woods”un (Dedektif Leo Woods) birinci kitabı Crocodile Tears (Timsah Gözyaşları, 2013). Çevre sağlık memuru olarak çalışan O’Sullivan, İrlanda’da, Thurles’ta yaşıyor.

20 Aralık 2013 Cuma

‘Okura kitabı elinden bıraktırmamayı seviyorum’

Berlin ve Hamburg hattında geçen birkaç gün, epey yoğun bir buluşmaya sahne oluyor. Bir baba ve bir oğul, yıllar sonra tekrar buluşuyor. İkisi de neyle karşılaşacağından bihaber.  İnsan, uzun diyaloglar bekliyor. Gergin sessizlikler ya da yüksek sesli hesaplaşmalar. “Terk eden”e klişe bir haklılık yükleyeceğini sanıyor. Sandığıyla da kalıyor…

(Zoran Drvenkar‘la söyleşi, Cumhuriyet Kitap (Söy: Mehmet Erkurt), 19 Aralık 2013)

Yazının devamı için yıklayınız…

Yeni Medya’nın kitabını yazmak!

Twitter’dan tiksindiğini açıklayan gazetecilerin Yeni Medya kitabı yazıp bunun reklamını da Twitter’dan yaptığı tuhaf bir dönem!

Kimi geleneksel medya erbabının dün ak dediğine bugün kara demesi ve bunu da hayatın doğal akışına uygun bir ‘aydınlama’ imiş gibi sunmaları, sanırım ömrüm boyunca aklımın alamayacağı bir husus olarak kalacak!

Geçen hafta Serdar Turgut’un ‘Yeni Medya’ başlıklı bir kitabı piyasaya çıkmış. Çok değil 2 yıl önce “Gazetelerin interneti olamaz” (İnternet’in İ’si büyük yazılmalıydı) ve geçen sene de “Twitter’dan tiksiniyorum” başlıkları altında yazdığı köşe yazılarıyla ben dahil pek çok kişiyi şaşırtan Turgut, bu defa Yeni Medya’nın kitabını yazarak beni daha da şaşırttı.

Kitaba bakıldığında, anlatılanların, Yeni Medya kavramını genişletmek şöyle dursun, geçtiğimiz senelerde ‘Yeni Medya Düzeni’ başlığıyla sunulan konferanslardaki dar bakışın ısıtılıp yeniden piyasaya sürülmesinden öteye gitmediğini görmek de, tam bir düş kırıklığı!

Aslında geleneksel medyanın tedrisatından geçmiş büyük çoğunluğun zihin kalıplarında Yeni Medya, geleneksel medyanın doğal bir uzantısı olarak algılanmakta; bir başka deyişle ‘gazeteleri kağıttan tablete, radyo-TVleri de analogdan dijitale taşıma projesi’ olarak kodlanmış durumda. Hal böyle olunca, yazılan kitabın içeriği de, bir ‘geleneksel medyanın dönüşüm projesi’ çerçevesine sıkışıp kalıyor. Evet, kitapta bu dönüşüme ilişkin çok ilginç ve doğru saptamalar var. Ancak Yeni Medya kavramı, bu dar çerçevenin çok ötesinde ağırlıkla web siteleri, arama motorları, bloglar, wikiler, sosyal medya platformları, mobil uygulamalar gibi yepyeni biçimlerden oluşan başka türlü bir şey olduğunu anlamaktan ve anlatmaktan uzak.

Evet, geleneksel medya bu yepyeni biçimleri sınırlı da olsa kullanıyor ama Yeni Medya asıl gücünü bireylerin, özel-kamu-sivil- sanal, vd. kurum, kuruluş ve grupların ürettiği, geliştirdiği içerik ile etkileşimlerden alıyor ve bu siber mekandaki devasa devinimi tamamen dışlayan kitabın içeriği, maalesef pek güdük kalıyor.

