31 Ocak 2015 Cumartesi

Gençlik meseleleri

SEVİN OKYAY – 31 Ocak 2015

Bir Adım Daha’da, İrlanda’nın kırsalında, bir kasabada yaşayan üç gencin sorunlarına kulak veriyoruz. Farklı bir dünya ama, gençlik meseleleri. Dünyanın öbür ucunda olsa da, yaşıtlarının kavrayacağı sorunlar. Büyükler anlamazlıktan gelip kızsa bile…

Harry Potter, çocuğumuz sayılır. Ne de olsa Kutlukhan’la birlikte altı kitabını çevirdik (İlk kitabı Ülkü Tamer çevirmişti). Harry’yi severdim. Ama beşinci kitabın, Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nın başlarında, Harry gerçek bir çocuk olsaydı eğer, elimde kalırdı. Yerli yersiz isyanlar, kendine acımalar, arkadaşlarına bağırmalar… Sanırsın ki ondan başka kimsenin sorunu yok. Anladık, başından çok şey geçmiş ama, her şeyin de bir haddi var.

İtiraf edeyim ki, benzer duygulara Bir Adım Daha / White Lies’ı okurken de kapıldım. Onlara yakın yaştakileri gücendirmek istemem. Ayrıca, nasıl çeviri ortağım Kutlukhan, Harry’ye karşı biraz daha anlayışlı davranmışsa, Bir Adım Daha’nın çevirmeni ve yayın yönetmeni Müren Beykan da gençlere anlayışla yaklaşıyor. Doğruyu söylemek gerekirse, kitabı ikinci kez okuduğumdan beri ben de öyleyim.

Başarılı polisiyeleri de olduğu halde, daha çok ödüllü gençlik romanlarıyla tanınan Mark O’Sullivan’ın yazdığı Bir Adım Daha, günümüz İrlanda’sında, farklı ortamlarda büyümüş lise öğrencisi üç arkadaşın hayal kırıklıklarını, önlerine çıkan engelleri anlatıyor. Nance, OD ve Seanie hem ortak sorunlarla, hem de kendi ailelerinden kaynaklanan sorunlarla boğuşuyor.

Kitaba Nance’le başlıyoruz. Nance iki hafta önce bir resim bulmuş: Ona söylenen yalanları açığa vuran bir resim. Biyolojik annesiyle babası, ona bakıp büyüten Tony ve May’in dediği gibi bir araba kazasında ölmemiş. Gerçi Nance, 7 bin kişilik kasabada teni renkli olan tek kişi ama, çoğunluk gibi olmadığı ona pek nadir olarak hissettirilmiş, aşağılandığını da düşünmemiş hiç.

Gelin görün ki, bulduğu fotoğrafta beş yetişkin var: Onu evlatlık almış annesi May, hippi kılıklı bir kadınla bir adam; minik siyah, kıvır kıvır saçlı bebeği kucağında tutan (bunun kendi olduğundan emin) kadın ve çömelmiş bir adam. “… kadının biyolojik annem olduğunu anlamam için ikinci bir kez bakmama gerek kalmamıştı. Yanına uzun bir adam çömelmişti. Teninin rengi benimkinden daha koyuydu ama gözleri tıpkı benimkiler gibiydi. Babam. Emindim bundan.”

Nance’in bir süre kimseye hissettirmediği esas derdi, fotoğrafı bulmasıyla başlıyor. Erkek arkadaşı OD’ye bile açılmıyor. Adını iki caz müzisyeninden alan OD’nin derdi ise, annesiyle babası Jimmy. Annesi kısa süre önce onları bırakıp İngiltere’ye gitmiş. Bu olay OD’de hem güvensizlik yaratmış, hem de onu öfkelendirmiş. Annesine değil, çevresine, özellikle de kendisine ve alkolik babasına yönelik bir öfke. “Babam bir alkolikti. Ellisine merdiven dayamış başarısız bir müzisyen, başarısız bir koca, başarısız bir baba.”  Onun bir trompet alıp yeniden başlama gayretine de sempati duymuyor. Nasılsa bu işi de bozacak diye düşünüyor. Okulu bırakıyor.

Karakterlerinin tek tek birinci tekil şahısla kendilerini ve başlarından geçenleri anlatmaları yöntemini seven Zoran Drvenkar gibi, Mark O’Sullivan da kitabında bir Nance’i, bir OD’yi konuşturuyor. Peki üçüncü karakter Seanie nerede diyeceksiniz. Onların anlattıklarında, onların yaşadıklarında. Seanie, zengin bir ailenin çocuğu, diğer çocuklarla takılmıyor, iyi bir futbolcu olduğu halde pek sevilmiyor. Ama Nance’i seviyor, ona ve gerektiğinde OD’ye de yardımcı oluyor. Nance onu ciddiye almıyor, OD ise kendisine hava attığını düşünüyor. Üstelik bu gıcık çocuk, OD’nin dizi sakatlanana kadar en iyi oyuncusu olduğu futbol takımının yıldızı olmaya da aday.

