28 Şubat 2015 Cumartesi

OKULDA BÖYLE ÖĞRETMEDİLER | Borsa Öğrenmiyoruz

Konuğumuz, Boğaziçi Ekonomi Bölümü’nde asistan olarak çalışan, aynı zaman yüksek lisansını yapan Ezgi Sevinç Gültürk. Ezgi’yle ekonomi bölümü ve üniversitede asistanlık yapmak üzerine konuştuk.

 

Boğaziçi Ekonomi Bölümü mezunusun. Yoksa İktisat Bölümü mü demeliydik? Gerçekten, “ekonomi” mi “iktisat” mı? 

Aynıymış gibi kullanılıyorlar. Ben “iktisat”ı kazandım diye geldim, sonra ilk dersine girdiğim hoca, “İktisat değil, ekonomi okuyorsunuz!” dedi. Bizim bölüm “ekonomi”yi kullanıyor, ama ÖSS kitapçığında -o zaman adı ÖSS’ydi şu üniversiteye giriş sınavının- “iktisat” yazıyordu. Bir yıl daha inat ettim “iktisat” diyeceğim diye, sonra bölümün kültürüne uydum gitti. Esasında bizim okuduğumuz sosyal bilimin İngilizce adı “economics”, Türkçe’ye de “iktisat” olarak çevrilmesi bence daha doğru. “Economics” i de “economy” yi de Türkçe’ye “ekonomi” diye çevirince başlamış karışıklık.

İnadı sürdürelim o zaman biz de: “İktisat”ı niçin seçmiştin?

İtiraf ediyorum, pek de bilinçli bir kararkla seçmedim bu bölümü. Kocaeli Oruç Reis Anadolu Lisesi’nden mezunum. Öyle tanınmış bir lise değil, yurdumun Anadolu liselerinden biri. O zamanlar bölümden ziyade hangi üniversiteyi kazanacağımızla ilgiliydik, hem hocalar hem de öğrenciler olarak. Yani ekonomi bölümleri nedir, nasıldır, pek bir fikrim olmadan gelip başladım üniversiteye. Okulda da bu konuda bir yönlendirme olmadı. Emin olduğum şey, matematiği sevdiğimdi ve bu bölümde kullanabileceğimi biliyordum. Onun ciddi etkisi oldu bu bölümü seçmemde. Herkesin bu şekilde tercih yapmadığını, umuyorum! Ailem ve çevrem de bölümden pek bir şey anlamamışlardı -ben de anlamamıştım ki, anlatayım onlara. Yani şu bilindik, “Ee, yani ne olunuyor mezun olunca?” sorularıyla karşılaştım. Bu sorulara, “Meselaa… bankalarda çalışabilirsiniz,” veya “Hani Kemal Derviş vardı ya, ekonomiyi düzeltmeye gelmişti, biz de onun gibi ekonomiyle ilgilenen insanlar olacağız,” gibi cevaplar veriyordum. Alman dili ve edebiyatı okuyana da, “Canım bi’ kursa gitsen olmaz mıydı?” diye sorabilen “pratiklik” odaklı bir kültürümüz var, n’apalım.

Anlaşılmazlarla başladın, ama mezuniyeti geride bıraktın bile. Okuduğun bölümden zevk aldın mı peki? 

İlk yıllarda pek derslere odaklanan bir öğrenci değildim. Bir itiraf daha: Bölümden değil de, okuldan zevk aldım daha çok. Özellikle iktisatta neden bir sürü model oluşturup onları kendimizce çözmeye çalıştığımızı bir türlü anlamıyordum. Son yıllarda daha ilgiliydim elbette, böyle böyle yüksek lisans yapıp biraz daha ötesini görmeye karar verdim.

Asistanlık da böyle mi başladı?

Aslında yüksek lisans bile yoktu aklımda, özellikle ilk yıllarda. Stajlarımı bile başka alanlarda yaptım mesela. Son yıllarda bölüme ve derslere olan ilgimin artmasıyla yüksek lisansa yöneldim. Asistanlık da onun yanında, hem derslerimi götürüp hem de çalışabileceğim uygun bir seçenekti.

Peki bizler “asistanlık” deyince daha çok neyi anlamalıyız? Daha çok araştırma yapan, akademik çalışan biri midir asistan, yoksa ofis işleri mi ağırlıklıdır?

Asistanlığı junior akademisyen olarak tanımlayabiliriz bence. Akademisyen olmak isteyenler, iş sahibi mezunlar kadar, finansal desteğe ihtiyaç duyan benim gibi yüksek lisans öğrencileri için de ideal bir meslek. Aslında bölümlere, üniversitelere göre değişiklik gösterir asistanların çalışma biçimleri ve hangi işlere zaman ayırdıkları. Benim gibi, akademik bir programa, yüksek lisans ya da doktoraya paralel olarak asistanlık görevini sürdürenlerin “bilimsel araştırma”dan kopması zaten mümkün olmuyor; sonuçta sorumlu olduğumuz dersler, çalışmalar sürüyor. Deneyimim ışığında bir oranlama yaparsam, elli elli diyebilirim. İş süremin yarısı yüksek lisansımla, kalanı da derslerin asistanlığıyla doluyor. Ofis işleri diyebileceğimiz diğer işler de, öğrencilere ofis saatlerinde yardımcı olmak, dersler için ek soru çözmek veya tekrar yapmak için ayrılmış problem session derslerini verip, sınavları organize etmek. En azından Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde bunları yapıyoruz. Ah, asistanlığın olmazsa olmazı “gözetmenlik” işini de unutmamak lazım tabi. Elbette, bunlar dışında bölümü ilgilendiren seminerlere katılmak, organizasyonlarında çalışmak, bürokratik işleri yerine getirmek gibi konular da var. Geriye sınav, anket, test, quiz değerlendirmeleri kalıyor. Ama şunu belirtmeliyim, bu işler kendi aldığımız dersleri engellemeyecek şekilde ayarlanıyor. Bu ayarlama biçimi ve yoğunluklar üniversiteye, bölüme göre değişiyor elbette.

Nereden baksan yoğun denebilecek bir program…

Eh, hem asistanlığın saydığım işleri hem de yüksek lisans birleşince, yoğunluk kaçınılmaz oluyor. Kendi derslerin yannda başka derslerin asistanlığını da yürütüyorsun çünkü. Yine de akademisyen olmak isteyen bir öğrenci için, bence en güzel çalışma şeklidir üniversitede asistanlık. Çünkü yüksek lisansın yanında asistanlık yapmak, akademik hayatla gerçek anlamda iç içe olmayı getiriyor.

Ya öğretmenlik kısmı?

Akademisyenlik öğretmenliği nasıl içeriyorsa, asistanlık da belli bir dereceye kadar içeriyor. Bana göre işin en zevkli kısmı da o. Şu aşamada, derslere girdiğim kadar ders anlatmam gerekmiyor. İşimiz zaten doğrudan derslere girip konu anlatmaktan çok, asıl derslere yardımcı olacak ek dersleri hazırlamak. Ama, tekrar belirtmek isterim, bu, üniversiteye ve bölüme göre değişebilir.

Keyifli mi peki? Kendi açından bir devamlılık görüyor musun?

Ben seviyorum. Öğrenmek, öğretmek ve araştırmanın iç içe olduğu bir iş. Sevmeyen de az bulunur diye düşünüyorum. Ancak, ne yazık ki şu anki asistanlığıma temmuzda veda edeceğim. Çünkü benimki yüksek lisansıma paralel, iki yıllık bir asistanlık. Sonrasında akademisyenliğe devam edecek miyim, yani doktora yapacak mıyım, henüz belli değil.

Sonrası, şu an için soru işareti demek…

Çok seçenek var. Sayamayacağım kadar. Çünkü bizler iktisat bölümlerinde iş hayatına yönelik bilgiler edinmiyoruz. İçinde olduğumuz sistem, işin işte öğrenildiği bir sistem. Evet, iktisat alanının nispeten yakından ilişki kurabildiği finans sektörü, bizim için çalışılması en muhtemel alan gibi görünüyor. Yine de yalnızca finans sektöründe değil, birçok başka departmanda çalışan arkadaşım var. Her şirkette bir ekonomi mezunu bulunur bence. Kesinkes bulunur. Çok mesleki seçenek sunan bölümlerden biridir bizimki.

Sormasak olmaz: Borsayla ne kadar ilgilisin? 

Pek ilgili sayılmam. Mesela hayatımda hiç hisse senedi almadım. Zaten başka da nasıl bir ilişki kurulur şu borsayla, inan bilmiyorum. Çok çalışkan, iktisat mezunu bir arkadaşımın da dediği gibi, “İktisat okudum, ama borsayı bilmiyorum.”

27 Şubat 2015 Cuma

Dizi dizi online yerli dizi…

Yeni Medya’yı yavaş yavaş keşfeden dizi yapımcıları, sektörde dengeleri değiştirecek radikal hamleler yapmaya başladı.  

KanalD’nin komedi dizisi Ulan İstanbul’un “reytinglerdeki azalma” gerekçe gösterilerek TV yayınına son verilmesi, hayırlara vesile olacak galiba!

