30 Haziran 2015 Salı

Ayın İki Yüzü

Biri olmadığında, diğerinin anlamı kalmıyordu…

Hepimizin aşkın ağına düşmemiz, âşık olmaya bu denli ihtiyaç duymamız ya da sevdiğimizi sandığımız kişiye bir şeyler vermeyi beceremememiz, sence de garip değil mi?

“Âşık olma”nın ne demek olduğunu bilmiyor olmama karşın hem de. Bunun, bu mide bulandıran tahammülsüzlükle, karışık duygularla, doyurulamaz arzularla bir ilintisi yoktur diye umuyorum. Yüce dağların tepelerinde dolaşmaktan hiç hoşlanmıyorum. Önce göklere dokun, sonra en aşağı, cehennemin dibine kadar in. Buruk bir tadı var, mutluluğa hiç benzemiyor.

Aralarındaki mesafe ne kadar kısalırsa kısalsın, ikisi de ayın iki farklı yüzünde yaşıyorlardı. Bianca ve Manuel. Biri aydınlıkta, diğeri karanlıkta. Birinin yakınlaşması, diğerinin ziyanı demekti. Ama biri olmadığında, diğerinin de anlamı kalmıyordu. Karşılıklı besledikleri bu aşkın bir yarını olabilir miydi? Tutkuyla arzuladıkları yarınlar, neyin ve kimlerin uğruna yaşanacaktı?..

Ailevi sorunlar, geçmişin travmaları, hayallerle gerçeklerin amansız savaşı, iki genci de öngörmedikleri bir cenderenin içine itmişti. Şiddetin ve adaletsizliğin farklı cümleler kurduğu hayatlarında, yalnızca resim ve müzik ikisine de aynı şeyleri söyler, tutkularını ortak bir dilde doğrular, çıkmazların ötesini görmelerini sağlar gibiydi. Yine de yarınları belirsiz, bugünleriyse son derece tekinsizdi… İtalya’nın genç kalemi Manuela Salvi, suç dünyasında iki gencin masumiyetini ve aşkın yaşanabilirliğini sorguluyor.

27 Haziran 2015 Cumartesi

Ne kitapsız, ne kedisiz… ne de Bilge’siz

SEVİN OKYAY – 27 Haziran 2015

Karasu aramızdan ayrılalı, 14 Temmuz’da tam 20 yıl olacak. Kitapsız, kedisiz değil ama Bilge’siz geçmiş yirmi yıl. Neyse ki o hayattayken basılmamış bazı yazıları da kitap halinde toplandı.

Bilge Karasu’yu çok severdim, hep de seveceğim. O benim Ankara’da yaşayan, çok az gördüğüm halde okur olarak iyi tanıdığım, gözde yazarlarımdan biriydi. Tıpkı gene Ankara’da yaşayan ve sadece bir gün boyu konuşabildiğim Vüs’at O. Bener gibi. İkisi de kitaplarına okurlarını pek sokmayan türdendi. Belki de onun için hayranlarını görünce sevinirim hep, bir ruh kardeşi bulmuş gibi.

Karasu aramızdan ayrılalı, 14 Temmuz’da tam 20 yıl olacak. Kitapsız, kedisiz değil ama Bilge’siz geçmiş yirmi yıl. Neyse ki o hayattayken basılmamış bazı yazıları da kitap halinde toplandı. Kendisine bırakılan bir bavul ve “irice bir seyahat çantası”nı bizlerden gizleyip saklamadığı, yok etmediği için Füsun Akatlı’ya hep minnettar kalacağız. Karasu kitaplarının neredeyse hepsini yayınlayan Metis’e de…

Ama ben yirminci yılı yaklaşırken, Karasu’yu başka şekilde andım. Gene bir kitap adıyla gerçi, ama nedeni farklıydı. Çok daireli bir evimiz var, bahçesi de yok denecek gibi. Müteahhitler pek itibar etmez. Ancak bazı kat sahipleri itibar edenini bulmuş (öldürücü şartlarla elbette), bizi bir toplantıya çağırdılar. Üst katımızdaki bir kardeşimiz de temsilcisi olarak avukat ağbisini yollamış. Hemen örneğini izledim, tabii. Arif bey de, bizim evin kedi ve kitap dolu halini bildiği için masaya oturunca, bana, “Ee, hem kitapsız, hem kedisiz, Sevin hanım,” diye takıldı. Gerçekten de önerilen şekliyle bizim yeni eve kitaplar sığmayacağı gibi, kediler de bahçe katından mahrum kalacaklardı. “Ama olur mu, Arif bey?” dedim. “Biz Bilge Ağbi’den öyle öğrenmedik ki! Ne Kitapsız, Ne Kedisiz!”

Gerçekten de Bilge Karasu’nun kitaplarından Ne Kitapsız Ne Kedisiz insan ile hayvan ilişkisini olduğu gibi, okur ile kitap ilişkisini de layıkıyla tarif eder. Önce bir kitabı sadece istek duyduğu için okuduğunu söyler. Sonra devam eder:

“Kitabı bıraktım, okurdan söz ettim. Mısırlının dediği gibi kitap pek güzel de, okur da olmalı: Nasıl okumak gerektiğini, gerekebileceğini durmaksızın araştıran, öğrenmeğe çalışan, biraz olsun öğrendiğini düşünebilecek hale gelmiş okur… Okumasını bilen, gerçi, okuyarak öğrenmiştir; her okuyanın (hatta “yazanın” demeli) okumasını öğrendiği ise hiç söylenemez.”

İşte Karasu okuru bütün bu aşamalardan sağ-salim geçtiği, geçebildiği için onun emek gerektiren kitaplarını okur, anlar ve sever. Bizi ille de zorlamaya çalıştığı için değil, kendisi o sırtını şiire dayamış düzyazıları binbir emekle, titizlikle, kılı kırk yararak yazdığı için. Karasu, Murat Yalçın’ın deyişiyle “özgün okurunu yetiştirmiş gerçek yazar”dır. (Notos, “Bilge Karasu dosyası – Karasu’lu Yazarlar”).

“Çok uzun uğraşmak istiyorum, çok yavaş kurabilmek,” derdi. “Tabii yazıya oturmadan öncesinin bir hazırlık olmadığını söyleyemem ama, o hazırlıkların ancak yazıya geçtikten sonra işe yarayıp yaramaması söz konusudur.”

İnsan sevdiği ve kendince tanıdığı bir yazarda da bazı kitapları es geçebiliyor, daha doğrusu rastlaşamıyor. Neyse ki benim Jean ve Gino’ya Mektuplar: 1963-1994 / Lettres a Jean et Gino (YKY) ile yolum sonunda kesişti ve biraz daha aydınlandığımı hissettim. Bilge Karasu o tarihlerde, çok sevdiği dostları Nicolas ve Gino Harsh’a, kimi elle, kimi de daktiloyla yazılmış mektuplar göndermişti. Cevaplamakta geciktiği için sık sık özür dilediği, kalbini ve yalnızlığını ortaya döktüğü mektuplar… Ama zaten dostlarına binlerce mektup yazmıştır. Bunları, ama özellikle de, nedense bir türlü edinemediğim Halûk’a Mektuplar‘ı okumadığım için, bende bu tekrar aydınlanma ânı Jean ve Gino’ya Mektuplar ile gerçekleşti.

