24 Kasım 2015 Salı

FABİSAD’da gecenin galibi İskit

SEVİN OKYAY – 21 Kasım 2015

Cuma akşamı üçüncü GİO Ödülleri gecemiz Pera Müzesi sinema salonunda yapıldı. Bana sanki, derneğimize, bize daha uygun, daha sıcak bir salonmuş gibi geldi. Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği’nin çoğu gencecik üyeleri (ancak, yaşlılardan da kurtuluş yok, ben de kurucu üyeyim. Heh he!) coşkuyla bir araya geldi. Pera Müzesi’nin şahsen pek sevdiğim kafesine yayıldık. Ben kokteylin ayakta olacağını sanarak karalar bağlamıştım. Bir baktım, vakit geçti, masada oturuyoruz. Garsonlar da bir şeyler ikram ediyor. “Bu kokteyl mi şimdi?” diye sordum bir arkadaşa. “Evet,” dedi. Yaşasın, ne harika! Her zaman oturarak kokteyl istiyoruz.

Ben uzun zaman öncesinden bu gece Mavi Anka ödülünü vermeyi kabul etmiştim. “Bir işin var mı?” diye sordular. Hiç bakmadan “Yoktur herhalde,” dedim. Evvelsi gün, tam da o gece İş Sanat’ta Martha Graham Dance Company’nin olduğunu keşfettim. Kutlukhan’ı arayıp, “Kim var biliyor musun Cuma akşamı?” diye sordum. “Martha Graham Dance Company!” Kutlukhan da bana cevaben, “Var ya,” dedi, “Martha Graham seni elinden tutup o sahneye çıkarsa da hadi dans et dese, gene gidemezsin. Bize söz verdin!” İyi canım, ben de mızıkçılık etmek niyetinde değildim zaten. Ne kadar fedakâr bir şahıs olduğumu göstermek istiyordum. Ama Perşembe akşamı için nazik bir şekilde Cemal Reşit Rey’e davet edilince biraz bozuldum. “Kim vardı?” dedim. Marianne Faithful’mış. Eh bari, gelirim tabii. Otuz saniye kadar sonra ise, “Ozan Bey, pardon, ben gelemiyorum!” diye peşinden koşuyordum.

Yani evet, çok fedakârca davrandım ama değdi doğrusu. Çok samimi, çok güzel bir geceydi. Her şeyden önce, kibar gecelerde ayıp olmasın diye giydiğim, adeta üstümden dökülen şeyleri giymeme gerek kalmadı. “Bizim derneğimiz,” dedim, “hiç tuhaf kaçmaz. Herkes normal kılıkla gelmiştir.” Doğrusu, genç kızlardan bir avucu şıklaşmıştı ama, geri kalan üyeler aynen benim gibiydi. Hatta bir ara, kotumu niye giymedim diye düşündüm. Giyilmekten sol dizi delindi de yamattık diye mi acaba?

Derneğimiz, yeni bir dernek. Cuma akşamki de, yukarıda dediğim gibi, üçüncü  GİO ödülleri gecemizdi. Hepimize öncü olmuş, örnek olmuş bir tanecik Giovanni Scognamillo’nun adına verilen bir ödül. Ben zaten FABİSAD’ın varlığının fantazya –bilimkurgu– korku seven gençlere cesaret ve güven verdiğini düşünüyorum. Dernekteki arkadaşların çoğunun adlarını duymuşlar, biliyorlar. Artık saçmasapan bir hevesleri olduğunu, beş para etmez şeylerle uğraştıklarını düşünmüyorlar. Önceki yıllarda anne-babalarla öğretmenleri sloganımızın doğruluğuna inandırmak için çok dil dökmüştük: Hayalgücü özgürleştirir! Aslında, aramızda kelli felli yaşlı şahıslar bile var. Gerçi başkanımız Altay Öktem de bu şahıslar arasında yer aldığını iddia ediyor ama biz nezaketen böyle dediğini biliyoruz. Bu arada, Altay’ın açılış konuşması güzeldi. Arkadaşımız Çağlar’ın sunuculuk yapmak için ta İsviçre’den kalkıp gelmesi de bizi pek memnun etti.

Hasılı kelam, ben en kıymetli ödülümüz Mavi Anka’yı bir elf prensi gözüyle baktığım Bülent Somay’a takdim ettim. Bülent de daha sonra Roman Ödülü’nü İskit’in yazarı Murat Başekim’e verdi. İkisinin arasında öykü, illüstrasyon, çizgi roman ödülleri dağıtıldı. Aday arkadaşlarımız çıkıp konuştu. Öyle keyifliydik ki, en ufak şeyde makaraları koyuveriyorduk. İnsan bu gibi durumlarda oradaki yaşlı başlı üyelerden ciddiyetle örnek olmalarını bekler, değil mi? Nerdeee! Onlar herkesten önce gülüyor. Ne günlere kaldık!

