27 Şubat 2016 Cumartesi

Benim ressamlarım…

Yıllar önce internette gözüme bir yazı çarpmıştı. Yazar, hoşuna giden tabloları nasıl çaldığını anlatıyordu. Meğer sadece bir hayal hırsızıymış. Yıllar boyu sergiler ve ressamlar hakkında yazı yazarken, hoşuna giden resimlerden kendine bir sanal galeri yapmış. Zihinde oluşan bir müze…

Düşündüm de, herkesin böyle bir müzesi vardır aslında. Gönlünde sakladığı, ressamın adı geçince ya da aklına gelince ortaya çıkardığı bir galeri. Gözünün önünden tablolar geçer. Benim gözümün önüne ilk olarak Claude Monet’nin suda yüzen nilüferleri gelir. Aslında daha fazla sevdiğim resimleri vardır ama, herhalde bunlar bana ressamın eşsiz bahçesini hatırlattığı için. Zaten müzemin ağırlığını Empresyonistler (İzlenimciler) oluşturur. Daha çok Monet ve Pisarro, Sisley ve çalışma şekline hayret dolu bir hayranlık beslediğim Seurat. Belki bir iki Renoir, daha da belki kaydıyla bir Manet. Ama mutlaka Van Gogh, hasır iskemleli odası, çıldırmış ve sarhoş olmuş yıldızlı göğü, çiçekleri, ‘kendi portre’leri, köprüleri, kafeleriyle, bir değil birkaç Van Gogh.

Ve elbette Henri de Toulouse Lautrec. Baz Luhrman’ın Moulin Rouge‘unda soytarıya çevirdiği asil ve sakat ressamım. Bir şehrin, hem de eşsiz Paris’in gece hayatını olduğundan da çarpıcı biçimde resmeden dâhi. At resimlerini de unutmuyorum, tabii, ne de olsa biz Lautrec’e hem resimleriyle, hem de Pierre La Mure’un iç burkucu kitabı Moulin Rouge vasıtasıyla ulaşmıştık. Onun için de yakışıklı ve çapkın Fransız asilinin aynı derecede mükemmel oğlunun küçük yaşta attan düşerek sakat kaldığını, güzelliğini de kaybederek resme sığındığını da hatırlarız. Lautrec büyük bir ressam, olağanüstü bir afişçidir.

Hazır kitaplardan söz ederken, Van Gogh kitabını da unutmamalı. Irving Stone’in ressam üzerine yazdığı kitabı da nispeten küçük yaşta okumuştum: Lust for Life. Şimdi Aşk Humması diye çevriliyor nedense, oysa mesele aşktan ziyade, hayattır. İlki bu kitabın beyazperde uyarlaması olmak üzere, hayli Van Gogh filmi de gördüm ama sanki onu resimlerinden okumuş gibiyim. Onu da, kardeşi Theo’yu da tanıyorum.

Sonra kim var? Mutlaka bir iki tane Andre Derain. Sebebini bilmeden hep hayranı olmuşumdur. Gördüğüm en güzel köprünün, en güzel kırmızı lekenin sahibidir. Ve mutlaka, ama mutlaka birkaç tane Egon Schiele. Adının neredeyse aynı nefeste telaffuz edildiği hayranı / destekçisi, süslemeyi seven Gustav Klimt’ten değil belki, ancak endişe, gerilim ve bir anlamda yalınlık yanlısı Schiele’den resim olmazsa, müzem eksik kalır. Munch da makbulüm olsa bile, Schiele usulü “angst”ı tercih ederim. Üç yaşında havale geçirmişe benzeyen insanları hep sevmişimdir. Üstelik Schiele’nin, benliğin tekliğini parçalayan portreleri gibisi de zor bulunur. Unutmadan, David Hornby’nin Yüzler’i. Peki, Miro’yla Bosch da var.

Başka? Bacon’ı hem severim, hem sevmem. Gene de etkilenmekten kendimi alamam. Demek ki, bir Bacon. Hatta, biraz dikkatle bakılırsa, göze bir iki Gerhard Richter de çarpıyor. Sigmar Polke ile ikisi, “aynı nefeste telaffuz” faslının başka örnekleri. Warhol, Basquiat ve Pollack, sanmam; ancak bir tane Schnabel (‘Deniz’, herhalde) vardır tabii, sonra bir miktar Keith Haring, Turner olmasa da Winslow Homer, bir köşede Enki Bilal çizimleri ve en kıymetlim, Hopper. Aldatılmış ve terk edilmiş, hatta aldatılmadan terk edilmiş insanlar, mekânlar, “elde bir” cinsinden, sorgulanmayan yalnızlıklar, ayrıca gördüğüm en güzel ışık. Benim şahsi müzemde bunlar var işte. Klasikler mi? Arkalarda kalmış olsalar gerek, ben ilk ağızda göze çarpanları sıralıyorum.

Peki, ben nasıl resimler yapıyorum, kimlerden etkilendim? Hiç. Resmi o kadar sevdiğim, resim kitaplarına para dökerek zaman zaman, eski tabirle, hasır üstünde kaldığım halde, düz çizgi çizmekten acizim. Harita bile çizemezdim, okul yıllarımın bütün haritaları annemin elinden çıkmadır. Bir dönem, herkesin resim yapabileceğini iddia eden bir arkadaşa uyup, ders olmasa da nasihat almış, epeyce bir süre küçücük karelerle dolu milimetrik kâğıtlarla ömür tüketmişimdir. Olmadı. Bakmayı seviyorum diyelim.

Artık o kadar çok “gün” var ki, ister istemez bir kısmını atlıyoruz ya da bir kısmı zaten atlanmaya layık oluyor. Ama bugün kutlanan gün farklı. Sanırım Türkiye’de onuncu yılı, Dünya Ressamlar Günü’nün. İşte bugün o gün. Yapmak şart değil (keşke yapabilsek), bakmak yeter. Ressam arkadaşları destekleyebiliriz. Sadece sevdiğimiz ressamların bilmediğimiz resimlerini bulmaya çalışarak bile kutlayabiliriz. Yaşlılarla ya da küçük çocuklarla birlikte resim yaparak, ya da onlar için resim yaparak da… Benim kadar kabiliyetsizseniz (“Neyi yapamazsın?” diye sorulunca, hazırdaki cevabımdır: “Resim”), yanınızda kalemine hakim biriyle gitmeyi ihmal etmeyin. Kutlu olsun!

Benim ressamlarım… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

26 Şubat 2016 Cuma

Yeşil, yeniden başlamanın rengidir.

Hiç içinize taş gibi, ağır bir su gibi bir sevgi oturdu mu?Oturmamışsa Allah aşkına vazgeçin şu yazımı okumaktan.Sait Faik Abasıyanık, “Son Kuşlar”

 

Eski bir kitapta okumuştum, “Birbirlerini ancak insanlar kurtarabilirler,” diyordu. “Bu yüzden Tanrı insan kılığına girmekte…”

Öyle sanıyorum ki, artık pek çoğumuz haritalara bakamaz hale geldik. Kentlerimizin adları buram buram yanık kokuyor. Ama yine de iyi şeylerden söz etmeye çalışacağım bugün. Şunu biliyorum ki, içinde yaşadığı dünyanın durumunu göremeyen bir yazarın o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi olamaz. Üstelik bizim gibiler için kötüyü anlatmak, acıya dair hikâyeler kaleme almak bunca kolayken ve yürekte bunca yaşanmışlık birikmişken…

Oysa tam da bugünlerde iyi şeylerden söz edebilmek, biz Anadolulu yazarların ulusal erdemi olacaktır muhakkak. Çünkü iyi sözlerin, kimsenin tahmin edemeyeceğinden çok daha fazla bir başkaldırışı vardır. Bizler bunu fark edeli beri, umudumuzu yitirmemeyi de öğrendik. İnsan, insanda bütün bir âlemin mutsuzluğunu, acısını, çaresizliğini görebiliyor kimi zaman. Fakat o insandan vazgeçmediği sürece, o insanın aldığı bir dem soluğa inandığı sürece, dünya da soluk alıp vermeye devam ediyor. Bu yüzden birçok kalemdaşım adına açıkyüreklilikle söylüyorum ki bizler, iyi sözlerin gücüne inanıyoruz, berdevam. Günün birinde, tıpkı Turgut (Uyar) Ağabeyimizin dediği gibi, farklı zamanlarda ancak benzer hislerle şu dizeleri mırıldanacağız torunlarımıza; “Evet, kimsesizdik ama umudumuz vardı. Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk. Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza. Aldatıldığımız önemli değildi yoksa, herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak… Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz? Ne iyiydik, ne kötüydük. Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa, başta ve sonra ayrı olduğumuzdandı.”