Karasu mektupları, Karasu yazılarından farklıydı. Gene özen gösterse de, hiçbir zaman öylesine yazmasa, yazamasa da bir başka yalınlık, samimiyet vardı mektuplarında. Belki de herkes için geçerlidir bu. Ben de onun ne kadar çalışkan olduğunu, o dopdolu masaların halini, dört gün bir arkadaşa gidecek olsa biriken yazıları, mektupları, çevirileri hayal edememişim. Nasıl kıtı kıtına geçindiğini anlamamışım. Gene de belli ki hiçbir işi sadece para için yapmamış. Mutlaka yapmayı da istemesi gerekiyormuş.

Alain Mascarou’nun hem Fransızca hem de Türkçe olarak (sol sayfa Fransızca, sağ sayfa Türkçe) hazırladığı kitapta, yazarın bu iki dostla nasıl tanıştığı da anlatılıyor. “Bilge Karasu Hôtel de Lille’de, aynı adlı sokakta 40 numarada kiracıydı; 1963’ün karlı şubatında, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nın ilk sayfalarını orada yazdı. Birkaç ay sonra, güneşli bir 14 Temmuz günü, aynı otelde kalan Amerikalı bir arkadaş aracılığıyla, Lille Sokağı No. 33’teki evlerinde, Jean ve Gino’yla tanıştı. Noel’de Bilge’nin Roma’dan gönderdiği kartpostal, otuz yıla yayılacak bir mektuplaşmanın başlangıcı olacaktı.”

On yaş küçük arkadaşı Halûk Aker’e yazdığı mektuplardan oluşan Halûk’a Mektuplar (Kalkedon) da hemen hemen aynı dönemde yazılmış mektupları içeriyor. Hatta Aker, önsözünde, onun Jean’a yazdığı mektupları yayınlamasını ne kadar istediğinden de söz etmiş. Karasu’nun ayrıntılara düşkünlüğünü da anlatmış. “Bu sanırım son dakikaya değin sürmüş olan, işi gereğince ve zamanında yapma, senin ayrılmaz bir parçan olmuş o görev, o sorumluluk duygusu, tek sözcükle, yazar olsun olmasın insanın insana sorumluluğu, yaşayanın öteki yaşayanlara/canlılara sorumluluğu.” Sonra da, “İşte seni sen yapan şeylerden biri daha,” diye eklemiş.

Böyle birini, böyle bir yazarı bir yazıyla anlatmak ne mümkün? Ama okuyabileceğiniz kitaplar var, bize yol gösteren kitaplar: Bilge Karasu’yu Okumak (Doğan Yaşat), iki yıl önce YKY’den çıkan Jean ve Gino’ya Mektuplar ve Notos’un özenli dosyası: “Bilge Karasu – Yazmasaydı, Olmazdı.” Ya da, okurun, anlatılanların gerçekle somut ilişkisini sezdiği Gece. Okuru zorlayan ama zenginleştiren bir metin.

Yirmi yıl sonra “Ah,” diyoruz, “keşke o yırtıp yok ettikleri de şimdi olsaydı…”

 

24 Haziran 2015 Çarşamba

Taht Endüstrisi

Daha şimdiden bir kült haline gelen Game of Thrones dizisi, yeni medya üzerinden küresel bir endüstri olma yolunda.  

2011’den beri her yılın Nisan-Haziran döneminde yayınlanan fantastik dizi Game Of Thrones, geleneksel medya-yeni medya entegrasyonu sayesinde tam bir fenomene dönüştü. Rakamlara bakıldığında, Nisan 2011’de yayınlanan ilk bölümü 2.2 milyon ABD izleyicisini çeken dizinin geçen hafta yayınlanan 5. sezon finali, (aynı anda yayınlanan NBA final maçına rağmen) 8.1 milyon ile ABD’de sezonun en çok izlenen 2. programı oldu. Buna, takip eden birkaç günde yayınlanan aralarında Türkiye’nin de bulunduğu diğer 170 ülkenin izleyicisi de eklendiğinde (örneğin İngiltere’de 2 milyon TV izleyicisiyle yeni bir rekor tazelemiş) ortaya sadece geleneksel medyada dünya çapında on milyonlardan oluşan bir TV izleyici kitlesi ortaya çıkmakta. Ancak dizinin asıl başarısı, yeni medya ortamında. TorrentFreak.com’un verdiği rakamlara göre, 14 Nisan Pazar gecesinden itibaren önce ABD’de ve takip eden birkaç gün içinde ise tüm dünyada yayınlanan final, ilk gösteriminden sonraki ilk 8 saatte 1.5 milyon indirme ile tüm zamanların rekorunu kırmış ve ilk haftanın sonunda 10 milyon civarı korsan indirim gibi inanılmaz bir rakam bekleniyor. Bunun 5-6 katı olduğu tahmin edilen korsan web siteleri üzerinden yapılan izlenmeleri de eklediğinizde karşınıza, 100 milyona doğru ilerleyen görkemli bir kitle çıkıyor.

Kuşkusuz bu başarının temelinde, dizinin prodüksiyonu, senaryosu, kurgusu, oyunculukları gibi somut değerler var. Söz konusu değerlerin pasif geleneksel medya ekranının soğuk çeperlerini aşarak siber ağların zaman-mekan sınırsızlığında yüz milyonun kişisel gündemlerine girmesinde ise, onlarla birlikte küresel bir yaygınlaşma ve etkileşim yaratan başta sosyal medya olmak üzere tüm yeni medyanın büyük payı var. 14 Haziran haftasının özellikle ilk yarısı hem Google aramalarında hem de Twitter gündeminde yerkürenin en çok aranan ve konuşulan konularının başında geliyordu Game of Thrones ve dizi adeta küresel ortak bir gündemin hatta kültürün merkezi haline geldi.

Zaten yeni medyanın bu gücünün farkında olan dizinin yapımcısı HBO, 5. sezondan itibaren dizinin yeni bölümlerini bütün dünyada aynı gün içinde yayınlama kararını çoktan almış. Bu kararın ne kadar isabetli olduğu, zaman farkı yüzünden ABD’deki ilk gösterimin ardından finale ilişkin ipuçlarının (spoiler) sosyal medyada yayılması ile anlaşıldı ve sanırım bu deneyimden sonra sosyal medyada “spoiler paylaşmama” kültürü geniş kitleler tarafından da benimsenmeye başlanacak. Tabii bu durum büyük olasılıkla, bir sonraki sezonun tüm dünyada aynı anda yayınlamasını sağlayacak ki bu da, yapımcının TV kanallarından daha fazla para talep etmesi anlamına gelecek.

Bunun da ötesinde yapımcı HBO yeni medyaya o kadar güveniyor ki, sezon başı ilk 4 bölümün çalınıp TVlerden önce yayınlanmasına bile ses çıkartmadı. Kişisel olarak bunun altında, yapımcının yeni medyadan gelecek beklentisinin daha fazla olmasının yattığını düşünüyorum.

Önümüzdeki dönemde sosyal medyada iyi canlandırılacak karakterler, belki dizinin asıl gösterimin dışında sadece yeni medyada yayınlacak karakterlere özgü öyküler ve bunlardan sağlanacak “merchandising”, ürün yerleştirme, sponsorluk ve reklam gelirleri gibi kaybettiğinden çok fazlasını kazandıracak senaryolar sayesinde yüz milyonların diziyi fanların bağlılığını arttıran daha derin bir fenomene ve hatta kimi zaman içine girebildikleri bir efsaneye dönüştürüp bundan bir dizinin çapını çok aşan bir maddi gelir etmek. Game of Thrones’un 4-5 senede geldiği bu “küresel külte dönüşme” sürecinin, yeni medyanın var olmadığı ve herhangi bir filminin tüm yerküreyle buluşmasının bile yıllar aldığı Star Wars serisi için 20-30 yıl sürdüğünü de unutmamak lazım. Bir sonraki kült adayları için bu süre, GoT’dan da daha kısa olacak gibi.