Dizinin yapımcılarının, bu tür yayından kaldırmalarda diğerlerinin yaptığı gibi, reyting sisteminden (ki kişisel olarak hiç hazzetmediğim bir ölçüm yöntemidir) şikayet etmek yerine pes etmeyip diziyi İnternet’e taşıdılar ve ülke medya tarihinde kilometre taşı olacak bir ışık yakalandı. Dizi, İnternet’ten yayınlanmaya başladığının ilk haftasında 1,5 milyona yakın bir izlenme sayısını yakalamakla kalmadı, aynı başarıyı 2. hafta da yineledi. Halihazırda Migros’un bölüm sponsorluğu ile ücretsiz izlenebilen dizinin yapımcıları, sponsorluk modeli sürmezse bölüm başı 2 TL civarı bir ücretle yapım ve yayını sürdürmeyi planlamakta. Türkiye gibi dizi yapımcılarının majör kanallarda yüksek maliyetli prodüksiyonu kanala finanse ettirmekten öte risk almadıkları bir ülkede, Ulan İstanbul’un sadece İnternet yayınıyla 2 hafta bile gösterimde kalması mucize ama bu gözü kara insanlar sanırım daha ötesini de görecek.

Kişisel kanaatim, ücretli modele geçilirse riskin daha da artacağı yönünde ama eğer dizi sponsorlu ve ücretsiz gösterilmeye devam eder ve 5. haftasında da 1,5 milyon civarı izlenirse bence gerek medya patronları gerekse reklamverenler açısından Yeni Medya yayıncılığının kapıları ardına kadar açılır. Zaten bu ilk büyük çaplı deneyimin sonuçlarına biraz daha detaylı göz atarsak, işin somut sonuçlarını da görebiliriz.

Ulan İstanbul’un İnternet yayınında izlenme sayısı dışında gözleyebildiğim en önemli avantajları şöyle: Öncelikle, her ne kadar dizi kanalındaki yayın saatinde yayına verilse de, dizinin ne zaman izleneceğine kanal değil izleyici karar veriyor. Sadece buradan yapılacak analizlerle bile, izleme zamanlarına göre aynı diziyi reklamverenlerin farkı ürün ve hizmetleri için konumlamak mümkün. Örneğin; gündüz izleyenler için Migros mağazaları, gece izleyenler için ise sanalmarket.com.tr farkılaştırması yapılabilir. Hele bunun üstüne izleyicilerin zamanla kişiselleşecek bilgilerini (yaşadığı bölge, ilgi alanları, vd.) analiz edip onlara kişiselleştirilmiş teklifler sunabilmek, reklamveren açısından yepyeni kapıları açacak potansiyelde.

Bir diğer önemli husus, RTÜK baskısından kurtulan dizide çok daha özgün senaryo üretimi ve oyunculukların sergilenmeye başlanmış olması ki bu bile, dizinin sadık izleyicisini cezbetmeye yeter de artar. Üstelik bu senaryoların içine akışa uygun ürün yerleştirmeler yapabilmek de mümkün. Ayrıca, bölümleri her daim izleyebileceğiniz bir arşivin olması da, izleyiciyi TV başında bekleme eziyetinden kurtacak ve reklamverene de süreklilik avantajı sunabilecek bir husus.

Ulan İstanbul’dan yola çıkarak daha büyük resme bakarsak böyle cesur çabaların sağlam bir zemine oturabilmesi için, Netflix gibi tamamen Yeni Medya yayıncılığına odaklı ve bu tip işlere sermaye sağlayacak bir platformun kurulması gerekli. Daha önce de paylaştığımız gibi, Netflix de önce geleneksel medya kanallarındaki işleri toparlayarak onların prömiyer değil sonraki gösterimleri üzerine kurulu adeta bir İnternet arşivi olarak başladı. Ancak içerik tüketme alışkanlıkları farklılaşan izleyici Netflix’i kısa sürede benimsedi ve şu anda platform, House of Cards ve Marco Polo gibi 100 milyon dolara yaklaşan devasa prodüksiyonları üretmekle kalmıyor, bunları TV kanallarına dahi satabiliyor.

Türkiye örneğine dönersek, belki Ulan İstanbul’un yayın kanalı Kanald.com.tr veya benzeri bir yayıncılık kuruluşu böyle bir Yeni Medya platformunun öncülüğünü yapar ve burada sadece İnternet üzerinden yayınlanacak ve reyting saçmalığına takılmak istemeyen özgün ama özellikle genç kitlenin ilgisini çekebilecek işlerin platformu olur ve bu sayede reklamverenler için de Yeni Medya’nın dijital, etkileşimli ve zaman-mekan sınırı tanımayan özelliklerinden yararlanarak farklı ama etkili bir tanıtım mecrası yaratır. Ancak bu platformun TV kanalının yan işi gibi konumlanmaması ve tamamen Yeni Medya ruhunu bilen yayıncılardan oluşması şart.

Bakın biz daha bunları tartışırken, Netflix modelinin yıllardır başarıyla ilerlediği ABD’de SnapChat, Instagram ve Tumblr gibi sosyal medya platformları üzerinden kullanıcıların da aktif üretimleriyle katıldığı (Crowd-Production) formatta mini diziler çekilmeye başladı bile. Bu konuda somut örnek isteyen cuma günleri SnapChat’te yayınlanmaya başlayan ve dünyanın dört bir köşesinden insanların yerel hikayelerinin şahane kurgularla toparlandığı TGIF adlı diziye bir göz atsın.  

26 Şubat 2015 Perşembe

Yaşama hakkı için…

Önceki gün, İstanbul Mecidiyeköy’deki Quasar İnşaat’ta çalışan Satılmış Yıldız, asansör boşluğuna düşerek hayatı kaybetti. Çok değil, eylül ayı başında, hemen yanındaki Torunlar Center şantiyesi 10 cana mezar oldu. Geçen nisanda ise dershane parasını biriktirmeye çalışan Erdoğan Polat, aynı yerde, aynı şekilde iş cinayetine kurban gitti.

(Cumhuriyet Kitap, Aslı Uluşahin, 25 Şubat 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

25 Şubat 2015 Çarşamba

Vahşi Sürü

“İyi görünen”in altında yatanları pek azı görebildi!…

“Koşuyordum. Birkaç kez tökezledim, sonunda nefes nefese durup bir ağaca yaslandım ve yavaş yavaş ağacın dibine kaydım. Sadece birazcık dinlen, diye düşündüm. Sadece beş dakika.

Başımı dizlerimin arasına gömdüm. Nasıl izin verdim beni kandırmalarına? Aptal da değildim ki. Çok kısa bir süre önce onların yanında yer aldığıma ve onların cinnetini paylaştığıma inanamıyordum.”

Almanya’nın doğusunda bir köyde, insanlar birbirinden kopuk, gelecekten beklentisiz, kül rengi bir rutin içinde sürdürüyorlardı hayatlarını. Siyasetten uzak, verimsiz yakınmalar içinde, tutunacak anlamlı şeylerin eksikliği içinde yaşıyorlardı. Altı yabancının gelişiyle, unutulmuş değerler ve ilişkiler yeniden canlanırken, herkesin yüzüne renk gelirken, sinsi bir şekilde köye sızan tehdidin kimse farkına varamadı. Bir sanatçi hariç… Yoksa her şey için geç mi kalınmıştı?..

Yine ON8’den yayımlanan Buraya Kadarmış’tan tanıdığımız Daniel Höra, bu romanında da gerilimi son âna dek tırmandırıyor. Nefretin, faşizmin ve ırkçılığın her zaman ayırt edilebilir bir çıplaklıkla değil, bazen son derece demokratik ve insancıl görünen söylemlerle, yaşamlara nasıl sızdığını hatırlatıyor okuruna. Propaganda, kışkırtma ve kaba kuvvet karşısında edilgen ve iknaya açık kalışımızın hem tarihte hem de günümüzde gebe olduğu acılara gönderme yaparken, “demokratik toplum” kılığı altında bu acıların tekrar tekrar, her an ve her yerde yaşanabilir oluşunun altını çiziyor.

23 Şubat 2015 Pazartesi

Ezberleri bozan bir Özge Can!

Üniversite öğrencisi ÖzgecanAslan’ın vahşi bir cinayete kurban gitmesi, toplumda infial yarattı ve hemen her alanda yerleşik ezberleri bozdu. Peki neydi bu defa farklı olan?

Tarsus’ta 20 yaşında bir üniversite öğrencisinin vahşi bir cinayete kurban gitmesi, geçmişin geleneksel medyasında en fazla 2-3 gün sürecek bir üçüncü sayfa gündemi olabilirdi. Ancak sosyal medyanın zaman ve mekandan bağımsız kamusal vasfının giderek artmayısla gündemler sadece yerel düzlemle sınırlı kalamıyor artık. Kitleler olayın farklı boyutlarını bu kamusal alana kesintisiz bir paylaşım ve etkileşimle taşıyabiliyor ve bu da, sadece ülkenin gündemini değil toplumun ruh halini dahi etkileyecek kadar belirleyici olabiliyor.

Adeta milyonlarca insanın tartıştığı devasa bir agoraya benzetebileceğimiz sosyal medya, Özgecan Aslan cinayetini özellikle kadın kullanıcıların inisiyatifiyle sosyal medya gündemine sokmayı başardı. İşte burada sosyal medyayı geleneksel medyadan ayıran en önemli unsur ortaya çıktı ve olay tartışılmaya başlandığı andan itibaren bir ortak akıl oluşmaya başladı. Bu, öylesine güçlü bir ortak akıl ki, olayda dahli bulunan hiç kimse buna kayıtsız ve dışında kalamıyor. Örneğin; geleneksel medyanın gazete-TVleri son dönemdeki bütün toplumsal olaylarda olduğu gibi bu olayda da sosyal medya üzerinden gelen bu gücü üzerlerinde hissedip yayınlarını kendi inisiyatiflerinden ziyade sosyal medyada oluşan bu gücün doğrultusunda şekillendirmek zorunda kaldı.