Seanie doğru bulduğunu yapıyor, inandığını yaşamak için ise daha zorlu bir mücadele gerek. Nance, özellikle de OD, kendi dertlerini anlatmaktan karşılarındakileri dinlemeye fırsat bulamıyorlar. Nance’in OD’yi terk etmesinin nedeni de bu zaten. Ama o da, kendi sorunu söz konusu olunca başkalarına yakınlık gösterme şansı vermiyor. OD ise koruması aldığı Beano’dan başka kimseyle konuşmuyor zaten. Seanie desen, zaten kendi sorunlarını hiç anlatmıyor. Oysa onun da ciddi sorunları var.

Bir Adım Daha’da, İrlanda’nın kırsalında, 7 bin nüfuslu bir kasabada yaşayan üç gencin sorunlarına kulak veriyoruz. Farklı bir dünya ama, gençlik meseleleri işte. Dünyanın öbür ucunda olsa da, yaşıtlarının kavrayacağı sorunlar. Büyükler anlamazlıktan gelip kızsa bile…

Kitabın tanıtım cümlelerinden: “….Kurulmayan cümleler, ifade bulmayan kaygılar. Bir nedenle söylediğimiz yalanlar ya da sustukça buharlaşacağını umduğumuz gerçekler. Hepsi de doluluktan her an patlayacak birer bavul, taşıması güç birer yük gibi. Oysa ne yalanın beyazı sandığımız kadar örtücü, ne de sessizliğin kıvamı yeterince yoğun. Sanarak, tahmin ederek, bir başına düşünüp emin olarak dokunduğumuzu sandığımız hakikate ulaşmaksa, tek bir yolla mümkün: Ona doğru atılacak bir adımla. Bir adım daha ve belki bir tane daha…”

30 Ocak 2015 Cuma

OKULDA BÖYLE ÖĞRETMEDİLER | Animasyonun hangi boyutundayız?

Konuğumuz, üçboyutlu (3D) animasyon alanında çalışan genç isimlerden Saba Çil Yenier. Karakter tasarımından oyun sektörüne, animasyonun farklı dallarında çalışmış olan Saba’yla, aldığı üniversite eğitimi ve animasyon alanının Türkiye’deki durumu üzerine konuştuk.

 

Üçboyutlu (3D) animasyondan öncesini sorarak başlayalım. Üçüncü boyuttan önce, sen de hepimiz gibi ikinci boyuta dalmış olmalısın…

Elbette. Küçükken, yani çizgi filmleri deli gibi izlediğim o dönemlerde –ki aslında bugün de bu durum pek değişmedi– onları ileride yapacağım mesleğin ürünleri gibi değil, daha çok, içine girebileceğim birer dünya olarak görüyordum. Ama bilgisayar animasyonuna (computer animation) ve 3D animasyona karar vermem onlar sayesindedir. Okuldan gelir gelmez çantayı fırlatıp izlediğim ve aklımda çakılı kalan örnekler arasında, dünyayı altüst etse de şu yedi renkli çiçeği bir türlü bulamayan Çiçek Kız Lunlun, şeytan Malmoth’la savaşan belden aşağısı felçli kız Clémentine’in müthiş yolculukları ve, çizgi film olmasa da imge ve kurgusuyla bende iz bırakan İkiz Tepeler yer alıyor. Alabildiğine hayal gücü dolu, seyirlik günlerdi. Sonra Saint-Michel Fransız Lisesi’yle birlikte ortaokul çağı geldi ve hayaller daha somut bir hal almaya başladı. 1995’te, Pixar ilk uzun metrajlı 3D animasyon olan Toy Story’yi yayınlayınca, hep birlikte büyülendik ve bir eşik atladık. Öyle ki, bir yıl sonra, ortaokuldayken ilk 3D Studio (3ds) Max kursuma başladım. Labirent Eğitim’di gittiğim yer, o zamanlar bu programı öğreten ilk ve tek yerdi galiba. Bir ayda, sadece üçboyutlu bir perde yapabilmiştim –daha doğrusu, yaptığım şeyin dosya adı “perde”ydi, ama görüntüsünün herhangi bir perdeyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Bugünkü anlamda bir bilgisayar kurdu olmaktan da çok uzaktım.

Yine de konuya ilgin lise boyunca sürdü, doğru mu?

