26 Eylül 2015 Cumartesi

O gümbür gümbür ses

SEVİN OKYAY – İki yıl olmuş demek, Tuncel’in o güzelim, gümbür gümbür sesini duymayalı iki yıl… Ama kulağımızdan hiç silinmemiş ki!

26 Eylül 2015

Tuncel Kurtiz’i gençlik yıllarımdan beri tanıyorum, hatta ilkgençlik denebilir. Sonraları ona hep “ağbi” demek istemiştim, niye olduğunu bilmeden. Doğum tarihine baktım da, eh, evet, benden altı yaş büyükmüş. Şimdiyi bilmem, ama bizim zamanımızda bu büyük bir yaş farkı sayılırdı. O yaştakiler seni gruplarına almak istemezdi, sana “kuyruk” gözüyle bakarlardı. Tuncel ile hiç böyle bir grup durumumuz olmadı, ama ben yazları peşlerine takıldığım benden büyük bir gruptan biliyorum. Kendisini grup pasaportu olarak kullanmaya çalıştığım Aral ağbim, benim yanımda sızlanırdı çünkü: “Bu kız benim kuyruğum mu? Niye her yere benimle geliyor?”

Neredeyse adaşım Evin, mesela, onların grubuna girmiş. Ama o kolejin yanı sıra aynı zamanda konservatuvara gidiyor ve zaman zaman onlara piyano çalıyor. Üstelik onun ağbisi Ergin (benim de arkadaşımdı, meğer benden beş yaş büyükmüş), Tuncel’in kardeşiyle evlenmişti. Evin, o bu dünyaya veda ettikten sonra yazdığı yazıda, Nâzım şiirlerini de ilk olarak onun kurşunkalemle yazılmış defter sayfalarında gördüğünü söylemiş. Sonra da sandalla Boğaz’da denize açıldıklarında Tuncel’in Şeyh Bedrettin Destanı’nı güneş altında baştan sona okuyup oynadığını anlatmış.

Benim de hayatımın unutulmaz anlarından biridir. Ama sandalda yoktum tabii, Tuncel, eşsiz bir sesi olan Sema Moritz’le birlikte sahnelemişti Destan’ı, asla unutulmayan o gümbür gümbür sesiyle… Aradan onlarca yıl geçmiş, hâlâ gözümün önüne gelir. Sesleri duyarım, ışıkları görürüm, Destan’a can katan hareketler geçer gözümün önünden. Bir başka seferle karıştırmışım herhalde, Sema radyoya geldiğinde ona sormuştum; “Sultanahmet civarında bir yerdeydi, sen de vardın, değil mi?” diye. Meğer o da benim gibi unutamamış. Yerebatan’daymış galiba, yerini unutup duruyorum, ama o sahne gözlerimin önünde. Biz de sahnenin önünde büyülenmiş gibi oturuyoruz. Yıl kaç, kim bilir? Oysa sonra Viyana’da hazırlayıp İstanbul Tiyatro Festivali’ne getirdiği Destan da var. Onu da izledim, ama Almanya’da yaptığını görmedik.

Yetişkinliğinde çok dolaştığı, farklı farklı yerlerde kaldığı söylenirdi. Ama zaten küçüklüğünde de babasının görevleri nedeniyle çok dolaşmış. Çok kitap okunan bir evin çocuğu. Babası elinden kitap düşmeyen biri. Onu örnek almış. Lise çağında İstanbul’a gelince de tiyatro, opera ve konserlerle tanışıyor. Bunların hepsi çocuğun yolunu kısaltır. Onu seçimine yaklaştırır.

Edebiyat matineleri, tiyatrolar, Gaskonyalı Toma, Haşet Kitabevi, Eminönü Öğrenci Lokali, Molla Fenari Sokak… Sonra Ege Ernart, Ergin Sander, Özdemir Asaf, Asaf Halet Çelebi, Aydın Engin, Münir Özkul, Sadık Şendil… Sonra oyunlar, oyuncular, Tuncel tiyatrocu. Dormen Tiyatrosu’na giriş, turneler ve İstanbul, Şehir Tiyatrosu, yevmiyeli bir aktör. Halk Oyuncuları’nı kurmaya çalışıyorlar Tuncer Necmioğlu ile. Askerken, Yılmaz Güney ile Umut filmi çalışmaları. Filmi Cannes’a götürüyorlar.

Güney onu Duvar filmine çağırıyor. Kurtiz, Filistin ve İsrail’de Kuzunun Gülümseyişi’nde oynuyor ve Peter Brook’la tanışıyor. Brook onu Sürü’de beğenmiş, New York’a çağırmış. Oradan Paris’e ve Tuncel’in ilk denemesi. Böylece üç yıllık bir macera başlıyor: Mahabharata. Gene unutamadığım bir olay.

Çok beğendiğim, bayıldığım Mahabharata’da (Brook’u da çok severdim), oynayacağına sevinmiştim, ama böyle büyük bir rol olduğunu bilmiyordum. Bir baktım, yere çömelmiş, bildiğimiz “bul karayı al parayı” oynuyor, oynatıyor. Böylece dünya çapında bir yıldız oldu.

Aydın Engin, şöyle yazmış:

Çok yıllar sonra, Berlin…

 Bir tiyatro devi, Peter Brook bir ekip kuracak ve dünya turnesine çıkacak. Türkiye’den bir tiyatro devini de ekibe kattı.

 Berlin karlar altında. Büyük bir avludan geçilerek girilen, neredeyse eşyasız bir evde yine buluştular. Peter Brook’un baştan çıkarıcı projesini, onun o projede girdiği ağır yükü konyak eşliğinde hem konuşuyor, hem tartışıyorlar. Hintli bir sahtekârı oynayacak. Şu bizim “Bul karayı al parayı“ dediğimiz hileli oyunda enayilerin paralarını üten bir sahtekârı…

 – Elimle mi, yüzümle mi oynamalıyım?

 – Bence ellerinle… İlle de parmaklarınla…

 – Ben de öyle düşündüm. Ama senin söylemen de iyi oldu. Evet ellerimle…

 – Parmaklarınla…

 – Evet, evet parmaklarımla…

Unutamadığım bir şey de, Menend’le ikisinin aşkları, mutlu beraberlikleri, birlikte olunca gülen yüzleridir. Gezici Festival’de de, başka festivallerde de beraberdiler. Edremit’teki Zeytinbağı’nda da tabii. Dostları da çok severdi bu küçük oteli.

İki yıl olmuş demek, Tuncel’in o güzelim, gümbür gümbür sesini duymayalı iki yıl… Ama kulağımızdan hiç silinmemiş ki!

 

24 Eylül 2015 Perşembe

Kederli Mektuplar

ECE İREM DİNÇ – 24 Eylül 2015

“Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere,kitabı kapatıp yemek yiyenlere,o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere.Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır,zehirlenilir, ölünür…”

Şule Gürbüz

Publis Ovidus Naso… Bir zamanların meşhur İskenderiye Okulu şairlerinden müteessir olmuş, şiirleriyle birlikte hem kendi hayatını hem de kendisi gibi pek çok insanın hayatını derinden etkilemiş, sarsmış, hasta etmiş ve en nihayetinde kendi kendini yok etmiş bir ozan o. Öldüren şiirleri mi, yoksa adına “sürgün edebiyatı” dediğimiz tarzın bizzat insanın içine; içinin de içine, hatta tam da kalbinin üzerine derin kesikler atan kelimeleri mi bilinmez.      Ben kendisiyle –bundan birkaç gün kadar kısa bir süre önce– uzak bir ülkenin, hayli ıssız bir kütüphanesinde tesadüfen rastlaştım. Aradığım şey, Yunan mitolojisine dair basit, yalın bir kitaptı sadece. Buldum da. Oysa kitabın ortalarına yakın bir bölümüne geldiğimde, apansız önümde beliriveren o derin, vahşi ve koyu uçurumun dibinde usul usul yanıp sönen bir çift göz, elimde tuttuğum kitabın basitliğine dair beslediğim inancı temelden sarsmayı başardı. Kitabın içinde bir uçurum gizliydi ve öğrendim ki, uçurumlarda vakit geçirmek epey güç işti çünkü insan, belli bir derinliğe indiğinde ve benliğinin katmanlarını birer birer ters yüzüne çevirdiğinde zaman bir süreliğine durur gibi olurmuş ve sonra yeniden yavaşça hızlanıverirmiş hayat.