Sosyal medyada ise, Özgecan’ın uğradığı vahşet üzerinden bu olayların altında yatan nedenler (geçmişteki benzer olaylar da gündeme getirilerek) bir bir ortaya konuldu ve kadınların erkek egemen bir toplum düzeninde maruz kaldıkları şiddet, taciz ve tecavüzler, bu devasa agora etkisinin verdiği cesaretle, bizzat buna maruz kalan kadınların ağzından örnekleriyle paylaşıldı. Yaklaşık 1 hafta boyunca  #SendeAnlat etiketiyle atılan 1 milyonu aşkın tweetin ortaya çıkardığı manzara, vicdan sahibi herkesi dehşete düşürdü ve toplumun kadına karşı tutumu konusunda Türkiye’yi adeta bir yüzleşmeye zorladı. Bu süreçte, Özgecan için yapılan sanal ve fiziksel protesto ve eylemlerin çoğunun sosyal medya üzerinden örgütlendiğini söylemeye bile gerek yok. Tüm bunların sonucunda kadına karşı kullanılan erkek egemen dilden kadına karşı şiddete daha caydırıcı cezalar verilmesine kadar her kesimden farklı çözüm önerileri ortaya atıldı ve farkındalık yaratıldı. Bu ortak akla nefret söylemiyle karşılık veren kişi ve kurumlar ise, ciddi bir toplum baskısı ve dışlanmaya maruz kaldı. Kişi ve kurumların samimiyeti, duruşları ve tepkileri bile sorgulandı, övüldü ya da eleştirildi. Kısacası, toplum olarak kendimize bir çeki düzen verme gereğini iliklerimize kadar hissetirdi Özgecan.

Her ne kadar bazı kesimler tarafından tüm bunların “3 gün sonra unutulacağı” gibi bir argüman ortaya atılsa da, artık gazete-TV ya da devlet arşivlerinden ziyade sosyal medyanın toplumsal bellek işlevini üstlendiği bir zamanda herkes ileriye bakmak ve çözüm konusunda samimi bir şekilde ilerlemek  zorunda.  Aksi durumda, gündemin yeniden canlandırılmasının bir etikete (hashtag) bağlı olduğunu kimsenin aklından çıkartmaması lazım.

Özgecan’ın belleklerimize kazınan fotoğrafında yüreklere işleyen o masum bakış, bu konuda hepimizin samimiyetini her daim sorgulayacak kadar derin ve sosyal medya da bunun en büyük teminatı…

Kahve Eşliği – Kariyer, İK ve Sosyal Medya

Her hafta sosyal medyada çok sayıda konuyu duyuyor ve favorilerime ekliyorum. feedly hesabımda okuduğum yazıları favorilerime ekliyorum. Bunlar biriktikçe birikiyor ve bir kısmına bir daha hiç bakamıyorum. Oysa her hafta sonu bunları bir gözden geçirip derlemek ve yararlı hale getirmek gerekiyor. … Continue reading →

Ömür boyu Orta Dünya

SEVİN OKYAY - 21 Şubat 2015

Shire bizim nasıl kıymetlimizse, yazarın da gözbebeğiydi. Tolkien’in, babası öldükten sonra annesi ve erkek kardeşiyle yerleştiği Sarehole’e benzer burası.

Peter Jackson, üç “Lord of the Rings / Yüzüklerin Efendisi” filminden sonra Hobbit‘e de el atınca tuhaf bir heyecan duymuştuk. Önce Hobbit‘in üç film olacağını bilmiyorduk tabii. Sonradan, el kadar kitaptan da bir üçleme yapılacağını öğrendik. Yüzüklerin Efendisi’nden önce, farklı türde filmleriyle tanıdığımız Jackson’a itimatsızlık göstermiş, sonra da fena halde mahçup olmuştuk. Doğrusu, bir kere daha mırıl mırıl söylenip de lafımızı yemek istemedik. Peki, nedir? Oldu mu, olmadı mı?

Aslında olup olmadığı sizin nasıl bir Hobbit seyircisi olduğunuza bağlı. Filmi sadece sinemasal değerlere göre ölçüp biçiyorsanız, üç uzun filme sığmış bir ince kitap size fazla gelebilir. Bu tür filmlere itirazınız olmadığı halde Tolkien hayranı değilseniz, gene de sıkılmış olabilirsiniz. Ama Shire’ı köyünüz, Orta Dünya’yı da memleketiniz olarak benimsediyseniz, bir türlü bitmesin istersiniz. Ne de olsa, bir ara ömrümüzün Tolkien kitaplarıyla ve Jackson filmleriyle, kendi hayalhanemizin Orta Dünya’sında geçeceğinden kuşkulanıyorduk. Keşke geçseymiş. Orta Dünya bizim ana yurdumuzmuş.

“Yüzüklerin Efendisi” üçlemesini sinemaya aktaracak kişinin Peter Jackson olduğunu duyduğumuzda “yapar / yapamaz” ekipleri olarak ikiye ayrılmıştık. Ama ilk “Yüzüklerin Efendisi” filmi The Fellowship of the Ring / Yüzük Kardeşliği’ni (2001) izlemeye giden ‘yapamaz’cılar bile, filmin başındaki Hobbiton / Shire bölümüyle cepheden bir darbe yemiş ve teslim olmuştur herhalde. Masal diyarı Shire, Tolkien’in de rüyasıydı: Çıkın Çıkmazı, yaşlı Bilbo Baggins ve genç Frodo, büyücü Gandalf, Samwise Gamgee ile diğerleri… Sonra bu emsalsiz rüya da sona erdi tabii.

Hem Hobbit kitabını çok seven, hem de “Yüzüklerin Efendisi” serisinin kitap ve film olarak hayranı olan biri sıfatıyla, ne yalan söyleyeyim, An Unexpected Journey / Beklenmedik Yolculuk’u beklerken içim içimi yiyordu. Ne de olsa, John Rhys-Davies’in oynadığı Gimli, ilk üçlemede en sevdiğim karakterlerden biriydi. Dolayısıyla Yalnız Dağ’daki (Erebor) kayıp Cüce Krallığı’nı Ejderha Smaug’un elinden gerisingeri almak için Thorin Oakenshield (Meşekalkan) liderliğinde yola çıkacak on üç cücelik ekibin başına gelenleri beyazperdede izlemek için sabırsızlanıyordum.

Hobbit kısa bir kitap olduğu halde, onu filme çeken kişinin en başta aniden peydahlanan onca cüceyi, özellikle kitabı okumamış kişilere tanıtması gerekir. Onun için de, bizden olmayanlara biraz uzun gelen ilk yemek, şahsen bana da o cücelerle ilk kez yüz yüze gelme şansı tanımıştı. Onları tanımıyorduk, ama Bilbo’yu oynayan Martin Freeman önceleri Sherlock’un Watson’ı olarak, sonra da Fargo dizisinden aşinamızdı. Freeman, Bilbo için çok doğru bir seçim bence. Başka eski aşinalarımız da vardı: Gandalf, yaşlı Bilbo, Galadriel, Elrond, Legolas, Saruman, Frodo ve Gollum.

Dedik ya, Shire bizim nasıl kıymetlimizse, yazarın da gözbebeğiydi. Tolkien’in, babası öldükten sonra annesi ve erkek kardeşiyle yerleştiği Sarehole’e benzer burası: Yemyeşil, bereketli ve huzur içinde bir yer. Tolkien, çocukluğunun Sarehole’una hayalhanesinde sık sık dönmüştür. Köy yakınındaki bataklık, değirmen, değirmencinin onları kovalayan oğlu (Beyaz Ogr) da Hobbit’te ve “Yüzüklerin Efendisi”nde yer almıştır. Kralın Dönüşü’nün sonunda Saruman’ın ihanetinin ceremesini çekerek harap olan Shire ise, Tolkien için hem savaşın hem de sanayileşmenin yok ettiği eski yeşil İngiliz cennetlerini temsil eder.

Tolkien’in büyük mitolojisinin Birinci Dünya Savaşı muharebe alanlarından doğduğu ve Somme’da iki yakın arkadaşının ölümünün onu çok etkilediği de söylenir. Daha sonra ailesiyle oturdukları Birmingham’daki iki kule de “Yüzüklerin Efendisi” için ilham kaynağı olmuştur. Kendine ait bir dil yaratma isteği ise St. Edward’s Okulu yıllarına kadar uzanır.

Şu noktada cüce kutumuzu da açalım. On üç cüce çıkagelmiş. Kardeşlik sırasıyla: Fili, Kili; Oin, Gloin; Thorin Oakenshield (Meşekalkan); Dwalin, Balin; Bifur, Bofur, Bombur; Dori, Nori, Ori. Thorin Meşekalkan bu adı Moria muharebesinde aldı. İki kardeş Fili ile Kili, Thorin’in kızkardeşi Dis’in çocukları, yani onun yeğenleri. Aynı zamanda, cücelerin yaşça en küçük olanları. Oin ve Gloin de kardeş. Gloin’in ağırlığınca altın eden oğlu burada yok ama onu “Yüzüklerin Efendisi”nin Gimli’si olarak hatırlayacaksınız. Dwalin ile Balin ve Dori, Ori, Nori de kardeşler. Bifur, Bofur ve Bombur takımı tamamlıyor. İçlerinden Bombur şişkoluğu ve Bilbo’nun özel arkadaşı oluşuyla bir artı değere sahip.