Liseyle birlikte heyecan yerini kesinliğe bıraktı ve ailemin de desteğiyle, üniversite araştırmalarına başladık. O dönemde, yalnızca Eskişehir’deki Anadolu Üniversitesi’nde animasyon bölümü vardı; ancak içeriği hiç tatmin edici değildi. Bu işin öğrenileceği yer Kuzey Amerika’ydı. Nihayetinde, yalnızca animasyonlar değil, filmler de buradan çıkıyordu. Yani, gitmek istediğim yer orasıydı. İşte bu noktada, ailemin bana duyduğu inancı ve benim için açtıkları alanları minnetle anmalıyım. Hep birlikte, araştırmalara erkenden başladık, çünkü henüz yeterince bilinmeyen bir alandı –babamın ne yapmak istediğimi anlaması yıllar aldı, mesela. Ama şu ortak “hayat amacı”nda birleşmiştik: Pixar’da çalışacaktım! Bunun için gelmiştim dünyaya! Ergenlik işte, hayatı böyle “düz” sanıyorsun. En iyi okullar araştırıldı, hedefler belirlendi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden hocalarla çizim dersleri başladı. Çünkü ABD’de bir üniversiteye kabul edilmek için not ortalamasının yanında sağlam da bir portfolyo gerekiyordu –orada kabul görmek ve istikrar algısı bizdekinden çok farklı. İlk şokumu, kaçırdığım ilk derse ilişkin “uyarı” yolladıklarında yaşamıştım.

Galiba geliyoruz üniversite yıllarına…

Maceram, Sarasota’da (Florida) yer alan ve en iyi bilgisayar animasyonu okullarından biri olan Ringling School of Art and Design’da başladı. ABD’de, üniversitelerin ilk senesi bir sanat ve sosyal bilim sağanağıdır. Alanını kafanda belirlemiş olsan bile, aklını çelecek, seni başka yönlere çekebilecek konularla dolu, “ortaya karışık” bir program okursun. Öncelikli derslerin sanat tarihi, grafik sanatlar, fotoğrafçılık ve elbette animasyonun tarihi, geleneksel animasyon çizim teknikleridir. Bunlar olmazsa olmazındır; yaratıcılığını besleyip büyütecek bilgileri, yani temelini bunlarla alırsın. Ama mesele hiçbir zaman sadece dersler değildir elbette; “yurtdışında okumak” bambaşka bir konudur. İlk yıl, daha çok yaşadığım yer nedeniyle uyum sorunu yaşadım; İstanbul’dan sonra yüz kişinin yaşadığı bir köye yerleşmek gibiydi –ki bugün kulağa çekici geliyor. Neyse ki üniversite hocalarımın da desteğiyle, ikinci yılımda öğrenciler şehri Boston’a, Lesley Üniversitesi’ne bağlı Art Institute of Boston’a geçtim. Burada geleneksel animasyon teknikleri, stop motion, cut out animasyon dallarında gelişirken, kadın çalışmaları, modern tasarımın tarihi üzerine dersler aldım. Asla unutamayacağım hocalarla çalışma fırsatı buldum. Ancak bu senenin ardından, biraz da sağlık nedenlerim yüzünden yer değişikliğine gitmem gerekti ve üçüncü yılımı Orlando’da, Full Sail Real World Education’da tamamladım. İşte burada Maya, 3ds Max gibi programlarla, bilgisayarın hem içini hem dışını öğrendim.

Mezuniyetten sonra, mesleğe geçişin nasıl oldu?