Ben, Ovid’i, unutulmuş şairler çukuruna gönderen sürgünden söz edeceğimizi zannederken o; bambaşka bir şeyden söz etmeye başladı. “Bir masal,” diye mırıldandı hafiften. “Çok, çok eski bir masal bu. Bir vakitler Olimpos dağının eteklerinde birbiriyle mücadeleye girişen iki ilahinin hikâyesi. Biri Atlas’ın kızı Niobe, diğeri ise Titanların en güzeli Latona…”

“İşte; bir araya toplanmış arkadaşları arasında, altın işlemeli Frikya kaftanıyla hemen göze çarpan ve ancak hiddetinin müsaade ettiği kadar güzel olan Niobe geliyor, başıyla her iki omzuna akan saçlarını sallayarak duruyor ve gururla konuşmaya başlıyor.

 “Ey insanlar! Ya niçin, hangi sebeple Latona’ya mihraplar arasında tapılıyor da benim tanrılığım bugüne dek günlüksüz kalıyor? Ben ki ensesinde göğün mihverini taşıyan Atlas’ın kızıyım. Hâlbuki Latona’yı ne yer, ne gök, ne de deniz kabul etti. Şu koskoca dünya, ona daracık bir yer bile vermek istemedi. Latona’nın sahip oldukları, benim çocuklarımın yedide biri etmez. Ben daha bahtlıyım, bahtlı da kalacağım. Bundan kim şüphe eder? Sahip olduklarım beni kudretimden emin kıldı. Talihin zarar verebileceği herhangi bir kimseden üstünüm. Her korkuyu, her laneti yok etmeye yetecek kuvvetteyim.”

Bu sözler üzerine öfkeden deliye dönüyor Latona. “Yeter,” diye haykırıyor dağın yamacında. “Uzun sızlanmalar cezayı geciktirirmiş Niobe,” diyor. “Oysa senin cezan hemen şimdi kesilmeli.”

Sonrası felaketin gürültüsü, halkın acısı ve gözyaşları… Latona, Niobe’yi en zayıf yerinden vuruyor ve yedi oğlunu birer birer öldürmeye başlıyor. Yukarıda gök yarılıyor, Atlas damla damla dökülüyor ve Niobe, hiçbir şey yapamadan öylece taş kesilip, kalakalıyor. Hemen sonra silkinip, kendine geliyor ve “Ey kalpsiz Latona,” diye sesleniyor. “Benim acımla beslen. Benim matemimle kendini doyur, vahşi kalbini kederimle doldur! Yedi ölümden ölüyorum. Fakat gene de senden daha zenginim. Bunca ölümlerden sonra gene de ben galibim!…”

Az sonra Latona’nın can alan yayının sesi yeniden işitiliyor. Niobe’nin kızları, kararmış elbiseleriyle kardeşlerinin ölüm yataklarının başını beklerken birer birer eksilmeye başlıyor, ta ki geride tek bir kişi kalana dek…

Ve işte her ne oluyorsa o anda oluyor. Niobe, kaskatı kesiliveriyor. Rüzgâr bile artık onun saçlarını uçuşturamıyor. Yüzünde kansız bir renk, hüzünlü yanakları üstünde hareketsiz gözler… Başı çevrilmez, kolları oynamaz, ayağı yürümez. Ama gene de ağlıyor Niobe. Kuvvetli bir rüzgâr kasırgası onu kuşatarak yurduna kaldırıyor, oradan dağın tepesine dikilmiş, eriyor. Bugün bile o kayalardan sicim sicim gözyaşı akıyor…”

Hikâye sona erdiğinde Ovid’in gözlerinin içine dikkatle baktım. Gözbebekleri adeta uzak, çok uzak bir tepede, yapayalnız ve cılız, göğe doğru uzanmaya çalışan iki kuru ağaç dalı gibiydi. Sahi, bu hikâyeyi niçin anlatmış olabilirdi ki? Bana neyi işaret etmek istiyor, diye düşündüm. Başını kaldırıp, etrafına bakındı. Bir süre için sessiz, öylece, kendi kendine, boşlukta yüzer gibi baktı durdu. Nice sonra, “İşte;” deyiverdi birden. “Burası, orası. Niobe’nin kayalığı. Kendi içinde derin, vahşi, anlaşılmaz bir uçurum. Hikâyesinden apansız sürgün düşmüşlerin yurdu burası… Şimdi, tanıyabildin mi onu?”

Demek böyle uzaklarda, bu meçhul kayalıklarda yaşayan bir şairdi Ovid. Hiç bilmiyordum. Bilmediğime, tanımadığıma şaştım. Fakat az sonra, sanki içimden geçenleri duymuşçasına gülümsedi ve uzanıp, ellerimi avuçları arasına aldı. “Hayır, genç dostum!” diye mırıldandı. “Ben burada yaşamıyorum, burada ölüyorum.”

Ona, benden ne istediğini sordum.

“Şimdi,” dedi. “Eğer elinden gelirse bu kadar ızdıraba ölümün son vermiş olmasına sevin. Ve hiç olmazsa, kelimelerimin uzun zamandan beri tattığı bu acıyı hafifletmek için bana bir iyilik yap. Küllerim, senin ihtimamlarınla buradan uzakta, yepyeni bir hikâyenin içine taşınsın. Böylelikle, hiç olmazsa ölümümden sonra sürülmüş kalmayayım. Bilirsin çünkü, hikâyeler, zamanın içinde yaşamaya devam ederler. Kelimelerimiz… Kelimelerimiz ki, şayet işitilebiliyorlarsa hâlâ yeryüzünün herhangi bir yerinde, o vakit bizler için de sürgün sona ermiş demektir.”

Hüzün yüklü sürgün beyitlerinin hocasıydı Ovid. Aslında bugün, hâlâ aramızda bir yerlerde geziniyor. Oysa sürgünde ölmüş bütün şairler gibi o da, kendini çoktan unutulmuş zannediyor. Efsane olur ki, Köstenceli şair Ovid’in sürgün edildiği yer Karadeniz imiş. Bilmem ki, Niobe’nin gözyaşı kayalıkları da o taraflara mı denk düşer? …

Eve dönüşte ilk iş en yakın kitapçıya koşup, şair dostum Ovid’in bir kitabını satın alıyorum. “Kederli Mektuplar…” Rastgele bir sayfa açıp, şiir falı bakıyorum ve şansa bakın ki, bu hafta “Düş Kazanı” okurlarının bahtına Ovid’in falından mürekkep şu cümleler savruluveriyor havaya;

Dayan ve üstele…

              Bu acı; adım adım senin iyiliğine…

                                                        İmza:  Ovid…

 

19 Eylül 2015 Cumartesi

Dijital Dönüşümün Yeni Lideri; CDO

Son dönemde şirketler, gündemlerini giderek daha fazla işgal etmeye başlayan dijitalleşme olgusu karşısında bunu bir sürece dönüştürüp organizasyonu peşinden sürükleyecek sıradışı bir profil arayışında.