Martin Freeman’dan söz ettik. Sherlock nerede peki? O, yılın en iyi filmlerinden Tinker Tailor Soldier Spy’da Peter Guillam’ı oynayan Benedict Cumberbatch, Ejderha Simurg’un sesiyle Sherlock kardeşliğini tamamlıyor. Ne güzel!

İyi ama, bundan sonra bizi Shire’ın o masal dünyasına kim taşıyacak?

 

 

20 Şubat 2015 Cuma

Yeni Medya Yeni Keşifler

Son dönemin gözde sosyal medya platformu SnapChat, yayıncılık alanına da el attı.   

2014 yılının en hızlı büyüyen sosyal medya platformu SnapChat, yayıncılık alanında yepyeni ufuklara yelken açıyor. Anlık duygu ve düşüncelerin son derece kullanışlı ve eğlenceli bir formatta paylaşabilmesine ama daha da önemlisi tüm paylaşımların en geç 1 gün içinde silinip gitmesine olanak tanıyan platform, kısaca “yaşa, paylaş ve ardında bırak” olarak özetleyebileceğimiz bu özelliğiyle genç kuşağın son dönemdeki gözdesi. Halihazırda 100 milyonu aşkın aktif kullanıcının birbirlerine günde 400 milyondan fazla Snap gönderdiği platformun editör ekibi, son 5-6 aydan beri kullanıcıların katıldıkları önemli toplumsal etkinlikler ve olaylar sırasında gönderdiği paylaşımlardan ilginç derlemeler yapıyor ve bunu tüm kullanıcılarla paylaşıyor. Böylelikle, söz konusu etkinlik ya da olayın havasını (orada bulunmasanız bile) bir nebze de olsa soluma şansınız oluyor.

İşte bu deneysel çalışmalar sonunda insanların zaman-mekan sınırlaması olmadan birbirleriyle hemhâl olabilme ya da duygudaşlık hâlinin sosyal medya bağlamındaki önemini fark eden SnapChat, geçtiğimiz günlerde Discover adını verdiği özelliği kullanıma sundu.

Kimi değerlendirmelere göre “Twitter’dan sonra sosyal medya yayıncılığı konusundaki en önemli gelişme” olarak nitelenen Discover için şirket, CNN, MTV, Cosmopolitan, Daily Mail, National Geographic, People, Vice.com, Yahoo News ve Fusion gibi geleneksel ve yeni medya yayıncılarıyla işbirliği yapmış ve onların mevcut içerik toparlama ve editoryal derleme gücünü, SnapChat’in ruhuna özgü daha kısa, daha yaratıcı ve dinamik paylaşım özellikleriyle bir potada eriterek ortaya son derece göz alıcı bir bileşim çıkartmış. Her yayıncının kendi alanıyla ilgili son derece renkli ve hareketli bir içerik demetiyle karşılaşıyorsunuz. Birkaç saniyelik videoların üzerine bindirilmiş manşetlerle yapılan girişler ve devamında gelen kısa metin ve birkaç fotodan oluşan haberler, maksimum birkaç dakikalık videoların özenle derlendiği çok kullanışlı ve çoğunlukla “günün en önemli 3 gelişmesi”, “günün fotografı”, “günün en güzel hareketi” örneklerindeki gibi bir listeleme tasarımına sahip bir arayüz üzerinden adeta bir derginin sayfalarını çevirir gibi ilerliyorsunuz.

En fazla birkaç dakikada bitirdiğiniz bu turun her saniyesinde kullanılan dil ve jargonun gençleri hedeflemesine özen gösterilmiş. Öyle ki CNN ve Daily Mail gibi yılların geleneksel yayıncıları bile bu konuda kendilerini aşmış. Örneğin CNN’in önümüzdeki dönemin ABD Başkan adaylarından Senatör Rand Paul ile yaptığı Snap röportaj bile şu ana kadar bildiğimiz röportajlardan çok farklı; Sadece röportajı yapan değil röportajı veren açısından da.

SnapChat ise diğer yayıncılara örnek olması adına kendi tarzını ortaya koyan ve kullanıcıların paylaşım ve geri bildirimlerine göre şekillenen günlük derlemelerle katılıyor bu seçkiye.

Özellikle yeni medya üzerinde yer tutmaya çalışan yayıncıların kesinlikle deneyimlemesi ve dersler çıkartması gereken Discover’ın bu Beta sürecinin ilk yayıncılarından olan ABC-Disney ortaklığı Fusion’un yayın yönetmeni Kevin Roose, sitelerinde yayınladığı değerlendirmede, daha ilk haftalar olmasına karşın SnapChat üzerinden yayınladıkları günlük içeriğin milyonlarca kişi tarafından görüntülendiğini ve SanpChat kullanıcılarının geri bildirim ve etkileşimlerinden son derece memnun olduklarını belirtmiş.

Kuşkusuz SnapChat’in ortaya koyduğu bu yeni yayıncılık tarzının gerek yayıncılık sektörüne, gerekse kullanıcılara yönelik olumlu-olumsuz etkileri, epey tartışılacak. Ancak bu başlangıç bile etkileşimli ve zaman-mekandan bağımsız yeni medya yayıncılığının özellikle genç kuşak üzerinde ne k etkili olduğunun canlı bir kanıtı oldu ve eğer istikrarını sürdürebilirse Twitter’a da yayıncılık adına önemli bir rakip olabilir.

Sanırım önümüzdeki dönemde bu seçkide yer alan tüm yayıncıları kullanıcılarla birleştirecek ve “yurttaş gazeteciliği” temeline oturan yeni bir yayıncılık tarzına doğru yol alacağız ve bu, Yeni Medya adına gerçek bir devrim olabilir.

 

18 Şubat 2015 Çarşamba

‘Gençleri buluşturabilirsek, sorunlarımız çözülür’

Yazar ve yayıncı Mine Soysal’ın “Uzakta”sı, gençler için yazılmış ama epeyce sert ve gerçekçi bir kitap. Günümüz Türkiyesi’nin önemli sorunlarını ele alıyor. Kahramanlarıysa birbirlerinden çok farklı hayatlar yaşayan iki genç insan. Biri yoksul bir ailenin yaralı oğlu Erdo, diğeri zengin bir ailenin kızı olan ama en az Erdo kadar yaralı Dünya…

(HaberTürk Pazar, Gülenay Börekçi, 15 Şubat 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

14 Şubat 2015 Cumartesi

Azizim Valentine

SEVİN OKYAY - 14 Şubat 2015

Önceleri, Valentinus isimli azizlerle aşk arasında bağ kuran olmamış hiç. Valentine günü, daha çok fedakârlığı kutsayan bir gün olagelmiş. Acaba diyorum, öyle kalsa daha mı iyiymiş?

Aziz Valentine’in günü hepinize kutlu olsun demeye nedense içim elvermedi. Yazıyı yarın yazsaydım, “geçmiş olsun” diyebilirdim tabii. Bütün belli günlerin belası, istediğini bulamamak, bulduğuyla tatmin olmamaktır. Acaba öyle mi noktalanacak? Biz gene de, “İyi geçiyordur inşallah,” diyelim.

Ben çocukken (farklı bir yüzyıl ve farklı bir evrenden söz ediyorum), hayatta St. Valentine’s Day diye bir şey olduğunu, Amerikan Boyd Neşriyat Bürosu’ndan çıkan Sensible Kate (Akıllı Kate) adlı kitap sayesinde öğrenmiştim. Kate, yaşlıca bir çiftin evlat edindiği bir kızdı. Bir tür ‘koruyucu aile’. Kitabın adındaki gibi aklı başında bir kızdı; sıçan kuyruğu gibi örgüleri vardı, bir de (uydurmuyorsam) kızıl saçlı ve çilliydi. Bu kızcağız gösterişsiz olduğu için hep gösterişli kişilere heves ederdi. Sonra vazgeçti gibi hatırlıyorum, akıllı ve uslu bir çocuk olmanın tadını çıkarmaya başladı. Aklı başında çocuklar büyüyünce gösteriş düşkünü çocuklardan daha ilgi çekici olurmuş meğer. Dedik ya, farklı bir evrendi.

 

Bana gelince, akılsız sayılmayacak bir çocuktum. Gerçi annem, “Çocuğum, bazen bakıyorum adamakıllı akıllısın; bazen de bakıyorum, sırılsıklam salaksın,” derdi ama, olsun. Ama Akıllı Kate’i sevmiştim nedense. Belki kendini yalnız hissettiği, sevilmediğini düşündüğü için. Belki de özendiği o akılsız sınıf arkadaşları aslında beş para etmez kızlar olduğu için. Küçük Prenses’in kahramanı Sara’nın can düşmanı Lavinia’yı hatırlatıyorlardı bana. Lavinia’dan hiç hazetmem. Genelde bukleli, kendini beğenmiş kızlardan hazzetmem.

 

Demek istediğim o sıralar Valentine Günü kartları aile mensuplarına, sevdiğin insanlara, arkadaşlarına gönderiliyordu. “Sevgililik” şartı yoktu, hediye falan da almıyordun. Belki kendin bir şeyler yapıyorsundur, çünkü kartların da senin elinden çıkmış olanları makbuldü. Zarfları süsler, bazen küçük kutular yaparlardı, fiyonklu cinsinden. Arkadaşım Ali Sönmez, Amerika’da durumun halen de böyle olduğunu, bu işi sevgiliye hediye almaya Türkler’in bu kadar indirgediğini söylerdi. Büyük ihtimalle haklıdır. Hem artık Anneler Günü gibi, Sevgililer Günü de insanlara para harcatmak, harcamazsa vicdanını sızlatmak üzerine kurulu.

