29 Ocak 2016 Cuma

Ben, O’yum…

Denizcilikte âdettir.Aynı flamayı taşıyan iki tekneÇok uzaktan geçerlerken bile selamlarlar birbirlerini.Ferit Edgü

 

Hakkari’nin Pirkanis köyünde geçen bir film, Hakkari’de Bir Mevsim. Başrolde Genco Erkal. Hayatının bir mevsimini burada yaşamak üzere yollara düşen genç bir öğretmen ile karların üzerinde yalınayak yürüyüp de ölmeyen, direnen bir avuç çocuk. Birbirlerinin dilini hiç bilmiyorlar, ama gene de birbirlerine çok şey öğretiyorlar. Ve Ferit Edgü’nün romanından sinemaya uyarlanmış filmin ardından aklımda kalan şu cümleler;

“Artık söyleyecek birkaç sözüm var tümünüze! Eğer bir tek mektupla sesleniyorsam, bağışlayın beni. Çünkü tümünüz birbirinize benziyorsunuz. Uçurumlar, uzaklıklar, denizler, akarsular ayırıyor bizi birbirimizden.”

Tektipliğin kopyalanmasından ziyade farklılığın bir araya gelmesi fikri seneler önce yine Ferit Edgü vasıtası ile başlamıştı bende. “Sen, benden ben, senden olduğum halde, garip! Yüzyıllar boyu hiç öğrenmemişiz birbirimizin dilini…” Nitekim, hayatımın seyri de bu cümleyle değişmiş oldu. O günden sonra dillere, kültürlere ve benden olmayan herkese müthiş bir merak duymaya başladım. Tek bir kentte yaşayamaz, hep aynı evlere sığamaz oldum. İnsanın yüzsüzlüğüydü zira, sanki tek başınaymış gibi davranmak ve herkesin kendisine benzemesini ummak. Bir ülkenin yıllarına yayılmış olan bambaşka hayatlar ve kültürler vardı oysa. Anadolu’daki kentlerin haritasız olduklarını da ancak o günlerde öğrenmiştim. Sınır demek, bir şeyin bittiği yer demek değildi çünkü. Sınır, bir şeyin asıl açılımına başladığı yerdi ve şu hayatta düşünülebilecek en korkunç kitle, bir sürü tanıdıktan oluşanlardı. İçinde tek bir gözün bulunduğu ve sürekli tur attığı bir ülkeydi bizimki… Değil mi ki herkes hep aynı şeyi görmek, hep aynı tanıdık sesleri işitmek istiyor. Adı farklı olan bir türlü kabul görmüyor. Kaderin yırtıcı hayvanı da insanoğlunun birbirine ettiğidir… Eski bir söz var; “ne kadar çok insan var,” dermiş, kendinden başka kimseyi tanımayan ve “insanlar ne kadar az,” dermiş, kendinden başkasını tanımaya başlayan. Ve o filmdeki genç öğretmenin dediği gibi; buralarda başka başka hayatlar da olmalı muhakkak. Hadi, kalk! Onları bulalım.

Ne şanslıyız ki, bizim topraklarımızda her sözcüğün sayısız omuzdaşı ve sayısız kaderdaşı var. Dillerimizdeki farklılık, bizim en güzel benzerliğimiz aslında. Çünkü bu farklılığın içinde ortak bir kurtuluş ümidi var. Edgü’nün deyişiyle, gemi su almaya başlasa bile, var. Kayalara çarpsak bile var. Batarken bile var. Suyun dibini boylasak bile var. Var oğlu var… Sözcükler gezgin, sözcükler ezelden tanış. Ve yabancı sandığın her sözcük aslında sana sen olma fırsatı veriyor, dinle bak! Biz ki Süryanisi, Ermenisi, Rumu, Lazı, Kürdü, Boşnağı, Çiganı, Gürcüsü, Hemşinlisi, Avarı, Arabı, Sefaradı, Türkmeni, Zazası, Ladinosu ve daha nicesi, topyekûn, beraberce insanların akşam yemeği sırasında ağladıkları bir ülkede yaşıyoruz, o halde bizi birbirimizden ayrı kılacak bir din, dil ya da renk düşünülebilir mi?

Öyleyse durma hiç! Ara, bul, tanı, sev… Komşundan öğrendiğin tek bir sözcük bile sendeki seni yenilemeye yeter. O vakit Sina çölünden bir avuç kum alıp da çöle bırakan Borges gibi, kendi kendine şunu söyle: “Çölü değiştirdim…”

Su yüzünde giderek yayılan halkacıklar oluşturan bir dalga gibi, sen kendini değiştirdiğinde başka her şey değişir.

Hatırla!

Ben, O’yum… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

27 Ocak 2016 Çarşamba

SAA-2 / 011 Ayva Soyma İlmi

Bisikleti, ormanın bittiği kenar mahallelerin başladığı çizgide büyük bir çalının içine sakladım.

Cebimdeki dolu tabanca apışarama doğru kaymıştı. Düzelteyim derken elim değdi, tetik düştü. Patlamadı ama harekete geçen horoz acayip bir yerimi sıkıştırdı. Ateş almamasına sevinmekle acıdan kıvranmak arasında gittim geldim. Gözlerimden yaşlar süzüldü. Etim koptu sanki.

Silahı çıkardım. Şarjör düşüverdi yere. Boştu.

Yine de belime koydum.

Siz hiç tabancalı birinin yürüyüşünü gördünüz mü?

Ateş almayacak bile olsa, o soğuk demir insana tuhaf bir güven verir. Adımlarınızı dışa doğru atmaya başlarsınız. Baş dikleşir. Göğüs kalkar. Sırtınız duvardadır. Kanınız ılır.

Neden?

Çünkü yalnız değilsinizdir.

Şu dünyada en fena şey, kimsesizliktir.

Arkadaşım, sevenim yok, arkam yok, yine de bir ihtimalim var, dersiniz.

Ve genelde son seçenekler, zayıf ihtimaller sonunuz olur.

Bunları biliyordum ya da bilmiyordum. O an umurumda olan tek şey, tutunacak dal bulmaktı.

Soğuk demiri belime yerleştirdim.

İki adım attım atmadım, bu defa tabanca donumun içine düşüverdi. Bu defa etime de battı.

“Bu iş böyle olmayacak,” dedim.

Bu bünyede silah durmayacaktı.

Yeniden çalının içine döndüm. Çukur kazdım, silahı yerleştirip gömdüm.

Şimdi daha iyi hissediyordum kendimi.

Şehre doğru yürümeye başladım. Burnum hafiften yanmaya başladı. Tıksırdım. Tükürdüm. Sanki salyam kabarıyordu yerde.

Uğultular geliyordu uzaktan.

Bisikletli iki çocuk belirdi karşıdan. Nefes nefese pedala asılıyorlardı.

Yanımda frene basıp durdular.

“Abi nereye gidiyorsun?”

“Şehre.”

“Gitme.”

“Neden?”

Arkalarına bile bakmadan yola devam ettiler.

Genzim yine yanmaya başladı.

Hava giderek kararıyordu.

Yolun üstündeki evlerin birinin altında kahvehane vardı.

İçeriye girdim.

Kahvede pek kimse yoktu. Boruları toplanmış sobanın başında iki yaşlı adam oturmuş, karşılıklı gülüyorlardı.

Yakındaki masaya oturdum.

“Ben sağırım üstadım, biliyorsun.”

Karşısındaki adam gülmeye devam etti.

“Ben sağırım ama sen hem sağır hem dilsizsin. Aslında, benim de dilsiz olmam lazım ama sağırlık yeni başladı. Daha konuşmayı unutmadım. Doktorun dediğine göre, yavaş yavaş unutacakmışım kelimeleri.”

Durdu. Kelimelerin üstüne basarak, ağır ağır konuştu bu defa.

“Sen dudaklarımı okuyabiliyorsun, değil mi?”

Karşısındaki adam gülümseyerek başını salladı.

O zaman, rahatlamış gibi konuşmasına devam etti.