Siber dünyanın fiziksel dünyalarımıza eklemlenmesinin getirdiği devasa iş fırsatlarının yanısıra İnternet ve mobil ağlar üzerinden gelen yıkıcı yeniliklerin her sektörde iş dinamiklerini altüst ettiği bir pazar ortamında şirket yönetimleri çaresiz dijitalleşmek için çözümler geliştirmek zorunda. Son dönemde katıldığım iş odaklı toplantı veya etkinliklerin hemen hepsinde şirketlerin rekabet ve verimlilik gücünün artmasında iş ve organizasyonel süreçlerin dijitalleştirilmesinin öneminden dem vurulup bugünlerde giderek daha da popüler olan bir organizasyonel titrden söz ediliyor; daha ziyade ingilizce kısaltması kullanılan CDO yani tam açılımıyla Chief Digital Officer.

Türkiye’de derneği bile kurulmuş olan kavramın henüz birebir Türkçe karşılığı yok ancak işlevsel olarak Dijital Dönüşüm Lideri olarak tanımlanabilir. Ülkemizde henüz az sayıda kurumsal şirkette belli belirsiz açılan bu pozisyon, ABD orijinli CDO Kulübü’nün Başkanı David Matheson’un verdiği bilgilere göre, 2014 yılı sonu itibarıyla özellikle endüstri sonrası döneme geçmeye çalışan ülkelerin ağırlıklı olduğu şirketlerde 1.000 CDO pozisyonu açılmış ve bu rakamın yıl sonunda 2.000’e çıkması beklenmekte.   

CDOların “Ne iş yaptığı” konusunda ise rivayetler muhtelif ; Kimi şirketlerde Bilgi İşlem (CIO) veya Pazarlama’dan sorumlu Genel Müdür Yardımcılarının (CMO) yerine konuşlandırılan, kimilerinde bu iki pozisyonun birleşmesiyle (CMO+CIO) oluşturulan yeni bir yönetici pozisyonu olarak, kimilerinde ise Genel Müdürün (CEO) hemen yanına konumlandırılmış bir süper Genel Müdür Yardımcısı (Super-CXO)  şeklinde. Hangi seçeneğin doğru olacağı sorusuna doğru yanıt vermek için ise, şirketlerin dijitalleşme ihtiyaçlarına bakmamız gerekiyor. Bu bağlamda dijitalleşme, şirket için 1-2 departmanla sınırlı olmayan ve şirketin istisnasız tüm iş süreçlerine zerk edilmesi gerekli zihinsel, fiziksel ve sanal bir dönüşüm süreci…

Zaten bu bakış ilk 2 seçeneği en başından boşa çıkartıyor.  Bu şekilde icraata başlayan şirketleri kenara ayırıp daha gerçekçi görünen son seçeneğe bakalım.

Evet, CXO’ların biraz üzerinde ve CEO tarafından “şirketi dijitalleştirmekle” yetkilendirilmiş, şirket içinde her CXO’ya eşit mesafede olacak ve onlara görev yaptıkları organizasyonların dijitalleşmesi amacıyla dijital koçluk yapacak ama hiç kimsenin organizasyonunu sahiplenmeye kalkışmayacak bir profil işlevsel olarak tanımladığımız hedefe en rasyonel şekilde ulaşır gibi görünüyor. Ancak bunu deneyen öncü şirketlerin kimi CEOları, dönüşüm sürecinin ardından ‘ödül’ olarak, şirketin yönetim koltuğunu CDO’ya devretmek zorunda kalmış ve elbette böyle ‘başarılı’ bir süreçten geçmek isteyen CEO sayısı da oldukça azalmış!

Peki sonu şirket için hayırlı ama CEO için tedirginlikle biten böylesi bir sürecin, tüm taraflar için kazan-kazan olarak şekilde nasıl mutlu sonla bitmesini sağlayabiliriz?    

İş hayatının 15 yılını kamu, özel ve küresel şirketlerde çalışan ve yönetici pozisyonlarında geçirmiş biri olarak sorunun çözümünü, mevcut CDO tanımının tüm bu gerçeklerin göz önüne alınarak güncellenmesinde görüyorum. Şöyle ki; ideal CDO, dijitalleşme konusunda birikimi ve deneyimi yüksek, trendleri takip eden, egosu düşük, iletişimi güçlü, iş ve sosyal çevresi geniş, kurumsal organizasyonların farklı yerlerinde görev alarak interdisipliner çalışabilme becerisine kavuşmuş, organizasyonel saygınlığını bilgi birikiminden alan, hem stratejik soyutlama düşüncesi hem de bu düşünceyi hayata geçirebilme azmi olan ancak şirket organizasyonunun toksik etkilerinden uzak bir dışgörüye sahip bir profil olmalı. Ve tüm bunların ötesinde bu kişinin, organizasyonel kariyer hırsı olmayan ama buna karşılık iş kurma, bitirme ve bunun maddi-manevi hazzını kariyerden bağımsız yaşayabilen alçak gönüllü bir ruhu da olmalı. Şirketin dışından transfer edilecek böyle gezgin-misyoner bir profil, hem CEO’ya da dijital koçluk yaparak onun dijital donanımını ve dolayısıyla özgüvenini arttırır, hem de sözleşmesine konulacak süreli hedefler ve buna bağlı ödül mekanizmasıyla kendisinin de tatmin bulacağı optimum bir sürecin sonunda şirketi terk ederek farklı şirketlerde dijitalleşme serüvenine devam eder.

“Peki neredeyse bir CEO’nun tüm özelliklerine hatta daha da fazlasına sahip böyle çok yönlü bir profili nasıl bulacağız?” Bu sorunun yanıtına arayan yönetici ve patronların, geleneksel yöntemlerin dışına çıkıp kendi dijitalleşme süreçlerine buradan başlamaları, onları çözüme daha en başından yaklaştıracaktır.  

 

NOT: Tüm okurların ve dostların Kurban Bayramı’nı kutluyorum.

Mehmet’e, sevgiyle…

SEVİN OKYAY – İki yıl önce kasım ayında, o yıla kadar Akbank Caz Festivali’nin direktörü olan ve Naim Dilmener’in deyişiyle, “Sayıları giderek azalan ‘insan’ gibi insanlardan” Mehmet Uluğ, bu dünyaya veda etti.

19 Eylül 2015

Pozitif’in düzenlediği Akbank Caz Festivali çeyrek yüzyılı geride bırakmaya hazırlanıyor. 25. Akbank Caz Festivali yerli-yabancı, genç-usta cazcılardan oluşan programıyla 21 Ekim-1 Kasım tarihleri arasında izleyicilerinin karşısında olacak.

Ne mutlu ki, ilk yılından beri sadık bir izleyicisiyiz.

Pozitif, yirmi beş yıl önce yedi konserin ardından bir festival düzenlemeye karar verip, Erol Pekcan’ın aracılığıyla Akbank’a başvurmuştu. Hamit Belli’nin onayıyla başladı festival. İlk yılın kadrosu şöyle: Airto Moreira & Flora Purim Quintet, Ahmed Abdullah & The Solomonic Sextet, Max Roach Quartet, Art Ensemble of Chicago ve sponsor önerisiyle Senem Diyici Sextet. Nasıl bir festival olacağı bu programdan, özellikle de Art Ensemble of Chicago’nun varlığından belliydi zaten. Yanlarında tişörtlerini de getirip satmışlardı, bende hâlâ durur. Müthiş bir konserdi.