Evet, işte böyle. Bir yıl daha geçti. Aylardan beri canla başla uğraşan arkadaşlarımız rahat bir nefes aldı. Hepsini tebrik ediyoruz. Küçük bir mucize gerçekleştirdikleri bile söylenebilir. Umarız her yıl GİO ödüllerinde buluşuruz ve her yıl katılım bu kadar sağlam olur. Ben şahsen, roman jürisi üyelerinden biri olarak, karar vermekte çok zorlandığımı itiraf edebilirim. Nice GİO gecelerine, hep yeni üyelerle…

 

 

Yenilik olsun ama yıkıcısından olsun

Milyar dolarlık popüler dijital girişimlerinden hangileri mevcut sistemi sarsacak köklü bir dönüşüm gücüne sahip? Hangileri ise sistem içinde eriyip gidecek? İşte bütün mesele bu!

Dijitalleşmenin yol açtığı köklü dönüşümleri tanımlamak amacıyla kullanılan disruptive innovation ya da daha kısa haliyle disruption terimi, son yıllarda iş ve girişimcilik dünyasının diline doladığı bir kavram haline geldi. Türkçeye “yıkıcı yenilik” olarak çevrilebilecek terimin jargonal biçiminde kullanımı öyle yaygınlaştı ki, zamanla hemen her çıkan başarılı girişimin bir şeyleri “yıkıp yenilediği” iddia edilmeye başlandı.

İşte bu noktada “yıkıcı yenilik” deyimini 1995 yılında Harvard Business Review dergisinde yayınlanan bir makalesinde ilk ortaya atıp kavramlaştıran Harvard Business School akademisyenlerinden Prof. Clayton Christensen, 20 yıl sonra yine aynı dergide terimin çerçevesini yeniden ve güncel örnekler üzerinden açıklayan bir makale daha kaleme almak durumunda kaldı.

Christensen’in, meslekdaşları Michael Raynor ve Rory McDonald ile birlikte kaleme aldığı ve HBR Aralık 2015 sayısında yayınlanacak bu son makalesi, girişimcilik ve iş dünyası çevrelerinde de büyük gürültü kopardı. HBR’ın eski yayın yönetmeni ve Bloomberg BusinessWeek köşe yazarı Justin Fox, konuya ilişkin yazısında “Christensen’in kendini bu terimin sahibi gibi gördüğünü belirterek “Bir Harvard Profesörü bile olsa “yıkıcı yenilik” kavramın hiç kimsenin tekelinde olamayacağını” (Christensen’in geçmişle bugün arasındaki çelişkili açıklamaları üzerinden) savundu.

Kuşkusuz söz konusu eleştirilerde haklılık-haksızlık payı olan bir çok yön var ancak tüm bunları bir kenara bırakıp Christensen’in ne dediğine bir bakmak gerekli. “Harvard Profesörü’nün” söz konusu makalesindeki en can alıcı husus, bir girişimin yıkıcı yenilik olup olmadığını anlamak için koyduğu 4 temel kriter. Dijitalleşmenin, dijital dönüşümlerin tüm hızıyla sürdüğü ülkemizde iş ve ticaret alanında girişimcilik ve yenilikçilik iddiasındaki herkesin mutlaka değerlendirmesi gereken bu kriterler ve onlara ilişkin yazar veya bendeniz tarafından derlenen örnekleriyle şöyle;

1. Yıkıcı yenilik anlık bir yıkılma yenilenme durumu değil zamana yayılan bir süreçtir.

Netflix ilk yıllarında video kiralama servisi BlockBuster’ı alt etti ama yıkıcı yenilik süreci zamanla TV kanallarını ve film yayıncılarını da içine alacak şekilde devam etmekte.

2. Yıkıcı yenilik sahibi girişimciler, çoğunlukla geleneksel yapının ürün ve hizmetlerinden ziyade mevcut iş modelini yerle yeksan edecek yenilikler inşa ederler.

iPhone ilk çıktığı zaman her ne kadar ürün olarak bir yenilik olarak algılansa da asıl yıkıcı yeniliğin sektörü teknolojik üstünlükten ziyade AppStore üzerinden sunulan zengin uygulamalara doğru evrilten iş modelinde olduğu zamanla anlaşıldı.

3. Her yıkıcı yenilik başarıya ulaşacak diye bir kural yoktur.

Müzik, film ve oyun dünyasının ilk yıkıcı yeniliği Napster doğru düzgün bir başarıya ulaşamadan mahkeme kararıyla kapatıldı, ondan sonra gelen Torrent paylaşım sisteminin uygulayıcıları hapse bile atıldı. Ama bu başarısızlıklar bile bugün eğlence sektörünün bu yıkıcı yenilikler karşısında kan kaybetmesini engelleyemiyor.

4. ”Sen de yık ve yenile, yoksa yıkılırsın” gibi sözleri kutsallaştırma. İşin hala para kazanıyorsa devam et ama paralelinde sen de kendi alternatiflerini inşa etmeye başla.

Fresh Direct gibi online rakipleriyle baş etmeye çalışan gıda marketleri zinciri Whole Foods, bir yandan kendi klasik fiziksel mağazacılık anlayışını sürdürüp mevcut müşterilerine hizmet verirken bir yandan da (bizdeki Migros-Sanalmarket.com örneğine benzer biçimde) kurduğu kendi online marketinde çeşitli yenilikler deneyerek kendine bir yol haritası çizmeye çalışıyor.