“İşte aman neyse! Bunları sana anlatmak için son fırsatım. İşaret dilini bu saatten sonra öğrenemem, insanların dudaklarına bakmaktan nefret ederim. Seneye bu vakitler duvar gibi olacağım. Bildiğin sıvasız duvar!”

Öteki adam bu defa uzun bir kahkaha atıp elini dizine vurdu.

“Şimdi gevrek gevrek gülüyorsun ama inşallah bundan sonra da mutlu olursun. Bu seni karşıma alıp son konuşmam. Sonra çıkıp gideceğim. Uzaklara…  ve galiba koşarak uzaklaşacağım buradan.”

Durdu bir an. Artık gülümsemiyorlardı da.

“Hatırlıyor musun, yıllar önce belediyeden seni sürmüşlerdi. Aslında atacaklardı da, engelli kadrosunda olduğun için yapamadılar, ama inan ki denediler, çünkü hakkında çok inandırıcı bir ihbar mektubu gelmişti. Senin yeraltı örgütlerinden birinde çalıştığını yazıyordu. Birinin hakkında bu içerikte ve bu kadar detaylı yazılması yeterdi o zamanlar. Doğruca komşu şehre yolladılar seni. Sekiz ay sonra döndün ve biliyor musun, benim hayatımdaki en güzel sekiz aydı. Sen tahta bavulunla yola çıkar çıkmaz, evine yerleştim. Pijamalarını çektim üstüme, terliğini giydim. Koltuğuna oturdum. Suzan dizimin dibindeydi hep. Birlikte televizyon izlerken ona meyve soyuyordum. Ayvayı çok seviyormuş fakat sen nefret edermişsin ayvadan. Biliyor musun, bahar gelene kadar her gece ayva dilimledim ona. Dönüşün mahkemeyle belli olunca, yani zamanımız az kalınca, ayvadan vazgeçtik. Ona zaman ayıramazdık artık.”

İki adam mermer kaideler gibi soğumuştu.

Ortalık da buz kesmişti sanki onlarla birlikte.

“Ona yıllarımızı böyle geçirebileceğimizi söyledim. Yani mevsimi olunca ayva soyardım ona. Bittiğinde yeniden havaların soğumasını beklerdik. Tek ihtiyacımız olan şey, seni ortadan kaldırmaktı ama Suzan istemedi. Sen geldikten sonra da yıllarca yalvardım. Dinletemedim. Şimdi sen karşımda kanlı canlı oturuyorsun. Suzan yok. Ayva soyuyorum evde bazen tek başıma. Yemeden çürüyüp kalıyor masamda günlerce…”

Suzan’ın kocası başını kaldırdı. Tavana baktı. Ulur gibi sesler çıkardı.

Yığıldı.

Çırpındı, biraz sonra hareketsiz kaldı.

Hikâyeyi anlatan adam kalktı. Üstünü başını düzeltti, yürüyüp gitti.

Kahveci geldi yanımıza.

“Bıktım bu adamlardan. Her gün sırayla birisi konuşuyor, öteki şak düşüp bayılıyor,” dedi.

“Bu yatan sağır dilsiz değil mi?” diye sordum.

“Yok yahu. Bunlar hikâyeci. Kitaplarını kimse okumaz. Böyle böyle delirdiler işte.”

İki masayı birleştirdik.

Baygın adamı yatırdık.

“Suzan Suzan,” diye inledi.

Kahveden çıktım.

Genzim yine yandı.

SAA-2 / 011 Ayva Soyma İlmi yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

The CEO

21. yüzyılda kurumların tepe yöneticileri arasındaki en ayrıştırıcı hususlar nelerdir? Bir CEO’nun yıllık iş performansı hangi kriterlere göre değerlendirilmeli?

Geçtiğimiz hafta Harvard Business Review (HBR) Türkiye dergisi tarafından gerçekleştirilen “En iyi performans gösteren CEO’lar” gecesinde Türkiye’nin 2015 yılında en iyi performansı gösteren ilk 3 CEO’su ile 9 ayrı sektörde faaliyet gösteren en başarılı 9 CEO’ya ödülleri törenle verildi.

Organizasyonu son derece özenli kurgulanmış etkinliğin CEO değerlendirme metodolojisi, dünyanın en iyi iş yönetim programlarından INSEAD (Avrupa İşletme Yönetimi Enstitüsü) tarafından hazırlanmış. Bu değerlendirmede hangi kriterlerin kullanıldığını HBR’nin Şubat sayısında okuyabileceğiz ancak bunu fırsat bilerek 21. yüzyılda bir işletmenin tepe yöneticisinin hangi kriterlere göre değerlendirilmesi hususunu da tartışmaya açmak isterim. Teoride her işletmenin bilimsel ve nesnel kriterlerle yapması gereken söz konusu değerlendirmelerin, (kurumsal hiyerarşinin feodal gücünden olsa gerek) tam tersine öznel ve keyfi biçimde yapılmakta olduğu herkes tarafından bilinen ancak sır gibi saklanan bir gerçek. Oysa bir işletmenin kısa vadede önünü görmesini sağlayacak ve uzun vadede de onu ayakta tutabilecek ipuçları bu değerlendirmelerin içindedir. Daha da önemlisi, CEO’nun Yönetim Kurulu’nun ya da işletme sahibinin önüne getirdiği fena halde öznel ve makyajı bol performans değerlendirmeleri için de bir sağlama olarak kullanılabilir.

Bu bağlamda, “İçinde bulunduğumuz çağda bir tepe yöneticisinin performansının nasıl değerlendirilmesi gerektiği” sorusuna kendi mesleki penceremden şu birkaç kriterle katkıda bulunmak isterim. Etkinliğin sponsoru Koç Sistem CEOsu Mehmet Nalbantoğlu’nun törende yaptığı konuşmada da belirttiği gibi; “Sürekli bir dönüşüm ve rekabet mücadelesiyle karşı karşıya kalan CEO’ların performansını etkileyen parametreler de çeşitlenmekte. CEO; oyun kurallarının sürekli değiştiği böyle bir ortamda performans göstermek zorunda” Peki bu dönemde oyunun kurallarını değiştiren ve CEO’ların performansını en radikal biçimde etkileyen parametre ne? Sorunun yanıtı ise tek kelime ile verilebilir; Oyunun sadece kurallarını değiştirmekle kalmayıp dayandığı temeli bile yerle bir edebilen ve bambaşka bir oyun haline getiren yıkıcılıkta bir yenilenme sürecinin anahtar kavramı olan dijitalleşme…   

Dolayısıyla; içinde bulunduğumuz dönemde işletmelerini sağlıklı biçimde büyüten ve yöneten CEO’larının performansları,

1) İş süreçlerini ne oranda dijitalleştirebildikleri,

2) Bunu iş sonuçlarına ne oranda yansıtabildikleri,

başlıklarıyla değerlendirilmeli ve kriterleri ise bu iki hususa göre belirlenmelidir. Kriterler içinde bol bol dijital, büyük veri, e-ticaret gibi moda sözcükler geçirilebilir ama bence bir tepe yöneticisinin etkin bir dijitalleşme performansı, dijital dönüşümün temellerini oluşturan içerik, veri ve ağ kavramları üzerinden oluşturulacak kriterlerle ölçülebilir. Bu nedenle değerli CEO’larımızın bu üçlüye ilişkin şimdiden kafa yormaya başlamaları, ödülden ziyade kendi mevcudiyetlerinin yegane temeli için elzemdir.

Rekabet ve verimliliğin belirleyici kriterleri olmaya başlayan söz konusu üçlü, CEO’ları da giderek dijitalleştirecek ve buna ayak uyduramayanların iş dünyasında ayakta kalamayacağını birlikte göreceğiz. İşte tam da bu yüzden, bu organizasyonu gerçekleştirenlere önümüzdeki sene için ayrı bir “Dijitalleşmede en iyi performans gösteren CEO” kategorisi açılmasını öneriyorum; Önümüzdeki yıllarda sosyal medya etiketiniz olan #TheCEO’nun yerini #DijitalCEO’ya bırakması ve dijitalleşmede radikal adımlar atan (ve umarım kadın) CEOların da ödül alması dileğiyle…

 

19 Ocak 2016 Salı

SAA-2 / 010 Yazlık Sinemaları Neden Öldürmeli?