Biz, Pozitif’in kurucuları Mehmet Uluğ, Ahmet Uluğ ve Cem Yegül’le daha da öncesinden tanışıyoruz. Bir “dinleyici isteği”yle gitmiştik Baro Han’daki yazıhanelerine. O sıralar konserler düzenliyorlardı. Cheb Haled’i getirmelerini rica etmiştik. Mehmet Balkan, Murat Taner, ben… Cem Yegül yirmi yıl sonra, “Biz o kadar hayal dünyasında yaşıyorduk ki, Türkiye’de bizden başka birisinin Cheb Haled’in adını duymuş olacağına ihtimal bile vermemiştik,” diyor.

Robert Kolejli çocuklardı, müziği seven. Okuldan sonra Amerika’ya gitmiş, orada da plak alıp konserlere abone olarak müzik muhabbetini sürdürmüşlerdi. Bundan beş yıl önce, festivalin yirminci yılı öncesi Mehmet ve Cem’le Tünel House Coffee’de oturup, festivali konuşmuştuk. Elimizde her yılın kadroları vardı: sanatçı ve grup isimleri, grup açılımları… Ben okudukça, onlar hayret ediyordu. “O da mı vardı o yıl?” Yirmi yılın ardından kendilerini nasıl hissettiklerini sormuştum. “Bir tatmin duygusu vardır mutlaka.”  Mehmet, “Bugün oldu”, diye cevap vermişti. “Listeyi görünce bugün oldu. Ciddi söylüyorum. Yoksa unutmuşum. Böyle bu mantıkla bakmadım ben bu listeye.”

Gözümüzde yılların en iyisi, ikinci yıldı: Cecil Taylor, David Murray, Don Cherry, ‘Butch’ Morris. Cassandra Wilson… Cannonball’un kardeşi Nat Adderley de vardı.  Mehmet, “Bence yirmi yılın içinde en iyi festival, ikinci yıl olan festival,” demişti. Bir başka acayip yıl da, beşinci yıldı: Anthony Braxton, örneğin. Cemal Reşit Rey konseri bir fenomendir. Mehmet, “Konser başladı. Salon düzenli bir şekilde boşalıyor. Üç dakikada bir, birileri çıkıyor,” demiş, Cem de eklemişti: “Havuz problemi gibi.” Braxton müzik felsefecisidir, eşsiz bir müzisyen ve hocadır, ama dinlemesi pek kolay gelmedi demek. Son yarım saatte ise akın akın çıkış sona erince kalanlar oturup konseri keyifle dinlemişti. “Çok güzeldi,” diyordu Mehmet. “Bir de albümü çıktı.” Braxton’ın eşi de konserden sonra, “Transtayım,” demişti, o kadar beğenmişti yani.  Giren çıkandan etkilenmediklerini memnuniyetle görmüştük.

Cidden acayip bir yıldı: Henry Threadgill, Eddie Palmieri, John Abercrombie, John Zorn… Zorn’un mevcudiyeti ‘ukalâ’ cazcılar konusunu açtı. Steve Coleman ile James Carter’ın da yer aldığı bir liste… O yıl bir de, Resim Heykel Müzesi’nde Matthew Shipp & William Parker konseri vardı, bütün festivallerin en iyi konserlerinden biri. Ön sıradan kadının biri, parçanın ortasında kalkmış, topuklu ayakkabılarını tıkırdatarak arkaya kadar yürümüş, çıkıp gitmişti.

Mehmet baştan uyarmıştı bizi. İlk yılları hatırladığımızı, yıllar geçtikçe her şeyin bulanık bir hal alacağını söylemişti. Öyle de oldu gerçekten. “Nasıldı o konser?”, “Onlar da mı o yıldı?”, “Bir yanlışlık olmasın burada?” soruları havada uçuşmuştu. Mehmet bir ara, “Vay be. İşte bunları unutuyorum. Sekiz sene olmuş demek ki,” demiş. Olmuş da kuş gibi uçup gitmiş bile.

O da kuş gibi uçup gitti. İki yıl önce kasım ayında, o yıla kadar Akbank Caz Festivali’nin direktörü olan ve Naim Dilmener’in deyişiyle, “Sayıları giderek azalan ‘insan’ gibi insanlardan” Mehmet Uluğ, bu dünyaya veda etti. Anma Gecesi’nin duyurusunda, “…cazla yaşayan, sorgulayan araştıran bir caz aydını” diyor. Doğrudur, ama dahası da var. Pozitif ile uzun süre birlikte çalışan Dilmener tamamlıyor. “Bu memleketteki her müzik tutkununun üzerinde hakkı vardır; hayatlara renk ve anlam katma krallarından biriydi.”

Bir de, hepsinden önemlisi, Mehmet Uluğ iyi bir insandı. Anma Gecesi yazısında, “İyiliği yüzüne, bakışına vurmuştu. Size, hakkınızda hiçbir kötülük düşünmeyerek bakardı,” demişim. “Hiçbir zaman ‘ben’im duygusuna kapılmamıştı. Babylon yoktan var edilip Pozitif kurulmadan önce neyse, son âna kadar da öyle kaldı.  Hep aynı sevecen, mütevazı, iyi insan.”

Üçü, iki Uluğ ile Yegül, hayalleri gerçekleştiren çocuklardı: Akbank Caz, Parliament Caz, Fuji World Music Days, Efes Pilsen Blues, Efes Pilsen One Love, Rock’n Coke… Babylon Asmalımescit, Çeşme, Bomonti. Mehmet’in aramızdan ayrılmasından sonra da, onun anısına, Düşler Akademisi Kaş bünyesinde, “müziğin doğayla buluştuğu noktada” (ne çok önem verirdi buna), müzikle iç içe olmak isteyen herkese açık olan Mehmet Uluğ Müzik Evi (MUME) kuruldu.

Onu 20 Kasım 2013’te kaybedişimizin ardından, 22 Kasım Cuma gecesi kulüplerde, barlarda Mehmet Uluğ için 23.00’da Bob Marley – ‘One Love’ çalındı. Cihangir’deki ofisinin kapı zillerinden birinde Bob Marley, diğerine Sun Ra yazan, Pozitif adını da Bob Marley’in ‘Positive Vibration’ından alan bir müzik sevdalısına pek uygun.

Pozitif, Mehmet Uluğ’un vefatını takipçilerine, ‘Müzik sustu’ cümlesiyle duyurmuştu. Neyse ki, susmadı. Her yerden yükseliyor. Bu yıl 25. Akbank Caz Festivali’nden yükselen de onun sesidir.

 

15 Eylül 2015 Salı

Devrimiz daim olsun!

ON8 Blog’da komşum Ahmet Büke’yi her hafta sektirmeden okuyorum. Çünkü “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi” köşesindeki hikâyelerini çok seviyorum, kendisinin de, birkaç defa duyurduğum gibi, hayranıyım. Hatta, ON8’den çıkan ikinci hikâye kitabı İnsan Kendine de İyi Gelir hakkında yazı yazarken acaba sadece “Çok sevdim, çok!” desem tuhaf olur mu, diye bile düşündüm. Olmazdı herhalde. Neyse ki, Büke, Özlem Karahan ile yaptığı söyleşide bu seçkiyi nasıl yaptıklarını şöyle tarif etmiş: “İlk öykü ile başlayan ve son öykü ile kapanan bir daire, daha doğrusu bir devri daim oldu.” Öyleyse, diyorum, devrimiz daim olsun! Ben şahsen kitabı üç kere döndürdüm.