Giderek popülerleşen ve yıldızı parlayan yeni girişimlere bir de Christensen’in gözlükleriyle bakmakta fayda var. Ne dersiniz? Sizce hangi girişimler yıkıcı yenlik, hangileri değil?

20 Kasım 2015 Cuma

Hepimiz Deli Doğarız…

Delilikte 1. Perde;

Bir kır yolu. Bir ağaç.

Bir akşam…

“Oysa benim bütün bildiğim şudur,” der Vladimir. “Saatler bir türlü geçmek bilmez ve bu koşullarda bizi, vakit geçirmek için türlü türlü, hani nasıl desem ilk bakışta makul gözüken, ama zamanla monotonluğa dönüşecek oyunlara başvurmaya zorlar. Böylece aklımızı kaybetmekten kurtulduğumuzu söyleyebilirsin. Kuşkusuz doğru da… Ama aklımız; aklımız uzun süredir dipsiz derinliklerin bitimsiz gecelerinde dolanıp durmuyor mu zaten? Bazen bunu soruyorum kendime. Akıl yürütüşümü takip edebiliyor musun sahi?”

Üstündeki paçavraları göstererek gülümser Estragon ve adeta bir hikmet yumurtlarcasına şöyle der: “Hepimiz deli doğarız… Ve bazılarımız öyle kalır.”

Godot’yu Beklerken… Samuel Beckett’in 1952-53 sezonunda Theatre de Babylon’da sahneye konulan iki perdelik ünlü trajikomedi oyunu. Eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ve ne olduğu bilinmeyen bir kimse ya da “şeyi” beklemelerini anlatır. Bana kalırsa, bir tiyatro oyunundan ziyade, bittiğinde insanın boğazında kalan kekre bir düğümdür bu. Sessizlikler, üç noktalar, bitmemiş cümleler arasında geçen bir parodi ve oyun süresince insanoğlunun deliliği üstüne söylenmiş yahut susturulmuş bir yığın düşünce… Bugün, Godot’yu Beklerken’in yanı sıra deliliği hiçbir şekilde yadsımayan, ama nedenini de sorgulamaktan öte durmayan pek çok Beckett metnine rastlamak mümkün. Kuşkusuz her birinin içinde bizlere fazlasıyla tanıdık gelen öğeler var. Söz gelimi, akıllarımız; akıllarımız uzun süredir dipsiz derinliklerin bitimsiz gecelerinde dolanıp durmuyor mu sahi? Ne dersiniz? …

“Gece” ve “delilik”, Beckett metinleri dışında da birçok defa iç içe geçerek, başka başka hikâyelere konu edilmiş iki kavram. Homeros’a bakacak olursanız Nyx, Olimposlu bir gece tanrıçasıdır. Delilik ve çılgınlığın cinleri olan Mania’lar ise Nyx’in biricik kızları… Efsaneye göre, deliliği doğuran, gecenin ta kendisidir yani. Karanlık, beraberinde ıssızlığı ve yalnızlığı getirir. İnsan ki en çok yalnızken delirir. Sahiden öyle midir, bilmem. Ben adına “deli” denilen kimseleri hiç yalnız görmedim. Kalabalıklar içinde gördüm, arabaların vızır vızır işlediği bir caddenin ortasında uyurken gördüm, sokak müzisyenlerinin arasına karışmış dans ederken gördüm, kedi ve köpeklerle beraber bir bankın üstüne çökmüş, yarısı yenmiş bir tavuğun kalan yarısını dişlerken gördüm de; hiç yalnız görmedim. Aslında ben “delilik” kavramının kendisine de hiç inanmadım ya, neyse. Belki de Beckett yüzünden. Sonuçta, hepimiz deli doğuyoruz ve bazılarımız öyle kalıyor. O hâlde bütün mesele, olduğu gibi kalabilenler ile değişebilenler arasında. Aksine inanmak biraz güç, zira siz hiç metroda oturmuş ve ezberden Virginia Woolf okuyan bir deli gördünüz mü? Ben de görmedim. Gördüysem bile onun bir deli değil de, sıkı bir edebiyatsever olduğunu düşünmüş olabilirim. Zira hatırladığım kadarıyla, Taksim Metrosu’nun uzayıp giden, boğucu ve terli vagonları arasında bir yerde durmuş, elini kolunu bir paraşüt misali dalgalandırarak şöyle diyordu: “İnsanlar, nasıl da nefret ettim sizden! Nasıl da dirsek vurdunuz, nasıl da önümü kestiniz, yeraltı treninde karşılıklı oturup birbirinize gözlerinizi diktiğinizde nasıl da pistiniz…”

Sizi bilmem, ama ben şahsen deli kalmayı becerebilmiş insanları severim. Her defasında, tuhaf bir biçimde yaşam şırıngalarlar içime. Dünyanın muazzam karmaşası içinde, insan gülmeye bile cesaret edemezken, bir delinin meçhul kahkahalara şapka çıkartması bir erdemdir. Bu yüzden, tıpkı Vladimir ve Estragon gibi ben de içten içe bir delilik hâliyle, kendi ömrümün Godot’sunu beklerim. Hiçbir zaman gelmeyecek olsa bile…

Delilikte 2. Perde;

Ertesi Gün. Aynı Vakit.