Sanırım ilginç bir yeni medya başarı öyküsünün ve ipuçlarını yeni fark etmekte olduğumuz bir “taht endüstrisinin” henüz başlarındayız.

22 Haziran 2015 Pazartesi

Selam sana, Saruman!

SEVİN OKYAY – 20 Haziran 2015

Daha önce de bir başka yazıyla Christopher Lee’ye veda etmiştim. Ama üstadın meslek hayatı öyle zengin ki, insan rahatlıkla beş yazı da yazar. Oynadığı sinema ve TV filmlerinin sayısı, kaynağına göre 250 ile 280 arasında değişiyor.

Saruman artık bizimle birlikte değil, başka bir boyuta geçti. Çünkü yaratıcısı Sir Christopher Lee, 93 yaşında bu dünyayı terk etti. Ne hayattı ama! Beş yıllık bir İkinci Dünya Savaşı tecrübesi, kendini gösterene kadar küçük rollerle geçen yıllar ve sonra nihayet upuzun boyuna (1.96 m) uygun bulunan bir rol: Frankenstein’ın canavarı. Çok güzel bir bariton sese sahip Sir Lee, bu boy yüzünden operacı da olamamıştı. Ama korkunun efendisi olmasını sağlayan rollerde hiç kimse onun boyundan şikayet etmedi. Christopher Lee, başka pek çok ‘kötü’ karakterin yanı sıra, Drakula, Mumya, Fu Manchu, Kont Dooku ve Saruman oldu. Hem Sherlock, hem de Mycroft Holmes’u oynayan tek kişidir. Hatta Sir Henry Baskerville bile olmuştu.

Aslında ben daha önce de bir başka yazıyla Christopher Lee’ye veda etmiştim. Ama üstadın meslek hayatı öyle zengin ki, insan rahatlıkla beş yazı da yazar. Oynadığı sinema ve TV filmlerinin sayısı, kaynağına göre 250 ile 280 arasında değişiyor. Sir Christopher Frank Carandini Lee, kendi kuşağının bu kadar çok filmde oynamış, çoğunda yıldız olmuş tek aktörü olsa gerek. Yarım yüzyıldan uzun bir meslek hayatına sahip olan Lee, sonuna kadar profesyonelliğe noktası noktasına uyan, çok yetenekli bir aktördü. Birinci Dünya Savaşı kahramanı bir baba ile İtalyan asili bir annenin oğluydu. Kendisi, 1961 yılında Danimarkalı model ve ressam Birgit “Gitte” Krøncke ile evlendi, aktörün ölümüne kadar 54 yıl süreyle evli kaldılar. Bir kızları oldu. Aktör, ona böyle bir evliliğin nasıl mümkün olduğunu soranlara, “Harikulade biriyle evleneceksiniz,” derdi.

Lee nefis sesini, annesi Estelle Marie’ye (asıl adıyla Carandini di Sarzano) borçluydu. Pek çok filmi seslendirmiştir. Aralarında, adı jenerikte geçmese bile, Agatha Christie filmi Ten Little Indians / On Küçük Zenci’nin (1965) esrarengiz ev sahibi U. N. Owen da var. Birkaç Tim Burton filmi de seslendirmişti. Hem oynayıp, hem şarkıcı olarak katkıda bulunduğu filmleri unutmayalım. Bariton sesini dinleyebileceğimiz eserlere iki senfonik metal albümünü de ekleyelim: Charlemagne: By the Sword and the Cross (2010) ve devam albümü Charlemagne: The Omens of Death (2013). Hazret bu albümleri yaptığında, sırasıyla 88 ve 91 yaşındaydı. Çabasının karşılığını 2014 Metal Hammer Altın Tanrı Ödül Töreni’nde “Metalin Ruhu” ödülüyle aldı.

“Yüzüklerin Efendisi” nin Saruman’ını oynamak için seçilmeden önce de Tolkien kitaplarına çok ilgi duyardı. Yazarın bütün kitaplarını her yıl yeniden okurdu. Öyle ki, söyleşilerde “Yüzüklerin Efendisi” hakkında, değme Orta Dünya hayranının bile bilmediği ayrıntılardan söz ederdi. Hobbit’i ise 1945’te Kraliyet Hava Kuvvetleri’nden ayrıldıktan sonra okumuştu. Sir Christopher ayrıca, JRR Tolkien ile şahsen tanışmış olan tek “Yüzüklerin Efendisi” kadrosu elemanıydı. Yazarla bir pub’da karşılaştığında gençmiş. Onun o kadar büyük bir hayranıymış ki, heyecandan dili tutulmuş ve sadece “Nasılsınız?” diyebilmiş. Hatta kendisine bakılırsa, onu bile söyleyememiş. “Orada oturmuş konuşuyor ve bira içiyorduk ki, biri, ‘Bak hele, kim geldi?’ dedi. Profesör Tolkien’di, az daha iskemlemden düşecektim. Yaşadığını bile bilmiyordum. İyicil görünüşlü bir adamdı, pipo içiyordu. İçeri girdi. Ayaklarının altında toprak olan bir kırsal kesim İngilizi. Ve bir dehaydı, inanılmaz entelektüel bilgiye sahip biriydi. Grubumuzdan birini tanıyormuş. O da, ‘Ah, Profesör, Profesör…’ diye seslenince, Tolkien yanımıza geldi. Hepimiz ‘Nasılsınız?’ dedik. Ben ise elbette diz çöktüm ve ‘Na.. nas… nas…’ diyebildim.”

Kendini hep Gandalf olarak görürmüş. Peter Jackson’ın, o çok kıymetli kitabını sinemaya uyarlayacağını duyunca hemen ajanını aramış. Gandalf’ı oynayamayacak kadar yaşlı olduğunu bilse de, okumaya gitmiş. Rolü alamamış, ama Saruman için okumaya çağırmışlar. Onda başarılı olmuş.

Lee ile “Gandalf” Sir Ian McKellen, daha önce hiçbir filmde birlikte oynamamışlardı ama çabucak arkadaş olmuşlar. Lee, McKellen’dan on yedi yaş büyük olsa da, setteki en yaşlı aktörler onlardı. McKellan Gandalf’ı oynamak için seçildiğinde 61, Lee ise 78 yaşındaydı. Şampiyon bir eskrimci, çok iyi bir kriketçiydi. Mümkün oldukça dublör kullanmamak için ısrar ederdi, üç dublör sendikasına üyeydi.

İlginç bir nokta daha, Sir Christopher Lee’nin bu uzun meslek hayatında En İyi Film Oscar’ı alan sadece iki filmde oynamış olması: 1948 yapımı Hamlet ile, 2003 yapımı The Lord Of The Rings: The Return Of The King / Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü. Her ikisi de En İyi Film Ödülü alan ve aralarında elli yıldan fazla süre olan iki filmde oynamış tek oyuncu olduğunu da belirtelim.

Altı dili iyi konuşan, kimilerinde de dedini anlatabilen Christopher Lee, filmlerinde üç kez yaralanmış: Birinde kafa üstü cam pencereye çakılmış, Drakula rolünde açık bir mezara düşüp yaralanmış ve Errol Flynn’le yaptığı sarhoş bir kılıç çatışmasında eli yarılmış. Her aktörden fazla düello yapmıştır. İngiltere’de on beşinci yüzyıldan beri görevli olan bütün cellatların adını sayabilirdi. Üstelik, ergenlik çağındayken, Fransa’da halka açık bir şekilde giyotinle idam edilen son kişi olan Eugen Weidman’ın idamına tanıklık etmişti. Savaş deneyimi onu bir ölçüde katılaştırmıştı. Sayısız yaralanma, işkence, ölüm gördüğünü söylerdi. “Ölmemek için öldürmek zorundaydın. Bu da yetkililerce onaylanıyordu.”