 

Aziz Valentine Günü, Valentine Günü, ya da Aziz Valentine Şöleni dünyanın pek çok yerinde, 14 Şubat’ta kutlanır ama ille de bayram değildir. Valentinus isimli çeşitli Hıristiyan azizlerinin inançları uğruna ölmesi destanlarına dayanır. Romalı Aziz Valentine, hakkıyla savaşamazlar diye evlenmeleri yasak olan askerleri evlendirir, Roma’nın mahkûm ettiği Hıristiyanlar’ın yardımına koşarmış. Efsaneye göre, zındancısı Asterius’un kör kızı Julia’yı tedavi etmiş ve öldürülmeden önce, “Senin Valentine’ın” imzalı, dünyanın ilk Valentine kartıyla veda etmiş.

 

Yani işler, pek bugün olduğu gibi değilmiş. Aziz Valentine gününde kart, çiçek, çikolata gönderme âdeti Birleşik Krallık’ta başladı. Başka kutlama şekilleri de vardı. Derler ki, Norfolk’ta Jack ‘Valentine’ adlı bir karakter, o gün evlerin arka kapılarını vurup çocuklara şekerler, armağanlar bırakırmış. Çocukların gene de ondan korktuğu söyleniyor. Kimilerine göre de, Aziz Valentine baharın müjdecisiydi. Köklerin anahtarını getirir, bağlar ile tarlalarda çalışmaya o gün başlanırdı. Kuşlar da o gün birbirlerine evlenme teklif ederdi. Bu kutlu günün aşkla bağlantısı ise ilk olarak 14. yüzyılın ünlü şairi Geoffrey Chaucer’ın dizelerinde ortaya çıkmış. Ondan önce Valentinus isimli azizlerle aşk arasında bağ kuran olmamış hiç. Valentine günü, daha çok fedakârlığı kutsayan bir gün olagelmiş.

 

Acaba diyorum, öyle kalsa daha mı iyiymiş? Daha mı anlamlı olurmuş? Ya da belki, Akıllı Kate’te olduğu gibi aile, akrabalar, arkadaşlar, büyüklü-küçüklü birbirini düşünen, seven insanların gönderdiği kartlar, hediyeler, bunları alan kişiye duyduğumuz dostluğu, sevgiyi mi ifade etseymiş? İnsanlara onları düşünen kişiler olduğunu hatırlatıp güven mi verseymiş?

 

Her neyse, bugünkü durumdan memnunsanız eğer, Aziz Valentinus’un fedakârlık örneğine, ya da Chaucer’ın Ortaçağ aşklarına döneceğiz diye endişeye kapılmayın. Her şeyden önce, masum kartların yerini alan kıymetli hediyeleri yapanlar buna izin vermez. Kendimizi “Valentine’in” imzalı kartlarla veda ederken buluruz. Ama isteyen, sırf hatırlama adına sevdiği kişinin Günü’nü bir çiçekle kutlayabilir elbet. O kişiyi iyice tanıdığınızdan eminseniz, tabii.

 

Olsun canım, pişmiş aşa soğuk su katmayalım şimdi. İlle de pahalı hediyeler alıp sevginizi keseyi boşaltarak kanıtlamaya gerek yok. Belki bir yemek, bugün sadece İstanbul’daki otuz kadar konserden birine gitmek, ya da malum çiçek ve belki çikolata eşliğinde başbaşa bir romantik komedi izlemek de günün anlam ve önemini ifadeye yeter.

 

Valentine’ınızdan bir öneri işte… Ne diyelim, kutlu olsun!

 

 

12 Şubat 2015 Perşembe

DÜŞ KAZANI | Madam Zarifi’nin Peruğu

ECE İREM DİNÇ - 11 Şubat 2015

Madam Zarifi’ye hiçbir şey sormanız gerekmezdi, çünkü o her zaman kendiliğinden bir şeyler anlatıvermek üzere hazır beklerdi. Başının üzerinde duran iri, bukleli peruğunu adına yakışır bir zarafetle düzelttikten sonra usul usul konuşmaya başladı.

(Görsel: Pompeii’den Sappho adlı fresk)

Bu, bir Prens Adası’nın hikâyesi…

Bir zamanlar, Büyükada Polis Karakolu’ndan eski Çankaya Oteli’ne doğru çıkarken solda, bahçe içinde yer alan Leman Hanım Köşkü’nün hemen karşısındaki 10 numaralı, iki katlı, şirin bir evde; yüzünde kaşları olmayan, kırmızı yanaklı, çilli, başında tıpkı keçi kuyruklarından pösteki geçirilmiş gibi duran peruğuyla Madam Zarifi yaşardı.

Sık sık, değişik stilde yapılmış, kimi arkadan topuzlu, kimi önde sol kaş üzerine düşmüş, yuvarlak perçemli, kimi karavel, kimi de bugünün sıkmabaş modeli, aynı renk perukları takmış halde salına salına gezinen güzelim bir kadındı Madam Zarifi. Haftanın en az dört günü San Pasifico Kilisesi’ne duaya gelirdi. Özellikle yaz sezonu geçtikten sonra, cumartesi, pazar ve yortu günleri dışındaki diğer zamanlar, kilisede kimsecikler olmazdı. Bu durumdan hep şikâyet ederdi Madam, çünkü gerçekte, müthiş bir hikâye anlatıcısıydı o ve hikâyelerini anlatacak birilerini bulamadığında, kelimenin tam anlamıyla derin bir hüsrana uğrardı.

Ortadan biraz uzun, topluca ve hayli alımlı bir kadın olan Madam Zarifi’nin her gün için özenle seçtiği bir başka model peruğun, özünde bir başka hikâye anlamına geldiğini onu tanıyan hemen herkes iyi bilirdi. Günümüzden antik çağlara dek uzanan bütün o hikâyeleri, efsaneleri ve mitolojileri iri, tuhaf perukalarının altında özenle biriktirip saklamış gibiydi adeta. “Masallardan ücret almıyoruz vre mori!” diye sevinçle çınlayan sesi bugün bile kulaklarımdadır.

Bundan seneler evvel bir sabah vakti, yine kimseciklerin olmadığı San Pasifico Kilisesi’nin geniş, işlemeli salonunda rastlamıştım ona. Beni görür görmez yanıma gelmiş ve sanki kilisenin ruhunu rahatsız etmekten kaçınan ürkek bir kuş gibi, ağır ağır anlatmaya koyulmuştu. Zira Madam Zarifi’ye hiçbir şey sormanız gerekmezdi, çünkü o her zaman kendiliğinden bir şeyler anlatıvermek üzere hazır beklerdi. Başının üzerinde duran iri, bukleli peruğunu adına yakışır bir zarafetle düzelttikten sonra usul usul konuşmaya başladı. İçimden, “Bakalım bu sefer peruğunun altından ne tür bir hikâye çıkacak,” diye geçirdiğimi hatırlıyorum.

“Ah, benim güzel Prinkipo’m…” dedi önce. Adalı Rumlar buraya katiyen Büyükada demez, onun yerine Yunanca’da “Prens Adaları” anlamına gelen Prinkipo ismini tercih ederlerdi. Az sonra derin bir soluk alıp, kaldığı yerden anlatmaya devam etti Madam Zarifi. “Bizler, yani Bizanslılar bile henüz bu adaya göçmezden evvel, ta antik çağlarda bu topraklarda Büyük İskender’in babası, Makedonya Kralı II. Filip yaşarmış vre, biliyor muydun bunu? Seneler evvel burada devasa bir hazine buldu arkeologlar. Fakat ne hazine… Altın sikkeler, birbirinden ışıltılı gümüşler, bir dolu yakut mücevherat… Hepsini toplayıp götürdüler, müzeye koyacaklarmış, öyle dediler. Koymuşlardır değil mi mori? Koymuşlardır elbet. İşte bu kral Filip, bir vakitler Yunan devletini içten bölmek derdine düşmüş. Amacı, o topraklar üzerinde büyük ve yenilmez bir imparatorluk kurarak bütün dünyayı egemenliği altına almakmış. O günlerde bir kadına âşık olmuş kral. Kadının adı Olempia imiş. Bir tapınak fahişesi… Az bir vakit sonra kadın gebe kalmış. Kral Filip, bizim meşhur dhrimata zamanı Olimpos Dağı üzerinde yaşayan bir kâhinin yanına varmış. Kâhin kadın ona aynen şöyle demiş: “Bir oğlun olacak ve bu oğlan büyüdüğü vakit, savaşlarda yenilmek nedir bilmeyen güçlü, muzaffer bir komutana dönüşecek. Ancak… Bir şartla… Uzaklarda, buradan çok uzaklarda bir ada var, üç küçük adanın tam bitiminde duran ve koca bir denizi ortadan ikiye ayıran büyülü bir yer burası. Orayı bulacak ve adanın tanrılarına hazineler sunacaksın. Öyle ki bu adanın tepelerinde yaşayan tanrılar savaş konusunda marifetlidirler, ah poniros!” Kral, bu umutla düşmüş yollara. Aylar boyu, peşinde adamlarıyla oradan oraya gezmiş durmuş. Ve ki günün birinde işte buraya, Prinkipo’ya gelip yanında getirdiği hazinelerini ada tanrılarına sunmuş. Oğlu da büyüdüğü vakit bütün bir dünyanın çoğunu fethedecek denli kavi, famozos bir komutan olmuş. Ona, Büyük İskender demişler, biliyorsun değil mi?”