Aynı yer…

 “Zaman durdu,” der Vladimir.

O sıra çizmelerini çıkarmaya koyulan Pozzo, bir an için başını göğe doğru kaldırır ve hemen sonra, “İnanmayın efendim, inanmayın!” diye söylenir. “Şu gördüğünüz alacakaranlıklar nelere kadirdir bilseniz… Biz beklemeye devam edelim. Godot’nun yarın kesinlikle geleceğini söylüyorlar çünkü…”

 

18 Kasım 2015 Çarşamba

Aklımız Fuar’da kalacak!

SEVİN OKYAY – 14 Kasım 2015

Bugün Fuar’a gidiyorum. 34. İstanbul Kitap Fuarı’nın iki günü kaldı zaten. Bir bugün, bir yarın. Aslında son günü gitmeyi tercih ederdim ama, Pazar günü Vodafone Maratonu’nun koşulacak olması cesaretimi kırdı. Malum, ben Kadıköy yakasında, Erenköy’de oturuyorum. Maraton birinci köprüyü iptal ettiği gibi, ikincisinde de yoğun bir trafiğe neden olur. Zaten yol uzak, iş bütün bütün işkenceye döner.

Gerçi fuar yerinin şehre çok uzak olduğu, zor gidildiği yolunda şikayetler var ama bizim otobüslerle yollara koyulduğumuz, duraklarda bazen saatlerce beklediğimiz yıllara nazaran bir kolaylık da mevcut: metrobüs. İnsanlar metrobüsle akın akın fuara geliyor. Belli bir yaşın üstündekiler için gene de zor ama, otobüslerin kahrını da çeken hatırlar. İstanbul’da bu büyüklükte bir mekân bulunsa da fuar orada kurulsa çok memnun olurduk, tabii. Ne yazık ki, bugünün şartlarında böyle bir yer olsa bile fuara ayrılacağını sanmam. İnsanlar mendil kadar yerlere bile, bina diksek hırsıyla bakar oldu.

Neyse, diyelim ki gittik… Mesela ben geçen hafta gittim. İtiraf edeyim ki, NTV Ulaştırma gibi bir avantajım vardı, ama yaşım da 74 oldu oluyor. (Yazar çok yaşlıymış diye kaçmaya kalkmayın sakın!) Kutlu’nun bir paneli vardı, onunla gittik. Doğrusu, elimden geldiği kadar gezdim, akşama kadar kaldım. Ben Günışığı Kitaplığı standındayken Müge İplikçi kitap imzalıyordu, onun yanına oturup çocukları gözledim. Değil bizim zamanımızın, birkaç yıl öncesinin çocuklarına bile benzemiyorlar. Nerede o büyüklerinin elinden tutup uslu uslu dolaşan, onlar ne uygun bulursa onun alınmasını kabul eden çocuklar? Bu çocuklar kendi alacakları kitabı kendileri seçiyor, doğrusu pek itirazla da karşılaşmıyorlar.

Sonra Müren’le ON8’e geçtik, benim de esas mekânım sayılabilir. Yapı Kredi Yayınları’na (YKY) bir göz atıp yeni Harry’leri gördüm, çok hoşuma gitti. Harry, Kutlu ile benim esas çocuğumuz sayılır, onca yıllık muhabbetimiz var. Dile kolay, onca kitap… Onun ardından da kendi standıma, NTV Yayınları’na gittim. Arkadaşlarım oradaydı, stand da çok kalabalıktı. Fuar’a geldin mi, ille de başka yayınevlerinin standlarını gezmek, sadece kitap almaktan öte, arkadaşlarını da görmek istiyorsun. İlle de hazır bulunmak istediğin imza günleri de var elbette. Ben bu sefer imza günü hakkımı Murathan Mungan’ın Harita Metod Defteri için kullandım. Salon çok uzakmış, ben de hayli ayakta kalmışım, gene de kitabıma imza alabildim diye kendimle iftihar ediyorum. İmza gününde atılmış bir imzanın tadı başka oluyor!

Sonra Redhouse standına gittik, geçen yıl da bizi misafir etmişlerdi. Ama bu yılki sürprizlerini çok sevdim. “Leyla Fonten” öykülerinden bir set yapmışlar. Tülin Kozikoğlu yazmış, Sedat Girgin resimlemiş. Sedat çocukların kitaplarını karikatür yaparak imzalıyordu. Epeyce uzun bir kuyruk birikmişti önünde. Ben imzalatmak için Öfkeli Örümcek Rıza’yı seçtim. İyi çizilmiş-yazılmış bir set, koltuğumun altına sıkıştırıp Redhouse’culara teşekkür ederek kendi standımın yolunu tuttum. Zaten burası benim soluk alma ve birikmiş kitapları yığma yerim. Her yılki gibi Aras’ı, Domingo’yu, yeniden YKY’yi ziyaret ettim. Kadim dostum Sabri Koz da oradaydı. Gördüğüme çok sevindim. Fuarlarda genellikle yılda bir karşılaştığın has dostlara rastlıyorsun.