Gerçekten de Sir Christopher Lee hakkında beş ayrı yazı yazılabilir. Öyle zengin bir hayatı var ki. Güle güle Saruman! Özellikle The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring / Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği’nde (2001) dağı, Kardeşlik elemanlarının üstüne yıkılmaya ikna etme girişimini unutmayacağız.

 

Bugünün ötesi

Geçmişte Kahve Eşliği ile başlattığım yazı serisini bundan sonraki süreçte “Bugünün Ötesi” başlığıyla her hafta Cumartesi günleri de Sosyalink Akademi blogunda sizinle olacak. Bugünün Ötesi, Dijital İK, İnsan Kaynakları, Sosyal Medya, Dijital Trendler ve iş dünyası hakkında haberdar olmanız gereken gelişmeleri … Continue reading →

18 Haziran 2015 Perşembe

Kuyrukluyıldız Eken Adam

Angela Nanetti’nin gençler için yazdığı “Kuyrukluyıldız Eken Adam”, umuda dair kısa bir roman. Daha önce “Dedem Bir Kiraz Ağacı” adlı çocuk kitabını çok severek okumuştum. Yazar, bu kez de yanıltmadı beni.

(Checkin Dergisi, Gaye Dinçel, 1 Nisan 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

13 Haziran 2015 Cumartesi

İlle de yetimler…

SEVİN OKYAY – 13 Haziran 2015

Üç yıl önce Charles Dickens, 200’üncü doğum yılını bütün dünyada kutladı. Konferanslar, okumalar, filmler, müzikallerle perdede, ekranda, sahnede hatırlandı. 9 Haziran da onun ölümünün 145’inci yılı. (Resim: Dickens’ Dream, Robert William Buss)

Charles Dickens’ı okumamış çocuk yoktur. Hele İngiliz ya da Amerikan okullarında eğitim gördüyseniz, birkaç kitabına aşinasınız demektir. Aslında ona da gerek yok ya, çizgi romanları, filmleri, müzikalleri yeter. Ben okulda David Copperfield’i okuduğumu hatırlıyorum. A Tale of Two Cities / İki Şehrin Hikâyesi’ni de okumuştuk sanırım. Pickwick Papers / Mr. Pickwick’in Serüvenleri’ni hatırladıkça bugün de gülerim, ama onu okulda okumamıştık galiba. Kapağının komikliği ve Punch dergisinin övgüleri sonucu kendim okumuş olsam gerek.

Bir yılbaşı hikâyesi diye sunulan A Christmas Carol / Noel Şarkısı’nı okuyup okumamanın önemi yok, çünkü Ebenezer Scrooge’un akıl almaz değişimi her yılbaşında ekranlarda insanın karşısına çıkar. Great Expectations / Büyük Umutlar’ın kahramanı Pip’e niye acımadığımı bilemiyorum. Belki de kara sevdası sinirimi bozmuştur.

Ama Oliver Twist deyince akan sular durur. Annemin ben daha okula gitmeden önce bana okuduğu kitaplardan biriydi. Zavallı yetim, kimsesiz Oliver on dokuzuncu yüzyıl başlarında, kendisi gibi çocuklarla bir yetimhanede yoksulluk içinde yaşar. Annesi o doğduktan hemen sonra ölmüştür. Bir gün yemekhanede arkadaşları onu seçer. Oliver, çorbasını bitirdikten sonra tabağını eline alıp yetimhane müdürü Mr. Bumble’ın yanına gider ve, “Lütfen Efendim, biraz daha istiyorum,” der. Edebiyatın en bilinen cümlelerinden biri…

Elbette kızılca kıyamet kopar. Bu bir ilktir, ilk kez bir çocuk daha fazla yemek istemiştir. Vay rezil vay! Kendim hiç aç kalmamış olsam da Oliver’in durumu beni çok üzerdi. Her çocuğa doyacağı kadar yemek verilmeli diye düşünürdüm. Doymayıp da biraz daha istedi diye ceza görmesi, bana vahşet gibi gelirdi. Ki, öyleydi elbette. Oliver’ciğimi o masum yüzüyle müdürün karşısına dikilmiş çorba isterken gözümün önüne getirirdim. Sonra filmlerde çeşitli Oliver’ler gördüm, hepsiyle birlikte aynı üzüntüyü çektim. Charles Dickens’ın çeşitli kitaplarındaki yetimlerle, bize arka planda başka bir şey sunduğunu daha sonra anladım: Sınai kapitalizmin geliştiği, çocuk emeği sömürüsünün en üst düzeye çıktığı bu dönemde Oliver Twist, meğer İngilizler’e de hayal dahi edemedikleri yoksulluklar hakkında fikir veriyormuş. Çocuk işçiler, çocuk sömürüsü ve sokak çocukları… Sonuncusu da beni yakından ilgilendiriyordu. Çünkü aynı kitaptaki Artful Dodger, yani Jack Dawkins de favori karakterlerimden biridir.

Üç yıl önce Charles Dickens, 200’üncü doğum yılını bütün dünyada kutladı. Konferanslar, okumalar, filmler, müzikallerle perdede, ekranda, sahnede hatırlandı. 9 Haziran da onun ölümünün 145’inci yılı. Yetimlere gelince, bütün Victoria devri yazarları gibi Charles Dickens da onlara pek düşkündü. Oliver Twist ve David Copperfield’in yanısıra Martin Chuzzlewit ve elbette Pip, Sydney Carton, Sloppy ve Bleak House / Kasvetli Ev’in çoğu karakteri gibi. Terk edilmiş, yalnız kalmış çocuklardı. Yaşayabilmek için kendi ayakları üzerinde durmaları gerekiyordu. Maceraları da biraz acıklı oluyordu elbette. Hikâyeleri hem toplumu yansıtıyor, hem de çocukların hikâyesi okurların ilgisini çekiyordu. Gerçi hiçbiri Oliver’in eline su dökemezdi ama, olsun.

Biraz fazla gözü yaşlı mı buldunuz? Hani, anne-baba yok, onu sevmeyen kişilerin yanında kalmaya mahkûm, akrabalarının eskilerini giyiyor falan… Pardon? Harry Potter diyorum ve orada duruyorum. Mucizeler vardı tabii: Oliver meğer zengin bir adamın oğluymuş. Eh, Harry de meğer iki yetkin büyücünün çocuğuymuş. Harry’yi ilk okuduğumda pek acımıştım. Uzun süreyle değil tabii, kendini neredeyse bir anda hepimizin olmak istediği bir yerde buluyordu çünkü. Bir yandan da onu Dickens kahramanlarına, hatta biraz da Köprüaltı Çocukları’nın yazarı Kemalettin Tuğcu’nun çocuklarına benzetmiştim. Bir modern zaman yoksul çocuğu. Hazır Oliver’den söz ederken, başarılı müzikal Oliver!’ in Fagin’i, bu hafta kaybettiğimiz İngiliz aktör Ron Moody’ye de bir selam yollayalım.