Birkaç gün sonra, beraberce bir mevsimi daha devirmiş olacağız bu âlemde. İlkbahar kapıda. Çingeneler der ki, yeşil yeniden başlamanın rengiymiş bütün bir yeryüzünde. Bunu hatırlayınca peşi sıra aklıma şu cümle geliveriyor: “Bütün bir yeryüzünün hâlâ her parçasıyla aynı adı taşıyor olması, en az baharın kendisi kadar umut verici değil mi sizce de?”

Anlatılanlara göre bundan yıllar yıllar önce Nazilerin yakıp yıktığı kasabalarının külleri arasında bile baharın gelişini mutlulukla kutlamayı bilmiş Çingeneler.  Bu olayı görüp yaşamış olanlar der ki, o korkunç günlerde bile ortak bir hüzün için şükran duymuşlar evrene. Hem onların kitabında bahar demek, barışmak demekmiş yeryüzüyle. Belki de Ahmet Hâşim’e o dizeleri yazdıran da budur, kim bilir.  “Çingene, insanın tabiata en yakın kalan güzel bir cinsidir,” demiş şair.  “Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, insan şekline girmiş birtakım neşeli yeşil ağaçlardır. Çingene, bizzat bahardır.”

Geçmişte yaşanan onca acıya rağmen yine de yaşamı bu denli sevinçle kucaklamayı bilen Çingeneler, şüphesiz her bahar gelişinde düşer aklıma. Onlara dair birkaç kelam etmeden geçip gidemem baharların içinden. Bir vakitler, Yugoslav Çingeneleri’nden şöyle bir şey öğrenmiştim; baharı sevmek demek, yaşamı sevmek demekmiş. Ve yaşamı sevmek demek, insanı sevmek demekmiş.

Biliyorum, hayatın kısalığı bizleri kötü yapıyor. Ama başta da söylediğim gibi, birbirlerini ancak insanlar kurtarabilirler. Ol sebepten bu bahar, yepyeni gözler armağan edelim kendimize. Birbirimizi daha başka gözlerle görebilmek ve nefret yerine büyük, daha büyük sevgiler büyütebilmek için. Biliyorsunuz artık; yeşil yeniden başlamanın rengiymiş bütün bir yeryüzünde.

Ve bütün bir yeryüzünün hâlâ her parçasıyla aynı adı taşıyor olması, en az baharın kendisi kadar umut verici değil mi sizce de?

Yeşil, yeniden başlamanın rengidir. yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

23 Şubat 2016 Salı

Genç ve Bağımsız

Sinema sevenlerin, özellikle sinemada serüven ve özgürlük sevenlerin mevsimi geldi. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali Anomalisa ile çarşamba akşamki açılışının ardından perşembe günü başladı. Bu yıl 15’inci yılını kutlayan festival, 18-28 Şubat tarihleri arasında İstanbul’da. 3-6 Mart tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’e uğrayacak. Kapanışını Demolition / Yeniden Başla ile yapacak olan festivalin mekânları İstanbul’da Beyoğlu Fitaş, Cinemaximum Nişantaşı City’s, Cinemaximum Kanyon, Cinemaximum Budak; Ankara’da Cinemaximum Armada ve İzmir’de de Cinemaximum Konak Pier sinemaları. Yılın !f music partileri Babylon’da, festival etkinlikleri de DEPO ve SALT Galata’da…

Biz de bu fırsattan yararlanarak, kendi de bağımsız olan !f’in 15’inci yılını kutlayalım. Eminim ki, festival direktörleri Serra ile Pelin de on beş yılın nasıl göz açıp kapayana kadar geçtiğine inanamıyordur. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin bu yılki teması, “!f İstanbul birleştiriyor!” Çok etkileyici (yoksa bizim yaşımızda mı etkiliyor?) tanıtım filmlerini görünce ne kastettiklerini anlıyoruz.

Gelelim !f İstanbul filmlerine… Seçmek öyle zor ki, bir kısmını dışarıda bırakmak kaçınılmaz. Seçilenlere gelince, bir kısmı için sonradan “Bunun neresini beğendin?” deseniz şaşmam. Daha önce de başıma gelmişti.

Avangard ve deneysel sinemanın çok ilginç örneklerini bir araya getiren Başka Haller, ihmal edilmemesi gereken bir bölüm. Bence bu yılki programın en büyük sürprizi de, Merlyn Solakhan’ın (Merlin Ecer) 1986’da Berlin’de gösterildikten sonra kayıplara karışan ve otuz yıl boyunca da öyle kalan filmi Tekerleme. Solakhan, “askeri darbeden beş yıl sonra İstanbul sokaklarında tek başına dolaşan bir kadının peşinden giderek bize 80’ler Türkiye’sinin kırılmış ve umutsuz halini gösteriyor”. Kendisini tanıyanlar varsa diye, filmin en şaşırtıcı yanlarından birini hemen açıklayalım: İki başrolünden birinde Mustafa Irgat oynuyor.

Benim için bölümün aynı derecede önemli bir filmi de, festival gezenlerin mutlaka tanıyacağı Belçikalı avangard yönetmen Chantal Akerman’ın son filmi No Home Movie. Bu belgesel, her şeye rağmen bir home movie sayılabilir. Akerman, 2014 yılında ölen Polonyalı mülteci ve Auschwitz’den sağ çıkan annesi Natalia’yı, onunla geçen anları unutulmaz kılmaya çalışmış. İntiharında, annesinin 2014’te ölmesinin rolü olduğu söylenir. Görmek istediğim bir başka film de, film ve tiyatro yönetmeni ve günümüzün en iyi belgeselcilerinden biri sayılan Frederick Wiseman imzalı In Jackson Heights / Jackson Heights.

!f’te pek çok iyi belgesel var zaten. Bunlardan biri de Joy Division gibi belgeselleriyle tanıdığımız Grant Gee’nin Venedik’te dünya prömiyerini yapıp çok beğenilen filmi Innocence of Memories / Masumiyet Müzesi. Orhan Pamuk’un başta Masumiyet Müzesi kitabı olmak üzere çeşitli kitap ve metinlerinden esinlenerek çekilen filmin üç ana karakteri var: İstanbul, Masumiyet Müzesi, Orhan Pamuk.

Beş tane filmin daha hafta başında biletleri satılıp bitmişti: Gaspar Noé’nin son filmi Love 3D, yukarıda sözü geçen Tekerleme, Ceyda Torun’un yönettiği Kedi, Lütfü Emre Çiçek’in korku filmi Naciye ve Cobain: Montage of Heck. Neyse ki !f, izleyicilerin isteklerini görmezden gelmedi ve hepsine ek seans koydu.