“Ormandan Çıkış Yok” diye bir film biliyorum küçükken.

Yurdun hemen dışında, pazaryerini geçince, havuzlu Terziler Çarşısı’na sırtını dayamış büyük bir yazlık sinema vardı. Çoğunlukla taksiler park ederdi içine. Kalan boşluklar pazarcıların tablaları, üstünde kediler uyuyan, eksik tekerlekli arabaları ve boş ayva kasalarıyla dolu olurdu.

Bir seferinde Leyla elimden tutup oraya götürmüştü beni.

Leyla’nın annesi, babası vardı. O bizim gibi değildi. Babası havacıydı. Annesi sokak sokak gezip şarkı söylüyordu. Hayır, dilenmiyordu. Hep öyleymiş. Babası da ona, şarkısına eşlik ederken âşık olmuş zaten. Sabah evlerinin önünden öpüşerek ayrılıyorlardı. Birkaç defa yurdun pencerelerinden ben de görmüştüm. Kadın sıkı sıkı sarılıyordu ve Leyla’nın babası yürüyerek gözden yiter yitmez, bir şarkı tutturuyordu.

Bazı komşular bundan bıkmış olmalıydı, çünkü sesini duydukları anda pencereleri kapatıyorlardı. Oysa inanılmaz güzeldi sesi. Bana kalırsa, şarkılara başladığında kuşlar bile kulak kesiliyordu.

Leyla, gizlice çıkıp dolaştığım gecelerden birinde beni el feneriyle yakalamıştı. Bahçelerine girmiştim ve kümese doğru ilerliyordum. Tilki tilkiydim. Tavuklar bile hissetmemişti beni.

Şak! Gözüme bir fener doğruldu.

“Sakın ses çıkarma,” dedi. “Yoksa tavuklar uyanır ve horoz öter. Annem, babam duyar sonra.”

İyice korkmuştum. Çığlık çığlığa koşabilirdim ama bir şey tuttu beni. Sanki, ‘Dur bakalım, n’olacak,’ dedi içimdeki ses.

“Hah, böyle işte. Sakin olursan, ben de feneri kapatırım.”

Kapattı.

Gelip elimden tuttu. Verandaya götürdü. Güzel kokulu yastıkların üstüne oturduk.

“Neden gelip duruyorsun bizim eve. Sık sık görüyorum seni bizim kümesin etrafında. Yumurta çalıyorsun, tık tık kabuğu delip içiyorsun çiğden.”

“Bunların hepsini gördün mü sen?”

“Sadece bu kadar da değil. Pencereye gelip içeriyi izliyorsun uzun uzun.”

Söyledikleri doğruydu. Gece vakti tam tekmil bir ev nasıl görünür, nasıl kokar, merak ediyordum.

“Senin annen baban yok, ha?”

SAA-2 / 010 Yazlık Sinemaları Neden Öldürmeli? yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

16 Ocak 2016 Cumartesi

Melez Prens

Alan Sidney Patrick Rickman (21 Şubat, 1946 – 14 Ocak, 2016)

Milyonlarca hayranının yeni bir kitap çıkmadan önce gece vakti kapılarda kuyruk olduğu, yeni gelişmeleri heyecanla beklediği “Harry Potter” serisi, beyazperde uyarlamalarında rol alan en değerli aktörlerden birini yitirdi. Alan Sidtney Patrick Rickman (Slyther’in iksir hocası Severus Snape), David Bowie gibi 69 yaşında ve onun gibi kanserden öldü. Harry Potter’ın maceralarının son bölümlerindeki en heyecan verici şey, iksir hocası Severus Snape’in hangi yandan olduğunu saptamaktı. Bizden mi, karanlık taraftan mı? İlk gördüğünden beri nefretle süzdüğü, lmaf dokundurduğu Harry’yi koruyor muydu, yoksa her tehlikeyi göze alarak, onu ortadan kaldırmak isteyen Lord Voldemort’a mı hizmet ediyordu? Ben, J.K. Rowling’in ustaca yazışındaki işaretlerden yola çıkarak, onun Dumbledore’a ihanet etmeyeceğini düşünüyordum. Dumbledore da, kısmen bizim bilmediğimiz nedenlerle, aynı güven içindeymiş meğer.

Rowling bir söyleşide kitaplardaki merkezi karakterlerin Dumbledore ve Snape olduğunu söylüyor. Yazara göre, Snape’in karakteri bir ‘antikahraman’. Bu karakter için kendi çocukluğundaki sevilmeyen bir öğretmenden esinlenmiş. Ancak, iyi bir öğretmen olduğunu da yer yer söyler. Rivayete göre Snape, Rowling’e kimya öğreten, annesinin de asistanı olduğu John Nettleship üzerine kuruluymuş. Soyadını da Suffolk’taki bir köyden almış. Rowling, Prisoner of Azkaban / Azkaban Tutsağı yayınlandıktan sonra Harry’nin bir kız hayranının Snape’in Lily Potter’a duyduğu aşkı tahmin ettiğini söylemişti. Doğrusu çok şaşırmış. Oysa yedinci kitaba kadar küçük küçük tüyolar vermeye de çalışmış.

Sekiz filmde Severus Snape’e can veren aktör Alan Rickman’a gelince, kendisi Britanya sahnesi, perdesi ve ekranının en değerli oyuncularından biri ve dünyadaki en güzel seslerden birinin sahibiydi. Genç hayranları onun Snape rolüyle star olduğunu sansa da ondan önceki müthiş performansları ve karakterleriyle de anılacak. Hem de sinemada oynamaya 41 yaşında başladığı halde. Rickman’ın meslek hayatı Britanya Shakespeare Kumpanyası’ndan Snape’e kadar uzanır. Önce tiyatroda oynadı, hayal kırıklığına uğrayınca televizyona geçti, gene tiyatroya döndü. Neyse ki arada hayli filmde rol almıştı da, biz de izleme fırsatı bulduk. Ama aklımızın kaldığı performansları da var. Örneğin, 2010 tarihli ve kırmızı şarap ile yitirilmiş aşk hakkında bir şiirin BBC bilinç-akımı uyarlaması olan The Song of Lunch. Televizyonda kalmış başka çok başarılı performansları da unutmayalım.

Seyirciler onu Die Hard (gene kötü adam), (Robin Hood: Prince of Thieves / Hırsızlar Kralı, Galaxy Quest / Galaksi Savaşçıları ve Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street / Fleet Sokağının Şeytan Berberi ile hatırlıyor. Ayrıca, daha farklı filmlerle de: Truly, Madly, Deeply,  Love Actually / Aşk Her Yerde, An Awfully Big Adventure / Michael Collins, Ang Lee’nin yönettiği Jane Austen filmi Sense and Sensibility / Aşk ve Yaşam ona Emmy, Altın Küre ve SAG ödülleri getiren Rasputin (kötüler kötüsü).

Rickman’ın Hogwarts serüveninin diğerlerinden farklı bir yanı var. Kitap serisi sona ermeden “Potter” yazarı J.K. (Joanne Kathleen – Jo) Rowling, Rickman’ı bir kenara çekti ve ona serinin en büyük sırrını emanet etti: Snape’in sırrını… Böylece aktör Snape’i sadece siyah pelerinli kötü bir adam diye değil de, bunun daha ötesinde, daha karmaşık ve trajik biri olarak canlandırdı. “Hayli eğlenceliydi,” derdi. Bazen bir yönetmen ona bir sahnede nasıl hareket etmesi gerektiğini söylermiş. Alan da, “Hayır, bunu yapamam. Neler olacağını biliyorum, oysa sen bilmiyorsun,” diye cevap verirmiş.

2011’de, Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2 / Harry Potter ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 2’yi bitirdikten sonra, Empire dergisi için duygulu bir veda mektubu yazmıştı.

“Severus Snape olarak kesinlikle son defa bir mikrofona konuştuğum dublaj stüdyosundan geldim,” diyordu. “Perdede Daniel, Emma ve Rupert’in on yıl öncesindeki çekimleri vardı. 12 yaşındaydılar. New York’tan da yeni geldim, oradayken Daniel’in Broadway’de (harika şekilde) şarkı söyleyip dans etmesini izledim. Birkaç dakikada bir ömür geçti sanki.”