İşin aslı, Yeni Medya’nın bir türlü yer alamadıkları yepyeni tarafını içselleştiremeyen geleneksel medya erbabının ve kurumlarının, bu unsur olmadan kendi dönüşüm projelerini de gerçekleştirmesi zor görünüyor. Çok basit bir örnek; daha medya editörlüğünden Yeni Medya editörlüğüne tam anlamıyla geçebilen bir Allah’ın kulu yok ortalıkta. Hepsi gazetedeki bir köşe yazısı ya da haberi alıp kopyalıyor ve aynen web sayfasına yapıştırıyor. Oysa o içeriğin içinde Yeni Medya’nın en basit özelliği olan hiper metin kullanımıyla bile müthiş bir farklılık yaratılabilir. O muhteşem arşivlerde statik biçimde duran arşiv sayfalarına verilecek linklerle içerik ve bağlam nasıl zenginleştirilir, okuyucunun zihni nasıl açılır ve sitede nasıl çok daha fazla zaman geçirmesi sağlanır?  Ekonomi gibi karmaşık rakamlarla ifade edilen metinler infografik, vb. biçimlerle nasıl görselleştirilir ve anlam basitliği sağlanır?  Ama bunca ‘iş-güç’ varken böyle karmaşık soruların peşine kim, ne zaman düşecek ki!

İşte bu hususları bile değerlendirmeden Yeni Medya’yı anlatmaya çalışmak, kendi dar kapsamı içinde bile körün fili tarifinden farksız. Zaten bu yüzden içeriği gazetelerle yarışamayacak blog sayfaları bile, linkleri, görselliği ve yazının içine gömülen videoları ile biçimsellik açısından geleneksel medyalardan kat be kat zenginlikte! İnsanlar yorumlarını bile denetimden geçiren ve sansürleyen bir medya ile etkileşime gireceklerine elbette sosyal medyalara koşup kendilerini ifade edecekler. Dahası, bu siyasi ve ticari önceliklerle temel gazetecilik sorumluluğunu bile yerine getiremezken, Yeni Medya ortamında nasıl kaliteli ve güvenilir içerik üretecek ve altın çağını yaşayacak gazeteler? Evet, gazetecilik ölmeyecek ama bu tarz zihniyetlerle kuşatılmış gazetelerin en ufak bir şansı bile yok Yeni Medya’da.

En tuhafı da, yazdığı ‘Yeni Medya’ kitabında “medyanın cep telefonlarına tablet ortamına evrilmesini” heyecanla yazıp çizdikten sonra kitaplarını matbaada bastıran ve bu kağıt baskıyı da Twitter’dan tanıtan ‘gazetecilerin’ el üzerinde tutulduğu bir dönemden geçmemiz ve korkarım ben bu zamanları hiç mi hiç anlayamadan göçüp gideceğim!

NOT: Yeni Medya kavramının temel özelliklerini öğrenmek isteyenlere,  Mutlu Binark ve Koray Löker’in ‘Sivil Toplum Örgütleri için Bilişim Rehberi’ e-kitabını öneririm. Bilgisayar ve tabletlere http://ekitap.alternatifbilisim.org/files/stkler-icin-bilisim-rehberi-stgm.pdf adresinden ücretsiz indirebileceğiniz kitabın kağıt versiyonu ‘maalesef’ yok

17 Aralık 2013 Salı

İstenmeyenin istenmeyeni

Hayatım boyunca, fazlasıyla dalga geçtiğim, son derece klişe bir sahne vardı: Kar, sıcak çikolata, polar battaniye, kedi ve elbette kitap. Ve ben, bu sahneyi geçen gün bizzat canlandırdım!

İzmirli’yim ve İzmirli olmanın en büyük dezanvantajı, kışın kar göremeyerek geçirilmiş bir çocukluk. Hayatımda bir kere kartopu oynamışımdır, o da ancak arabaların ön camlarında biriken karlardan ibaret. Kardanadam desen, nerdee!

Her gördüğü dört ayaklı canlıdan korkup, kendini kaybeden bir anneye sahip olunca –ki bu korku yüzünden, bir kere yola atlayıp araba altında kalıyordu– kedi veya köpek sevgisi de hak getire, tabii. Gurbette annemden ayrı düşüp, bir de kendi evime taşınınca, hemen içimdeki boşluğu doldurdum ve kedi sahibi oldum –aman kimsenin uykusu kaçmasın, evimin kedisi de erkek!

Neyse, bunca girizgâhın konumuzla doğrudan ilgisi yok aslında. Asıl konumuz, istenmeyen olmak. Hatta istenmeyenin de istenmeyeni olmak…

***

Neyse, geçen gün kar da yağınca, yukarıdaki klişe sahneyi çekiverdim salonumun bir köşesinde. Bu sahneye oturttuğum kitap da, “Nasıl da bunca zamandır keşfetmemişim kendisini,” dediğim yazar Zoran Drvenkar‘ın Türkçe’ye çevrilmiş son kitabı Aleve Dokunmak.