Nasıl olsa bir şekilde göreceğimiz Galalar bölümü filmlerinden özellikle Sparrows / Serçeler, The Wolfpack, Tangerine ve Kill Your Friends / Arkadaşlarını Öldür’ü merak ediyorum. Tilda Swinton hatırına A Bigger Splash / Sen Benimsin’i de görmek isterim elbette. (Swinton, John Berger belgeselinde de var). Ama ille de, yönetmeni Hsiao-Hsien Hou’ya Cannes’dan En İyi Yönetmen ödülü getiren The Assassin / Suikastçi. Mutlaka görmek istediğim bir film de Liza, the Foxy Fairy / Tilki Perisi Liza. Neden mi? Festivalci sezgisi. Ama !f’ciler de Macar Károly Ujj Mészáros’un ilk filmiyle ilgilenmemden memnun kaldı.

Mapplethorpe: Look at the Pictures / Mapplethorpe: Fotoğrafa Bak!, Listen to Me Marlon / Dinle Beni Marlon, hele hele The Seasons in Quincy: Four Portraits of John Berger / Quincy’de Mevsimler: John Berger’ın Dört Portresi, Russian Woodpecker / Rus Ağaçkakanı ve Melis Birder ile Berke Baş’ın yönettiği Bağlar ile Ali Kemal Çınar’ın Hidden / Gizli’sini de unutmayın. Ayrıca, Mustang.

Bowie filmlerini herhalde unutmazsınız. Festival bize Tony Scott’un Açlık’ı ile Nicholas Roeg’un The Man Who Fell to Earth / Dünyaya Düşen Adam’ını beyazperdede izleme fırsatı veriyor. Bu film, Bowie’yi uzaylı sanmamıza yol açmıştır. Yallah! Underground’un adına bayılıyorum. Bir başka sürpriz / fırsat da, Toshio Matsumoto’nun Funeral Parade of Roses / Güllerin Cenaze Tören (1969) adlı filmi. Gene de unuttuğum vardır, eminim. Kolay gelsin!

 

Genç ve Bağımsız yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

20 Şubat 2016 Cumartesi

Kedi sever gibi sevmemeli…

İlgisiz, mutlu, kararlı, dengeli, kızgın, tembel, obur, dalgın, gizemli, cesur, iltifat aşığı, masaj delisi, her daim uykucu, herkesten daha kurnaz, seksi ve bağsız, tümüyle bağımsız… İnsana dair ama bir insanda toplanması pek zor olan bu halleri bir kedide bulmak ziyadesiyle mümkündür. Ama bu hallerin içinde en çok, insanın hayatta kalmak için hep diri tuttuğu bir aşk arayışından söz edilebilir; kaldırımlarda, çatılarda, sokak lambalarının altında… Nice aşk şiirinin, gazelin, mektubun ve romanın ifade etmek için çabaladığı dünyayı bitmez tükenmez miyavlamasıyla kendi aşk serenadına eşdeğer kılabilir bir kedi.

Eski Mısır’dan bugüne her dönemde iz bırakan kediler, özellikle 18. yüzyıldan itibaren çokça bahsedildiği üzere sanatçıların ve edebiyatçıların gözdesi olmuştur. Kediler, sanatın pek çok alanında, özellikle de edebiyatta, insanın yaratıcı doğasına eşlik etmiş, insanla arkadaş olmayı başarmıştır. Renoir’dan Gaugin’e, Sartre’dan Hemingway’e, Twain’den Borges’e, Goya’dan Balthus’a hep kediler karşımıza çıkar. Onların yaratıcı dünyasında birer yoldaş, pek çoğu için ilham veren bir dost ya da tüm katışıksızlığıyla bir aşk imgesi…

Tarih boyunca bu denli her şeye dahil olan kedinin olmadığı bir hayat düşünmesi zordur. Münevver ya da entelektüel olduğunu söyleyip bu yaratıcılık sürecine doğrudan etki ettiğini söylemek, en azından bugünün dünyası için tartışmalı olabilir. Kedinin etkisinin daha dolaylı, daha içsel bir yolla olduğunu düşünüyorum. Öncelikle, evde “her şeyden önce” onunla ilgilenildiği konusunda onu ikna etmelisiniz, ilgi odağı ondan başkası olamaz. Aksi bir durumda kıskançlığını öyle belli eder ki, o hesapsızlığına kızamazsınız da. O anda meşgul olduğunuz her ne varsa, gelip onun üzerine uzanmasını, abanmasını da iyi bilir.

Tüm bu yazın ve üretim dünyasında yazarların kıyısında köşesinde dolanır kediler. Öyle ki, kediler, edebiyat işçilerinin sadık dostlarıdır. Yazarın dünyasındaki gelgitleri ve hesapsızlığı, kedinin keyfine düşkünlüğüyle, yalnız kendini bilirliğiyle öyle uyumludur ki… Bitmeyen bir çocukluk dönemi ve o ruhun hep yaşayacağına ilişkin bir sıcaklık vardır o uyumda. Ama hepsinden evvel, ucu bucağı görünmeyen bir bağımsızlık söz konusudur.

İlk bağımsızlık bildirisini mekân paylaşımında yaparlar. Evin neresine, neyi nasıl yerleştirdiğiniz önemli değildir. O istediği kitabın, abajurun, derginin, televizyonun ya da modemin üstüne yatma konusunda özgürdür; hiç kimsenin iznini alacak değildir. Tabii istediği perdeyi de salıncak olarak kullanmasını iyi bilir. Eğlenme ve dinlenme imkânlarını siz belirleseniz de seçimi yapan yine odur. Belki de Peyami Safa’nın hep dediği gibi, “hayvanların en aptalı insandır,” ve gerçekten o kulelerce kitapları okumak bizim, onların üzerinde uyumak da kedilerin ihtiyacıdır.

Kedi, her koşulda anarşist ve yalnızdır. Aynı evde 20 yıl da geçirseniz, kedinin müstakilliği ve yalnızlığı görmezden gelinemez. Onun herkesle işi olmaz, suç işler ve çoğu zaman arkasına bile bakmaz. Tabii bir de o sevmezse sevmez, hiç kimse ve hiçbir şey bunu değiştiremez. İlk bakışta olumsuz bir tablo gibi görünebilir, ama hiç de öyle değil. İnsanın dışarıdan soyutlanamayan bulanık dünyası, dünyanın neresine giderse gitsin giderek melezleşen kalbi bunu anlamayabilir. Ama dünyanın en yalnız, dış dünyadan sıyrılmayı en fazla başarabilmiş insanı bile, kedinin farkındalığını, gerçek dünyayla olan duyarlığını kıskanmakta haklıdır.

Pencere önünde her gün gördüğü kuşu, sineği ya da uçan bir cismi sanki ilk defa görüyormuşçasına aynı heyecanla takip edebilir, aynı dikkatle ona odaklanabilir. İşine ya da tutkulu olduğu şeye odaklanmak, her şeyiyle bağlanmak onların işidir. Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi’nde fısıldadığı gibi, “Uykularının hangi katındalarsa, o katın uykusunu yaşarlar.” Karasu bu noktada insana döner ve nasıl bir eksiklik içinde yaşadığını anlatır:

Bir ereğe yönelerek, bir erkek düşüne kapılarak giderken, sonraları -biz göçtükten sonra- yaşamımız, daha da ileri vararak, “yazgımız” adı verilecek bir dizi anın her birinin biricikliğini, değiştirilemezliğini, yerine konmazlığını şuncacık olsun fark etmiyoruz. “Farketmiyoruz” dedim, meğer ki gerçekten sonumuza yaklaşmış olalım. Yanılmıyorsam, kimimiz (yolun oralarında) anlayıp öğreniyor kimi şeyi: Susup dinlemeyi örneğin… Yaptığı, gördüğü, işittiği her şeyin ağırlığını bir yerlerinde duymağı; bir çocuk gülüşünün, bir güneş sızıntısının, bir gözyaşının avuçtaki yuvarlıklığını, ferahlatıcı serinliğini, sayısızlığını ya da sayıya gelmezliğini; mutluluğun, acıyı, sevinci art arda ayırım yapmaksızın yaşamak olabileceğini…

Kedilerle doğru frekansı bulamayanların ilk sorunu, onlarla kurulacak ilişkinin insanın kodlarıyla olmasını beklemektir. İçimizdeki iktidarın bitmez tükenmez kudret-i belası, kedilerle ilişkimizde de kendini gösterir. Kendi düşünme ve ilişkiye girme dilini karşısındakine her daim kabullendirme merakındaki insan yine “iktidar” belasından yaklaşamaz kediye.