Ahmet Büke bir ortak arkadaşımıza bu hikâyelerin her yerde geçiyor olabileceğini söylemiş. Doğrusu pek sanmam. İlle de Gördesli bir çocuğun mahallesinde geçiyor olmasa bile (sonradan belirttiği gibi) bir Ege mahallesinde geçtikleri hissini veriyorlar insana. Öte yandan, fantastik yanları da var. Ama yazar, siyasi olanı nasıl hikâyesine yediriyorsa, fantastik olanı da yediriyor. Hatta bazı ani geçişler, ana karakterlerden biri hakkındaki hislerimizi tepetakla edebiliyor. Onu mahallenin düşsel bir varlığı haline getiriyor. Sonuçta evet, burası her mahalle olabilir, olmayabilir, hatta artık böyle bir mahalle bile olmayabilir ama, bütün bunlar Büke’nin mahallesinin gerçekliğini zedelemez. Dahası, sanki başka bir dönemde, belli ki bizim geçmişteki ya da şimdiki mahallemize pek de benzemeyen bir mahallede dedesi ve babaannesi ile oturan bir çocuğu böyle benimseyip bağrımıza basmamız.

Aslında kitaptan benim aklımda en fazla kalanlar, en benimsediklerim hatta biraz da kıskandıklarım, babaanne ile dede oldu. Bir başka söyleşici, Ahmet Saymadi, kendisi de dedesiyle büyüdüğü için dedenin olduğu yerde anne ve babanın daha geride kaldığından söz ediyor. Büke de geniş bir ailede yetişmiş, o da aynı fikirde. Bir dede ve babaanne varsa, çocuğun karakterini biraz da onların belirlediğini söylüyor. İnsan Kendine de İyi Gelir’in dedesiyle babaannesi çok çarpıcı, akılda kalıcı, biraz da çatlak karakterler. Neyse ki, ikisi birden sapıtmıyor. Babaannesi, dedenin başını onun omzuna dayayıp mışıl mışıl uykuya daldığı bir akşam torununa, “Merak etme,” der. “Bir evde iki ihtiyar aynı anda delirmez. Biri balataları yakarken, öteki derler toparlanır.”

Mahallenin ana karakterleri demişken, hemen bir ilk üçlü çıkartalım: Arap Hatçam Teyze, Bakkal Nihat, Berber Kazım. Arap Hatçam Teyze, bence her hikâye kitabı ve romana damgasını vuracak bir karakter. Babaanneye göre, gençliğinde tımarhanede de yatmış az biraz. Eli-kolu uzun, bazı sorunları beklenmedik şekillerde hallediyor. Olmadık yerde duygulanıyor, gönül veriyor.  Bakkal Nihat ise, bildiğimiz esnaf. Mallarının üstüne titriyor, yoksulluğun iyice bastırdığı zamanlarda bile takasa razı gelmiyor, ille de nakit istiyor. Hem mahallenin bir parçası, hem de dostları olduğu bu insanları icabında istismar ediyor. O da esnaf ve nihayetinde para kazanmak durumunda. Mahalle ise bazen yoksulluğun en ucuna vurup dayanabiliyor.

Ahmet Büke, o mahalleyi, eşsiz karakterlerini kısacık hikâyelerle, çok sade ama sihirli bir dille anlatıyor. Çabucak okunacak, sonra da geri dönmeyi gerektirebilecek hikâyeler. Anlamadığınız için değil, ruhunuza işlediği için. Ayrıca kısacık, ama ayrıntı yönünden zengin hikâyeler bunlar.  Her hafta bir hikâye, hatta, allah korusun, ayda beş hikâye yazmak ise, bana işin en zor yanıymış gibi geliyor. Ne var ki Büke, ayda beş hikâye yerine on beş yazı yazmayı tercih edecek benim gibi ‘yazı’cılardan farklı. Ona yazı yazmaktansa hikâye yazmak daha kolay gelmiş. Doğrusu bu azim ve (iyi anlamda) ısrar, beni hayrete düşürüyor. Oysa hikâyelerde hiç de böyle bir hal yok, öylesine takılır gibiler. İyi ki de öyleler.

Büke’nin yıllardır okuru ve hayranıyım. Bir seferinde tanışmanın kıyısından döndük. Ama kısa süre önce bir İstanbul gelişinde (İzmir’de yaşıyor) denk düşürüp tanıştık. Mine, Müren ve Haluk’la birlikte oturduk, gül gül öldük. Hikâyelerine çok yakışan bir yazardı, bu da her kula müyesser olmaz. Ben yalnız diyorum ki, hepsi değil ama, acaba bundan sonra gene dede, babaanne ve Arap Hatçam Teyze hakkında hikâye yazmak mümkün mü? Tamam canım, hep değil ama hani bazı bazı…

 

12 Eylül 2015 Cumartesi

Birbirimize de İyi Gelelim

Ahmet Büke’yi dijital dergilere yazdığı öyküleriyle tanıdık. Okuyucuyu heyecanlandıran dili, kurgudaki sadeliği ve sadeliğin içindeki bilgeliği, küçük hediyeler gibi dağıttığı ayrıntılarıyla kısa zamanda kendini belli etti.

(Akşam Kitap, Kültigin Kağan Akbulut, 11 Eylül 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

10 Eylül 2015 Perşembe

Yeni Medya, Gerçek ve ‘Gerçeklik’

Doğruyla yanlışın algıyla gerçeğin birbirine karıştığı bu kaotik ortamda birey ve kurumlar sosyal medya paylaşımlarına nasıl yaklaşmalı ve paylaşımlarında nelere dikkat etmeli?

Ülkemiz son derece kritik bir dönemden geçerken başta sosyal medya olmak üzere siber ağlardaki bilgi kirliliği ve manipülasyonlar giderek yoğunlaşmaya ve yer yer provokasyonlara yol açmaya başladı. Elbette sosyal medya haber çeşitliliği, anlaşılırlık, hız ve etkileşim açılarından geleneksel medyalardan giderek daha fazla hayatımızda ancak ekranlarımıza düşen her paylaşımı da gerçek olarak kabul edip bu kabulün yarattığı duygu ve düşünce hezeyanına da kuşkuyla yaklaşmamızda fayda var. . Kuşkusuz bu ‘kuşkuyla yaklaşma’ sürecine daha İnternet’e ilk girdiğimiz günden itibaren dahil olmamız lazımdı ama “Bir musibet bin nasihatten iyidir“ atasözünü şiar edinmiş bir toplumun bu şekilde ‘ilerlemesi’ de doğal.

Evet, artık kuşku duyma, sorgulama ve analiz etme, kısacası hakikat arayışında bilinçlenme zamanı!

Aslında bu bilinçlendirmeyi medya okur-yazarlığı, gazetecilik ilkeleri ve etiği konusundaki birikimi üzerine sosyal medyayı da deneyimlemiş geleneksel medya erbabının yapması çok daha doğru ama onlar şu anda bu kaotik ve manipülatif sürecin o kadar içine girdiler ki, böyle bir misyon aklıselim sahibi olanların bile aklına gelmiyor. Yeni Medya ortamında her vatandaşın ve kurumun birer yayıncı olduğu gerçeğinden hareketle, kendi naçizane bilgi ve deneyimim çerçevesinde üzerimize boca edilen bunca kirli enformasyon içinden doğruyu ayırt ve idrak edebilmek ve doğruları paylaşabilmek adına dikkat edilmesi gereken önemli birkaç noktayı paylaşmak isterim.

Öncelikle Yeni Medya olarak tanımladığımız sosyal medya platformları, bloglar, web sitelerinde her okuduğunuz, duyduğunuz ve gördüğünüze inanma alışkanlığınızdan vaz geçin. Örneğin Google ya da Twitter’dan yaptığınız aramalarda önünüze ilk gelen sonuca bakıp bir kanaate ulaşmak son derece risklidir. En güvendiğiniz kişi ya da kurumların iyi niyetli bile olsalar, hata yapabileceğini kabul edin. Gazeteciliğin temel ilkelerinden biri (belki de en önemlisi) bir haberi en az iki güvenilir kaynaktan teyit etmeden doğruluğuna kanaat etmemektir.  Yeni Medya ve özellikle sosyal medya için bu sayı ikiden fazla ve hatta kafanızdaki kuşkuları tamamen gidecek kadar fazla sayıda olmalıdır. Konunun tarafı ve muhalifi çok sayıda farklı görüşü nesnel bir gözle okumak, ona ilişkin bakışınızı sağlamlaştırır. Kimileri karşı çıksa da kişisel olarak başta Ekşi Sözlük olmak üzere tüm sözlüklerin bu amaçla kullanılabileceğini düşünüyorum. 