Charles Dickens öleli neredeyse yüz elli yıl olacak, ama o da, kahramanları da hâlâ yaşıyor. Onu bugün de okumamızın nedeni bu. Kahramanları, bambaşka bir dönemde yaşamış olsalar da bize benziyorlar. Çünkü yazarları, insan ruhunu anlayan, onu algılayan, onların kişisel özellikleri ve alışkanlıklarıyla bize kendi hakkımızda bir şeyler söyleyebilen bir yazar. Onların deneyimleri, bazen bize kendi deneyimlerimiz kadar yardımcı olabiliyor.Charles Dickens yetim değildi ama yoksul bir ailenin çocuğuydu. 1824’ün başlarında, o on iki yaşındayken, babası borçları yüzünden hapse girdi. Charles on beş yaşında eğitimini bıraktı. Bir hukuk şirketinde çalışmaya başladı. Oradan gazeteciliğe ve yazarlığa geçti. İlk kitabı Pickwick Papers / Mr. Pickwick’in Serüvenleri’ni 1836-37’de yazdı. Müthiş bir enerjisi vardı. Aynı anda iki kitap üzerinde çalışırken, bir yandan da gazetelere yazar, araştırmalar yapardı. Kendi devrinin en büyük yazarlarından biriydi. Bugün de en büyük yazarlar arasında. Öyleyse ona da bir selam yolluyoruz.

 

6 Haziran 2015 Cumartesi

LinkedIn Publishing Analytics nasıl kullanılır?

LinkedIn Publishing Analytics,LinkedIn Pulse kullananlar için bir analiz aracı. Bu analiz aracı ile Pulse üzerinden yayınladığınız yazıların okunma oranlarını ve daha da önemlisi okuyan kişilerin bilgilerine derlenmiş şekilde size sunuyor. LinkedIn Publishing Analytics ile cevaplarını bulacağınız sorular: Yazılarınızı kimler okuyor? En çok … Continue reading →

Selam söyle uzaklara!

SEVİN OKYAY – 6 Haziran 2015

Sadun Boro kaptanlığında Kısmet mürettebatı, dünyayı denizden dolaşan ilk Türk teknesiydi. İzinden gelenler oldu. Dünya turunu anlatan Pupa Yelken uzun bir aradan sonra 2004’te yeniden basıldı, yeni denizciler yetiştirmeye devam etti.

Tanıdığın insanların bu dünyayı terk etme haberini almak üzücü. Kayıplar insanın hayatında bir boşluk bırakır. Hele bu kişiler, her anlamda yeni ufuklara yelken açmış kişilerse…

5 Haziran’da ölen Sadun Boro, işte böyle bir kişiydi. Ben sadece kendim ona hayranım sanıyordum. Meğer aynı duyguları hem benim kuşağımdan, hem de çocuklarımla yaşıt pek çok kişi paylaşıyormuş. Aradakiler de tabii. Öyle fazla incelemeye kalkışmadan Facebook’a girince iyi arkadaşlarımdan pek çoğunun neredeyse benim hissettiklerimi yaşadıklarını gördüm. “Kısmet’in maceralarının peşinde nefes nefese geçti çocukluğum… Çocukluk kahramanım Sadun Boro nur içinde, deniz, derya içinde uyu… Pruvası neta olsun, orada da… Yaşayan herkese böyle bir hayat nasip eyle, ey Poseidon!…” Ve sevgili Leyla’cığımdan yazımın başlığına da ilham veren: “Ey yakışıklı Poseidon çocuğu. Selam söyle uzaklara.”

Şimdiki çocuklar da öyle mi bilmem, ama ben, sonları pek hayırlı olmasa bile, bilinmedik yerleri keşfe giden (eskiden böyle yerler vardı hâlâ) kahramanlara, dünyanın en cesur insanları gözüyle bakardım. Başlarına her şey gelebilirdi çünkü; ölümleri ya amansız doğadan olurdu ya da hayvanlar ve oranın yerlisi insanların elinden. Kaptan Scott, Kaptan Cook, Marco Polo, Leif Ericson, Roald Amudsen… Bir de Everest’e çıkan ilk kişi olan Sir Edmund Hillary. Amerika kıtasını talan edenleri o kadar sevmezdim. Köle tacirliği yapanları da. Tabii, bildiğim kadarıyla.

En çok sevdiğim, yakından tanıdığımı düşündüğüm kâşif, Atlas Okyanusu’nu (Atlantik’e o zamanlar öyle derdik) bir salla aşan Thor Heyerdahl’di. Maceraları Doğan Kardeş Yayınları’ndan çıkan Kon-Tiki’de anlatılmıştı. Bu yakınlarda bir de filmini gördük. Kutup kâşiflerine bayılırdım. Marco Polo’ya da, çok yer gezdiği için. Hem ona, hem Heyerdahl’e hayran olan Tim Severin’le, 1980’li yıllarda Milliyet’te çalışırken tanıştım. İasson yolculuğunu yapıyordu. Yunanistan’dan Gürcistan’a…

Kısmet ise, benim çocukluğuma değil de genç anneliğime rastladı. Ama Boro’nun bir ilk seyahati var ki, haberlerini okuduğumu ve heyecanlandığımı hatırlıyorum. 1952’de okulu bitirip bir İngiliz’le birlikte 11 metrelik Ling adlı yelkenli tekneyle Atlantik Okyanusu’nu aştı, Karayipler’e gitti. On yaşındaydım, annem Cumhuriyet’te okumuştu, çok heyecanlanmıştım. İşte hakiki bir kahraman! Doğan Kardeş Yayınları’ndan çıkan Kon-Tiki ise iki yıl sonra yayınlanmıştı. Sadun Boro’nun o zaman Cumhuriyet’te tefrika olunan gezi anıları 2004’te Bir Hayalin Peşinde adıyla yayınlanmış. Onu okumadım ne yazık ki, rastlamadım demek.

Alman asıllı eşi Oda Boro, seyahat sırasında doğan kızları Deniz… Ama ben asıl Miço’yu unutamam. Kanarya Adaları’nda evlat edinip Miço adını verdikleri kediyi. Neredeyse yolculuğun başlarında onlara katıldığı için o da dünya çevresini dolaştı sayılır. Kanarya Adaları, benim için bir hayal âleminin başlangıcıydı. Onların ardından Karayip Adaları, Galapagos Adaları, Markiz Adaları, Tuamotu Adaları, Tahiti ve Rüzgâraltı Adaları, Tonga Adaları, Fiji Adaları ve Yeni Hebrid Adaları gelmişti. Birkaç tane de kendi halinde ada. Nedense, o kadar sevdiğim halde,onları bir türlü sırasıyla ezberleyememişimdir. Allah’tan Kısmet’in dünya seyahati rotasını bugün de bulabiliyorsunuz. İşte Miço onların hepsinin prensiydi. Prenses çıkarsa çok üzüleceğim.

Sadun Boro kaptanlığında Kısmet mürettebatı, dünyayı denizden dolaşan ilk Türk teknesiydi. İzinden gelenler oldu. Dünya turunu anlatan Pupa Yelken uzun bir aradan sonra 2004’te yeniden basıldı, yeni denizciler yetiştirmeye devam etti. Boro, Türkiye kıyılarının tüm koylarına da girdi, fotoğraflar çekti, notlar aldı ve Vira Demir adıyla bir Türkiye Kıyıları Rehber Kitabı yazdı. Bu kitap sayesinde neye nerede rastlayacağını bilirmişsin. Ben hiç tekneyle kıyıları dolaşmadım.