Aktörlük dışında iki de yönetmenliği olan, hatta bunlardan The Winter Guest’te, Potter dizisinden rol arkadaşı Emma Thompson ile onun aktris annesi Phyllida Law’u yöneten Alan Arkin, bu üç çocuğun böyle büyümesinin kendisine, Snape’in değişmeyen bir kostümden fazlası olduğunu anlattığını söylüyor. “Hikâye anlatılması kadim bir ihtiyaçtır,” demiş. “Ama hikâye iyi bir anlatıcı gerektirir. Hepsi için teşekkürler, Jo.”

Biz de hepsi için teşekkür ediyoruz Mr. Rickman. Snape daima hayatımızın bir parçası olacak. Kitabı okurken de, daha farklı bir fiziğiniz olduğu halde, gözümüzün önüne hep siz geleceksiniz. Harry’nin küçük oğlu, okula ilk gidişinde ya Slytherin’i çekersem diye endişe edince babası ona ne demişti? İki Hogwarts müdürünün, Albus ve Severus’un adlarını taşıdığını ve bunlardan ikincisinin hayatta gördüğü en cesur adamlardan biri olduğunu…

 

 

Melez Prens yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

14 Ocak 2016 Perşembe

Kitaplararası ruh göçüne inanır mısınız?

Tanrım bana kitap dolu bir evle,çiçek dolu bir bahçe ver.Konfüçyüs

Kütüphaneler gizli birer devlet gibidir ve hepsinin kendine özgü kaderleri vardır. Özellikle bir kentten öbürüne gidip geldiğim ve daimi bir göçebe oluşumu herkese ispat ettiğim şu son yıllarda, bu fikre iyiden iyiye inanmaya başladım. Gittiğim yerlerde geçici evlerim, odalarım oldu. Sahip olduğum ve sevdiğim her şeyi yanımda taşımama imkân yoktu tabii. Bu yüzden birbirinden güzel ve renkli ayakkabılarımdan vazgeçtim önce. Birkaç maaşlık giysilerimi birer ikişer dağıttım. Asla atamam dediğim fazlalıklarımı attım. Eşyalarım azaldıkça bavullarım küçüldü sanmayın. Bavullarım da, her taşınma seansında eve gelen nakliyatçıların oflaya puflaya taşıdığı kitap kolilerim de baki kaldı. Çünkü benim asla vazgeçemeyeceğim küçük devletçiklerim vardı. İçimde, derinlerde bir yerde, her şeyin ötesinde “okumanın çokanlamlılığı” ile gittiğim ülkeler, kentler, adalar, yerler kadar benim olan ve bana yepyeni yollar açmaktan hiç yorulmayan, eskimeyen yüzlerce hikâyem vardı.

Benim gibi okumayı çok seven ve kitap satın almayı hayattaki en büyük zevki haline getirmiş insanlar bilir ki, yeterince geniş bir kütüphaneye sahipseniz eğer, yeryüzünün en soylu krallığına sahipmiş gibi davranırsınız. Yolu krallığınıza düşen her yeni kitap, gururunuzu biraz daha okşar. Ve birine şöyle demek, çok güzeldir: “Evet, buradaki kitapların hepsini okudum.”

Bundan birkaç hafta kadar önce, ismi Michael Seidenberg olan New Yorklu bir kralla tanıştım. Uzun yıllardır Brooklyn’de işlettiği kitapçı dükkânının kirasını ödeyemez hale gelince burayı kapatmak zorunda kalmış. Fakat gerçek kralların ne kadar cesur olabileceğini masallardan hatırlarsınız. İnanmak, istemek ve çok sevmek… Bu üç anahtar kelime, sonsuzlukta her şeyin başlangıcı… Mis gibi kokan, taptaze bir yenileniş; bir nevi devam ediş… Ne de olsa insanın yaratıcı düşüncesinin sonu yok ve bana kalırsa, insanlığa dair en güçlü umut da bu ilencin içinde saklı. Michael de mecburen devrettiği kitapçı dükkânının ardından Manhattan’daki üç odalı evini gizli bir kitapçıya çevirmiş. Şimdilerde dünyanın en muhteşem kitapçıları listelerinde ilk 10’a girmenin gururu içinde. Yarattığı bu yeni yerde, kirpikleri yorgunluktan hışırdayana kadar okumak isteyen insanlar için de pek çok kuytu köşe oluşturmuş. “Her insan okumak istediği kitabı alıp evine götürecek kadar şanslı olmayabilir,” diyor Kral Michael. “Benim kütüphanem herkes için…”

Kütüphaneler, çocukluğumdan bu yana ruhumun tek dinginlik noktası. Bu yazıyı okuyan pek çok kişinin de benim gibi hissedeceğini düşünüyorum. Çünkü kitaplararası ruh göçüne duyduğumuz inanç, bizi birleştiren yegâne güç. İnsan, kütüphaneler arasında yaptığı yürüyüş sırasında belki de bin kapının önünden geçiyor. Evde, kitaplar ve yazılar arasında kalmaktan hoşlanan kişiler iyi bilir, hikâyeler şu dünyadaki pek çok insan için dingin bir var olma biçimidir. Bir süreliğine de olsa yaşamın kısalığını silip süpürür. Kitapların dünyasında sanki önümüzde sınırsız bir zaman varmış gibi yaşar ve yüz yıl sonrası için bile birbirimize randevu verebiliriz. Bu yüzdendir ki kütüphaneler, bize her şeyin armağan edildiği en güzel ülkelerdir. Milim milim özgürleştiğimiz, çoğaldığımız ve ölümsüzleştiğimiz bu yerlerde hem her şeyi yaşamış bitirmiş, hem de henüz hiçbir şey yaşamamış, hiçbir şey tatmamış gibi hissederiz kendimizi.

İnsanın gördüğü onca kent, manzara, mekân ve yol… Hepsinin kesiştiği yer, bir kitap olabilir benim düşüncemde. Bavullarımın tıka basa kitapla dolu oluşu da bundandır. Her yere seve seve taşırım onları. Böylelikle, gittiğim yerlerin bir anlamı olur. Dünya, bavulumdaki hikâyelerle daha yaşanılası bir yer olur düşümde.

Birbirimize dingin ve umutlu cümleler sunabileceğimiz bir hafta olsun dilerim.

İyi sözler ve iyi niyetle yazılmış öyküler, ne kadar da zengin!

Kitaplararası ruh göçüne inanır mısınız? yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

12 Ocak 2016 Salı

SAA-2 / 009 Yoldaş Hayat, Seni Düşünüyorum

Yurdun hemen ardından başlayan ve tepelere doğru saran ormana kadar durmadan koştum.

Boğazımdan yukarıya yürüyen tükürükleri yutmaktan içim bulandı. Bir çam ağacına dayanıp uzun uzun öğürdüm. Çamın yoldaşlığı iyidir. Yeşil pürçekleri ferahlık verir.

Belini kavradım ağacın.

“Bir yol bul bana,” dedim.

Söyledim ya, çamlar güç verir insana ama konuşmazlar. Uzun uzun düşünürler sadece.

Yetiştirme yurdundayken, ranza arkadaşım gecenin birinde beni dürtmüştü.

“Sana bir hikâye anlatayım mı?” dediydi.

Tek gözü vardı. O da yeşildi. Hamamda yıkanırken, yarı kör etmişlerdi onu. Çok az konuşuyordu. Böyle yanıma yaklaşınca, kalbim çarpmıştı.

“Hadi anlatsana,” dedim.

“İkinci Dünya Savaşı’nda bir Kızıl Ordu birliği kuşatılmış. Birlik komutanı karargâhı aramış.”

Elinde hayali bir telsiz varmış gibi, ayrı ayrı tonlarda ve Rus aksanıyla konuşmaya başladı:

– Çok fena sıkıştık. Bize hemen destek yollamalısınız.

– Yoldaş komutan, sen şu anda ne yapıyorsun?