Bugün için ise çok parlak planlarım var. Bir defa imzalar var. Pul Biber için 1’de imza atacakmışız galiba, her neredeyse. Deniz’i bulurum önce. 13.00’te Heybeliada Salonu’nda Semih Gümüş ile Ahmet Büke söyleşecek. Cumartesiyi heyecanla beklememin en büyük nedenlerinden biri. Eh, ne de olsa kendisi ON8 Blog’dan arkadaşım oluyor. 15.00’te ise hem Ahmet’in ON8 Kitap’ta (Salon 2, 2101 C no’lu stantta) imzası, hem Murathan’ın söyleşisi var. Esin Erden’in ikinci kitabı çıktı, Adnan Özyalçıner hikâyelerini resimlemiş. Onunla ve Levent’le buluşacağım. Yolunu gözlediğimiz bir başka İzmirli ise, polisiye yazar/çevirmen Algan Sezgintüredi. Eşi Sibel’le o da bugün fuarda olacak. Hani bakıyorum da, arkadaş peşinde koşmaktan, standlarda kitap aramaya pek vaktim olmayacak gibi. Orta malıyız yani. Arada NTV Stand’ı da var. En iyisi ya telefon vasıtasıyla, ya olay yerinde casusluk faaliyetiyle buluşmak. Algan, “Telefonunu duy!” demiş. Gönül istemez mi? Bazen duyulmuyor işte.

Heyecan içindeyim, hepsini bulsam keşke. Bu fuarlar çabucak bitiyor. İnsan doğru dürüst bir şey arayamıyor. Neyse ki, Türk Dil Kurumu’na geçen hafta uğramıştım. O kadar çok kitapta da gözüm kaldı ki. Gene aklımız fuarda olacak demektir. Keşke birazcık uzasa şu kitap fuarları!

 

 

16 Kasım 2015 Pazartesi

Yalnızlığın ve Sözcüklerin Sınırında…

ECE İREM DİNÇ – 12 Kasım 2015

“Ben yalnızca tenini tanırım yeryüzününVe bilirim adı olmadığını…”Pablo Neruda

Astrofizikçilerin, “Tekilsellik” adını verdiği teoreme göre, kritik bir yarıçapın altına inen her yıldız kaçınılmaz olarak tekilselliğe düşer ve zaman, orada bütünüyle anlamını yitirir. Buna bir karanevi “Karadelik” de diyebiliriz. Çünkü, başlangıçta bir karadeliğin oluşması için bir yıldızın ölmesi gerekir. Yıldız sönmeye başladığında, bütün artık maddeler – yani yaşanmışlıklar, yenilgiler, kayıplar, acılar, anılar, pişmanlıklar, keşkeler – merkezine doğru çekilir ve bir vakit sonra yıldızın merkezi – yani kalbi – öylesine ağırlaşır ki, bir çay kaşığının ağırlığı bile koca bir dağ kadar olur. Öte yandan, ne derler bilirsiniz, hiçbir karadelik tam manasıyla bir son değildir. Çünkü orada; o dipsiz, o derin, o karanlık boşlukta ancak ve ancak içine düşenlerin tanımlayabileceği türden olağanüstü bir enerji gizlidir. Yıkımın, yenilginin, yorgunluğun ve vazgeçişin doğurduğu devasa bir enerji… Parçalanan hayatlar, hatıralardan oluşan toz bulutları ve insanın içine, tam kalbinin üstüne çöreklenmiş bir yığın soğuk kütle… Sıcaklık, karanlık, yalnızlık, sonsuzluk… Karadeliğin içinden dışarı fırlayan parçacıklar ve en nihayetinde yeniden doğmayı başarabilen kahraman yıldızlar… Hepsi de patlamaya hazır, isyankâr bir bomba misali oradadırlar, her an yeniden var olabilir, her an dağılabilir ve her an farklı noktalara doğru savrulabilirler.

Yine aynı teoreme göre, kendini yeniden doğurmaya yetecek olan gücü bir biçimde bulabilmiş olan o yıldızın, içine düştüğü karadelikten kurtulmak üzere az da olsa bir şansı vardır. Ne ki, o gücü kendinde bulamayan bir diğer yıldız ise mutlak suretle karadeliğin içinde kaybolup gitmeye mahkûmdur. Bilim adamları buna, “Yaradılışın Düzensizliği” ismini vermişler. Başka bir deyişle; adına dünya denilen şu koca topun içinde süregelen her şey olması gerektiği gibiymiş yani. Yaşam ve ölüm iç içe, birinin yokluğu bir diğerinin varlığına ilmek atarken atmosfer bile ürperiyormuş kendince.