Okuldan ayrılmaya yakın, hâlâ hangi konuda uzmanlaşmak istediğime karar verememiştim. O zamanlar, bilgisayarda animasyonun alt dallarından texture (kaplama) ve modeling’e (modelleme) daha yatkındım. Türkiye’ye döner dönmez, TÜBİTAK Momentum’da texture and modeling artist olarak çalışmaya başladım. Yeni mezundum, toydum ve oyun sektörü ilgimi çekmişti. Culpa Innata adlı oyunda çalıştıktan sonra, bu iki alt dalın beni tatmin etmediğini anlayıp, uzmanlık alanım olan karakter animasyonuna yöneldim. Pixar, Dreamworks gibi öncü yerlerde çalışan insanların kurduğu Animation Mentor’da, iki yıl boyunca dışarıdan dersler alarak uzmanlığımı tamamladım. Her yıl bilgisayar animasyonu ve grafik tasarım konularında uzmanların bir araya geldiği Siggraph konferanslarına katılıp, önemli isimlerle de tanışmaya çalıştım –ki bu şanslı tanışmalarımdan biri, John Lasseter’dır. Karakter animasyonunda da belli bir dereceye gelince, ABD’de çalışmaya hazır olduğumu düşündüm. Ancak… İşte, dedim ya, hayat planladığı gibi “düz” akmayabiliyor. Bazen planlar şaşıyor ve hiç ummadığın şeyler önem kazanmaya başlıyor. Nihayetinde, hiçbir yere gitmedim ve şansımı Türkiye’de denedim. Önce reklam sektörüne girdim ama oradaki kaos ve stres beni aştı. Digital Panorama’ya geçtiğimde, animasyonun farklı dallarında çalıştım ve stereoskopik görüntüyle tanıştım. Ama hep gönlümde yatan karakter animasyonu işlerine bir türlü ulaşamıyordum. Yavaş yavaş hayal kırıklıkları başladı elbette. Hem sadece istediğim dalı çalışamamak değil, ülkemizdeki takım ruhu eksikliği –ki mesleğimizin belkemiğidir– benim için büyük sorundu. Tek tek çok iyi ve kaliteli insanlarla çalışırken, bir arada üretememeye yol açan olumsuzluk hali baskındı. Bu “olmayan sektörden” ayrılmaya doğru giderken, Telesine’den yönetmenlik teklifi geldi. İlk kez kendi ekibimi kurup, çizgi film yapabilecektim. Hep birlikte, hâlâ yayında olan Ciciki’yi yarattık. Fakat dediğim gibi, “olmayan sektör”deki kısıtlamalar, fikir yasakları ve sansür, öncelik verilmeyen bütçeler, elde avuçta ne varsa yetinmenin abartılı hali, “kotarma” usülü yapılan işler sonucu yapmak istediğim şeyle Türkiye’de var olan şey arasındaki uçurumu görüp, vazgeçtim ve bu işten de ayrıldım. Artık sadece proje bazlı çalışıyorum. Kulağa “lüks” gelse de bu, değil. Ekonomik açıdan daha zorlayıcı ve istikrarsız bir çalışma biçimi. Deneye yanıla, yapabileceğimin bu olduğunu gördüğüm için bunu tercih ettim.

Mesleğini geliştirme şansın oluyor mu yine de?

Kesinlikle. Öğrenmenin sonu yok. Şimdi, geri plana atmak zorunda kaldığım diğer ilgi alanım olan pozitif bilime yöneldim. Australian National University’de, dışarıdan astrofizik dersleri alıyorum. İleride, bu bilgileri animasyonla birleştirme planlarım var. Animasyon alanındaysanız, sanatın her dalı gibi, her şey sizin için sınırsız bir malzeme niteliğindedir. Düşüncelerinizi, hayalinizdekileri karşı tarafa somut bir şekilde gösterebilmek için malzeme ve ifadeler sonsuzdur.

Peki bu işin bir geleceği var mı sence Türkiye’de? Kurumlardan kopup proje bazlı çalışmaya başladığından bu yana gözlemin nedir?

Açıkçası, animasyonun bu ülkede henüz yeri olduğunu düşünmüyorum. Elbette mimari modellemeden, reklamlardan, sağlık sektöründen ve gelip geçici içeriklerden bahsetmiyorum. Bildiğimiz anlamda “sanat”tan bahsediyorum. Transformers, Avatar, Up, Wall-E gibi filmlerin durduğu yerden, gerçek kaliteden bahsediyorum. ABD bunların yalnızca çıkış yeri değil, gelişip yaşayabildiği yer aynı zamanda. Bu kadar maddi ve manevi zorlukları olan bir yöntemi, yani okyanus ötesinde okumayı önermemin tek nedeni bu. Yoksa eğitimde bir Amerikan hayranlığım olduğundan değil –ki, oradaki sorunlar da başlı başına konu. Ama yaptığı işi idealistçe yapan, niteliği içtenlikle isteyen arkadaşlarımı görüp dinledikçe, potansiyellerini hayata geçiremeyişlerimizi gördükçe, dışarıya çıkıp, üretimin kalbine yolculuk etmemizin yararlı olacağını savunuyorum. Ama evet, el mahkûm, maddi olanaklar elverdiğince… Hem sırf eğitimi de değil, başlı başına pahalı bir sektör animasyon; saniye başına maliyet hesaplanan, milyon dolarlar harcanan, dolayısıyla ABD’de bile az sayıda şirketin altından kalkabildiği bir sektör. Ülkemizde bütçe film sektöründe dahi bu kadar kısıtlıyken, uzun metrajlı animasyon işine girmek biraz hayal gibi görünüyor. Yapılan işlerde de hem kaliteden, hem de  kısa zamanda çok iş yaptırılan insanların çalışma şartları ve sağlığından ödün veriliyor. Verilmemeli. Çünkü bu, gerçekten yürekten yapılması gereken bir iş.

Yine de bu alanda iş bulanlar var, onların durumu ne?