Sadun Boro’yu ise, sanırım YKY için hasbelkader editörlüğünü yaptığım dört yazarlı bir kitap münasebetiyle görmüştüm. O da komik bir olaydı, geçici bir eleman ve zaman darlığı nedeniyle bir Mavi Yolculuk kitabını hayatında Mavi Yolculuk yapmamış birine teslim etmek zorunda kalmışlardı. Yapmadığıma inanmamış da olabilirler. O kitabın tanıtımnda gördüm sanırım, ya da bir imzada, muhtemelen Pupa Yelken’di.

Ama bunların önemi yok ki. Ben onu çok iyi tanıyorum, on yaşındayken tanıdım. Sonra da Hürriyet’ten günbegün denizleri aşmasını izledim. Ne zorluklarla, ne güzelliklerle karşılaştığını, nasıl kararlar almak zorunda kaldığını, en küçük ayrıntıyı gözünden kaçırmayıp nasıl yorumladığını biliyordum. Gülen, esmer, genç bir yüz hatırlıyorum. Sağında Oda, kucağında Miço… Ufuklara bakıyor, hep ufuklara. Çocukluğumun bütün kâşiflerinin, seyyahlarının baktığı gibi… Baktıklarını hayal ettiğim gibi. Sadun Boro, her anlamda yeni ufuklara yelken açmış biriydi…

5 Haziran 2015 Cuma

Seçim ve Ötesi

Pazar günkü genel seçim, geleneksel siyaset anlayışı ile yapılan son seçim olabilir.

Son yılların en popüler dizisi Game Of Thrones’u izliyor musunuz, bilemiyorum. Bizimkinden ayrı kurgusal bir dünyada 7 krallığın taht kavgasını anlatan dizinin kişisel olarak bana en çekici gelen yanı; bu fantastik dünyanın soğuk kuzey boylarında yaşayan ölümsüz Buz Adamlar (White Walkers) ırkı ile sıcak güney sınırlarında hüküm süren ejderhaların sahip oldukları doğa üstü güçler karşısında, top, kılıç, vb. Orta Çağ’ın geleneksel silahlarla süren söz konusu krallık mücadelesinin aslında pek bir anlam ifade etmemesi. Sanırım dizi ilerledikçe bu doğa üstü güçler giderek daha fazla ön plana çıkacak ve gidişatı da dramatik biçimde etkileyecek.

İşte bizim memleketteki siyaseti de bu dizinin kurgusuna benzetiyorum. Bir tarafta geleneksel bir siyaset ve yönetim anlayışı ve araçları çerçevesinde süren bir iktidar-muhalefet mücadelesi, diğer tarafta ise kendilerini bu kayıkçı kavgasının dışında tutan ancak işin içine girdiği takdirde gidişatı yıkıcı biçimde değiştirecek araç, yöntem ve potansiyele sahip yeni bir kuşak. İnternet odaklı yetişme biçimleri nedeniyle mevcut siyaset anlayışıyla doku uyuşmazlığı olan bir kuşak, şu anda sessiz, sakin işlerine güçlerine bakıp olan biteni izlemekle yetiniyor ancak olayların kendilerini de etkilemeye başladığını hissettikleri andan itibaren insiyatif almakta çok tereddüt etmeyecekleri, dünyada uç vermeye başlayan çeşitli örnekleriyle de gün ışığına çıkmakta.

Bu yeni siyaset anlayışının en ayrıştırıcı özelliği, mevcut ideolojik anlayıştan tamamen bağımsız ve hatta onların tamamını reddeden bir şekilde sıfırdan ortaya çıkıp gelişmesi ve siyaset pratiklerinin kendi yaşam pratiklerinden ayrı gelişmemesi. Örneğin; bugünlerde İspanya siyasi ortamını darmadağın ederek geçtiğimiz günlerdeki yerel seçimlerle birlikte ülkenin en güçlü 2 partisinden biri haline gelen ve gelecek seçimlerde iktidarın en yakın adayı Podemos, aslında İspanya’nın giderek kötüleşen ekonomik koşulları ve siyaset açmazının sonucu ortaya çıktı ancak diğer partilerin siyaset anlayışını tamamen reddederek kullandığı teknolojik araç, yöntem ve çözümler sayesinde onlarla paradigmal bir ayrışma sağladı. Hareketin lideri Pablo Iglesias ise, bir lider olarak yaşam tarzını kitlelerden ayrıştırmadan ve dijital odaklı, yatay etkileşimli ve zaman-mekan sınırlarına meydan okuyan bir örgütlenme ile siyaset yapıyor. Üniversitede öğretim görevlisi olarak sıradan bir yaşam süren Iglesias solcu görünüyor ama Podemos’un uyguladığı siyaset modelini 20. yüzyılın klasik sol kalıplarla açıklamak çok zor.

Öte yandan Iglesias’tan çok daha liberal ve anti-sosyalist görüşleri olan İtalyan komedyen Beppe Grillo ise, 2009 yılında kurulan Beş Yıldız Hareketi’nin lideri olarak 2013 yılında sadece Yeni Medya üzerinden yürüttüğü kampanya ile İspanya benzeri bir ekonomik ve siyaset krizi yaşayan İtalya’da özellikle gençlerin kampanya desteği ve oylarıyla genel seçimlerde en çok oy alan parti olmayı başardı. Ancak Grillo, lideri olarak göründüğü partiden milletvekili olarak bile adaylığını koymayı reddetti ve siyaset sahnesinde adı sanı duyulmayan gençleri ön plana çıkartarak Iglesias ile benzer mütevazı çizgisini korudu. Bu yeni “lidere odaklanmayan ve kalabalıkların tamamını bu hareketin eşit bir parçası haline getiren ve kollektif çözüm üretme becerisi gösteren katılımcı siyaset” anlayışı er ya da geç dünyada ve Türkiye’de gündeme gelecek.

Umuyorum bu seçim, bağırıp çağırıp birbiriyle didişmekten beslenen ve seçmeni de bu alternatifsizliğe sıkıştıran geleneksel siyaset, yönetim ve muhalefet anlayışının son seçimi olacak. Kişisel öngörüm 7 Haziran seçimlerinden hangi sonuç çıkarsa çıksın, siyasetin tüm kampları ilk başlarda mevziilerini terk etmeden beklemeyi deneyecekler ancak er ya da geç şiddetli ve çok cepheli bir topyekün taarruzun neferleri olmak zorunda kalacaklar. Uzadıkça tüm tarafların güç ve zemin kaybedecekleri bu kavga, bence geleneksel siyaset için sonun başlangıcı olacak ve sanırım bu zihniyet bir sonraki seçimde çok daha gençleşmiş seçmen kitlesinin nezdinde “azalarak bitecek”.

Bu köhne siyaset erbabının yerini ise, kitlelere çözüm öneren ve onları ayrımsız icraatın etkin birer parçası haline getiren katılımcı bir siyaset ve katma değeri yüksek bir ekonomik anlayış alacak. Özellikle yeni kuşağın etkileşim dinamikleriyle örülecek bu yeni siyaset kozasının kollektif üretim ve yaygınlaşma mekanı hiç kuşku yok ki İnternet olacak. Bu tür yeni siyasetin sürdürülebilir olmasının altında yatan asıl etmenler ise, dijitalleşmenin yaratacağı katma değerli yüksek inovasyonlar ve yıkıcı yenilikler sayesinde elde edilecek yüksek rekabet ve verimlilik ile elde edilen hasılanın geniş kitlelerle hakkaniyetli paylaşımı. Bu konuda umudumu arttıran da, böylesi bir yönetişim anlayışına uyum sağlamakta zorluk çekmeyecek bir gençlik potansiyeli ve mevcut siyasetin kayıkçı kavgasından çok çektiği için bu akışa itirazsız dahil olacak üst kuşaklar.