Usta Şair Pablo Neruda’ya göre karadeliğin içinden dışarı fırlayan parçacıklardan biri de “söz”dü. Öyle ki, sözcük, kan içinde gelmişti bu dünyaya. Son anda delikten dışarı çıkmayı başarabilmiş, şanslı, fakat yara bere içinde, cılız bir ufaklıktı o. Tabii büyüdü sonra, karanlık bir bedende, ufak ufak yürek atışlarıyla… Ardından uçup gitti dudaklardan ve ağızdan. O sözcüğün, o ilk söylenen sözcüğün etkisi bir su ürpertisi kadardı belki. Bir küçük damla. Ama yine de, koskoca bir çavlan gibi uğuldamıştı insanoğlunun kulaklarında.

Nasıl olduysa oldu ve daha sonra anlamla doldu sözcük. Gebe kaldı ve doldu yaşamlarla. Doğumlarla, yeni yeni dirilmelerle… Öz ve var oluş birbirine karıştı böylece.

“Havadaki bütün bu sözcük akımının farkında olarak, başımın çevresinde gezinip duran rüzgârların yarattığı girdapla yazdım,” diyor şair. “Hem kanadım, hem üşüdüm, hem yazdım… Zaman zaman bazı sözcükler adeta son bir intihar patlaması misali kopup gelseler de üzerime, bir karadeliğin karamsar yüreği gölge etse de kalemime, hatta son derece acı verici de olsa bazen, hakikatte sözcüklerimi hep çok sevdim ben. Gene de umutla bağlandım onlara. Oysa pek çoklarının umudundan belirsiz bir iskelet kalmışken geride ve onlar ki, gökyüzüne borcunu ödemekteyken şimdi bir yerlerde, ben yine de umutla düğümledim kendimi sözcüklere. Hüzünlü bir gülü devşirmenin, gökten kopup gelen bir yıldızı avuçlayabilmenin, bir külü ellerinle toprağa gömebilmenin ve yükselişinde ışığın, uyuyanlarla birlikte uyanmanın ya da sürüp gitmeyi bir düşte, ötesine ulaşmayı kıyısız bir denizin… Oklarla, ateşlerle, çiçeklerle kıvrılıp giden bir gecenin, evrenin, delik deşik edilmiş gölgelerin, hiçbir şey bilmeyen birinin, kâğıda kondurulmuş o ilk ve belli belirsiz dizenin güzelliğini de sözcüklerle gördüm.

Yuvarlanıp gittim yıldızlarla, yüreğim boşandı sonra rüzgârda…”

İçimdeki ağır kapı, Neruda’nın bu incelikli metniyle birlikte sarsılarak açıldı bu hafta içi. Eminim, bu cümlelerin bazı damlaları benim nehrimde akmaya devam edecek ve daha nice gizemle beslenerek, kabaran sellerdeki bir sonsuzluktan katılan başka damlalara karşın, yalnızlığın, suyun, şiirin ve şairin izleri anılarımdan asla silinmeyecek. Biliyorum. Sözcüklerin kuvvetine ve kalıcılığına sıkı sıkıya inanıyorum çünkü. Ne ki, bazen dil, uzanıverirmiş ya hani tâ saç köklerine kadar. Dudaklar kıpırdamadan konuşurmuş, ağız ve gözler sözcük kesilirmiş birdenbire. Sözcükler, sanki birer insan suretindeymiş kimi zaman.

Ve an gelir cama cam niteliği verirmiş sözcükler. Kana kan ve yaşama yaşam…

 

15 Kasım 2015 Pazar

BitCoin’e Nobel adaylığı

Çin kaynaklı spekülatif alımlar ve AB ile ABD mahkemelerindeki lehte kararların ardından son dönemde yeniden tırmanışa geçen BitCoin, gizemli yaratıcısının Amerikalı bir ekonomi profesörü tarafından Nobel Ekonomi Ödülü’ne aday gösterildiği iddialarıyla yine gündeme oturdu.    

 

İnternet’in bankasız ve devletsiz para birimi BitCoin, son dönemde eski görkemli günlerine dönüş sinyali veriyor. BitCoin Kasım 2013’te 1.240 dolarlık değerle zirve yapmış, ancak o tarihten sonra sanal döviz bürolarına yapılan siber saldırılarda bunlardan bir kaçının iflas edip kayıplara karışması ve hemen ardından İnternet’in en yoğun BitCoin kullanılan yeraltı mekanı Silk Road’un patronlarına yapılan suçüstü baskınları sonucu kullanıcıların güveninin sarsılmasıyla uzun bir iniş dönemine girmiş ve hatta değeri bir ara 177 dolara kadar gerilemişti.

Son dönemde ise, önce bir ABD mahkemesinin BitCoin’i bir emtia olarak kabul etmesi ve yine geçen hafta bu defa bir AB mahkemesinin BitCoin alım-satımlarından KDV alınmaması yönündeki kararları ile başlayan yükseliş, Çin’de devalüasyon kaygılarından kaynaklanan spekülatif alımlar sayesinde 500 dolara kadar çıktı. Bu seviyede tutunmaya çalışan BitCoin, yüksek ve istikrarsız fiyat oynamaları nedeniyle piyasa tarafından altın gibi bir emtia olarak işlem görse bile finans dünyasının büyük oyuncuları tarafından bir para birimi özelliğiyle de titizlikle incelenmekte.