Kedi sevmek, ilk insandan bugüne kadarki en büyük problem olan iktidardan vazgeçebilmekle başlayacaktır. İnsan kediyi “nankör” olarak adlandıradursun; kedi hiçbir zaman karşısındakine sahip olmamayı göze alarak, bağımlı olmadan ve çoğu zaman da tek yanlı sevebilmeyi başarabilmiştir. İstediği zaman gelip kendini sevdirir, oyununu oynar; ihtiyacı olan ilgiyi göremediği zaman da küsmeden uzaklaşmasını ve başka bir zaman yine aynı heyecanla geri gelmesini iyi bilir. Belki de kedi sevmek ve kediyle bir ilişki kurmak adına düşünülecek ilk adım budur. Bunu görebilmek, kedileri hiç sevmeyecek bir insanın başka bir insanla kurduğu ilişki için de mutlaka düşündürücü olacaktır. Öyle ya, kedi düşlerinin ressamı Karasu tam da böyle seslenir insana: “… kedi sever gibi sevmemeliyiz sevdiklerimizi.”

Kedi sever gibi sevmemeli… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

17 Şubat 2016 Çarşamba

Dijital Dönüşüm’ü Yeniden Düşünmek

Son dönemde iş dünyasının sürekli konuştuğu Nesnelerin İnterneti, Endüstri4.0, Büyük Veri, 4. Endüstri Devrimi gibi Dijital Dönüşüm kavramlarının sosyal bileşenlerini de tartışmaya dahil etmeden yenilikçi bir dönüşümü gerçekleştirmek mümkün görünmüyor.  

Şu sıralar Dünya Ekonomik Forumu kurucusu Prof. Klaus Schwab’ın yazdığı “4. Endüstri Devrimi” kitabını okuyorum. Ocak ayındaki 2016 Davos Zirvesi öncesi piyasaya çıkan kitap, bu köşede de daha önce çeşitli yazılarım vesilesiyle okuduğunuz ve 18. yüzyılda Sanayii Devrimi’yle başlayan, 19. yüzyılda Fordist seri üretimle devam eden, 20. yüzyılın sonlarında üretimde otomasyonla birlikte 3. aşamasına geçildikten sonra nihayet 21. yüzyılda üretim sistemlerinin siber ağlara bağlanmasıyla bambaşka bir boyuta geçmeye hazırlanan 4 aşamalı bu endüstriyel sıçramayı, tarihsel ve dönüşümsel yönleriyle ele alıyor.  Prof. Schwab, kitabın önemli bir bölümünü dönüşüm sürecine ayırarak bunun ekonomik, ticari, yerel-küresel ama özellikle bireysel ve toplumsal etkilerine (bence beklenenden de fazla) odaklanmış. Bireysel etkiler kısmında dönüşümün kimliksel, moral ve etik, toplumsal etkler kısmında da gelir dağılımdaki eşitlsizlik ve orta sınıfın buna tepkisi ile dönüşümle birlikte hayatımıza girmekte olan siber cemaat olgularına dikkati çekerek önümüzdeki dönemde bizi ne tür bir geleceğin beklemekte olduğunu değerlendirmiş.

Kuşkusuz Prof. Schwab’ın kitapta dijitalleşme ile hayatımıza giren dönüşüm olgularına sadece ticari değil sosyal boyutlarıyla da yer vermesi altı çizilmesi gerekecek kadar önemli. 45 yıldan beri her yıl ocak ayında dünya ekonomisinin en etkili oyuncularını bir araya getirerek küresel ekonominin yönünü şekillendiren bu önemli etkinliğin kurucusunun dikkati çekmeye çalıştığı hususlara bakarsak, dünyanın gidişatının bunun zorunlu kıldığını görebiliriz. Aslında bu gidişatın bir önceki çağ değişiminin ana odağı Sanayii tarafından değil aksine bilgi-iletişim, telekomünikasyon ve medya gibi teknolojik ama Sanayii dışı araçlar ve bu sayede oluşan İnternet ortamında geliştirilen inovasyonlar sayesinde güçlenen Sanayii dışı sektörler tarafından vücuda getirildiğini  yazılarımı takip edenler bilir. Bu dönüşümü geç farkeden Sanayii sektörünün de (her ne kadar numaralı devrim olmayacağı kanaatimi korusam da)  “Endüstri4.0”, “4. Endüstri Devrimi” kavramları altında bu dönüşüm sürecine katılması, gerek tüm dünyada üretimin daha verimli ve rekabetçi  hale gelmesi, gerekse artacak küresel ekonomik hasıla açısından sevindirici.

Ancak Prof. Schwab’ın da dikkati çektiği husus, bu dönüşümün bir önceki Endüstri Devrimi’ne benzer biçimde sadece üretim araçları ve teknolojiyle yakalanması mümkün değil. Bu açıdan olayı sadece “insansız ve İnternet’e bağlı robotlu üretim” boyutuna indirgeyen bir anlayışla sorunlar çözülemez, aksine artar. Kendi sınırları içinde mutlu hayat süren Batı Dünyası’nın Orta Doğu’daki insanlık dramlarına kayıtsız kalamayacağı bir dünyada yaşıyoruz artık.

Robotların işsiz bırakacağı mavi yakalaların sorunlarıyla ilgilenmeyen, akıllanan makine ve nesneler üzerinden ticari rekabet gücü kazanırken bunun yaratacağı bireysel, kamusal alandaki kimliksel, ahlaki ve etik sorunlara kulak tıkayan bir 4. Endüstri Devrimi ne ilerleyebilir, ne de yaşayabilir.

Neden mi?

Çünkü bu geleneksel iş yapma anlayışının dışında gelişen dünya yeterince büyüdü de ondan. Sadece birkaç yıldır gündemimize giren ve daha henüz emekleme döneminde olan 4. Endüstri Devrimi, Nesnelerin İnterneti gibi olguların, 1990lı yıllardan bu yana bireyleri, toplumları radikal bir sosyallikte dönüştüren bu siber kültür ile bütünleşmeden salt ekonomik ve ticari güce dayanarak bir devrim gerçekleştirmesi zor hatta imkansız.

Hali hazırda çoğunluğu bu yeni kültürün içine doğmuş 25 yaş altı 3 milyar insan var 7,3 milyarlık dünyamızda. (Bu rakam 325 milyonluk ABD’de 130 milyon, 82 milyonluk ülkemizde ise 35 milyon!)

Dünyanın yaklaşık %40’ını oluşturan bu genç kuşağı, onların yetişme biçimlerini, alışkanlıklarını ve dünyaya bakışlarını kısacası bu yepyeni sosyal dokuyu hiçe sayarak geleneksel iş yapış biçimleri üzerinden ilerlemek mümkün olabilir mi?