Daha önce Onlardan Biri’yle tanıdığım ve hayran olduğum Zoran Drvenkar’ın, Onlardan Biri‘nden çok farklı bir konu, üslup ve dille kaleme aldığı Aleve Dokunmak, 14 yaşındaki Lukas’ın, yüzünü, sesini, kim ve nasıl biri olduğunu unuttuğu babasıyla geçireceği bir haftanın hikâyesini sunuyor bize.

Kocasıyla yaşadığı ayrılık sonucu bütün akrabalarıyla bağlarını koparan annesiyle yaşayan Lukas, nasıl olduğunu bilmeden, bir gün damdan düşer gibi karşısına çıkan babasının yanında yollara düşer. Babası nasıl bir insandır, kimdir, kimcilerdendir… hiç bilinmez. Elbette, babası da bilemez bu oğlan kimdir diye. Hâl böyle olunca da, bizim Lukas oğlan başlar babasının yaptığı her hareketi incelemeye, babasının dünyasını gözlemlemeye. İstenmemiştir zira Lukas. Babası evi terk ettiğinden beri de görüşmemişlerdir. Altan alta bir cevap arar bu istenmemişliğin nedenini bulmak için, ipuçları toplar bilinçsizce.

Lukas’la beraber biz de başlarız babasını, Ritchie’yi tanımaya. Nefret ederiz, kızarız, haklı buluruz bazen de, bu sefer oklarımızı anneye çeviririz, sonra yine kızarız Ritchie’ye, ama her seferinde acırız Lukas’a. Öyledir ya, aile bizim için kutsaldır ve aileden yoksun büyüsün istemeyiz hiçbir birey.

Babasının hayatına girmeye başladıkça, daha bir fark eder Lukas istenmediğini. Kendisiyle beraber annesinin de istenmediğini…

Benim kafamı karıştıran, istenmediğini bildiği halde, Lukas’ın babasıyla beraber yolculuğa devam etmesi. Babasının hayatında, inatla ve umutsuzca yer edinmeye çalışması. 14 yaşına ağır gelecek yüklerin altına girip, kara mizah tadındaki öyküye devam etmesi…

Kitabın her bir sahnesinde, dizi izleyen annem gibi, “Hadi canım, yok artık, e sen ne arıyorsun orada, yapma,” gibi onlarca nidada bulunmama sebep olan bu istenmemişlik hissi, bir süre sonra sinirimi bozmaya başlamıştı.

“Bana bir adım gelene ben bin adım gelirim,” felsefesinin hayatımda o kadar yer ettiğinin farkına varmamış olmam ve bu felsefenin bu kitapla gün yüzüne çıkması…

Hayatında baba figürü olmayan Lukas, kitapta bize o figürün yerini başka bir şeyle dolduramadığını da gösteriyor. Ve gariptir ki, her ne kadar sinirimi bozsa da, bu garip duygunun Lukas üzerindeki, hareketlerindeki etkisi Lukas’a olan kızgınlığımın yerine acımayı yerleştirdi. “Şanslıyım,” dedim, “şanslıyım ki Lukas gibi dışarıdaki kişi olmadım, dışarıda kalmadım hiç hayatımda.”

Kitapta, Zoran Drvenkar’a hayran olmamı sağlayan bir etken daha çıktı ortaya. Drvenkar, yolculuk boyunca hayatının aslında bir istenmemişlik üzerine var olduğunu idrak eden Lukas’ın karşısına, babasının dahil olduğu bir mutlu aile tablosu çıkarmıyor. Onun istenmemişliği üzerinden ajitasyon yapmak yerine, Lukas’ın durağan, yalnız ve belki de sıkıcı hayatına zıt bir şekilde aksiyonu bol, şiddetli, karanlık ve Tarantinovari bir dünya çiziyor. Ve bu çizdiği ters dünyanın içine atıyor bizim Lukas’ı.

Kitabın vurucu finalinde ise, Lukas’ın… ne yapacağını sanıyoruz acaba? Mesela arabadan ineceğini ve

….

Eğitimin Khan’ı

Binlerce kilometre uzaktaki kuzenlerine ders anlatabilme derdindeki bir adam, insanlığa görkemli bir uzaktan eğitim projesi armağan etti.