Özellikle sisteme şifrelenerek kaydedilen ve bu kayıtların İnternet üzerinde sisteme dahil tüm bilgisayarlarda sürekli doğrulanıp güncellendiği BlockChain adlı (bir çeşit muhasebe defteri olarak da düşünülebilecek) kamusal kayıt sistemi, aldatılması imkansıza yakın mükemmellikte çalışma sistematiği nedeniyle American Express, MasterCard, Goldman Sachs ve New York Borsası gibi devler tarafından mevcut finans sistemine adapte edilmeye çalışılıyor.

Ancak finans devleri için BitCoin’in temel riski, sistemdeki güven unsurunun onu kuranlar tarafından değil sistemi kullanan müşteri ya da tüketiciler tarafından sağlandığı ve onaylandığı bir düzende merkezi bir bankaya ya da finans kurumuna ihtiyaç kalmaması. Her ne kadar BitCoin bu güven unsurunu şimdilik sadece teknolojik yönden tesis edip fiyat istikrarından hala uzak bir işleyiş gibi görünse de, önümüzdeki dönemde gelebilecek yoğun kullanıcı talebi sayesinde BitCoin ya da türevleri finans dünyasının Frankenstein’i olabilir. Üstelik BlockChain mekanizmasının, finans dünyasından öte kullanımları da yavaş yavaş hayatımıza girmekte.

Örneğin; Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki bir üniversitede  uzaktan eğitimi diplomalarının onayı BlockChain ile yapılıyor. Ayrıca, Avusturalya’da bir enformatik uzmanının, ülkede mahremiyet kaygıları nedeniyle bir türlü kabul görmeyen dijital kimlik kartlarının BlockChain ile yapıldığı takdirde tüm bu sorunları çözeceğini belirten yazısı gerek akademik, gerekse kamu kurumları içinde tartışılmakta.

Tüm bu gelişmeler olup biterken, ABD’li finans profesörü Bhagwan Chowdhry’nin Huffington Post sitesindeki blogunda, kendisinden talepte bulunan Nobel Komitesi’ne 2016 yılı Nobel Ekonomi adayı olarak geleneksel finans sistemini yıkıp yeni baştan yaratabilecek denli yenilikçi bir sistem tasarlaması nedeniyle BitCoin’in gizemli yaratıcısı Satoshi Nakamoto’yu gösterdiğini paylaşması küresel finans çevrelerinde gündeme bomba gibi düştü.

Kamuoyunda dünyada yeni doğan her çocuğa 100 dolarlık bir banka hesabı açılması ve finansal olarak desteklenmesini içeren “Financial Access at Birth” sosyal sorumluluk projesiyle tanınan Chowdhry’nin, BitCoin sistemini inceledikten sonra projede 100 dolarlık hesaba alternatif olarak 1 BitCoinlik siber hesap önermesini de ilginç bir not olarak eklemek lazım.

Nobel Komitesi bu tür aday tartışmalarında sessiz kalmayı yeğlediği için BitCoin’in aday olup olmadığını ancak ödül alırsa öğreneceğiz ama kazansa bile yaratıcısının kimliği bile bilinmediğinden ödülün kime nasıl verilebileceği de bu gündem dahilinde tartışılan hususlardan.

Her gün ortalama 5 milyon kullanıcının 800 milyon dolara yakın hacimde 150-200 bin adet transfer işlemi yaptığı BitCoin sistemi, İnternet üzerinde sanallaştırılmış her türlü emtianın değişimi ve AirBnb, Uber gibi sanal paylaşım ekonomisi unsurları için oldukça elverişli bir ortam oluşturuyor.  Mevcut finansal sistemin dönem dönem kaçınılmaz biçimde yaşadığı krizleri de eklersek, BitCoin’e ilginin artarak sürmesi beklenebilir. Ancak o döneme kadar inişli-çıkışlı emtia karakteristiği daha çok kalpler kıracağa benziyor.

11 Kasım 2015 Çarşamba

Platonik Posta

SEVİN OKYAY – 7 Kasım 2015

İrem Uşar’ı daha önceden tanımazdım. Zaten sanat dünyasında şimdi çok sevdiğim hemen hemen herkesi dinleyici, seyirci ya da okur olarak tanımışımdır. Meslek sayesinde tanışmak kolay oluyor. İrem Uşar’ın adını da ilk Ben Ayrıkotu üzerinde gördüm sanıyordum. Günışığı Kitaplığı onu tanıtırken, gözlem gücünün yansıdığı kitaplarıyla sevildiğinden bahsetmiş. Sonra bir baktım ki, ne göreyim? Benim jürisinde olduğum bir yarışmada, okuyup pek beğendiğim Lataşiba’nın (2013) yazarıymış meğer. Yani, fantastik âleme aşina biri.