Çok basit bir örnekle anlatmaya çalışalım; her nesnenin akıllanıp İnternet’e bağlanacağı  Endüstri4.0 ortamında mükemmel biçimde kurgulanan robotlu üretim sistemleri ile en ileri zekaya sahip pazarlama ve yönetim sistemleri, bu kurgunun dışında kalan ama siber kültüre çok daha hakim gençler tarafından hacklenirse ne olacak? (Patronlarına “Siber Güvenlik önlemlerimiz çok iyi. Önlemini alırız” falan diyen IT yöneticilerini şimdiden duyar gibiyim!)

İşte bu vb. örneklere Endüstri4.0 oyuncuları tarafından çok daha fazla kafa yorulması  ve Prof. Schwab’ın da işaret ettiği gibi, bu yeni kuşağı da sistemin içine hakkaniyetli bir iş ve gelir bölüşümüyle dahil edecek sosyallikte planlanması gereken bir dijital  dönüşüm döneminin eşiğindeyiz. Bunun devrim olup olmayacağı ise, ticari oyun planlarının sosyal dokularla ne kadar bütünleşeceğiyle orantılı. Geçtiğimiz günlerde Ali Koç’un yaptığı kapitalizm karşıtı ilginç çıkışları da, bu çerçevede değerlendirmekte fayda var.

Bitirirken, kişisel olarak her daim iyimser bir kişi olarak bu konuda umudumu biraz kıran bir gözlemimi de paylaşayım;  4. Endüstri Devrimi kitabını okuduğum Kindle PaperWhite cihazı üzerinden kitabı benim gibi online okuyan diğer okurların altını çizdiği ya da üzerine not yazdığı metinleri görme imkanım oluyor. Maalesef kitapta altı çizilen metinlerin çoğu ticari ve işle ilgili. Schwab’ın işaret ettiği olayın sosyal boyutuna değinen metinlerin ne altı çizili ne de üzerinde herhangi bir not var :/

14 Şubat 2016 Pazar

Aile mi dedin?

Aile nedir diye başlayalım. Sözlük anlamını sormuyorum, senin için örneğin, aile kim diyorum. Reklamlara göre, tatile çıkan (genellikle pek lüks şekilde), iftarda upuzun sofralara oturup oruç açan, yeni ve kıymetli arabalarını deneyen, diyelim ki ayranın en harika içecek olduğuna karar vermiş (bazen iftar reklamlarına da dahil olur bu), telefon tercihlerini ballandıra ballandıra anlatan ya da başı telefondan yana derde girmiş (Baba, ben ne yapacağım? Okulda bizden…) küçük bir insan topluluğu.

Gerçekte ise, genelde anne, baba ve iki-üç çocuktan oluşuyor. Eskiden aileler kalabalıktı, buna rağmen babanın maaşıyla geçinebilirlerdi. Şimdi anneler de çalışıyor, aileler de çekirdek. Yani, bizim neslin aile tanımı hayli sarsıldı. Bir evde oturursun. Anlaşırsın, anlaşmazsın, söylenir homurdanırsın, kavga edersin, gülersin, ağlarsın… Ama sonuçta sığınmak gerekince, gene ailenin kucağına koşarsın. Aslında bazen burada anlattığımızdan daha vurucu olabiliyor.

Bizim zamanımızda aile hep bir arada kalacağı düşünülen bir birimdi. Anneyle babanın boşanmasının şakası bile hoş değildi. Çok ayıptı. Ben ilkokuldan başlayarak liseyi bitirene kadar bunu saklamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sadece birkaç arkadaşım biliyordu. Sanki o boşanma beni de lekeliyor gibiydi, mahçuptum. Oysa evimizde hiç kavga dövüş görmemiş, kötü söz duymamıştık. Şimdi ise kimsenin boşanmaya aldırdığı yok. Belki de artık evliliğin doğal sonucu olarak görülüyordur.

Annemle babam ayrılınca, biz iki kardeş, Beşiktaş’taki evde annemle yaşadık. Arada babama giderdik. Babamı çok severdim, arkadaşımdı, nişanlımdı. Beni ona bırakmadı diye anneme düşman olmuştum. Sonradan, bize bakamaz diye bırakmadığı ve bunu düşünmekte çok da haklı olduğu anlaşıldı. Zaten sonradan benim nankör bir çocuk olduğum da ayan beyan ortaya çıkmıştır. Buna karşın, benim için aile, annem ve kardeşimle oluşturduğumuz üçlü gruptu. Babamın evine, arkadaş evine gider gibi giderdim, yasaklardan da uzakta kalırdım. Eh, çocuğu yılda üç kere yanına alırsan “sevilen kişi” olmak kolay tabii.

Öte yandan, iki ayrı ve küçük ailen de olabilir. Bazı arkadaşlarım işi böyle çözmüştü. Gerçi her seferinde başarılı olmuyor. Bazen yeni hanım, çocukla beraber babayı da evden atabiliyor. Ama pek önemi yok, çünkü bu durumda aile baba, o değil. Bizim babamız da iki kere evlenmişti. İkinciyle hiç anlaşamadım ama birinciyi, yani babamın ikinci eşini severdim. Hiçbir evden atılmadık, zaten o ev, babamın eviydi. Mesele şu ki, iki ayrı aileye alışmak zordur, hele yağcılık ve yalancılık etmezsen. ON8 Kitap’ın en parlak yazarlarından Zoran Drvenkar’ın Aleve Dokunmak’daki Lukas’ı gibi, hele kendine karşı dürüst davranırsan, çok kızdığın babayla ne kadar iyi anlaşacağını anlayabilirsin.

Bir de anneyle babanın aynı evde, birlikte yaşadığı aile var ki, ben onu on yıl kadar gördüm. Küçüktüm, pek bir şey anlamadım. Normal bir şeye benziyordu. Bu on yılın bir kısmında anneannem, bir kısmında babaannem bizimle oturdu. Aslında, anneannemin kendi eviydi. Ondan biraz korkardım. Küçüktüm, minderlerle pekiştirilmiş sedirine oturunca dev anası gibi görünürdü. (Oysa çok güzeldi) Bir de, saraylı hanımdı, artık ne demekse. Evde kimse kimseye bağırmazdı, bir tek ben azar işitirdim. Babam evdeyse eğer (Anadolu’da işleri vardı), pazarları bizi gezdirirdi. Arabası da o günlerde bizim araba olurdu. Babamla oyun oynardık, bezik falan. Bana satranç da öğretmişti.

Öte yandan, ilkokula gidene kadar çok hastalıklı bir çocuktum ve annem, başımdan hiç ayrılmazdı. Kadir kıymet bilir miydim? Yooo. Buna karşılık, o belalı ergenlik dönemini hayli vukuatsız geçirmiştim. Sonra babam Ankara’ya yerleşti ve hayatımıza ikinci bir şehir ile çok farklı bir yaşam girdi. Paraya para dememek, eş dost toplayıp gezmek, yemeklere gitmek… Kitaplar ile plaklar bu evde de vardı. Annem ise, şimdi neyin “bilen kişi”si oldumsa onların hepsini küçük yaştan beri bana öğreten, kitaplar okuyan, konserlere, tiyatroya, sinemaya ve hatta maçlara götüren kişidir. Herkes böyle dolaşır sanırdım, dolaşmıyorlarmış.

Hiç anlaşamadığımı sandığım annem aslında zevklerimizin en uyuştuğu kişiydi. Şimdi bakıyorum da, belki de en doğrusu aileyi bir kişiye, tek bir limana indirgemek, ona güvenmek. Benim limanım annemdi. Şimdi, yıllar sonra, hep onunla konuşuyorum, onu hatırlıyorum. Söyleyemediğim bazı şeylere yanıyorum. Çok sevdiğim babam (hâlâ çok severim) için bir şey yazmaya bile kalksam, bir bakıyorum, sonunda yollar anneme varmış.