Şirketler artıyor, haliyle rekabet de artıyor. Ama bana sorarsan, çalışma biçimleri ve yaratıcılık aynı ilerlemeyi göstermiyor; biraz da anlaşılır sebepler yüzünden. Çünkü her animasyon film, sahne ya da kısa metraj, aslında basit bir fikirle başlar. Her animatör farklı bir safhasıyla ilgilenir. Storyboard, karakter ve ortam tasarımı, modelleme, hareket ve iskelet sistemi, gölgeleme, ince ayarlar… Her biri saatler süren bir çalışma gerektirir. Kimimiz daha çok görüntüyle ilgilenir, kimimiz teknikle. Ama her durumda ahenk içinde çalışmamız ve uzmanlığımızı konuşturmamız önemlidir. Yani her şeyden anlayan “tek yetenek” olarak fışkırmazsın, doğası gereği ekip işidir animasyon. Türkiye’de bunu, şu an için göremiyoruz.

TRT’nin bu alanda hâlâ tekel olması da bir sorun. TRT siparişleri doğrultusunda yapılan işler dünya standartlarına uymuyor. Öykü eksikliği, tekdüzelik, hayal gücünü asla zorlamama çabası, sonu gelmeyen tabular ve revizyonlar curcurnası… Genelde, “bilmeyen” bir bilirkişiler topluluğuyla çalışıyorsunuz –sorsanız, birçoğu da bunun farkında aslında. Konuya doğrudan temas etmemiş kişiler sektörün standartlarını belirlemekle görevlendiriliyor. İşi az çok bilenler de, muhtemelen reklam sektöründen geldikleri için, 3D animasyon işlerine verilmesi gereken zamanı, harcanması gereken emeği ve işin gerektirdiklerini tam olarak bilmeden, eski deneyimlerine dayalı süreler tanımlıyor, hızlı çözümlerle seri üretimler talep ediyorlar. Böylece, ne kendini geliştirebilen bir çalışan ortamını garantilemiş oluyoruz, ne kaliteyi, ne görselliği, ne de sanatı.

Başka bir konu da, fiyat politikalarının yanlış başlayıp yanlış devam etmesi. Hem kurum hem de çalışan nezdinde. Zaten Türkiye’de çalışan hakları ve iş hukuku henüz oturmuş değil. Buna bir de işe gönül verenlerin yanlış parasal beklentileri ekleniyor. Haksız da değiller, çünkü kendilerinden bir önceki neslin deneyimlerini, kazanımlarını gördüler. Ama unutmamak lazım: Her yeni alanda, o konuda uzmanlaşmış kişilerin sayısı başlangıçta azdır ve onlara büyük büyük maaşlar ödenir. Benim bir şansım da, bu döneme denk gelmek oldu. Ama konuda uzmanlaşanların sayısı artarken sektör kendini geliştiremezse, maaşlar da düşer. Şu anda olduğu gibi.

O zaman, 3D animasyon alanının yenilerine ve ilgililerine bir önerin var mı?

Sabırlı ve gözlemci olmalarını. Eğer Türkiye’de çalışacaklarsa, kendimden de bildiğim kadarıyla zorlu bir yola giriyorlar. Önlerine gelen işleri bir mutsuzluk konusu haline getirmeden önce, biraz deneyim kazanmak onlara iyi gelecek. Dünün bilgileriyle yetinmeyip, sektördeki üretimi ve ülkenin durumunu yakından takip ettiklerinde, daha az şaşıracaklardır bazı şeylere. Az önce de dediğim gibi, çok değerli insanlar yetişiyor, hayal güçleri ve idealleri çok geniş. Ama ülke uygun ortamı kolay kolay sunmayacak.

29 Ocak 2015 Perşembe

DÜŞ KAZANI | Yurtsuzluktan emekli göçebeler

ECE İREM DİNÇ - 29 Ocak 2015

“Yeryüzünde, her birinde birer Çigan delisinin yaşadığı yedi ayrı köy vardır. Şayet yedisini birden bulmayı başarabilirsen, nicedir beklediğin o mucize de gelip seni bulacaktır. Ve ne şanslısın ki ben o delilerin ilkiyim. Adım, Madam Çigano.”

(Resim: Laura Knight)

Bir Çingene’nin çıkardığı dil olmalıydı şiirlerim…Didem Madak

Anlatacağım, eski bir Çigan masalı…

Bundan tam üç yıl önceydi. Bir gece yarısı, aç ve yorgun bir halde konaklamak üzere uzak bir Çigan köyüne vardığım sırada, derme çatma tahtalardan yapılma küçük bir barakanın önünde oturmuş, tek başına şarkı söyleyen bir Çigan kadını gördüm. Ona doğru yürüdüğümü fark edince şarkısını yarıda kesti ve bana şöyle dedi:

“Yeryüzünde, her birinde birer Çigan delisinin yaşadığı yedi ayrı köy vardır. Şayet yedisini birden bulmayı başarabilirsen, nicedir beklediğin o mucize de gelip seni bulacaktır. Ve ne şanslısın ki ben o delilerin ilkiyim. Adım, Madam Çigano.”