Kuşkusuz “manzara-ı umumiye” bu iyimser tablo için pek umut vaad etmiyor gibi görünebilir ancak burada doğal bir gidişattan (yani koşulların doğal biçimde ürettiği bir evrilişten) ziyade o koşulların zorladığı kimyasal bir tepkime (kavga) ve bunun sonucunda oluşacak konjonktürel bir gelişimden söz ediyorum. Bir başka deyişle söz konusu olumsuzlukların üzerine kurulacak (ya da kurulmasına mecbur olunacak) bir kaçınılmazlık bu. Tabii “bu kesinlikle böyle olacak” demiyorum ama tarihe bakarak böyle olmasını umuyorum.

Zaman mı? 3 vakte kadar inşallah:)

4 Haziran 2015 Perşembe

Usta işi bir ilk roman

Patricia Duncker’ın ilk romanı akıl ve delilik, cinsiyet ve toplum, izolasyon ve özgürlük sınırlarında gidip gelen “Foucault’yu Sayıklamak” okuma eyleminin ne derece tutkulu olabileceğini okuru bu sınırlarda dolaştırarak gösterirken, yazarlarla kurduğumuz ilişkiyi de bir kez daha gözden geçirmemize sebep oluyor…

(İstanbul Art News, Seçil Epik, 1 Haziran 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

1 Haziran 2015 Pazartesi

London calling, London calling!

SEVİN OKYAY – 31 Mayıs 2015

Bu İngiltere gezisi ve Londra’daki iki gün yemin ediyorum bana ilaç gibi geldi. Ne iyi etmişim de gitmişim.

İşte böyle! Kırk yılda bir yurt dışına çıkan insana bir haftada dört şehre gitme fırsatı sağlarsan buldumcuk olur. Ben de öyle oldum.

Önce Chester’a, Barış’a gitmiştim. O beni Edinburg ve Liverpool’a da götürdü. Son iki günü de sevgili Londra’ma ayırmıştım. Trene bindim gittim (ki bu başarıyla iftihar ediyorum), Vedide akşam geç saatte beni Euston İstasyonu’ndan alıp eve götürdü. Yolda da bana iki sürprizi olduğunu söyledi. İlki, kedileri varmış (tanıştık, adı Nox, başına buyruk bir şey), ikincisini de evde görecekmişim. Ne vakittir bir türlü buluşamadığım Sevinç’miş meğer. O da eski arkadaşı Vedide’de kalıyormuş. Acayip sevindim.

İlk gün, öğle sıralarında Vedide beni Foleys’e bıraktı. Beş katlı bir kitapçı. Ama bu, orayı anlatmaya yetmiyor. Vedide her türlü bilgiyi edindi. Şöyle bir etrafa baktım. Yeni kitapları biraz kurcaladım, birkaç tanesini de aldım. İçeri girdiğim anda, parasal durumumun sarsılacağını anlamıştım. Neyse ki, kart kabul ediyorlarmış (!). Güzel bir de mağaza torbası edindim. Hiçbirinin bedava olmadığını da belirteyim. Doğrusu bir torbaya bu kadar para vereceğim aklımın ucundan geçmezdi.

Neyse, kitaplarımla yukarı, kafeye çıktım, öğlene kadar İngilizce kursuna giden Sevinç’i beklemeye koyuldum. O geldikten sonra da, iyice azdım. “Hadi, aşağı inip bütün katları tek tek dolaşalım,” diye tutturdum. O da istiyordu. Merdivenler makul merdivenlerdi, yola koyulduk. Bu arada, kafe de gayet iyiydi. İlk önce, “Crime Fiction” başlıklı polisiyede park ettik. Hey Allah’ım! Andrea Camilleri’nin bende olmayan bir Müfettiş Montalbano kitabını bulmaz mıyım? Game of Mirrors’ı (2011) gene Stephen Sartarelli çevirmiş tabii. Öyle koyu bir Sicilya aksanı varmış ki üstadın, İtalyanlar bile anlamakta güçlük çekiyor derler. Sartarelli de çok iyi bir çevirmen. Geride beş kitap daha var ama (sonuncuyu bu yıl yazmış), henüz İngilizce’ye çevrilmemiş. Heyecanla bekliyoruz. Hemen bir kenara ayırdım. Vedide ile Sevinç de bir hafta kadar sonra İstanbul’a geliyordu. Üstelik, “Fazla gelenleri bırak, biz getiririz,” deyip beni şımartmazlar mı? Derken bir de baktım, az satıyor diye burada artık kitapları basılmayan Donna Leon, gözbebeğimiz Commissario Brunetti’nin maceralarına iki tane daha eklemiş. Hemen The Jewels of Paradise ile By Its Cover’ı da torbaya attım. Hemen okumak istediğim için de yanımda getirdim. Sonra Elizabeth George ile kahramanı Lord Thomas Lynley gözümü şenlendirdi.

Neyse, sonu gelmez tabii. Ha, belki bu polisiye merakını da merak eden çıkar. Efendim on dört yıl kadar oldu, NTV Radyo’da “Cinayet Masası” diye bir polisiye program yapıyorum. Polisiyeyi de hep sevmişimdir. Ama elbette başka kitaplar da aldım. BFI’nin önünde elden düşme kitaplar satıyorlardı. Hem de eski Penguin’ler, kim dayanır? Ben değil… Tam gidiyorken, gözüme bir Elmore Leonard çarptı. İlerideki iri kıyım bir bey el edip beni yanına çağırdı, meğer o satıyormuş. Ne kadar olduğunu sordum, “3,50 pounds, luv’,”[1] dedi. Samimiyet başka şey.

Bu da ikinci gün macerasının bir kısmı. Ne zaman sokaklarda dolaşacağımı merak ediyorsanız, arada derede. Ama Soho’ya gittim mesela, İskoçya’dan henüz dönmüş pratik zekadan yoksun biri olarak, kardeşime oradan bir İskoç viskisi aldım. Vedide beni Soho Parkı’na da götürdü, oturup dinleneyim diye. Tevekkelli ben de, “Ne ilginç insanlar, ne tuhaf dükkânlar var,” diye pek sevmiştim oraları. Meğer Soho’ymuş. Aslında az sokak dolaşmamın nedeni, dizlerimin naneliği, bir de çabuk yorulmam. Ama otobüsle epeyce oradan oraya gittik. Hatta en sonunda tube’a bile bindim.

Ama kalbimi Foleys kadar, hatta daha fazla çarptıran yer, ikinci günün starı BFI’dı, yani British Film Institute. Kıymetli Sight and Sound dergimin çıktığı yer. Dört salon (biletli), bir video salonu (burası bedava), bir kütüphane, bir kafe, bir restoran, bir de kartımızı da silkeleyen mağaza: Kitaplar ve DVD’ler. Öf yani! İki kere girip çıkıp, ikincisinde iyice perişan olunca, bana yardımcı olan kıza, “Tamam!” dedim. “Burada olmak çok hoş, ama bir daha gelirsem lütfen beni kovala.” Kafede bekliyordum ki, Sevinç çıkageldi. Benim “arkadaşımı bekliyorum,” dememden bezmiş olan garsonum çok sevindi. Meğer Sevinç de acıkıp yolda sandviç yememiş mi? Neyse çay falan içip arayı düzelttik. Ben zaten yan masadaki çocuğun çizburgerindeki patates bolluğuna tav olup bir tane de kendime söylemiştim.