Özellikle geniş kitleleri ilgilendiren ya da sizin için önemli kişi ve kurumlarla ilgili sosyal medyada yapılan paylaşımlarda paylaşımı yapan kaynağın kim olduğunu ve geçmişteki paylaşımlarına bakın ve bu paylaşımlar içinden rastgele bir kaçına bakıp doğruluğunu kontrol edin. Size güven vermiyorsa o kişi, kurum ve paylaşımlarından uzak durun, gerekirse engelleyin.

Önemli bir konuda bir paylaşım yaparken ya da bir başkasının paylaşımını yaygınlaştırırken, İnternet jargonunda sıkça kullanılan  ve aslında bir Yeşilçam repliği olan ‘Hele bi soluklan yiğidim!’ sözünü düstur edinin. Eğer konuya ilişkin kesin bir kanaatiniz yoksa, ‘….den duyduğuma göre’, ‘…de yazdığına göre’, ‘iddia ediliyor’, ‘söylentisi var’ gibi konuya ilişkin kesin kanaat sahibi olmadığınızı belirten sözcük kalıplarını kullanın. Eğer bir yayıncı kurum ya da marka hesabını yönetiyorsanız paylaşımlarınızın başına ‘TEYİTLİ BİLGİ’, ‘İDDİA’ vb. ibareler koymanız size güveni arttırır ve uzun vadede itibarınızı güvenceye alır. Yaptığınız paylaşımlara gelen tepkilere karşı (özellikle kurumsal bir hesap yönetiyorsanız) serinkanlı olun. Yanıt vermeyi düşündüğünüz profilleri tanımıyorsanız (tanıdık gibi gelse bile) mutlaka inceleyin. Yanıt vereceğiniz profillerden üslubunu agresif bulduklarınıza nazikçe yanıt verin. Eğer aynı agresiflik sürüyorsa dialogunuzu sonlandırın. NTVSondakika, vb. yanıltıcı ve sahtekarlık kokan profillere asla güvenmeyin. Troll, manipülatör profillerle de her ne yazarlarsa yazsınlar, muhatap olmayın.

Bir  önemli tavsiyem de, sosyal medyada her konuya ilişkin görüş belirtme ya da yaygınlaştırma gibi bir zorunluluğunuzun olmamasını idrak etmeniz. Bazen sükut altından bile değerlidir ve size paylaşım yapmanız konusunda gelebilecek zorlama ve baskılara da en güzel yanıttır.

Son olarak, sadece sosyal medyadan tanıştığınız ve sizinle aynı görüşü paylaşıyor gibi görünen profillerin gazına gelip kişilere, kurumlara karşı paylaşımlar yapmayın, sokaklara dökümeyin. Özellikle yönettiğiniz kurumsal hesapları buna alet etmeyin. Unutmayın, sosyal medyada yazılan hiç birşey pişman olsanız veya korkup silseniz bile kaybolmaz, kaydedilir ve hemen olmazsa bile günü geldiğinde önünüze konur.

Sözün özü, Yeni Medya’da önümüze sunulan her “gerçeklik”,  gerçeği yansıtmayabilir. Gerçek ile “gerçeklik” arasındaki farkı bulmak ise, herkes için bir bilinç ve vicdani sorumluluk olmalı; ülkemizin birliği, huzuru ve bir arada yaşama arzusu adına…

NOT: Bireysel olarak etkin bir sosyal medya yayıncısı olmak ya da gazeteciliğin temel ilkelerini sosyal medya ruhuyla harmanlamak isteyenler, Gazeteci-Akademisyen Attilla Girgin’in Gazeteciliğin Temel İlkeleri’ni anlattığı kitabını öneririm. İlgilenenler şuradan indirebilir. #KesinBilgi

Devrimci bir şimdidir edebiyat!

İstanbul ki, Ahmet Arif’in deyişiyle, “Ne şah ne sultan göçüp gitmişler, gölgesiz,” dediği Anadolu kuşağının her dönem yeni kalabilmiş, bitmeyen umudu. İşte böyle bir kentin içinde, gölgesi aynı kaldırıma düşen iki yaşam beliriyor; Dünya ve Erdo…

Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır,” sözünü göğüsleyebilmek adına “Auschwitz’lerden sonra ancak şiir yazılır, ancak edebiyat yapılır,” demek gerekiyor. Ne var ki, nasıl bir edebiyat yapıldığı, niçin yazıldığı da önemli. Son yıllarda, kitlesel kıyım ve kolektif felaket anlatılarının, birkaç istisna dışında, insan hayatının ve bedeninin saygınlığının alaşağı edilmesine katkıda bulunduğu ortada. Yas etiği ya da siyaseti üzerine düşünmeyen, söz konusu yaslarda salt siyaseti ele alan bir edebiyatın acıyla tahrik olduğu ve mağdur bir anlatıdan ibaret olduğu da ortada.

Ülke tarihi, hesabı verilmemiş kıyımlar, yası yasaklanmış felaketler ve özrü öncesinden hazırlanmış cinayetlerle dolu. İşte edebiyat, bu tarihi olduğu gibi çoğaltabilir, haklı çıkarabilir ya da bu karatahtada tebeşiri eline alabilir. Ezcümle, edebiyat devrim yapabilir, kendini bile devirebilir. Bu noktada, “tarihin gidişatını değiştirecek devrimci bir şimdi”ye ihtiyaç vardır ve bu edebiyatın tanıklığında farklılıklarımızı, nerede ne kadar öteki olduğumuzu, uygarlığın gidişatını düşünebilmekle mümkün olacaktır.

Uygarlık treni üzülerek belirtmeli ki, yola çıktığı istasyondan bugüne dek ikiliklerin yarattığı çarpışmalarla ilerledi. Peki ya bu tren, insanı kendine hapseden bir şehrin içinden, İstanbul’dan geçerse? Her gün içinden hışımla geçtiğimiz, türlü kavgalara tutuştuğumuz bu şehirde göğün rengi giderek soluklaşıyor, nefes alanlarımızın çapı da durmaksızın daralıyor. Sözde “yaşam mimarları”nın kurduğu yaşam alanlarının görkemi, onca yakın hayatı öteliyor, dahası yok ediyor.

İstanbul ki, Ahmet Arif’in deyişiyle, “Ne şah ne sultan göçüp gitmişler, gölgesiz,” dediği Anadolu kuşağının her dönem yeni kalabilmiş, bitmeyen umudu. İşte böyle bir kentin içinde, gölgesi aynı kaldırıma düşen iki yaşam beliriyor; Dünya ve Erdo…

Dünya ve Erdo, Mine Soysal’ın ON8’deki ilk romanı Uzakta’nın aynı kaldırıma gölgeleri düşen iki karakteri. Uzakta, yokluklar çağında yükselen bu kentte iki gencin hikâyesini anlatıyor bizlere. Gençlik edebiyatındaki verimi, üretkenliği ve eserleriyle bilinen Soysal’ın ON8 Kitap’tan ilk eseri, diğer deyişle, ilk genç yetişkin romanı.