O an, ona ne sormak istedim dersiniz? Neden orada olduğunu mu, yoksa kendine neden deli dediğini mi? Ya da nasıl bu kadar iyi İngilizce konuştuğunu olabilir mi? Hayır. Hiçbirini sormadım. Bunun yerine başının üzerinde duran tüylü, spiral başlığa doğru dikkatle baktım ve ona, bu yedi delinin neden bir ormanda, ovada ya da bir deniz kenarında değil de bir Çigan köyünde yaşadığını sordum. Yüzüme gülümseyerek baktı ve, “En iyi büyülü sözcükler, insana uzak köy yollarında yalnızken gelenlerdir,” dedi. “Bunlar her zaman etkileri en güçlü olanlardır ve her şeyin ötesindedirler. Aradığın tüm sözcükler, o yedi delinin terkisinde gizli. Sen de bu yolculuğa bunun için çıkmadın mı zaten? Seni yeniden hayata döndürecek olan bütün o sözcükleri bulmak için?..”

Eğer günün birinde, uzak bir Çigan köyünde, derme çatma tahtalardan yapılma küçük bir barakanın önünde oturmuş tek başına şarkı söyleyen bir Çigan kadını görecek olursanız ve ki o kadın, gerçekte neyin peşinde olduğunuzu sizden daha iyi biliyor ve bununla da kalmayıp bir deli olduğunu iddia ediyorsa, oradan olabildiğince hızla uzaklaşmanızı tavsiye ederim. Aksi halde, geldiğiniz yere bir daha asla aynı insan olarak geri dönemeyeceksiniz demektir. Tıpkı benim gibi…

Yugoslavya’nın uzak, nemli tepelerinden birinde bulunan bu köy, dünyanın ve zamanın hızla eskittiği hikâyelerine rağmen sahip olduğu tüm kültürü ilk günkü gibi korumasını bilmiş, yurtsuzluktan emekli göçebelerin toprağıydı. Ölümcül bir savaşın günbegün eksilttiği bir avuç insan, nice zaman önce buraya sığınmış ve öyle de kalmışlardı. Çorak, ölgün bir araziydi burası. Tek bir ağaç bile yoktu köyde. “Ağaç, kök salmaktır,” diyordu Madam Çigano. “Biz ki kök bulmasın diye yüreklerimiz, göçtüğümüz topraklara tek bir ağaç bile dikmeyiz. İnsan, en çok da acıya doğru göç ederken geride bir orman bırakmak istemez.”

Bir güldü mü, çürük dişlerinin gölgeliğinde bin gülücük tomurcuklanan bu Çigan kadını, hayata dair çok şey öğretti bana. Bir fecrin tuvaline, sürgün renkleriyle boyanmış ömürlerinin neşesini bulaştırdı. Bir toprağa, bir ülkeye, bir atlasa bürünmenin insanı daha da yalnızlaştırdığını anlattı. Yeryüzündeki o yedi ayrı Çigan delisinden ve onların yaşadığı yedi ayrı Rumen köyünden söz etti. Birincisi, Zlatariler’in köyüydü; ırmak kıyılarında altın arayan Rumenler’in köyü… İkincisi, Chivutseler’di. Bunlar, kadınların badanacı olduğu bir topluluktu ve dolayısıyla oturdukları evlerin dış cephelerini her yıl yeni bir renge boyarlardı. Üçüncüsü, Costorariler’di, yani kalaycılar. Dördüncüsünde Ghilabariler yaşıyordu, sadece ve sadece müzikle uğraşanlar. Beşincisi, Lautariler’di, çalgıcı ve lüt yapımcısı olan Rumenler. Altıncısı, Lacatuşiler’in toprağıydı, çilingirci Çingeneler. Ve yedincisi ise Madam Çigano’nun köyüydü, yani insana kelimelerin büyüsünden söz eden bilge Çiganlar’ın yurdu.

“Kendi ruhuna tekrar dönmenin tek yolu, kelimelerdir,” diyordu Madam Çigano. “Her şey kelimelerin arasında saklı. İyi de kötü de, neşe de lanet de… Hepsi de evvela kelimelerle…” Aşkın ve acının, insanı hayata bağlayan en önemli iki şey olduğunu söylerdi bir de. “Acı çekmelisin!” derdi gülümseyerek. “Ki hayat sana acısın! Yoksa kadim bir hayaletten ne farkın kalır ki…”

Ona çektiğim acılardan, sıkıntılardan söz etmek istedim. Fakat bana şöyle dedi: “Neyle karşılaştığını kimseye, hatta kendine bile anlatmamalısın. Yoksa, çektiğin bütün acılar boşa gider. Bir gün, ki onun ne zaman olduğunu bileceksin, başkalarına anlatabilirsin; ama şimdi değil. Bunun yerine şarkı söyle, çünkü biz yüzyıllardır hep böyle yaparız.”