– Düşünüyorum, sadece düşünüyorum.

– Yardımı unut, düşünmeye devam et yoldaş!

Tek gözlü, sonra dönüp yattı. Beni bu hikâyeyle yalnız bıraktı. O günden sonra ne zaman ölümle ve vahşetle burun buruna kalsam düşünüyorum, düşünmeye devam ediyorum.

Yoldaş çam da, suskunluğuyla bana bunu hatırlatıyordu aslında.

“Kadir, ölüm çok yakınında. Ferdi Abi çoktan yola çıkmış, kara bir yel gibi peşine düşmüştür. Korkmakta haklısın. Çok güçlü ve çok sert olacak. Sen onun gerçek gücünü ya da güçsüzlüğünü anlama diye, acımasız davranacak sana. Düşün Kadir. Bana sorma, sadece düşün!” diyordu.

Düşündükçe sakinleştim.

“En fazla ölürüm,” dedim.

Geriye dönersem, ölmem de mümkün olmayabilirdi. Bir korkunun çengelinde ölümsüz kalabilir insan. Ölmek için bile ileriye gitmem gerekiyordu.

Düşündüm.

Düşündükçe sakinleştim.

Kendimi humuslu toprağın hemen üstüne, yaprak, pürçek, ölü mantar ve dal parçalarının altına ağır ağır gömdüm.

Gün devrildi.

Yanımda taşıdığım çikolatayı emdim biraz. Sonra başparmağımı emdim. İki yanağımı öptüm. Solucanlar ve kırkayaklar yürüdü üstümde. Paçamdan girip ensemden çıktılar. Saçlarımda dolaştı başka böcekler.

Demek ki, ölünce böyle oluyor yoldaşlar.

Mevziye düşen el bombası ya da sipere atlayan düşmanın süngüsü acını yükseltip senden alıyor. Kanın mümkün olduğunca boşalıyor. Kalanı ağır ağır pıhtılaşıyor. Tırnak diplerin kararmaya başlıyor. Ardından böcekler ve yapraklar, kuru dallar, ölmüş çiçekler seni ağır ağır çekiyor içine.

Düşündüm.

Kanım hâlâ gürül gürüldü.

Atacak nabzım vardı.

En fazla, anlattığım şey olurdu: Ölü bir yoldaş!

Ölmüyordum ve ölmeye niyetim yoktu.

Beklersem ölüm gelecekti.

O halde!

Sıçradım kalktım yerden.

Dizlerimin üstünde sürünerek uzaklaştım yoldaş çamdan. Doğruldum. Koşmaya başladım. Yerden bir kuru dal parçası aldım. Sağımda uzanan kayalara vurarak parçaladım ucunu. Sivrilttim. Aşağıda bir keçi yolu vardı. Yukarıda ay iyice ortaya çıkmıştı.

Yola doğru kaydım.

Adımlarım bir düzen tutturmuştu. Derin nefesler alıp, ağır ağır veriyordum. Kaslarımdaki yanmalar geçti. Sıcaklık, kalçalarımdan yukarıya doğru yavaş yavaş yükseldi.

İyiydim şimdi.

Önümdeki karanlıkta, iğne kadar bir kırmızılık görünüp kayboldu. İlk virajı dönünce, yeniden gördüm. Belli belirsiz, derinden gelen gıcırtıları da duymuştum.

Hedefime kilitlendim.

Toprak yolda ayak parmaklarımın ucunda koşuyordum.

Bir bisiklet.

Yaklaş Yoldaş Kadir.

Şapkalı adam. Türkü söylüyor.

Üniforması da var.

Belinden sarkıp şakırdayan zinciri ve ucundaki düdüğü gördüm.

Ağır ağır koş. Yaklaş yoldaş. Yavaş.

Belinde kılıf vardı. Kabza ay ışığında parladı, söndü.

Korucu olmalı. Orman korucusu.

“BEKÇİ YOLDAŞŞŞŞŞŞ!”

Adam zıpladı sesimle. Ayakları dolandı pedala. Saçma sapan hareketler, S’ler çizdi. Küt çakıldı yere.

Yanına gittim. Kaldırdım. Yere çaldım.

“Bekçi yoldaş, iyi misin?” dedim.

Altımda mızıldandı.

Boğazına sarıldım.

“Düşünüyor musun şimdi?” dedim.

Çırpındı altımda. Çırpındıkça sıktım.

“Düşün. Durmadan düşün, yoksa boynunu kıracağım,” dedim.

Başladı düşünmeye.

Annesi varmış. Yüz yaşında. Her sabah, öldü mü diye başına gidiyormuş. Kadın gülümseyip dil çıkarıyormuş ona. Sonra da tarhana çorbası kaynatıp içine öküzgözü üzümler katıyormuş. Acaba ne zaman ölecek? Tarhana ne vakit pişmeyecek bir daha evde?

Bekçi yoldaş bunları düşündükçe, parmaklarım gevşedi. Bıraktım onu.

“Abi, kusura bakma ama tabancanı ve bisikletini almak zorundayım,” dedim.

“Bunlar bana zimmetli. Alacaksan, yerdeki sopanla başıma vur ayarında. Tam şuraya. Kaşım açılmalı ki, inandırıcı olsun gasp.”

Dediğini yapamadım.

“Sanki az önceki sen değildin,” dedi.

Kendi işini kendi gördü.

“Abi, çok özür dilerim,” dedim.

Hem ağladım hem pedala bastım.

Yoldaş hayat, seni düşündüm durmadan. Bizi ne hallere sokuyorsun yaşamak uğruna.

Kıran girsin de diyemiyorum. Seviyorum seni bir yandan da.

 

SAA-2 / 009 Yoldaş Hayat, Seni Düşünüyorum yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

9 Ocak 2016 Cumartesi

Hanım koş, Netflix ‘gelmiş’!

Dünyanın en popüler online dizi ve film izleme platformlarından Netflix’in, bugüne kadar sınırlı sayıda ülkeye sunduğu hizmetlerini tüm dünyaya açma kararı, Türkiye dahil pek çok ülkenin TV sektörünü yavaş yavaş ama radikal biçimde etkileyecek.

Geçtiğimiz Perşembe günü Netflix CEO’su Reed Hastings Las Vegas’taki CES Tüketici Elektroniği Fuarı’nda yaptığı açıklamada, online platformlarını bütün dünyadaki İnternet kullanıcılarına açtıklarını duyurdu. Hastings’in açıklamasında kullandığı “Hindistan, Güney Kore, Türkiye ve Polonya gibi büyük pazarlar dahil 130 ülke” ifadesi her zamanki gibi ülkemizin “her olayın merkezine kendimizi koyduğumuz” zihniyetinde büyük bir hezeyan yaratınca iş, “Netflix Türkiye’ye geldi!” gibi hatalı algılamalara yol açan bir yoruma kadar vardı ve hatta bu algı üzerinden Netflix’in Türkiye’ye özel oyun planlarının ‘analizleri’ bile yapıldı. Oysa Netflix’in asıl oyun planı, ülke pazarlarında yerel dinamiklere odaklı stratejilerle ilerlemekten ziyade kendi küresel stratejisini yerel oyunculara dayatma üzerine kurulu bence. Bu küresel stratejinin ilk adımları ise, 3 yıl önce “House of Cards” dizisinin yapımına karar verilmesi ve dizinin başarılı iş sonuçlarının ardından atıldı.

O dönemde bu köşede yazdığım yazıda bu gidişatı şöyle değerlendirmiştim:

“Anlaşılan o ki, yeni kuşak izleyici artık iplerin kendi elinde olduğunun bilinciyle talep ettiği içerik düzenini dayatıyor ve bu anlamda kendisine inisiyatif tanıyacak yegane ortam da, dijitallik, etkileşim ve zaman-mekan sınırsızlığı gibi benzersiz özellikleriyle Yeni Medya.