Madam Zarifi’nin bir peruka suretindeki heybesi, birbirinden ilginç hikâyelerle doluydu daima. Bütün bunları nereden bilir, nereden dinleyip de öğrenir, hiç bilmezdik. Hatta bazıları onun mitolojik bir kahraman olduğuna inanır, bununla ilgili de çeşit çeşit şakalar yaparlardı. Kendinden önceki pek çok döneme şahitlik etmiş ve sanki gördüğü, işittiği her şeyi çaktırmadan başındaki peruğunun altına doğru süpürüvermiş gibiydi. Her şeye dair söyleyecek bir sözü vardı. Fakat kendi hikâyesini hiçbir zaman anlatmadı. Birkaç yıl evvel, içi geçmiş bir ayrelli şurubundan zehirlenerek öldüğünde, geride bıraktığı eşyaları bölüşmek ümidiyle evine giren bazı adalılar, karyolasının başucunda duran bir komodinin gözünde rengi sararmış, yüzlerce sayfalık kâğıt tomarıyla karşılaşmışlar. Yeryüzü Efsaneleri adını verdiği bir kitap yazmış meğer, perukasının altında saklı bütün hikâyelerini bir bir dökmüş kâğıtlara. Ne ki o hengâme arasında sayfaların çoğu kaybolup gitmiş. Bu güzelim Rum efsaneperdaz kadından kalan kimi hikâyeler tesadüfi bir biçimde dönüp dolaşıp elime geçti. Şimdi hâlâ benimle beraber yaşamaya devam ediyorlar.

“Çünkü hikâyeler asla ölmezler,” derdi Madam Zarifi. “Çünkü hikâyeler sizin bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz bir şekilde yaşamaya devam ederler. Zira her şeyden evvel söz vardı, diye yazar kutsal kitapta. Hepimizden evvel kelimeler vardı ve bizden sonra da yine onlar olacak… Ve hikâyeler; asla yok olmayacaklar… Aradığınız şey ölümsüzlükse şayet, üzülerek söylüyorum ki hiçbiriniz şu koca evrende küçücük bir masal kadar uzun yaşamayı beceremeyeceksiniz.”

Ah, Madam Zarifi! Vre, huzurla uyu şimdi.

Hikâyeler hâlâ burada, bizimle…

 

11 Şubat 2015 Çarşamba

Kar yağarsa tamam

MEHMET ERKURT – 11 Şubat 2015

Ders programlarından duyulan haklı endişenin ebeveynleri okuldan soğutması yeni bir konu olmasa da bu coğrafyada, sıcak gündemin soğumaz malzemesi olarak nihaledeki yerini koruyor.

Dün gece, saat 22:00’ye doğru, okulların kar nedeniyle bir günlüğüne tatil edileceği haberi düştü bültenlere. Ankara ve İstanbul’da, okullu olacak kadar şanslılar biraz daha fazla uyuyacak bu sabah. Çalışanlar içinse, yaşı kaç olursa olsun, değişen bir durum yok. Günaydın.

Gerçi “okullu olacak kadar şanslılar” demem de abesle iştigalden öte, yanlış ve hatta ayıp bir ifade. Belli bir süreden beri sığınılacak bir ezber olmaktan çıktı bu cümle; çünkü, “Hangi okul?” sorusu salınıyor havada. En sert lodosta da, en sıkı poyrazda da.

“Dönüşüm” ve “yeni” gibi, biri isim diğeri sıfat, hoyratlığa malzeme olmuş bu iki sözcüğün vahşetiyle, dün bildiğin okul bugün bambaşka bir okulumsu kurum olup çıkabiliyor karşına. Araya bir hafta sonu girsin yeter. Ya da tek bir gün. Yattın kalktın ve hop, değiş Tonton…

Buna karşı çıkarsan da, yarım asırdır aşırı tuza basılarak turşulanmış “-ist”li sıfatlar sudan çıkartıldıkları gibi yapıştırılıyor yine üstüne. Yine düşmanlaştırma, yine komplo teorileri, yine dört bir yanı hedef göstermeye çalışan parmakların hastalıklı pantomimi dönüyor sahnede.

Okulların gidişatının yarattığı kaygıdan kaynaklı sesler, özellikle son bir yıldır düzenli olarak artıyor. Ders programlarından duyulan haklı endişenin ebeveynleri okuldan soğutması yeni bir konu olmasa da bu coğrafyada, sıcak gündemin soğumaz malzemesi olarak nihaledeki yerini koruyor. Hem kendisi hem de başkaları için aynı anda kaygı duymayı bilenler, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi, yine huzurlu değiller. Huzur desen, bir noktadan sonra ayıbın diğer adı.

O yüzden, çok değil, bir gün gitmeyelim okula, dedi insanlar. Gitmeyelim ve sözlü, yazılı, bildirili, imzalı, yürüyüşlü ifadelerimizin anlaşılması için bir adım daha atalım. Kimin öncülüğünde, kimin sözcülüğünde; kimin pankartıyla, kimin kokartıyla; kimin duygusuyla, kimin vurgusuyla yapılacağına ve yapıldığına ilişkin kapsayıcı-dışlayıcı tartışmalardan sonra da, bir noktaya geldiler. Çokça gergin, ama illa ki girgin adımlarla bir söze erişildi. Ama “söz” –ah şu “söz”– anlaşıldı ki, yine sustuğu ölçüde sevilecek.

O okula gidilecek, dedi beybabalar. Kısa ve net. Gitmeyen…

*

Kar tatili dediğin bugünlerde nedir, kime nasıl bir keyif verir, hiç bilmiyorum. Bilmek de istiyorum aslında, uzak kaldım çünkü. Yere boylu boyunca uzanıp da kollarını iki yanda çırparak “kar meleği” yapacağın zeminlerin azlığı, artık daha az buluşmalı ve bildiğimden daha farklı kar tatilleri olduğunu söylüyor bana. Ama kendi güzellikleri olduğuna eminim.

Ezcümle, kar yağarsa tamam. Okul yok. Bugün olduğu gibi. Onun beyazına, soğuğuna ve kuvvetine henüz sıfat ya da niyet iliştirmiyor kimse –bilimsel yaklaşımın aldığı darbeler, henüz o noktaya getirmedi işleri.

Ama kar yoksa, insanlığının da pek bir önemi yok; gün gelir, hasta olma hakkın bile düşüverir.

Kar düşsün de, şimdilik. Onun ritmiyle düşünmek de daha kolay, konuşmak da.

10 Şubat 2015 Salı

Kariyer 2.0’ı Seslenen Kitap ile dinleyin

Seslenen Kitap’ı ilk duyduğumda hoşuma giden bir fikir olmuştu. Özellikle okumaya zamanınızın kısıtlı olduğu zamanlarda veya yolculuk yaparken, metrobüste, vapurda, metroda kulaklığınızı takıp kitap dinlemek harika bir fikir. Bu yüzden Seslenen Kitap, yayınevim vasıtasıyla bana ulaşınca kitabımın Kariyer 2.0‘ın seslendirilmesinden … Continue reading →

9 Şubat 2015 Pazartesi

Twitter nereye?

Dünyanın en büyük kamusal alanı haline gelen duygu ve düşünce paylaşım platformunun başı, sosyal medyanın tacizkâr profilleriyle dertte.

Geçen hafta açıklanan 2014 yılı sonuçlarına göre Twitter, net abone sayısı ve gelirlerini arttırmasına karşın, (bir kısmı kanaât önderi konumundaki) eski abonelerin aktif kullanımlarının azalması ve kârlılığın halâ negatiflerde seyretmesi yüzünden yatırımcılarının yüzünü yine güldürmedi ve açıklanan sonuçların ardından %6 civarında değer kaybetti.

Ancak Twitter cephesinde çok daha ilginç bir gelişme, şirketin tepe yöneticisi Dick Costolo’nun şirket personeliyle yaptığı bir iç yazışmanın medyaya sızması idi. Costolo, özetle ”Twitter platformu üzerinde giderek etkisini arttıran tacizkâr davranışların diğer kullancıları bezdirecek ve hatta platformdan uzaklaştıracak seviyeye ulaştığını ve şirket olarak bu duruma çözüm getirmekte başarısız olduklarını” vurgulayarak bu başarısızlıktaki sorumluluğun kendisine ait olduğunu belirtmiş ve çalışanlardan buna acil ve köklü çözüm bulunması konusunda yardım talep etmiş.

Kuşkusuz sosyal medya üzerinde her türlü taciz, tehdit, zorbalık sadece Twitter’a özgü değil ve giderek tüm sosyal medya platformlarında yaygınlaşan bir durum. Ancak Twitter, teknik özellikleri ve doğası itibarıyla, duygu ve düşünce paylaşımlarını en fazla kamusallaştıran ve bunu da rakiplerine göre bir avantaj kabul edip korumaya çalışan bir platform. Zaten bu özelliği nedeniyle birey ve kurumların her türlü bilgi, duygu ve düşünceyi hem üretip paylaştıkları hem de erişip tükettikleri başlıca bilgilenme, tartışma, eğlenme kısacası kamunun toplaşıp iletiştiği küresel bir agoraya dönüştü ve bu yönüyle tüm sosyal medya platformlarının önünde.