Çiganların mitolojisini, kültürünü öğrenmek için çıktığım bu yolculuğun sonunda hiçbir nedeni olmaksızın, hayatımdaki her şey birdenbire değişti ve ben, içimdeki acılara inat büyük, anlaşılmaz bir sevinç hissettim; bu sevinç öyle güçlüydü ki, kendimi tutamadım ve dudaklarımdan bir şarkı, Romanlar’ın mutluluk marşı olan o şarkı döküldü:

JELEM …

Jelem jelem, lungone dromensa, maladilem bakhtale Romensa! A Romale, katar tumen aven, e tsarensa bakhtale dromensa?

Gittim, gittim… Uzun yollar aşarak gittim. Mutlu Roman’larla rastlaştım sonra. Söyle ey Roman! Sırtında o mutlu çadırınla, nereden gelip nereye gidiyorsun?

Ake vriama, usti Rom akana, Men khutasa misto kai kerasa…

Ey yolcu! Şimdi yükselme vaktidir bizim için. Başımızı kaldırıp, yükseleceğimiz ve yeniden dirileceğimiz o vakit gelmiştir…

 

Madam Çigano, bir yıl evvel öldü.

Söylediklerine göre ruhu, öncelikle bir kuşun, oradan da yeni bir Çigan’ın bedenine yerleşecekmiş. Bu kuş, mutlaka bir guguk kuşu olacakmış. Çünkü Çigan’lara göre guguk kuşları, yeniden doğuşu gerçekleştirmek için çabalayan bir Çingene’nin ruhundan başka bir şey değilmiş.

O gün bugündür, ne vakit Madam Çigano’yu düşünecek olsam, göğsümün sol yanında minik, minicik bir guguk kuşu çiçeklenir benim. Uzaklara ve yollara bürünmüş, yeryüzünün o en yaslı, fakat buna rağmen gene de en neşeli insanları düşer aklıma. Kavimsiz topraklar boyunca hiç durmadan, hiçbir yere kök salmadan, sadece yürüyüp gitmek isterim. Diğer altı Çigan delisini bulmanın ve ki kelimelerin büyüsüne erişmenin hayaliyle çırpınır kalbim.

Madam Çigano’nun köyünde, Yugoslavya’nın dağılışından sonra gelip yerleşen savaş ve acı yitiği Türkler de vardı. Bunlar Anadolu kökenli Romen göçmenleriydi. Hem Çigan dilini hem de Türkçe’yi iyi şekilde konuşabiliyorlardı. Fakat onların şarkısı başkaydı… Jelem’i söylemezdi onlar. Savaş sonrası, bir yangın tenhasına büzüşüp saklanmış olan bu güzelim Türk-Romen göçmenleri, ne vakit demlenmeye kalkışacak olsalar gözleri buğulu buğulu, ellerinde birer kadeh rom ile hep şu şarkıyı söylerlerdi;

Hayat yoluna koysun; yıktığı her hayali, kırılan her yüreğiDüşler bizim olsun, yangınların izini aşklar siler sevdiğim…

 

Ömrünüzden deliler, dudaklarınızdan Çigan gülüşleri eksilmesin! Dilerim, yolunuzun vardığı her uzaklık, kelimelerle ruhunuz arasında büyülü bir kavşak olsun.

Ve eski bir göçmen şarkısında dediği gibi:

Hayat, yıktığı her hayali, kırılan her yüreği aldığı gibi yerine koysun!

Ve bu yazı, tüm Romenler’in ruhuna okunmuş, küçücük bir dua olsun…

 

28 Ocak 2015 Çarşamba

Tatilde ne okuyalım?

Kuyrukluyıldız altında hayaller ve gerçekler

Küçük bir İtalyan köyünde herkes yaklaşan kuyruklu yıldızdan söz ediyordu. Ve kimse, gökyüzünün taçsız kraliçesini Arno kadar sabırsızlıkla beklemiyordu. Annesi ve kız kardeşiyle birlikte yaşayan ama uzaklara giden babasını çok özleyen Arno’nun bir dileği vardı: Babasının geri dönmesi.