Aile durumundan hoşnut değilseniz, aldatıldığınızı düşünüyorsanız, hedef küçültün. Sizin için aileyi temsil eden ve pek hayalkırıklığına uğratmayan bir kişi vardır mutlaka. Siz o sıralar farkına varmasanız bile bu da genelde anneniz oluyor. Babanızı çok mu seviyorsunuz? Sevin canım, daha zengin bir aile olur.

Aile mi dedin? yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

13 Şubat 2016 Cumartesi

Aman Bre Deryalar…

Birkaç gün, birkaç saat sonra gideceğimi,eninde sonunda gideceğimi bile bile,bir direniş anlatmaya sığındım…Adalet Ağaoğlu

“Ey kara geçmiş” diye usulca mırıldanıyor yattığı yerde. “Ne olur, beni terk etme. Yanı başımda böylece kal ki, ihtiyarlığım bayatlamaya dönmesin. Benimle kal ki, uzun uzun yürüyüp geldiğim bütün o yolları ve benden çok önce geçip gitmiş insanları unutmayayım.”

86 yaşında, bir Deliormanlı benim ninem. Uzun, çok uzun yollardan yürüyüp gelmiş bir göçmen kadını o. Nice zamandır kanserle olan savaşından habersiz, kemoterapi sonrası mide bulantılarını, “Midemde horozlar çövdürüyor, niye bilmem,” diye tanımlayacak kadar da naif, kendine has bir Bulgar köylüsü. Anlattığı hikâyeleri besleyen ve içinde sadece anılar tüten siyah, simsiyah gözleri var. Türkiye’ye ne vakit geldiğini soracak olursanız, “Tuna’nın donduğu sene,” der. “Tuna’nın insanlardan öç aldığı sene…” Rakamlarla arası pek de iyi sayılmaz. Onun için seneler, gözbebeklerine kondurduğu ölülerinin adıyla eşdeğer. “Sen ilk doğumunu ne zaman yapmıştın?” diye sorarsınız. O size, “Rukiye’nin öldüğü sene” der. “Yazık, pek hastalanmıştı garip.”

“Mümkün olsaydı eğer, hayatına nereden ve nasıl başlamayı isterdin,” diye soruyorum nineme. “Tümüyle baştan…” diye yanıt veriyor ve ekliyor: Ama başı, neresi? Yeryüzü çevresinde binlerce yıldan bu yana değişmeyen bir son istek bu.  Biraz sonra bana bir öykü anlatacağını söyleyerek hafifçe doğruluyor yatağından. “Yeni bir öykü mü?” diye soruyorum gülümseyerek. “Yeni öyküler yoktur,” diyor, “Sadece öyküler vardır.” Ve az sonra Yusuf ile Feride’nin öyküsünü anlatıveriyor bir çırpıda. Ağzından çıkan her kelime binlerce küçük şimşek olup gözlerinde ışıyor, peşi sıra damla damla dudaklarına düşüyor. Bir türkü mırıldanıyor evvela. “Aman bre deryalar, kanlıca deryalar…”

Ninemin kınası bu türkü ile yakılmış. Sevdiği adama değil de bir başkasına vermiş babası. “Terzi Osman’a gitmek isterken, Bölükbaşı Osman’a yâr ettiler beni,” diye anlatır hep. Romanya göçmeni olan dedemi, ölümüne dek böyle çağırdılar. “Bölükbaşı.” Hayatım boyunca hepi topu yedi, sekiz kez gördüğüm dedemin neden böyle bir lakapla çağırıldığını bugün bile bilmem. Ninem çok ağlamış evlenirken. “En çok da o türkü yüzünden,” der.  “Aman bre deryalar…” Bugün dinlesin, gene oturup ağlar. Türkü, Rumeli halay havasıdır aslen, bizim düğünlerde bu türkü eşliğinde şıkır şıkır oynanır. Ne ki, ninemin söylediğine göre pek acıklıymış hikâyesi. Birbirini sevip de bir türlü evlenmelerine müsaade edilmeyen Yusuf ile Feride bir plan yaparlar. Arda Nehri’ni geçerek karşı kıyıdan kaçacak, izlerini kaybettirip yepyeni bir hayat kuracaklardır kendilerine. Her ne kadar Feride, “bizim kayıklar Arda’nın suyuna dayanmaz,” dediyse de gene de razı gelir plana. Sular yükselir, dalgalar boy verir, kayık devrilir. Yusuf ölür. Feride kurtulur. “Çıkar aba poturunu, dalgalar artacak demedim mi canların Yusuf’um, kayığımız batacak… Civanda Yusuf’umu Ardalar aldı ya, yoktur a çaresi…”

Bugün hâlâ pek çok Rumeli göçmeni ailenin düğünlerinde, Yusuf ile Feride’nin hüzünlü öyküsü eşliğinde şıkır şıkır göbek atılır. Özünde bir ağıt olmasına rağmen, “halay havası” diye geçer adı. “İnsanların yürürken arkalarında türküler bıraktığı yollardan geldik biz,” der ninem. “Ağlamakla gülmenin bir olduğu yollardı onlar. Ve şarkılar, gelip geçtiğin yollara benzerler.”

Öykü bittiğinde bir an durup gülümsüyor ninem. Gülümseyişinin içinde binlerce an gizli. “Tamam” diyor sonra. “Başı neresi hatırladım. Yani, eğer mümkün olsaydı, eğer baştan başlayacağım bir an olsaydı, Deliorman’da; hani küçük bir kızken koşup gölgesine saklandığım o erik ağacının altında açardım gözlerimi dünyaya. En son hatırladığım, o senenin ilkyaz eriklerini yiyemeden yola çıkışımızdı. Bilsen, yol boyunca canım ne çok Rumeli eriği çekmişti…”

Amin Maalouf’un dediği gibi;

Bir insanın hayatının doğumuyla başladığına emin misiniz?

Aman Bre Deryalar… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

12 Şubat 2016 Cuma

Sınıfsız, derssiz, ‘dertsiz’ bir eğitime hazır mıyız?

DCIM100GOPROGOPR6610.

“Bugün mevcut öğretim sisteminin dışında sıfırdan bir üniversite kurmanız istenseydi, günümüzün ihtiyaçları ile olanakları çerçevesinde nasıl bir eğitim modeli tasarladınız?”

Massachusetts Teknoloji Ensititüsü (MIT) Eğitim Fakültesi Dekanı Christine Ortiz, yukarıdaki sorunun yanıtını aramak amacıyla, 17 yıldır görev yaptığı dünyanın en gözde eğitim kurumundan ayrıldı geçen hafta. Ortiz, istifası sonrası Chronicle Dergisi ile yaptığı söyleşide, kâr amacı gütmeyecek bir girişim desteğiyle, Boston’da 10.000 öğrenci ve 1.000 akademisyen kapasitesine sahip bir kampüs kuracaklarını ve kampüste klasik sınıf ve ders kavramlarından farklı bir eğitim modeli üzerinden radikal bir dönüşüm arayışına başlayacaklarını ifade etmiş.

Derginin “Neden MIT gibi gözde bir kurum yerine kendi üniversitenizi kuruyorsunuz?” sorusuna Ortiz, “MIT aslında çok güzel bir kurum ve orada çok şey öğrendim, vs. vs.” şeklinde kaçamak bir yanıt verse de, devam eden sorulara verdiği yanıtlara bakarak aslında söylemek istediğinin “MIT gibi ileri bir kurum bile bu dönüşümü gerçekleştiremeyecek kadar kalıplaşmış bir eğitim düzenine sahip” gibi bir şey olduğunu düşünüyorum.

Zaten tartışılması gereken asıl nokta da bu; mevcut eğitim düzeninin dışında bir eğitim modelinin arayışına girme cesaretini gösterebilmek.

Neden mi?