Ama madalyonun öbür yüzünde, bu kamusallığın yarattığı dezavantajlar da söz konusu. İnternet jargonunda troll, stalker olarak bilinen profillerin kişi ve kurumlara yönelik hakaret, taciz, tehdit gibi ürettikleri olumsuzluklar yüzünden ibre özellikle Twitter açısından giderek tersine dönme eğiliminde. Hele hele herhangi bir konuda ya da özelliğinizle ön plana çıkan bir profil iseniz bu profillerin başlıca odağı oluyorsunuz. Cinsiyet, dil, din, etnik köken, siyasi görüş, vb. ayrıştırıcı hususlar da bunun başlangıç ya da tamamlayıcı damarları olarak sunuluveriyor önünüze ve adeta arenada aslanların önüne atılmış insanlara dönüştürüveriyorlar sizi. Çaresiz kapatıp gidiyorsunuz oradaki bir sürü olumlu kazanımı da geride bırakarak. İlginç bir örnek babası Robin Wiliams’ın intiharına ilişkin yapılan vahşice paylaşımlara dayanamayıp hesabı kapatan kızı Zelda Williams.

Bunun da ötesinde Twitter’ın en çok konuşulan konular (TT) listesi, özellikle Türk gruplar tarafından adeta işgal edilmiş ve artık insanların ilgisini çekmeyecek denli işlevini yitirmiş durumda. Şirketin gelir modelini de etkileyen bu olumsuzluğu, geçen yazdan beri birkaç kez Türkiye’ye gelip bizlerle görüşen Twitter yöneticilerine de sürekli söylüyorum ama anlaşılan somut bir çözüm henüz ortada yok. Peki o zaman bu grupların 50 lira karşılığında TT listesine girebilmek gibi bir durum varken markalar ne diye aynı listenin en üstüne yüzbinlerce dolar ödeyip girsin ki?

Görünen o ki, Costolo ve ekibi -ifade özgürlüğü ve anonimlik haklarını zedelemeden- bu olumsuzluklarla nasıl baş edileceğinin teknik ve sosyal çözümlerini ivedilikle geliştiremezlerse, Twitter için tehlike çanları çalmaya başlayacak.

!f’e merhaba!

SEVİN OKYAY – 7 Şubat 2015

Bol eğlenceli, partili, müzikli, ille de filmle !f başlıyor! Herkese müjdeler olsun. 

İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12 Şubat’ta istanbul’da açılışını Tim Burton’ın filmi Big Eyes / Büyük Gözler’le yaptıktan sonra 26 Şubat-1 Mart tarihlerinde Ankara ve İzmir’e uğruyor. Programda 42 ülkeden 115 film var; seçmesi de zor, biliyoruz. Bir sinema yazarı olarak ben size birkaç öneride bulunabilirim, ama elbette, önerdiğim filmleri sevmenizi garanti edemem.

Her şeyden önce, listemde bir Türk filmi, bir klasik ve birkaç belgesel var. Yerli filmim, ilk filmleri Zenne’yi çok sevdiğim M. Caner Alper ve Mehmet Binay’ın yeni filmleri Çekmeceler. İlki gibi zorlayan, düşündüren bir film olacağa benziyor. Bir kadının doğum gününde kanlar içinde hastaneye kaldırılmasının ardındaki gerçekleri anlatıyor. Klasiğe gelince, adı  Sayat Nova / Narın Rengi. Bu yakınlarda onun üzerine bir de yazı yazdım. 1989 yılında İstanbul Film Festivali’nin daveti üzerine şehrimize gelen yönetmeni Sergei Paradjanov ne yazık ki çok az film yaptı, ama bunlar seyircilerini çok etkilemiş filmlerdi. Narın Rengi, !f’in Kült bölümünde yer alıyor. Yıllar sonra hasret gidereceğiz, genç seyirciler de Paradjanov’un mükemmel görsellikteki şiirsel sinemasını tanımış olacak.

“Sanat Hayat İçindir” bölümündeki belgelesellerin ilki, Amerikalı yazar, sinemacı, öğretmen ve eylemci Susan Sontag’ın hayat hikâyesini; arşiv görüntüleri, Sontag’ın yazıları ve söyleşilerle anlatan, Tribeca’dan da “En İyi Belgesel” ödülüne değer görülmüş Regarding Susan Sontag / Susan Sontag Hakkında. İkincisi To Be Takei / Takei Olmak, Star Trek’in Kaptan Sulu’su, 7 milyondan fazla takipçisi olan Facebook fenomeni George Takei’nin hayatına eğiliyor. Bölümden seçtiğim son film, usta belgeselci Steve James’in, sinema dünyasında çok sevilen, Pulitzer ödüllü film eleştirmeni Roger Ebert’i, tanınmış sinemacıların tanıklığıyla anlattığı Life Itself / Hayatın Kendisi. Festival’deki pek çok belgeselden bir başkası, Jesse Moss’un yarı kurmaca yarı belgesel The Overnighthers / Gececiler’i. Bir tür modern Gazap Üzümleri. John Steinbeck’in Pulitzer Ödül’lü eserindeki gibi burada da işsiz, toplumun kıyısında insanlar bir umutla petrol rezervi bölgesine koşuyor. Müzik belgesellerine gelince, biri “Aziz(e)ler, Şairler, Meczuplar” bölümündeki Feast of Friends / Arkadaşların Şöleni ve London ’66-’67. Biri The Doors, diğeri de Pink Floyd filmi. Super Duper Alice Cooper’ı da unutmayalım.

“Digiturk Galaları” da bir başka merak edilen bölüm. Neler mi var? Bol Oscar adaylığı olan Birdman, hayali bir Ivy League okulunun dört ayrı sınıfındaki dört siyahi öğrencinin yaşadıklarını anlatan Dear White People / Sevgili Beyaz Irk, bizi sinema tarihinde gerçeküstü bir yolculuğa davet eden The Forbidden Room / Yasaklı Oda, kült yönetmen Kevin Smith’ten ‘korkunun komedisi’ Tusk / Mors Dişi.

Elbette, vampiler. İlk İran vampir filmi A Girl Walks Home Alone at Night / Gece Vakti Sokakta Tek Başına Bir Kız dikkatimi çekince, buna hemen iki vampir filmi daha bağlamak istiyorum: Dans etmezse kalbinin duracağını sanan vampir Vano’nun çılgın hikâyesi Norviyia / Norveç ile Yeni Zelandalı üç yaşlı vampirin başlarına gelenler üzerine What We Do in the Shadows / Aylak Vampirler.

Seçmek ne kadar zor! Siz en iyisi bir katalog alıp hepsini gözden geçirin. Olur ya, belki de vampir filmi sevmiyorsunuzdur. Zaten festival öncesi öneriler, yazanın elinde olmadan, bir süre sonra telefon rehberi lezzetine kavuşuyor.

“!f music” partileri de heyecan uyandırıyor bu yıl. 13 Şubat’ta açılışı Kloster’de yapacak. “Gökkuşağı Partisi” ise 21 Şubat Cumartesi gecesi Babylon ve Babylon Lounge’da.

Festivalin etkinlik merkezi gene SALT Beyoğlu. Programda, The Forbidden Room / Yasaklı Oda festivalin konuğu olacak yönetmen Guy Maddin’in filmi Hauntings I/Hayaletler I ile gösterilecek. Maddin, “Geçmişin Büyüsü: Sessiz Sinema, Sürrealizm ve Yasaklanmış Odalardan Hikâyeler” başlıklı bir konuşma da yapacak. Yes Men grubunun son beş yılına tanıklık eden The Yes Men Are Revolting / Yes Men İsyanda filmi ile festival programında yer alan Yes Man grubu, yani Andy ve Mike da bir söyleşi ile SALT’ta olacak. Aynı kentin birbirini tanımayan insanlarına bir söyleşi ortamı yaratarak önyargıların yeniden gözden geçirilmesini amaçlayan “Yaşayan Kütüphane” ise, beşinci yılında Cezayir’de.

İnsan ne kadar seçse, kısaltsa, festivallerde mutlaka atladığı şeyler olur. Ama bence onları da siz bulursunuz zaten. Herkese iyi seyirler!

 

7 Şubat 2015 Cumartesi

E-devlet eee vatandaş!

Bir vefatın ardından 4 gün boyunca dolaştığım kamu kurumlarının işleyişine ilişkin izlenimler…

Uzun süredir sağlık sorunlarıyla mücadele eden babamı geçtiğimiz günlerde kaybettik. Memleketimiz Eskişehir’in karlı buzlu ortamında karmakarışık bir duygu hali ve hüzünle geçen bir cenaze töreniyle onu son yolculuğuna uğurladıktan birkaç gün sonra hayatın gerçekleri yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladı. 80 yıllık yaşamı boyunca tüm zenginliği gönlünde olan, bizleri binbir güçlükle okutabilen ve zorlukla alabildiği bir ev ile emekli maaşından başka bir şeyi olmayan babamızın veraseti için başladık Eskişehir’in kamu kurumlarını sırayla dolaşmaya…

Yetmiş ve seksenli yıllarda “Bugün git yarın gel” sloganıyla özdeşleşen yıpratıcı bürokratik süreçler yüzünden travma sahibi olan bir kuşağın mensubu olarak devlet dairelerinden elimden geldiğince uzak dururum. Belki de bu nedenle kamu kurumlarının iş süreçlerini bilgi ve iletişim teknolojileri sayesinde İnternet üzerine taşıdığı her yenilikten en önce ve en fazla istifade eden kişilerden biri olduğumu söyleyebilirim. Tüm vergi, fatura ve cezalarımı İnternet üzerinden öderim, borç ve yükümlülüklerimi oradan takip ederim, şikayetlerimi de e-devlet üzerinden yaparım.