Geleneksel yayıncıların Yeni Medya’ya uyum sağlamakta zorlanmaları doğal ancak bu yeni ortam, yapımcılar (yani içerik üreticileri) için muazzam  fırsatlar sunuyor ve onları geleneksel medyanın dayattığı otoriter sistemden de çıkartıp özgürleştiriyor; Kaliteli içerik üretenlere vaad edilen ise, TV kanallarındaki bir ya da en fazla 2-3 defalık yayın zamanı yerine izleyiciye özel formatlanabilen, onunla sürekli etkileşim halinde ve zaman-mekan ve hatta cihazdan bağımsız yepyeni, sürekli ve hatta hiç bitmeyecek bir yayıncı-izleyici ilişkisinin, reklam, pazarlama ve ticari boyutlarıyla da ete kemiğe büründüğü yayıncılıktan öte bir yaşam alanı.

İşte Netflix ve onun gibi Yeni Medya kuruluşlarının böyle düzeni kurup işlerlik kazandırabilmesi için atması gereken ilk ve en önemli adım, yapımcıları bu şekilde konumlayabilecekleri ve birçok kaliteli yapımın üretilebileceği bir içerik eko-sisteminin kurulması.”  

Evet, yaklaşık 3 yıl sonra Netflix ABD’de kurduğu ve başarıyla büyüttüğü bu ekosistemi şimdi de dünya çapında yaygınlaştırmak arzusunda. Oyun planını da, “Türkiye gibi pazarlarının egemen oyuncularına gidip onlara işbirliği teklif etmek değil aksine halihazırda küresel kullanıcılar arasında da son derece popüler olan online dizi ve film platformunun cazibesi sayesinde her ülkedeki içerik sahiplerinin bu platformda yer alma iştahını kullanarak onlara kendi ekosistem kurallarını dayatma” üzerine kurmakta. Bunun için de elinde yeterince koz var. Yerel yapımcılar için işin en büyük cazibesi, ‘yerel pazar için ürettikleri yapımın 5-6 dilde altyazı desteği ve NetFlix’in mevcut yaklaşık 70 milyon ve bugünden itibaren onlara eklenecek o rakamın en az birkaç katı abone’ gibi görünse de buzdağının altında şirketin muazzam detaylı izleyici veritabanı ve bu veritabanında anlamlandırılmış veriye göre biçimlendirilecek yapımlar var. Bir başka deyişle Netflix tarafından platforma alınmaya ‘layık’ bulunan dünyanın dört bir yanındaki dizi, film, belgesel, vd. yapımcıları artık dizilerini öyle kullanıcı eğilimi tartışmalı 3-5 bin kişilik izleyici panellerinden ‘süzülen’ TV reytingleri üzerinden değil birkaç yüz milyon gerçek kullanıcının doğal izleme davranışlarından damıtılmış bir veriden hareketle yola çıkacak ve (son Netflix harikası Narcos dizisinde olduğu gibi) her coğrafyaya özel, başarı garantili ve nokta atışı yapımlara imza atacaklar. Bu müthiş hamlenin bir sonraki adımı ise, bu Netflix damgalı yapımların (yine House of Cards’ta olduğu gibi) geleneksel TV kanallarına satışı. Özetle, genç kullanıcıların etkisinin zamanla daha artacağı ve Google, Samsung, Amazon ve Apple gibi hem içerik hem de akıllı TV/telefon/tablet üreten oyuncuların da benzer modellerle oyuna dahil olacağı önümüzdeki dönemde TV sektöründe oyunun kurallarının yavaş yavaş ama radikal biçimde değişeceği bir döneme giriyoruz. Bu dönemde yerli TV kanalları ile IPTV ve dijital yayıncılık platformlarının işleri çok zorlaşacak. Yerel regülasyonlarla ya da kültürel argümanlarla ayakta kalmaya çalışacaklar ama gelen küresel fırtına karşısında işleri zor. (Facebook’un benzeri yerli tüm sosyal medya platformlarını nasıl sildiği hala belleklerde tazeliğini koruyor.)    

Anlayacağınız durum, birilerinin Türkiye’ye gelmesi değil aksine bizim onların ayağına kadar gitmek zorunda kalmamızdan ibaret!NOT: Netflix’in başarı öyküsünü merak edenlere Dilara Eldaş’ın Ranini.TV için yazdığı şu yazıyı öneririm.

Avzını mı ısırıyım illa?

Önce kapak çarpıyor gözünüze. Tam ortasında Üzüm ile Ryuk’un fotoğrafları var, birlikte. Artemis Yayınları’ndan çıkan Kitabın adı Üzüm ve Diğer Şeyler. İnşallah yazar Yaşar M. Taşkale “diğer şeyler” derken Ryuk’u kastetmiyordur. Çünkü Ryuk zaten kendisine yeterince ilgi gösterilmediğinden şikayetçi gibi. Oysa Üzüm pek güzel konuşsa da, Ryuk’un daha da kendince bir üslubu var. Kapaktaki resme bakarsan, Üzüm küçük, Ryuk büyük. Neyse ki öyle olmadığını biliyoruz. (“sıvır yaşında bile miyim neyim daha?”) Sayfanın üst ortasına da bizim seçtiğimiz başlığı koymuşlar: Avzını mı ısırıyım illa?

Arka kapakta ise Üzüm, bütün güzelliğiyle bize bir portre sunmuş. Altında da Yaşar’a önemli bir soru soruyor? Yok, birkaç soru sanki.

– valla yaşar sormadan edemiycem artık.– etme canım, sor.– hani ben camdan düştüm ya küçükken.– evet.– sonra kayboldum ya sokakta.– eee…– onu diyorum işte, n’oldu, bulundum mu?

Hani böyle kitaplar olur, bilirsiniz. Laf salatası, az laf, bol foto. Sıkılırsın biraz. Ya da karikatürler. Hani birisi orada durukduru (bu kediler konuşmamı bozdu, yazmamı da), hikmet yumurtlar boyuna, hiç kıpırdamaz, yüzünü bile oynatmaz. Ben onlardan sıkılırım. Ama bunlar öyle  durmuyor ki, çeşit çeşit fotoğrafları var. Fotoğraflar ile sözler, birbirini tutuyor. Önce bir ukalâlık ettim, hafif tepeden baktım. Sonra bir gülme aldı, eve gelene kadar şirketin arabasında kıkır kıkır güldüm. Şoför de yaşlı bir beymiş, “Bu beyaz saçlı ihtiyar hanım niye yol boyunca kıkır kıkır gülüyor?” diye merak etti zahir. İkide bir yan yan, arkaya baktı.

Kedilerle aramız iyidir. Yani sokakta gördüğümüz kediye “Gel pisi pisi, seni biraz seveyim,” anlamında değil. Bizim evde dört kedi var. Son ikisi bize sormadan geldi gerçi ama, sonuçta ev halkı işte. Kızımın ve halalarının ise kendi evlerinde altı kedileri var. Arkadaşımız Sema da, tek kedisiyle birlikte yaşıyor. Haliyle anlaşmazlıklar çıkıyor ortaya. Kızım, Elif yani, kedi maceralarını anlatırken onları çok güzel konuşturur. Ben de pek fena konuşturmam ama ona da imrenirim desem yalan olmaz. Hatta geçenlerde “Bir çocuk kitabı yazsam da, kedili, onları sen konuştursan,” demiştim ama yazıklar olsun! Üzüm ile Ryuk konuşmuş bile, ‘yeşar’la. Sema’nın kedisi Tekila ise, yeğeni Defne’ye bir türlü kendini sevdirmeyen bir huysuz. Onların hikâyelerini anlatmıştım bir kitapta: “Tetila ile Nemne”. Defne daha küçüktü, doğru dürüst konuşamıyordu. Kitapta isimleri de öylece kaldı.