Çünkü mevcut düzen içinde böyle bir işe soyunduğunuz zaman sizi, bu kalıpları kırmanıza asla izin vermeyecek bir eğitim ve öğretim kurumları silsilesi bekliyor; Eğitimin amaçlarından yola çıkarak bunu yöntemleştirmenizi ve sonrasında saptadığınız bu yöntemlerin teknolojik araçlarını seçmenizi teşvik eden bir sorgulama ve arama süreci, ne yazık ki ‘kapının dışında’!

Oysa “Bu çağda eğitimin amacı nedir? Öğrenci kimdir? Neyi, nasıl öğretmek gerekli?” gibi sorulardan başlamayan ‘dönüşüm’ çabaları da ya Sınıf-Ders ve Öğrenci-Öğretmen kalıplarının ya da ‘akıllı tahta’, ‘tabletli eğitim’ gibi hedefi belli olmayan teknolojiye odaklı araçların içinde hapsolup gidiyor.

ABD’de çok uzun süreden beri denenen MOOC ve benzeri online eğitimler bile işe bu perspektiften bakmadığı için amaç ve hedefi belirsiz, yöntemselliği tartışmalı birer eğitim aracı olarak üniversitelerin yörüngesinde dönüp duruyorlar.

İşte bu yüzden 21. yüzyılın eğitim sürecini amaç-yöntem-araç sırasıyla ele alabilecek, genç kuşaklar için ilham verici ve interdisipliner bir eğitim modelini hayata geçirebilmek ancak ve ancak mevcut eğitim sisteminin dışına çıkmakla mümkün.

Kuşkusuz Ortiz’inki oldukça radikal ve hacimli bir girişim ve ipuçlarını verdiği gibi arkasında da epey destekçisi var. Öte yandan, bu büyüklükte olmasa da, üniversiteye türlü nedenlerle giremeyen potansiyelli gençler için UnCollege gibi gelişim geleneksel eğitim camiası tarafından dikkatle izlenen ‘sistem dışı’ deneysel çalışmalar da devam ediyor ABD’de. Ve bunların çoğu da artık eğitim sisteminden talep ettiği nitelikte insan kaynağını alamayan iş dünyası tarafından desteklenmekte. Örneğin; UnCollege oluşumu Pay Pal’ın kurucusu Peter Thiel tarafından desteklenmekte.

Tüm bu gelişmeleri takip edip parçaları toparladığınızda aklınıza ister istemez “Bizim ülkemizde de sistemin dışına çıkıp bu tür deneysel bir arama girişimi yapacaklara önayak ya da destek olacak bir kurum, kuruluş ya da eğitim sevdalısı çıkar mı?” sorusu geliyor. Mustafa Koç ve İbrahim Arıkan gibi eğitime kafa yoran ve projeler üreten az sayıda nadide değerimizi de yitirdiğimiz ve eğitime ilişkin mevcut kazanımları bile korumakta zorlandığımız bugünlerde bu soruya olumlu yanıt verebilmek bir hayli bir zor!

11 Şubat 2016 Perşembe

SAA-2 / 013 Bir Rus Fantezisi

Kahveden boş çıkmadım lakin. Çay ocağının yanındaki duvarda futbol takımı afişinin hemen altında çiviye asılmış anahtarlık topunu kaşla göz arasında cebime indirdim.

Şimdi burada iki kritik nesne var. Birincisi futbol takımı afişi, ikincisi anahtarlar.

Afişle başlayayım.

“Fantastik Ayılar, 2027 Şampiyonu” yazıyordu iri harflerle. Altında da futbolcuların çimler üstünde gülümserken çekilmiş fotoğrafı vardı. Yıllar sonra gelecek bir şampiyonluğun fotoğrafını neden çektirmişlerdi acaba? Peki, neden hepsi çıplaktı?

İyice yaklaşıp baktım. Bazı oyuncuların hemen altına, iyice silikleşmiş kurşunkalem iziyle isimler vardı: Aleksandr Prokhorov (kaleci), Vladimir Levçenko, Viktor Matvienko, Oleg Blokhin, Vladimir Onişçenko, Anatoliy Puzaç, Aleksandr Sevidov (teknik d.)

Beni ilgili görünce, kahveci yanıma yaklaştı.

“Sever misin futbolu?”

“Hiç anlamam.”

“O zaman neden bakıyorsun öyle dikkatlice.”

“Tuhaf geldi. 2027’e daha çok var da.”

“Olabilir. Buna öngörü diyoruz.”

“Bir de bu oyuncuların isimleri…”

“Slav isimleri.”

“Evet, neden?”

“Çünkü Dinamo Kiev’in 1970 yılı takımı onlar.”

Demek ki, Fantastik Ayılar votka şişelerini devirip çimlere yayılmışlardı.

Hepsine gülüp geçebilirdim fakat posterin bir ucundaki yapıyı görünce irkildim: Saat Kulesi! O halde bu çimenlik yer de futbol sahası olmalıydı. Hatta, soldaki uzun bina da Büyük Kulüp Otel’di. Anlaşılan, bu deliler bizim buraya gelmişti.

Fotoğrafa iyice yaklaşıp baktım.

“Bu montaj mı?” dedim.

Kahveci bana bakıp güldü.

“Olur mu yahu! İnsan en sevdiği takımla oynar mı? Hepsi bodrumda duruyor. Her sene 1 Mayıs’ta sahaya götürüyorum onları.”

Aslında, hızla buradan çıkıp şehir merkezine doğru yollanmam gerekiyordu. Çok oyalanmıştım ve zaman geçtikçe başımın derde gireceğini düşünüyordum.

Kahveden çıktım ama gitmek için değil. Cebimde kahvecinin anahtarlığı şıngırdıyordu. Kaşla göz arasında iç etmiştim ve ben bile şaşmıştım buna.

Kahveden biraz uzaklaşıp karşı kaldırıma geçtim. Sağa sola baktım. Kimse yoktu. Kahvenin camlarından içerisini de görebiliyordum. Kahveci kaybolmuştu.

Sessizce geri geldiğim kaldırımda yürüdüm. Bodrum girişi neredeydi acaba? Kahvenin etrafında yürürken, arkada bir kapı fark ettim.

Kedi kadar sessizdim şimdi.

Kapıya vardım. İttim, açıldı. Küçük bir koridor vardı. Yolun sonunda, demirden sağlam bir kapı duruyordu.

Kapının iki kilidini de anahtarları deneyerek açtım.

Aşağıya doğru inen karanlıklar içinde bir merdiven vardı. Arkamdan kapıyı kapattım. El yordamıyla aradığım elektrik anahtarını buldum. Tavandan gelen ölü sarı ışığın altında, gıcırdayan basamakları indim. Tabana geldiğimde bozulmuş peynir ve eski çorap karışımı koku beni içine alıverdi. Artık ışık faydasızdı. Karanlık içinde bir düzlükteydim. Elimi sağa sola uzattım. Geniş bir oda gibiydi ama koku çok rahatsız ediciydi.

Kalbim deli gibi çarpıyordu ve kusmak üzereydim.

Karanlığın içinden bir ses duyuldu birden.

“Kokuyu merak mı ettin?”

Kahvecinin sesiydi.

“Formaldehit diyoruz buna. Çürümeyi ve bozulmayı önlemek için kadavraların damarlarına enjekte ederler.”

O sırada bir şalter sesi duydum ve bütün ışıklar yandı.

Oradaydılar.

Fantastik Ayılar!

Yataklarda çıplak halde yatan Dinamo Kiev’in efsane 1970 yılı takımı, beyaz tavan lambalarının aydınlığında karşımda duruyordu.

“Gerçi takım oyuncularım ve teknik direktörüm için kadavra kelimesi yanlış. Fakat bu kötü koku onları çürümekten koruyor işte.”