Dünya, çokluklarla büyüyen ama fanusu gittikçe küçülen, varsıl bir dünyada nefes alma alanı her geçen gün daralan bir karakter. Erdo, dersaneye gidip üniversite sınavına hazırlanmak için para biriktirmek üzere, Malatya’dan İstanbul’a gelir ve bir inşaatta işçi olarak çalışmaya başlar. İstanbul’un göğüne her dalışında, gökyüzünü, kıyısında büyüdüğü Göl Fırat zanneder. Bu gölün bir yanı verimli Malatya Ovası, öte yanı da Fırat’ın seyirliğinde dans eden Baskil Dağları…

Yürüme ve nefes alanı giderek daralan bu kentte, giderek bu iki yaşam birbirine dokunur. Bu dokunuş, toplumda Dünya ve Erdo’ya benzer onca karakter içinden, hangisinin daha fazla seçme şansı ve kimin daha fazla soru sorma hakkının olduğunu gözler önüne seriyor. Kitabın kimi yerinde, iki karakterin de farklı sorgulamalarına tanık oluyoruz, kimi sayfalarda da Dünya ve Erdo’nun aynı gökyüzüne bakıp, aynı kaldırımda yürüyüp, aynı gerçekliği sorguladığını görüyoruz. Biri kadın, biri erkek iki gencin bu yaşam yürüyüşünde ikisi arasında herhangi bir aşk hikâyesi bulamayacaksınız; aşk yok diyemeyiz elbette, aşk bu kentin her yerinde…

Kitabın anlatımı ele alındığında, öncelikle güncel ve modern konuların akıcı bir dille ele alındığını görmek mümkün. Ayrıca, yaşamlarımızın içindeki ayrıntıların incelikle ve titizlikle işlendiğini görmek okura daha gerçek bir bakış açısı katıyor; her ayrıntıda kitap daha dokunulabilir ve içine girilebilir bir hal alıyor. Özellikle diyaloglarda ortaya çıkan bu gerçeklik, konunun ve karakterlerin güncelliğinde kendini gösteriyor.

Mine Soysal’ın kitap boyunca hissettirdiği diğer titizlik de, insan hikâyesi anlatımında… Erdo, Dünya, Kadri, Ali İsmail ve diğerleri… Her insan gibi onların da birer öyküsü var ve insan öyküsü anlatmak pek tabii edebiyatın ustalığı; bu ustalık onu “devrimci bir şimdi” yapıyor belki de… Yazarın ifadesiyle, “edebiyat, insanın hikâyesinde en güçlü tanık, en kudretli sözcü…” İnsan hikâyesi anlatmak neden bu kadar önemli? Çünkü insanın statüsü, maaş bordrosu, rengi, cinsiyeti, kimliği veya fiziksel görünümüyle değil, öyküsüyle var olabileceğini anlatmak gerekir. Uzakta, yeni bir insanı tanımanın mucizeliğini, keyfini de tattırıyor bizlere.

Kitabı bitirdiğimde kalbimde ve zihnimde bazı duygular belirdi, durdum, düşündüm. Başka bir dünyada yeniden rastlaşmayı çok istediğim insanları düşündüm. Bunu hissettiren, bu şansı dileten şeyler içimizde; mutlu ve rahat yaşayabilme isteği, can güvenliğimiz, birini hatasız sevebilme ihtimalimiz… Kitabın tende bıraktığı yorgun bir kelime, eşitlik…

 

8 Eylül 2015 Salı

Yaşamak ve yaşatmak uğruna!

Unutmanın sonuna daha çok var. Ve unutma lüksümüz olan bir dünya için uzun bir yol var önümüzde.

Daha 15-16 yaşlarında falandım. Benden on yaş büyük ağabeyim, dershane çıkışına beni almaya gelmişti. Issız bir ikindi saatindeydik ve dershaneden eve giden yol bomboştu. Hem de günlerden 31 Aralık’tı. Yani akşam evde yılbaşı kutlanacak ve eş dost, ağabey kardeş üç beş lirasına tombala oynayacaktık. Meyve soyarak, bahçemize yeni dilekler ve umutlar ekerek ve “kızma birader” oynayarak girecektik yeni yıla.

Dershaneden eve giden yolun ıssızlığı garip gelmemişti. Karasal ilişkilerin kol gezdiği, hiçbir eldivenin ve berenin kış ayazından sizi koruyamayacağı havalar vardır o kasabalarda. Hani eliniz yolda yürürken demire ya da ağaca çarpsa donmaya meyilli soğuk teniniz uzun uzun acır ya, öyle bir hava işte.

Önce dizkapaklarımıza vurdular… Ellerindeki sopalarla, o yaşlarda anlayamadığım sağlı sollu dünyaların gireceği yeni yıl gecesini, 31 Aralık’ımızı kararttılar. Gerisini aradan on yıl geçse de, otuz yıl geçse de hatırlamayacağım. Hatırladığımı anlatmayacağım. Bildim ki, şiddetin getirdiği her ne ise, evet her ne ise, hiçkimseye bir şey kazandırmadı. Şiddetin ve savaşın kazananı hiç mi hiç olmadı. Şiddet uygulayanı, boyun eğeni, susanı, bıçaklanan bir kadını manşetlere taşıyanların şiddeti yeniden ve yeniden ürettiğini gözlerimle gördüm. Görmenin anlamaya yetmediğini, anlamak için tek yol olmadığını da…

Çünkü ben elimde karneyle eve geldiğim bir gün, babamın anneme yumruklar savurduğunu da gördüm. Hayat arkadaşına vurduğu yumruk sonrası, babama “hayvan” diye bağırdığımı gördüm, küçük erkek dünyamda. Baktım etrafa, baktım ve gördüm ki, kediler, köpekler, tavuklar, kuşlar… Bahçemizde onca merakıyla büyüyen bir kedi, Zeyno… Daha ben doğmadan gelmiş yerleşmiş o eve. Hiçbir hayvanın erkeğinin dişisine onu döverek üstünlük sağladığını görmedim. Sakın ha… Dişisine vuran erkeğe hayvan demek bile yanlış. Hayvanlar biliyorlar mı onları neyle itham ettiğimizi? 400 koltuk için din, dil, ırk bilmeden savaşlar çıkarıldığını biliyorlar mı?

Bilirim ki, acının, utancın, şiddetin, kötülüğün ve savaşın gerçekliğini, çürüklüğünü hissetmekten korkmayanlar o resimlere bakmadan da hissedebilir gerçekte ne olduğunu. Ve ki, anlayabilir insan kilometrelerce ötede, daha otuz beş günlük bir bebenin gözlerinin açık gidişini, büyüdüğünde kendi dilini konuşamayacağı bir dünyada koşuşturacağını, daha düşlerini gerçekleştirmek için onca yaş yaşayacak gencecik erin bir karış toprak uğruna evine ateş düşüreceğini…

İnsan konuşamadığı dilde de, acı çekmeyi bilmeli. O dilde utanmayı, o dilde âşık olmayı, o dilde sevişmeyi ve beraber ölmeyi bilmeli. Ama hayır, bakın İda’nın güzel adamı Sabahattin Ali ne demişti: “Hayatta hiçbir şey uğrunda ölmek için istenmez. Her şey yaşamamız için olmalıdır.”

Her şey yaşamak ve yaşatmak uğruna olmalı!

 

5 Eylül 2015 Cumartesi

“Suyun üstünde birlikte kalmak gerek”

Sosyal medyanın son armağanı tefrika kültürünün anlı şanlı geri dönüşü. Genç okurun popüler yazarı Ahmet Büke’nin ikinci kitabı da tıpkı ilk kitabı ‘Mevzumuz Derin’gibi ON8 Blog’dan geldi: ‘İnsan Kendine De İyi Gelir’.