Son 2 haftadan beri en önemli sorumluluğum, 11 yaşındaki kızıma matematik çalıştırmak. Aslında matematiği çok sevmesine ve yardımsız çalışmasına karşın, son haftalarda özellikle En Büyük Ortak Bölen (EBOB) ve En Küçük Ortak Kat (EKOK) problemlerini bir türlü kafasında oturtamaması nedeniyle matematiğe olan hevesi kaçma noktasına gelmişti.

Durumu farkederek devreye girdim ve konuyu basit şekilde formüle etmeye çalıştım ama nafile; hem onun hem de benim kafalarımız daha da karıştı! Umudu kesme aşamasında, İnternet’e bakmak geldi aklıma. Ancak YouTube arama sonuçlarında çıkan eğitim kanalını görür görmez ‘Tüh! Nasıl da akıl edemedim?’ diye hayıflandım. Konuyla ilgili önümüze gelen 5 dakikalık videoyu izledikten sonra kızımın yüzüne yayılan gülümseme, problemin çözüldüğünün ve matematik sevgisinin geri kazanıldığının da işaretiydi. Onun yüzünde güller açtıran videoyu hazırlayan kurum ise; Khan Academy!

2004 yılında Salman Khan adlı Bangladeş kökenli ABDli bir finans uzmanının, binlerce kilometre ötede kendisinden yardım isteyen kuzenine İnternet üzerinden matematik çalıştırma uğraşıyla başlayan süreç, 2006 yılında bu başarılı eğitim sürecinin farklı eğitim konularına da uyarlanarak YouTube’e yüklenmesiyle Khan Academy adıyla ete kemiğe bürünmüş ve bugün itibarıyla 1.5 milyonu aşkın insanın 300 milyondan fazla izlediği ders videolarıyla dünyanın en büyük uzaktan eğitim projesi. Yaklaşık 10 yıllık süreçte finans dünyasındaki bol kazançlı işini bırakıp kendini tamamen sosyal sorumluluğu yüksek böyle bir projeye adayan Khan, bugün yaptığıyla ne kadar övünse az. Herkese açık ve ücretsiz Khan Academy için Bill Gates, Larry Page ve Carlos Slim gibi dünyanın en varlıklı kişi ve kurumları maddi-manevi her türlü desteği vermekte.

Eğitimi zaman-mekan sınırlarından kurtararak dünyanın her yerinden alınıp verilebilen bir biçime dönüştürebilen Khan Academy’nin başarısının asıl sırrı ise, içerik ve anlatımının Yeni Medya ortamına ve adeta bu ortamda doğup büyüyen dijital yerlilere uygun şekilde tasarlanan içeriği. Özellikle anlatıcısının eğlenceli tonlamaları, karnaval havasında rengarenk görselleştirmeleri ve yüksek etkileşimiyle o kadar başarılı ki, bir dersi aldıktan sonra diğer dersleri de almak istiyorsunuz; Geçen yüzyılda ‘ders bitimini iple çeken öğrenci’ profilinin aksine, adeta bir masal dinler gibi dikkatli, bir film izler gibi heyecanlı ve bir oyun oynar gibi hevesli çocuklar.

Tüm bu yönleriyle insanlığa büyük katkıları olacağına yürekten inandığım Khan Academy’nin önündeki en büyük engel ise, tüm dünya dillere çevrilmesindeki zorluklar. Ancak Türkiye, STFA grubunun özverili çabaları sayesinde, bu sorunu en çabuk aşan ülkelerden biri oldu. Grubun bünyesindeki Bilimsel ve Teknik Yayınları Çeviri Vakfı’nın uzun ve zorlu çalışmaları sonucunda, Khan Academy artık türkçe olarak ülkemiz öğrencilerinin de kullanımına hazır. Ülkemizdeki eğitim kurumlarının yönetici ve eğitmenleri tarafından da desteklendiği takdirde, öğrencilerin mevcut eğitim sürecinde edindikleri bilgileri pekiştirebilecekleri ders dışı ve tamamlayıcı bir eğitim konsepti olarak, ülkemizin eğitim sorunlarına da önemli bir katkı olacaktır diye düşünüyorum. Bunun en büyük kanıtı da, kızımın gözündeki ışık ve yüzündeki gülümsemedir; Tıpkı Salman Khan’ın kuzeni Nadia ve dünyanın diğer coğrafyalarındaki milyonlarca çocuk gibi!