Bu dünyanın normal ve sıradan insanlara ait olduğunu ve çizgi dışı olanların silinmesi gerektiğini hiç düşünmedim. Sadece onlara ilişmeden yaşama şansımızın verilmesini savunurum. Manyaklar tehlikeli değildir aslında ama lakin bazı duygularını açık yaşadıkları mekânlarda onlarla baş başa kalmak kesinlikle ölümcüldür.

Bu nedenle derhal geldiğim merdivenlere dönüp koşmaya başladım.

O ise arkamdan sakince sesleniyordu.

“Nikolay Batyuta. Benim en güzel orta saha oyuncum. Geleceğini biliyordum. Arkadaşlarını yalnız bırakmazdın sen.”

Kapıyı var gücümle zorluyordum ama bir türlü açılmıyordu.

Kahveci de merdivenlerdeydi şimdi.

“Tatlı oyuncum benim. Şimdi seni soyacağım ve yatağına yatıracağım.”

Kapının kolu elimde kaldı. Sırtımı demire verdim. Kahveci yaklaşıyordu. Elinde ince şiş gibi parlayan bir bıçak vardı.

“Kasların çok kıymetli benim için. Onları incitmem söz konusu olamaz. Gelen 1 Mayıs bizi bekliyor.”

Şak diye bütün elektrikler gitti bir anda.

Zifiri karanlıktaydık ve aşağıdaki koku şimdi buradaydı.

SAA-2 / 013 Bir Rus Fantezisi yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

8 Şubat 2016 Pazartesi

Hayattaki kırılmalar

İyi hikâyeciyi nereden tanırsınız? Hadi, öykücüyü diyelim. Ben çocukluğumdan beri, onlarca yıl boyunca, şimdi öykü denen şeye hikâye dendiği, hikâye ödülleri verildiği ve bu türün eski ustaları da kendilerini hikâyeci saydığı için hep orada kaldım. Hatta “hikâye”yi daha doğru ve zengin buldum ama, önemi yok. Varsın, bazı bazı da öykü olsun.

Neslihan Önderoğlu’nun önce hikâyelerini okudum, sonra kendisini tanıdım. Yazdıklarına yakışan biriydi. Güven veren biri. Sonra ilk romanı Bana Sesini Bırak elime ulaştı. Bu arada, insanı sahiden yere çarpan Filler ve Balıklar’ı (Notos Kitap) okumuştum. Son okuduğum hikâyeleri, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan Mutsuz Palyaçolar Örgütü’ndendir. Bu kitaptaki hikâyelerin bazıları da bir okudunuz mu bir daha unutmayacağınız cinsten.

Belki de iyi hikâyecinin tarifi budur. “Büyük” şeyler anlatmaya kalkışmasa da, insan hayatına dair, hem acıklı hem ironik, küçük ama unutulmaz olayları anlatmak. Neslihan Önderoğlu örneğinde, sonu açık hikâyeler anlatmayı da buna dahil edebiliriz. Sadece bunlar da değil ama: Güzel Türkçe, anlatışta doğru bir form, iç burkan hayat parçalarını aşırı duygulandırmaya kaçmaksızın nakletmek de onun özellikleri arasında. Mutsuz Palyaçolar Örgütü’nde “Zagor Kime Küstü” okuduğum en hüzünlü ama aynı zamanda neşeli finale sahip. “Bizim Gibi”, gereksiz vurgulardan uzak dursa da insanı mahçup ve pişman ediyor; “Mimoza Mevsimi”nin ise hem çok çarpıcı bir finali var; hem de “Zagor Kime Küstü” gibi okurunu fevkalade etkileyen bir arkadaşlık hikâyesi.

Neslihan Önderoğlu, Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun. 2012’de yayımlanan ilk kitabı İçeri Girmez miydiniz? ile 2013 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandı. Mevsim Normalleri (2013) ikinci kitabı. 2014’te ise, Karla Karışık Kış Öyküleri Seçkisi’nin editörlüğünü yaptı. Önderoğlu, Murathan Mungan’ın hazırladığı Merhaba Asker ve Kadınlar Arasında seçkilerinde ve çocuklar için derlenen Bir Masal Anlat’a katkıda bulundu. Çok sayıda dergi ve fanzine de. Sarnıç Dergisi’nin editörlüğünü sürdürüyor, bu işi çok sevdiği de belli. İlk romanı, Köprü Kitaplar dizisi için yazdığı Bana Sesini Bırak (2015). İstanbul’da doğdu, İstanbul’da yaşıyor.

Ödüllü bir yazar ama, ödül meselesine çok da önem verdiği söylenemez. Ödüllerin sadece yazarı ve kitabını görünür kıldığını düşünüyor. Bir yarışmaya katılan yazarın ciddi bir sınavdan geçtiğini de… Çünkü saygın isimlerin yer aldığı seçici bir kurula eserini sunmuş oluyor. O kuruldakiler de yazdıklarını okuyor. Daha da hoşu, kısa hikâye / öykü yazan bir kişinin ille de romancılığa hazırlık yaptığını düşünmüyor. Efe Tancı ile yaptığı söyleşide şöyle demiş:

“….sadece ülkemizde değil dünyada böyle bir algı var ve ben bunun tamamen ticari bir dayatmadan kaynaklandığını düşünüyorum. Ne de olsa roman, öykü ve şiirden daha çok satıyor. Pek çok iyi öykücü de bu baskıya boyun eğip kötü romancılar olabiliyorlar sonunda. Yine de bütün bu tartışmalar öykünün değerini düşürmez. Örneğin, Marquez “Çullukların Gecesi” isimli bir öyküsünü meşhur romanı Yüzyıllık Yalnızlık’a değişmeyeceğini söylemiştir.”

Buradan da ister istemez (aslında çok isteyerek) Alice Munro’ya geliyoruz. Bizim varlığına “dostlar arasında bir sır gözüyle baktığımız” bu harikulade yazarın, yazdığı türe âşık hikâyecinin Nobel aldığı yılda, Neslihan Önderoğlu da ilk kitabı İçeri Girmez miydiniz? ile saygın Haldun Taner Öykü Ödülü’nü almıştı. Bunun, hayatında hoş bir tesadüf olduğunu söylüyor. Munro’nun “kendine özgü o muhteşem öykü evreni”ne hayran.

Kitapları adlarını, genelde o kitaptaki bir hikâyenin adından alıyor ama ikinci kitabı Mevsim Normalleri’nin adını, kitabın ruhunu çok iyi yansıttığını düşünerek seçmiş. Bu iki kelime aynı zamanda, kitaptaki bir hikâyede, “Olivetti”de açık olan radyodan da duyuluyor. İçeri Girmez miydiniz?’e gelince, “….benim Tarık Dursun K. Öykü Yarışması’nda ödül almış bir öykümdü. Hem sevdiğim bir öykü olduğu için hem de ilk kitaba ve öykü evrenime okuru davet eden bir cümle olduğu için bu ismi seçtim” (aynı söyleşiden).

Ama belki de onun hikâyelerini / öykülerini gene en iyi Neslihan Önderoğlu tanımlıyordur: “Hayatımızdaki kırılmaları anlatan öyküler.” Nasıl her kısa film yönetmeninin ille de uzun metraj çekmesi gerektiğini düşünmüyor ve kısa filmi çok seviyorsak, her hikâye yazarının da “büyüyüp” ilk fırsatta roman yazmasını beklemiyoruz. Hatta keşke hep hikâye yazsalar. (Bana Sesini Bırak’ı seveceksiniz ama). Hepsi roman yazarsa, biz Neslihan Önderoğlu, Ahmet Büke gibi hikâye yazarlarını nereden buluruz?

Hayattaki kırılmalar yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.