Ama daha havalı edebiyat kedileri de var elbette. Örneğin, “Harry Potter” serisinde Hermione Granger’ın kedisi Crookshanks. J.K. Rowling onu tanıdığı bir kediden esinlenerek yazmış. Yüzü önde bir duvara dalmış gibi görünüyormuş. Herhalde İran kedisiydi diyoruz. Hermione onu Dragon Alley’den dümdüz suratı ve huysuzluğu yüzünden kimse almıyor diye haline üzülerek almıştı. Hemen belirtelim ki, çok zeki bir kedi. Geçen yıldan beri 150’nci yıldönümü münasebetiyle sık sık ortada dolaşan, herkesin çeviri şansını denediği Alice Harikalar Diyarında da, C.S. Lewis’in çok zeki bir kedi yarattığını unutmadık tabii. Ağzı kulaklarında sırıtır halde kalmış Cheshire Kedisi, kitabın en ilginç karakterlerinden biridir. Bilge bir kedidir. Elbette konuşur. “Avzını ısırıyım,” falan dediğini de duymadık. Sadece baştan ibarettir. Hep böyle miydi, yoksa kafa kopartan hükümdarlar diyarına düştükten sonra mı böyle oldu, bilemiyoruz. Şikayet ettiğini de duymadık çünkü. Kitapta bir kedi daha var aslında. Alice’in evdeki kedisi Dinah. Boyuna anlatır, över durur, hatta kuşlara bile anlattı da ödlerini kopardıydı.

Mihail Bulgakov ile T. S. Eliot’ın da kedi kahramanları olduğuna değindikten sonra, “Felidae” dizisine geçelim. Akif Pirinççioğlu’nun kedisi Francis, mahalledeki kedi cinayetlerini çözen bir kedi hafiye. Ama nedense bana hep yazar aslında kedi seven biri olmaktan çok, ilginç olsun diye bu türü seçmiş gibi gelir. Öte yandan Lilian Jackson Braun’un “The Cat Who…” serisi ve kahramanları Koko ile Yum-Yum harikadır. Yazar ilk kedili hikâyesini 10’uncu kattan düşüp ölen kedisi Koko’yu aslında birinin ittiğini duyunca yazmış. Yirmi dokuz kitaplık seri 1966’da başladı, yazarın vefat ettiği 2011’e kadar sürdü. Bütün kitapların merkezinde gazeteci Jim Qwilleran ile Siyam kedileri Kao K’o-Kung (kısaca Koko) ve Yum-Yum yer alır. Çok akıllı kedilerdir, hele Koko. Yalnızca cinayetleri çözmekle kalmaz, durumu Qwilleran’a anlatmayı da becerirler. Bir ara Oğlak Yayınları’ndan çıkıyordu…

Kedi meselesinin zaten sonu yok da, “Kedi ve Edebiyat, Edebiyatta Kedi”nin de sonu yoktur. Kedilerini kucağına almış yazar resimleri, o kedilerin hikâyeleri derken zengin bir kaynağa tepeüstü daldığınızı fark edersiniz. Ama sanmayın ki, bu zenginlik bize Üzüm ile Ryuk’u unutturacak. Ne münasebet efendim? Gözümüz üstlerinde, çünkü boş bırakmaya gelmiyor:

– Hayırdır?– “galeba ziyanlık işledim yeşar.”– aferin! bi de gelip söylüyosun. naptın?– “yumurtayı yere düştü kendi.– hiii! Sen var ya?– “bittim mi ben?”

Bu da Ryuk oluyor.

Avzını mı ısırıyım illa? yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

8 Ocak 2016 Cuma

SAA-2 / 008 Şen, Şakrak, Devrimci

Tünelin 17. metresindeydik.

Hatta, 17 metre 38. santimde.

Neden böyle kesin konuşuyorum?

Ferdi Abi, lazer düzeneği yapmıştı. Tünelin başlangıç noktasındaki (tuvalet kuburundan aşağıdaki boşluğa girdiğimiz yer) duvara monte ettiği yön bulma ışığından bahsediyorum. Kırmızı ışık bize yön veriyordu. Bilgisayara bağlı yön bulma uygulamasıyla uyumlu çalışıyor ve tünelin sapmasını engelliyordu. Aynı zamanda, açtığımız uzunluğu da bize söylüyordu.

Lazer pointer’ın tam yanına, karganın tünemesi için bir demir kazık çakmıştı Ferdi Abi. Karga uyur gibi yapsa da, ne zaman yaklaşsak göz kapaklarını açıyor ve bize tıslıyordu. Düzeneğe dokunup yönünü bozmamıza –kazaen de olsa– imkân yoktu.

Işık huzmesi boyunca ağır ağır kazmayı salıyordum. Islak toprak parçalarını, gün görmemiş taşları kovalara doldurup, çıkıştaki makaraya dolduruyordum. Sonra yukarıdan elektrikli düzeneği çalıştıran Ferdi Abi, çıkan kovaları alıp çamaşırhanenin boşluğuna döküyordu. Douglas’ınsa gözü, tünelin tavanı ve yan duvarlarındaydı. Arada ıslıkla Ferdi Abi’yi çağırıyordu. Aralarında konuşuyorlardı bir süre. Ardından Ferdi Abi, tüneli yeni ağaç kütükleriyle sağlamlaştırıyordu.

İşe giriştiğimizin on birinci gününde, yan duvarlardan aynı anda su patladı. İki saniyede bileklerime kadar içinde kaldım. Douglas ve Karga anında delikten yukarıya kaçtılar. Oysa benim hoşuma gitmişti. Ilıktı su. Kadife gibiydi dokunuşu.

Su azizdir.

Su anne gibidir.

Annemi bilmiyorum diye, anneyi bilmiyorum sanmayın.

Ben güneşe inanırım. Sarıp sarmalar.

Gölgeye inanırım. İçine alır.

Suya inanırım. Can alır, can verir.

Öylece bırakmıştım kendimi.

Başka bir hayata geçerim diyordum.

Su boğar, su alır götürür, su vücudumu ezer ama acımı ve çaresizliğimi de yener böylece.

Dizlerime kadar erişince, bıraktım kendimi.

Çöktüm.

Zamanım daha hızlı kaçsın benden istedim.

O sırada tünelin dayakları da çökmeye başlamıştı.

Su çatırtılar içinde geliyordu.

Kendi türkünü söylemek gibisi yoktur.

En iyi bildiğin, sesindir.

İşte bitti diyordum ki, bir el beni ensemdeki saçlardan yakaladı. Çekti ışığına.

Ferdi Abi, sen ne kuvvetli bir insansın Allah aşkına.

“Kuvvetli değil, hedefleri olan insanım,” dedi.

“Bıraksaydın beni.”

“Bırakamam. Tek başına devam edemem.”

“Ama yoldaş değiliz biz.”

“Öyle ama sen de kölem değilsin.”

“Değil miyim?”

“Öyle mi hissediyorsun?”

“Bilmiyorum. Aslında kendime değişik bir yer buldum. Ne köle, ne özgür. Tam arada bir yer. Rahatlatıcı pat durumu. Havada hareketsiz durabiliyorum sanki. Kımıldamadan.”

“Kımıldayınca acıyor çünkü.”

“Evet, boynumdan kuyruksokumuma kadar bir yarık açılıyor.”

“Sen de sabit kalmayı seçtin.”

“Aynen öyle.”

“Fakat yalan söylüyorsun. O noktada kalmayı seçseydin, benim yanımda olmayı tercih ederdin. Oysa boğulmayı, ölmeyi istedin ki, bu da bir harekettir.”

İşte o zaman dank etti.

Kımıldayabiliyordum.

Belirsizlikten korksam da hareket etmiştim. Ölmeye yatmıştım. Şimdi yaşamayı da deneyebilirdim.

Karar vermiştim ama heyecanlı bir salak da değildim. Eski halimin durgunluğu soğukkanlılık olarak gelip oturmuştu göğsüme.

Usul usul hazırlık yaptım.

Daha çok yemek yedim ve daha uzun uyudum. Çalışırken daha dikkatliydim. Belimi ve uzuvlarımı incitmemeye dikkat ediyordum. Hızlı koşmam gerekiyordu, belki uzun süre aç kalacaktım. İç donuma gizli, büyük bir cep diktim. Zor eriyen çikolata ve peksimet parçalarını sakladım.

Uygun anları not düştüm aklıma.

Ferdi Abi pazar günleri öğleden sonra, radyodan maçları dinliyordu ve ne kadar santim, kaç kova kazdığımla ilgili olmuyordu pek.

O boş verince, karga da tilki uykusundan daha derinlerine geçiyordu.