Kitabı Ben Ayrıkotu’nu okuyup bitirmiş biri olarak, bu kitabın, aynı yoğunlukta olmasa ve karakterleri pek benzemese de Sevgi Saygı’nın müthiş kitabı Peri Efsa’nın tadında olduğunu söylemek isterim. Ben Ayrıkotu, fantastik olanı okurun gözüne sokmasa da, kendi aklından çıkarmayan bir yazarın kitabı. Aynı zamanda anlattığını farklı anlatmasını bilen, okura zevk verecek şekilde anlatmasını bilen bir yazarın. İçeri girerken klişeleri dışarıda bırakın!

Kahramanımız on dokuz yaşında bir genç. İnsanlardan sıtkı sıyrılmış. Bir noktada herkesin başına gelebilir bu: Diğer insanlara tahammül edemez olursun. Kısa bir girişten sonra, birden kendimizi onun 1. Mektup’unda buluyoruz. İnceden özür dileyerek sunduğu bir mektup, biraz eğretiymiş. “Kötü bir terzinin elinden çıkmış gibi. Dikiş yerleri pot yapmış, etek uçları dalgalı.” Yapmaya niyetlendiği işe taktığı “Platonik Posta” adı da ilk kez burada ortaya çıkıyor. Mektuba gelince, sadece az konuşan birinin birden bütün muslukları açtığını söyleyebiliriz, fazlaca uzun. İşinden istifa etmiş olmanın rahatlığı da var tabii. Anlıyoruz ki, delikanlı yazıyor, çünkü onu tanıyacak birine ihtiyacı var. Mektubu yolladığı ya da verdiği kişiye yazmış, çünkü onu tanımaya niyetli değil. Dur bakalım, belki de niyetli:

“Seni hiç tanımıyorum. Ama tanışacağız. Nasıl, biliyor musun? Ben giyinip evden çıkacağım. Bir apartman kapısının önüne geleceğim, durup önce apartmanın ismine, sonra zillere bakacağım. Zildeki bir isim hoşuma gidecek, hemen oracıkta zahmetsizce sokağının, apartmanının adını, daire numarasını zarfın üzerine yazacağım. Sonrasında, derhal oradan uzaklaşacağım.” Sonra da postaneye gidip, eski dost Şef’ten mektubunu postalamasını rica edecek. Planladığı işi, en basit haliyle anlatan bir bölüm. Kapak arkasında kendine yer bulmasının hikmeti de bu.

“Platonik posta! Yapacağım şey bu.”

Kendini diğer insanlardan bu şekilde ayırmayı seçen, ama gene de karşılıklı olmasa bile bir bağ kurmaya niyetli bir kahraman ve aile dostu Şef’in aracılığıyla sahibine gidecek mektuplar, İrem Uşar’ın kitaptaki ilk sürprizi. Ama tek sürprizi bu değil. Çünkü yazan ile yazılanı kavuşturmasa, hatta tanıştırmasa da bizi mektup sahipleri ile tanıştırıyor. “Cihangir’de Bir Apartman Dairesi”, “Beylerbeyi’nde Bir Gecekondu” vb bölümlerde karşımıza çıkıyorlar. Kimisi yeni günün vaadiyle mektupla arasına hemencecik bir mesafe kurmayı başarırken, kimisi de ümitle yeni bir mektup bekliyor. Sonra “Nişantaşı’nda Bir Teras Katı”, “Beyoğlu’nda Bir Daire” vesaire… Çift tırnak içindeler, çünkü hepsi bölüm adları. Önce mektupçunun ya da yazarın bir mektubunu okuyoruz (atlayarak gitse de numaralarını hiç ihmal etmemiş), arkasından da bir mektup sahibi sahneye çıkıyor.

“100. Mektup”ta yazar, kendine hakim olamayarak giriştiği bir oyunun ardından, annesiyle gittikleri bir binayı anlatıyor. Annesinin bir arkadaşı otururmuş orada, lise arkadaşı. Seyrek görüşüyorlarmış. Küçük oğlan eve hayran kalmış. “Rüzgârdan havalanan perdelerine bakarken tuhaf hissettiğiniz” binalardan biri. Ya da, annesinin garip bir gülümsemeyle dediği gibi: “Sanki canlı.”

Hemen arkasından da yedi cücesiyle Pamuk Prenses gelir. O Pamuk Prenses değil ama…

İrem Uşar’ın mektupçusu buraya kadar işini mükemmelen yapıyor. O ve mektup sahipleri bizi hem hayretlere düşürüyor, hem de kapılarını gıcırdatıp konuşan o ketum binanın bile takdirle karşılayacağı, kadim edebi tatlar sunuyorlar.

Kitabın “İkinci Bölüm”üne gelince… Onun tadını çıkarmayı da size bırakalım. Ben Ayrıkotu, daha önceki kitaplarını okumuş olsanız da, olmasanız da Uşar’ın adını defterinize kaydetmenize yol açacak. Bir mektupçu ve birçok karakterinkiyle birlikte…