Sonra Sevinç mağazaya girdi, ben sözünün eri bir eleman olarak onu dışarıda bekledim. Sevinç geldi, kızın söylediği bir şeyi anlamamış. Gittim, elemana, “Bak, kendim için gelmedim,” dedim. O sırada ne göreyim, iftiharla aldığım Heimat meğer üç box’lık bir takımın ikincisiymiş. Birinci de yok. Arkadaşına yardım eden biri olarak bu hatayı da düzeltmiş oldum neyse ki. Yerine (üstüne bir servet ödeyerek) Werner Herzog’un bütün filmlerini içeren box’ı aldım. Ağzım kulaklarımda, bir süre onu seyrettim. Daha önce de Satyajit Ray’ın Apu Üçlemesi ile Eric Rohmer’in Mevsimler Dörtlemesi’ni almıştım. Hiçbirini hatırlamasınız da, mesele yok. Bu sinema meraklılarının ne alacağı belli olmaz.

İnsanın “Kartla öderim,” demesinin de bir haddi oluyor tabii. Gözyaşları içinde dışarı çıktım. Vedide bizi Tate Modern’a yolladı. Okulla gelmiş çocukları ve taşlara serilmiş genç âşıkları pek beğendik. İçerisi harikaydı, ama ne yazık ki geç kalıyorduk. Dükkâna dalıp torba aldım. (Evet, gene!) Böylece üç günde ikinci Tate’imi de tavaf etmiş oldum. İlki, Tate Liverpool’du.

Belki de ne kadar mutlu olduğumu anlatamamışımdır. Bu İngiltere gezisi ve Londra’daki iki gün yemin ediyorum bana ilaç gibi geldi. Ne iyi etmişim de gitmişim. Ev sahiplerim Barış ve Vedide’ye buradan da sevgilerimi yolluyorum. Belki gene gideriz, kim bilir?

 

[1] “3,5 sterlin, tatlım.”

1,2,3 yetmez 4,5,6 olsun

Bugünlerde sürüp giden “4G mi olsun 5G mi?” tartışmaları hem yerel hem de küresel dinamikler çerçevesinde analiz edilip doğru teknolojiye doğru zamanlamayla karar verilmeli.

2002 yılının Bilişim Zirvesi’ndeki 3G Paneli’ne Turkcell adına davet edilmiştim. Ülke 2001 krizinden çıkmış, operatör abone gelirleri azalmış, tüm sektörlerde ciddi bir nakit akış sıkıntısı baş göstermiş ve şirketlerin çoğu yatırım kararlarını belirsiz bir süre için erteleyerek ayakta kalma mücadelesi veriyorlardı. Öte yandan dünyada 3G lisansları on milyarlarca dolarlık rekor bedeller karşılığı verilmiş ve mobil iletişimde yüksek hızlı İnternet döneminin eşiğine gelinmişti. Bu şartlar altında başladığımız ve sakin giden panelin son bölümünde bir izleyicinin “Peki bizde 3G’ye ne zaman geçilecek?” sorusu üzerine operatör temsilcisi olarak bendenizle o zamanlar Hürriyet Gazetesi’nin teknoloji yazarı Yurtsan Atakan arasında ciddi bir tartışma çıkmıştı. (Yazması bile iç acıtıcı) Rahmetli Yurtsan, 3G’nin sadece bir şebeke hızlanmasından ibaret olmadığını, bu şebeke üzerinde geliştirilecek uygulamaların ekonomiye yüksek katma değer ve ekosistem olarak geri döneceğini ve bu yüzden Türkiye’nin derhal 3G ihalesi yapması gerektiğini biraz da agresif bir tonda ifade etmişti. Kendisine yanıtımda, temelde savunduklarının doğru olduğunu ancak operatörlerin (o günün koşulları içinde) o lisans parasını ödemesinin ve şebeke yatırımı yapmasının ekonomik bir rasyonelliği olmadığını ve en önemlisi operatörlerin ne ses, ne de data olarak böyle bir mobil şebeke trafiği olmadığından kapasite ihtiyacı içinde de olmadıklarını anlatmaya çalıştım. Nasreddin hoca fıkrası misali ikimizin de haklı olduğunu düşündüğüm bu tartışma sonrası Yurtsan bana çok kırıldı ve gazetesinde ismimi vermeden ancak doğrudan beni hedef alan ağır bir yazı yazdı.

Kendisiyle uzunca bir süre kırgınlık yaşadığımız bu olaydan sonra 3G Türkiye’ye ancak 2009’da gelebildi. Kişisel olarak 1-2 yıl olarak öngördüğüm bu gecikme 7 yıl gibi rekor bir süreye çıkınca haklılık ibresi Yurtsan’dan yana döndü ve Türkiye’de 2000li yılların başında kurulan mobil iletişim ekosistemi, ilk yıllarda yükselen bir trend izlemesine ve gelirlerini katlamasına karşın sonraları adeta SMS’e hapsolan katma değerli servisler nedeniyle yerel dinamiklerin dışına çıkamayan güdük bir seviyede seyretti ve zaten geç girdiği 3G’de de anlamlı bir başarı öyküsü yaratamadan idare etti ve hala etmekte.

İşte bu nedenle bugünlerde hararetli 4G-5G tartışmaları neticesinde Mayıs ayında yapılması gereken ihale 3 ay ertelenince, 2002 yılındaki o tartışmayı anımsadım. Kişisel olarak o gün ile aynı noktadayım; 4G’ye geçiş zamanlamamız ne çok erken ne de çok geç olmalı. Bu arada hali hazırdaki 4G teknolojisinin LTE (Long Term Evolution- Uzun Dönemli Evrilme), 2016 başlarında gelecek olanınki ise LTA (LTE Advanced-ileri LTE) şeklinde tanımlandığını da belirtelim. 5G ise 2020 yılından önce gelemeyeceğine göre aslında doğru tartışma 4G mi, 4,5G mi ekseninde yapılmalı. Doğru teknoloji ve zamanlama için ise;

1) Operatörlerin mobil data trafiği kapasite ve ihtiyaçlarının önümüzdeki 2 yıl için hesaplanarak mevcuda göre 4G frekansına ihtiyacı olup olmadıklarının saptanmalı.

2) İhtiyaç ve kapasiteyi asıl belirleyenin şebeke üzerinde geliştirilen katma değerli servislerin niceliği ve niteliği olduğu göz önüne alınarak, gerek şebeke ve platformlarda, gerekse katma değerli hizmet uygulamalarında bir an önce operatörler üzerinden yerli bir geliştirme ortamı tesis edilmeli.

Tüm bu koşullara bakarak, hem yerli 4G şebeke üretiminin (ULAK) sonuçlarını görmek ve test edebilmek, hem de 4G katma değerli hizmetler treninde gecikmeden bu alanda yenilikçi uygulamalarla ülke olarak ön almak amacıyla en uygun teknoloji 2016 yılında ilk kez görücüye çıkacak 4,5G yani LTA şebekesi gibi görünüyor. En uygun zamanlama ise 2016 başları gibi düzenlenecek bir ihale. Böyle bir stratejinin ülkemize optimum kazanç sağlayacağı ve buradan elde edilecek inovasyon ve gelirin orta gelir tuzağına karşı en etkili ilaç olacağı kanaatindeyim. Hatta bu sayede 5G ve hatta 6G şebekelerine sorunsuz bir geçiş sağlanacağı gibi  hem yerli şirketlerimiz daha mobilize olarak yerel ve küresel verimlilik ile rekabet gücü kazanabilir, hem de söz konusu uygulamaları geliştiren girişimciler küresel başarı şansı yakalayabilir. Ben de Yurtsan’a özür borcumu ödemiş olurum.