Ancak ölüm ve veraset, birçok kamu kurumunun kapısından içeri girmekten başka seçeneğinizin olmadığı bir istisna; üstelik babanızın nüfus kaydından düşürülmesine göz yaşlarıyla tanıklık ettiğiniz ve akabinde aldığınız belgeleri bir başka kurumda veraset ilamına dönüştürürken şu dünyanın materyalistliğine beddua ettirecek kadar acı bir istisna…

Bu süreçte dolaştığım resmî, yarı-resmî, yerel ve özel tüm kamu kurumlardaki personelin tamamı durumumuza anlayışla yaklaşıp elinden geldiğince çözüm bulmaya çalıştı ancak tüm bu çabalar, bu bürokrasi maratonunun dolu dolu tam 4 iş günümüze mâl olmasını engelleyemedi. Gözlediğim kadarıyla, kamu kurumlarında geçmişteki katı ve soğuk anlayış ortadan kaldırımış ve iş süreçleri ciddi biçimde akışkan hale getirilmiş ancak bu sefer de müthiş bir insan akışı başlamış ve (birim zamanda yapılan iş veriminin artmasına karşın) yine akışkanlıkta sorunlar yaşanmaya başlamış. Örneğin; neredeyse 1 günümün gittiği vergi dairesinin uzun kuyruklarında sohbet ettiğim insanların çoğu ödemelerini oraya kadar gidip veznelerden yapıyor. Halbuki bu ödemelerin (benimki gibi birkaç istisna hariç) çoğu İnternetten yapılabiliyor. Yani vatandaşın işlemlerini İnternet’ten yapması için bilgilendirilmesi ve teşvik edilmesi lazım. İnternet üzerinden yapılacak işlemler için özel bir teşvik indirimi, bunun en kestirme ve basit çözümü.

Bir başka sorun ise, kurumlar arası bilgi-iletişim altyapıları arasındaki entegrasyon. Her kurumun kendine özel ve çoğunlukla diğerlerine kapalı bilgi-iletişim hizmetleri yüzünden vatandaşın oradan oraya koşuşturmacası sürüyor.  Bu bağlamda tüm kamu kurumlarının bilgi sistemlerinin birbirine açılması elzem. Yine bizden örneklersek; tanesi 40 lira olan bir noter veraset ilamından vatandaşın bir yığın kopya alıp bir sürü kuruma teslim etme zorunluluğu yerine kamu kurumlarının bilgilenmesine açık bir noter bilgi sistemi üzerinden veraset durumunu kontrol ederek işlem yapılması, vatandaşlara zaman ve para, kamu kurumlarına da hizmet akışkanlığı olarak yansır.

Tabii bunlar benim bir vatandaş olarak önerilerim. Kuşkusuz buna karşı “bilgi güvenliği, altyapı yatırım ve entegrasyon zorluğu, vs.” gibi ‘teknik’ sorunlar öne sürülebilir ancak bilgi-iletişimin bu denli geliştiği bir dönemde onların hepsi çözülür. Yeter ki niyet olsun, iyi niyet olsun ve başlıca amaç vatandaşa hizmet olsun!

6 Şubat 2015 Cuma

Stratejik yoksunluk, İnsan Kaynakları ve Titanic

Strateji olmaz ise olmazımız ama pek fakında değiliz. Yine de misyon ve vizyondan daha çok seviyoruz ve daha anlaşılabilir gibi geliyor bizlere. Peki İş hayatında özellikle İK’da nedir bu strateji olayı, ne kadar umursuyoruz, neler yapıyoruz? Uzun yıllardır bozuk bant … Continue reading →

İnsan dönüşmeye mecburdur

KEREM GÖRKEM – 6 Şubat 2014

Dünyada 20.000 Gün / 20,000 Days on Earth geçtiğimiz sonbaharda vizyona giren biyografik bir film. Görsel sanatçılar Iain Forsyth ve Jane Pollard’ın ilk uzun metrajında, Nick Cave’in dünyadaki yirmi bininci günü üzerinden komple-sanatçı kimliği, zaman yönetimi ve sanatsal üretimini oluşturan ve devamlı kılan birtakım etkiler anlatılıyor.

Bir şekilde ilişki kurduğum hayat hakkkında bir şey biliyorsam okuduğumdan, duyduğumdan ve gördüğümden; bilmiyorsam ya da yeterince öğrenememişsem okumadığımdan, dinlemediğimden ve seyretmediğimdendir.

“Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti,” diye başlar Yeni Hayat. Benimki öyle değil. Orhan Pamuk’un kastettiği değişim, aslında dönüşüm. Önlenemez bir felaketin ardından artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayışına benziyor bu. Bir deprem olur, artık evin yoktur. Dünya yıkılır, sen kendi küçük mekânını kaybedersin. Bu kayıp bütün bir yok oluşun parçasıdır, ama fark etmezsin. Senin gördüğün yalnızca gözünün önünde olandır. Herkes gitmiş, bir sen kalmışsan yine dönüşürsün. Çünkü seni sen yapan yalnızca sen değilsin. Senin “herkes”in pekâlâ bir ev, içinde büyüttüğün (ve büyüdüğün) bir umut ya da bir insan olabilir. O şey(ler) giderse, sen de gitmiş olursun. Vardığın yer, daha önce yakınından geçmediğin bir coğrafyadır. Oranın adına Yeni Hayat denir. Ama bu değişim değil, dönüşümdür.

İşte okuduğum, duyduğum ve gördüğüm şeyler de, tıpkı önlenemez felaketler gibi hayatımı bambaşka, yepyeni bir hale getiriyor. Galiba sanatı ve sanatçıyı kutsal kılan da bu. Bir kitabın, bir şarkının ya da bir filmin insana yaptığını başka hiçbir şey yap(a)mıyor. Edebiyat, müzik ve sinema ayrı ayrı değiştiriyor seni, ama bir bütün olarak dönüştürüyor. Richard Brautigan okuyup alabalıkları seyretmeyi öğreniyorsun. Bir şarkı ve bir film de benzer şeyler yapıyor sana. Bir konser salonu ya da sinemadan çıktığında birkaç saat öncesindeki Sen’e benzemiyorsun. Sonuçta varolan birleşim bir birey oluyor. Ama kimseye benzemiyorsun; çünkü gözlerin, kulakların ve zihnin seni dönüştüren bütün bu şeylerle başka kimsenin duyumsa(ya)madığı gibi bir ilişki kuruyor. İnsanın bu yetisi, sahip olduğu en değerli şeylerden biri şüphesiz.

Her şeyin ötesinde bir de, bütün bu değişimlere ve sonunda dönüşüme katkı sağlayan “şey”lerin tek bir elden çıkması durumu var –ki asıl hikâye burada.

Dünyada 20.000 Gün / 20,000 Days on Earth geçtiğimiz sonbaharda vizyona giren biyografik bir film. Görsel sanatçılar Iain Forsyth ve Jane Pollard’ın ilk uzun metrajında, Nick Cave’in dünyadaki yirmi bininci günü üzerinden komple-sanatçı kimliği, zaman yönetimi ve sanatsal üretimini oluşturan ve devamlı kılan birtakım etkiler (bu şeylerin sanatçıyı dönüştürdüğünü söyleyebiliriz) anlatılıyor. Nick Cave ne kadar iyi bir müzisyen ve şairse, oyunculuğu ve senaristliği de geri kalır gibi değil. Öyle ki, filmde Nick Cave’in yazdığı ve seslendirdiği monologlar, “dönüşmek” isteyenlere tıpkı kutsal kitapların inançlı bir insana yaptığını yapıyor.

“Günlerimiz sayılı aylaklık edecek lüksümüz yok. Kötü bir fikirle hareket etmek, hiç harekete geçmemekten iyidir. Çünkü gerçekleştirilinceye dek fikrin değeri belli olmaz. Bazen bu fikir dünyanın en küçük şeyi olabilir. Küçücük bir alevdir, üzerine eğilip ellerinle korursun, etrafına esip köpüren fırtına yüzünden sönmesin diye dua edersin. Eğer o aleve tutunabilirsen, onun etrafına harika şeyler inşa edebilirsin. Devasa, güçlü ve dünyayı değiştiren şeyler. Hepsinde küçük fikirlerde barınır.”

Yukarıda değindiğim ve Nick Cave’e yakıştırdığım “komple-sanatçı” sıfatını biraz açmak gerek. İlk görüşte ancak yanlı bir tanıtım yazısına yakışacak soğuk, ağdalı ve itici bir kelime gibi görünse de, hak edene bir tanıtım yazısından daha çok yakışıyor. Nick Cave’in 20,000 Days on Earth ile gün yüzüne çıkan (kendisi filmde, bu fiil yerine “bir deniz canavarının kamburu gibi, hiçbir uyarı vermeden ortaya çıkmak” diye yazıyor) yazarlık, oyunculuk ve müzisyenlik becerilerinin bir aradaki uyumu, onu bir “komple-sanatçı” yapıyor.

Nick Cave gibi kaç sanatçı gelmiştir dünyaya, kaçı ölmüştür, kaçı hayattadır, kaçı kaç hayatı dönüştürmüştür? Bütün bu soruların yanıtı muallak. Fakat kesin olan şu: İnsan dönüşmeye mecburdur. Bir biçimde (bu biçimi seçmekte özgürüz) dönüşmek, başka biri haline gelmek durumundayız. Hal böyleyken Nick Cave’e bir şans vermek, onunla yepyeni bir “Ben”i inşa etmek önümüzdeki en iyi seçenek gibi duruyor. Sonrası, başkalarının meselesi.