(Tempo Kitap, Handan Kılıç, 1 Eylül 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

1 Eylül 2015 Salı

Nereye baksam spor

Spor seven bir insan olarak, futbol da severim. Ama sevdiğim bu sporun şekil değiştirmiş olması, içlerinde o ülkeden tek oyuncunun kalmadığı takımlar, her şeyi borsaya bildirmeler, FiFA bünyesinde bile yolsuzluk söylentileri çıkması, şike iddialarının her yerde göklere yükselmesi, vb. doğrusu futbola kaygıyla yaklaşmama neden oluyor. Gerçi halen çok sevdiğim sporlardan bisiklet, atletizm, hatta yüzmede de, örneğin, doping iddiaları almış yürümüş, hatta geçip gitmiş durumda. Ama yılda kaç atletizm organizasyonu, şampiyonası izlersin ki? Oysa futbolun sekiz ay oynanması insana hafif bir baygınlık verebiliyor. Hele bu sekiz ayı, çeşitli ülkelerden lig maçları yayını yüzünden 7-8’le çarparsan…

Hem sezon henüz açıldığı için, hem de yaz sporları şükür ki bugün de devam ettiği için, çok zor yürüdüğüm iki ay ve ameliyatlı olduğum beş haftada hiç sıkılmadım. Bir sürü dünya şampiyonası izledim. Önce Kopenhag’da Dünya Okçuluk Şampiyonası vardı. Okulda spor dersinde özellikle baharları ok atardık, çok severdim, iyi kötü de becerirdim. Fakat kardeşim, Kopenhag’da ortaya Cengiz’in savaşçıları gibi çıkan sporcuları görünce ümidi kestim. Ben o yaylarla okları taşıyamam bile. Hem o ne denge, ne soğukkanlılık, ne isabettir! Cidden hayran kaldım, hatta kendi kendimle bahse bile girdim, kim kazanacak diye. Hayli şaşırtabiliyorlar gerçi. Olur da bir yerde okçuluk yarışmalarına rastlarsanız, kaçırmayın dedim.

Onun arkasından gerçekten sevdiğim bir spor geldi. 2015 FİNA yüzme dünya şampiyonasını başından sonuna, saniye sektirmeden izledim. Hayat boyu başıma böyle bir şey gelmemiştir. Gerçi izlemeye hastanede, daha ameliyat gecesinden başladığım düşünülürse, belki ilk kısmını pek ciddiye almamak gerekir diyorum. Çünkü, kibar bir tabirle leyla gibiydim. Eve çıkana kadar elemelerin hepsini tekrar sandım mesela. Kule atlamalarında hele, “Bu filmi daha önce görmüştüm” ruh hali içindeydim.

Yüzmeler başlayınca sorun kalmadı şükür. Müthiş bir şampiyonaydı. Hem tanıyıp sevdiğim sporculara kavuştum, hem de tanımadıklarımı tanıdım. Kazan’daki şampiyona, gerçekten de sporcularıyla, rekorlarıyla, madalyalarıyla seçkin bir şampiyonaydı. Bir defa, kadın-erkek karışık atletizm bayrak yarışlarının ardından, yüzmede de benzer disiplinler izledik. On iki dünya rekoru kırıldı. Bazı sporcular iki gün arka arkaya ya da aynı gün içinde rekor kırdı. Macar yüzücü Katinka Hosszu dünya rekoruyla birinci olurken, genç Amerikalı hocasının (aynı zamanda kocası) heyecandan olduğu yerde tepinmesi, adeta romantikti. Britanya Milli Takımı, özellikle Adam Peaty şampiyonadan büyük başarıyla ayrıldı. Çok genç yüzücüler yarışmalara coşku kattı.

Ama 16. Dünya Yüzme Şampiyonası’nın hakiki yıldızı, Amerikalı Katie Ledecky’ydi. Yüzücü, planladığı gibi 200, 400, 800, 1500 metre serbestlere katıldı, hepsini aldı. 1500’den dakikalar sonra bir elemeye (sanırım 200) katılıp kazanması ise çok heyecan vericiydi. Birincilikler ve rekordan sonra çok sakin tepkiler veren yüzücü, son altınında dayanamayıp suları yumrukladı. Ledecky, dört altın alıp dünya tarihinde ilk olmak istemişti, oldu. 1500 zaten kadınlar için yeni bir disiplindi, ama en müthişi, 800 serbestte Janet Evans’ın 19 yıllık 8:16.22’lik rekorunu 8:07.39’la kırması oldu. Atletizmde belki Allyson Felix ile kıyaslanabilir.

Pekin’deki Dünya Atletizm Şampiyonası ise Pazar akşamına kadar devam ediyor. Gerçi önemli yarışları kaçırdınız ama hiç yoktan iyidir. Bu yazıyı yazdığım akşamda ABD neredeyse fiyaskoya varmış madalya durumunu, biri 400 metrede Allyson Felix’e ait olmak üzere iki altınla takviye edip, madalya listesinde Kenya’nın arkasından ikinci sıraya yerleşmişti. Kenya, bu şampiyonada en dikkati çeken takım. Çünkü altın (Ezekiel Kemboi), gümüş (Conseslus Kipruto), bronzun (Brimin Kipruto) hepsini birden alıp, hatta bir de dördüncü çıkardıkları 3000 metre engelli gibi mesafeler bir yana, bu şampiyonada ilk defa aldıkları madalyalar (altınlar) da var.

Dünya atletizm şampiyonaları tarihinde Kenya’nın aldığı 45 altın madalyanın hiçbiri 800 metrenin altında bir yarış için değildi. Nicholas Bett favorileri arkasında bırakıp, 47.79 ile ilk defa 400 engellide altın alarak bunu bozdu. Moskova’daki dünya şampiyonasında Kenyalı Julius Yego son haklara kadar bronz alacak gibiydi, ama olmamış, dördüncülükte kalmıştı. Burada ise, 92.72 m. gibi şaşkınlık verici bir atışla altın madalyayı aldı. Takımının koşular dışında aldığı lik madalya… Hayranlıkla izledik Kenya’yı, umarız bu ilerleme sürer.

Çekiçlere Polonyalılar el koydu. Erkeklerde altını 80.88’de kazanan Pawel Fajdek’in yanına bugün kadınlarda Anita Wlodarczyk geldi. İzlediğim ilk günde Mo Farah’ım 10 bini aldı. Kendisini buradaki kapalı salon şampiyonasında live olarak da izlemiştik. Çok var, çok! Üstelik henüz bitmedi.

Ama en çok beklenen, merak edilen erkekler 100 ve 200’dü herhalde. Sakatlığı var, morali bozuk denen Usain Bolt, 200’de biraz gayret gösterse de (Justin Gatlin zorladı), güle oynaya ikisini de aldı. Daha bayrak yarışı var, tahminimizce her zamanki gibi üç altınla döner.

Şampiyonanın tek üzücü yanı ise, çok tatmin edici bilgiler veren Eurosport sunucusu Caner Eler’in eskilere dönünce sık sık doping yapan sporculardan söz etmek zorunda kalmasıydı. Bunlara affa uğramış Justin Gatlin de dahil. Eler, ne kadar üzülerek söylediğini de tekrarlıyordu. Umarız atletizm de, kendini doping bataklığından kurtarıyor gibi görünen bisikletin yolunda gider. Hastalık sayesinde Polonya Bisiklet Turu, Norveç Kuzey Kutbu Turu, Eneco Turu (Hollanda-Belçika) ve nihayet kavuştuğumuz İspanya Bisiklet Turu / La Vuelta’yı da unutmayalım. Yani biraz spor seviyorsanız (alışılmış sporlar dışında) pekâlâ televizyonda keyifle izleyecek şeyler bulunuyor. Bu arada, herkese fark atan Lewis Hamilton ile iki yıl sonra podyuma çıkmayı başaran Lotus sürücüsü Romain Gorsjean’i de kutlarız…

Hastalık gibisi yok. Tamamını izledim, yeminle…