Douglas her zaman tetikte ve ayıktı ama içimden bir ses benim ne düşündüğümü bildiğini söylüyordu.

Biliyordu ve ses etmiyordu.

Ya son anda beni yakalatmanın ödülünü alacak, hazzını tadacaktı ya da göz yumup, zımnen suça bulaşacaktı benimle.Pazar günü, 17 metre 38. santimde durdum.

Elimdeki keskiyi usulca yere bıraktım. Tık diye bir ses duyuldu.

Kirk Douglas’la göz göze geldik. Usulca yan duvarlara tutuna tutuna Karga’nın yanına gitti. Kokladı. Sonra bana dönüp işaret etti: “Uyuyor!”

Bir su sızıntısı gibi yayıldım tünele. Oradan son duvarın dibine. Karga’nın ruhu bile duymadı delikten sıyrılırken.

Ferdi Abi radyonun başında uyuyakalmıştı.

Parmaklarımın ucunda batar kata [*] çıktım. Çamaşırhaneyi arkamda bıraktım.

Giriş katına geldiğimde, koşuyordum.

Karşımda büyük camlarıyla giriş kapısı duruyordu.

Üstündeki asma kilitle uğraşacak değildim. Hayır, vaktim vardı ama coşkum buna izin vermezdi.

Danışma masasındaki kareli örtüyü aldım. Başıma ve yüzüme sardım.

Hızlandım.

Artık koşmuyordum da, havada gidiyordum sanki.

Bir mermi gibi kararlı, heyecanlı, şen, şakrak halde giriş kapısının camlarını delip geçtim.

Paramparça anlar arasında takla atıp çimlere düştüm.

Gözlerimi açtığımda, masmavi bir gök vardı üzerimde.

Kalktım.

Ellerimde kesikler vardı.

Ama aldırmadan koşmaya devam ettim.

[*] Ege’de “asma kat” için kullanılır.

SAA-2 / 008 Şen, Şakrak, Devrimci yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

3 Ocak 2016 Pazar

Yılbaşı neyin başı?

Siz bu yazıyı okuduğunuzda, her şey bitmiş olacak. Yılbaşı geçecek, bir günlük tatil dışında normal hayatımıza döneceğiz. Piyangonun bize vurmadığı anlaşılacak, aileler içinde onu paylaşmak yüzünden çıkmış olan tartışmalar bir yıllığına tarihe gömülecek. Yeni yılın Aralık ayına kadar, insanlar “Elli beş milyonum olsa ne yapardım?” hayallerini bir yana bırakıp, sayısal ve sair şans oyunlarının daha mütevazı kazançlarına göre hayaller kuracak.

Uzun lafın kısası, yılbaşının telaşı, stresi, masrafı, her şeyi geride kaldı. Böyle günler insanı ruh hastası etmek için birebirdir. Ayrıca, eğlenmek zorunda olmak da coşkuyu hayli törpüler. Dedik ya, hepsi geçti şükür. Peki, geriye ne kaldı? Dışarı çıktıysanız, hele biraz da içtiyseniz, karışık hatıralar belki. Bir de, yeni yılda yapılması gerekenlere ilişkin kararlar.

Kararları biraz sonraya bırakalım da, yılbaşını nasıl geçirdiğinize gelelim. Yıllar önce katkıda bulunmakla en iftihar ettiğim yayınlardan biri olan Ne Nerede’de, çok sevdiğim bir arkadaş grubuyla çalışırken, yılbaşı sayfaları yapardık. Yani, yurtdışında böyle böyle şeyler varmış, şehirde şöyle mekânlar mevcutmuş dedikten sonra işi genellikle “demek evde oturuyorsunuz, biz de”ye bağlardık. Eh, aslında en umut verici plandır, basbayağı hoşça vakit geçirme imkânı vardır. Ben daimi konuğum olan babam (Mehmet Atak) ve Cevcev’le otururum yıllardır, onlar bana gelir, babam yemek yapar. Bu yıl biraz rahatsızdı, ben onlara gidecektim ama kardan korktum. Komik bir şekilde de tek başıma uyumadan oturdum. Oysa normalde sabahın 3’üne, 4’üne kadar otururken, yılbaşı gecesi deyince saat 11’de uykum gelir. Ya hayatın tadı kalmadı, ya da bizde iş kalmadı. Gerçi eskiden biz de dolaşırdık ama, zaten her akşam gezen takımından olduğumuz için, fiyatlar dışında, yılbaşının bir farkı olmazdı.

Gene de, hoş bir heyecanı var. Hiçbir şey olmasa dışarı çıkar, meyveler, kuru yemişler falan alırsın. Hindi olmasa da onun yerine geçecek bir kümes hayvanı edinirsin, pilava fıstık-üzüm koyarsın. Başka zamanlarda satın alırken en azından “alsam mı?” diye düşüneceğin şeyleri yılda bir seferliğine vicdan azabı çekmeden alabilmek de cabası. Ben bu yıl son ayın son gününde yarım hindi peşine düşüp heyecan yaşadım. Hikmet-i hüda, her yerde tükenmiş. Halk kardan korkup evde oturduğu için mi acaba?

Sonunda mezeci ile kuru yemişçi ziyaretleriyle yetindik, hatta onlara bile kendim gitmedim. Ama Siirt fıstığı ile cevizli sucuk alışverişleri içimi ferahlattı. İki gündür de kar yağıyordu ki, kar meselesi yılbaşı öncesi genelde en büyük kaygıyı oluşturur. Kazık kadar insanlar gelip müneccimmişsin gibi, hevesle sana sorar: “Bu yıl kar yağar mı abla?” Eh, bu yıl yağdı. Pencereye konan mini mini kuşun acıklı halini unutmasam ve evsiz aşsız insanları aklımdan çıkaramasam bile gene de hoşuma gitti, ne yalan söyleyeyim. Neyse ki bahçe kedilerinin mamalarını ihmal etmedik. Soğuğa karşı daha iyi direnmelerini sağlıyor. İçine sığınabilecekleri evcikler de var.

Yeniden yılbaşı kararlarına dönecek olursak, bu kararları hep şüpheyle karşılarım. Bana, örneğin rejime başlamak için Pazartesi gününü bekleyenleri hatırlatıyorlar. Ki, o rejimlerin Cuma gününü bulduğu da pek görülmemiştir. Bir şeyi sahiden yapmak istiyorsanız eğer, niye haftanın başını ya da yılbaşını bekleyesiniz ki? Karar verdiğiniz anda yapmaya başlarsınız, hiç değilse bir girişimde bulunursunuz. Ayrıca, “yeni yıl”ın yeniliği de şüphe götürür. Takvimler, ajandalar ve belki bir miktar zam dışında, bunca yıldır bir yeniliğini görmedik. İşyerlerinin aldığı yeni yıl kararlarının ise, çalışanların hayrına olduğu pek görülmemiştir.

Ya bizim kararlarımız? Sağlığa ilişkin kararlar mıdır? Sigarayı bırakacağım, içkiyi bırakacağım, rejime başlayacağım, sabahları koşacağım, vesaire. Ya da işe ilişkin, kişisel başarıya endeksli kararlar. Belki müşfik ruhlar, yakınlarına, ailelerine, eşe dosta, hatta belki mesai arkadaşlarına daha iyi davranma kararı alsam mı diye de düşünüyordur. Belki de en iyisi yapmak istediğimiz küçük şeyleri gerçekleştirmek için (bir küçük iyilik, bir küçük “aldırıyorum” anıtı, bir “yalnız değilsin” mesajı, bir kedi-köpek, bir kuş, bir bitki; kısacası, kendi dışımızdaki canlılarla minik bir bağ kurma işleri) “yılbaşı” disiplininden medet umarız. Hep düşünüp yapmadığımız şeyler için, ender de olsa, “yılbaşı”nın kesinliği yararlı olur belki. Herkes için hayırlı kararlar... Yerine getiremezseniz de, olsun varsın! Moral bozmak gibi olmasın ama nasılsa on gün sonra yılbaşını da kimse hatırlamayacak.

 

Yılbaşı neyin başı? yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.