(HaberTürk Cumartesi, Gülenay Börekçi, 24 Ocak 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

21 Ocak 2015 Çarşamba

Paylaşım ekonomisinden siber ekosisteme…

Siber dünyadaki paylaşım kültürü, Sanayii Çağı’nın özellikle hizmet sektöründe iş süreçlerini dönüştürecek devasa bir ekosisteme doğru evriliyor. Peki bu iyi bir şey mi? Yoksa…

Birkaç yıldan beri siber dünyada oluşan paylaşım kültürü ve bunun yarattığı ekonomi üzerine zaman zaman ilginç değerlendirmelere yer veren The Economist Dergisi, birkaç hafta önceki sayısında söz konusu ekonominin geldiği nokta ve gidişata ilişkin bir dosya hazırlamış. Derginin kapak konusu yaparak farklı bir kaç değerlendirmeye de yer verdiği oldukça kapsamlı bu dosyada özetle, İnternet ve mobil ağlar üzerinden her zaman ve her yerden iş yapabilme avantajının iş ve ticaret dünyasında bir rekabet potansiyeli yarattığı ancak bu avantajı mevcut hizmet organizasyonlarının yerine bu organizasyonların hantallığını ve bu geleneksel zihniyeti fark eden siber girişimcilerin yenilikçi yaklaşımlarıyla bu durumu nasıl fırsata dönüştürdükleri -örnekleriyle- anlatılmış.  En popüler örnek olarak da, 5 yıl içinde 53 ülkede hizmet vermeye başlayan ve 2014’de 1 milyar dolarlık ciroya ulaşan online taksi çağırma hizmeti Uber’e yer verilmiş.

The Economist’in Uber ve örneklediği diğer başarı öykülerinin temelinde, yeryüzünün artık hemen her noktasına erişim sağlayan siber ağların özellikle hizmet sektöründeki her türlü kaynağın mobil kullanımına olanak tanıması yatmakta. Eleman, araç, yemek, eğitim, yazılım gibi her çeşit fiziksel ve sanal kaynağın tüketiciyle buluşturulması ise ağırlıkla kullanıcıyı da mobilize eden akıllı telefonlar üzerindeki mobil uygulamalar sayesinde olabilmekte. Bir başka deyişle tüketici olarak ihtiyacınız ulaşım ise akıllı telefonunuz konumunuza göre tüm uygun araçları Uber, yeme-içme ise online yemek servisi Spoon Rocket (bizde Yemek Sepeti) gibi hizmetleri ağırlıkla akıllı telefonunuz sayesinde nerede ve ne zaman isterseniz alabiliyorsunuz. Bunlara -halihazırda bizde olmayan- TopCoder gibi yazılımcı, Axiom gibi avukat ve Medicast gibi doktor sağlama türünde mobil uygulamaları da eklersek, bu tarz kaynak mobilizasyonlarının önümüzdeki dönemde her sektörün geleneksel oyuncuları için ciddi yıkıcı etkileri (disruption) olacağı aşikar.

Madalyonun diğer yüzünde ise, bu tür bir dönüşümün halihazırda bir kuruma girip çalışan olarak yaşamlarını sürdürmeye çalışan zanaat ve uzmanlık sahiplerini de serbest çalışana dönüştürmesi var. Kol gücünün yerini giderek alacak makine otomasyonlarını da işin içine kattığımızda, bu yıkıcı yenilikler bizleri insan, mal ve makinelerden oluşan devasa siber ekosistemin bir parçası olmaya doğru götürmekte.

Tabii burada önemli olan, bu siber ekosistemin insanları uzmanlıkları doğrultusunda zamanı daha verimli kullandıkları, daha fazla para ve zaman kazandıkları yeni bir rönesans toplumuna mı yoksa serbest çalışmanın ucuz iş gücü anlamına geldiği ve yitirilecek iş güvencesi ile yan hakların çalışanı giderek köleleştireceği yeni bir Orta Çağ Pazarına mı götüreceği. Sanırım önümüzdeki yıllarda (büyük veri, nesnelerin İnterneti gibi kavramları da içine alarak) yapılacak tartışmalarda en çok bu soru sorulacak. Yanıt ise, “paylaşım” sözcüğünden insanlık olarak ne anladığımıza göre değişecek.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Kitap raflarının ruhu

SEVİN OKYAY - 17 Ocak 2015

Boyd Tonkin, Alberto Manguel ile yaptığı bir söyleşide ondan “kitap raflarının ruhu” diye söz etmiş. Bir tarif bir insana ancak bu kadar iyi uyabilir. Bu mükemmel okur, elbette kitap raflarının da ruhu. O rafları yanında taşıyamasa da.

Yazar, çevirmen, editör ve mükemmel okur Alberto Manguel, Boğaziçi Üniversitesi’ne (BÜ) konuk oldu. Doğrusu, uluslararası misafir programları Boğaziçi Chronicles‘ın 2015 yılındaki ilk konuğu olarak onu çağıran BÜ’ye bir teşekkür borcumuz var. Manguel BÜ’de okur-yazar ilişkisi, edebiyat tarihi, Türkiye’deki dil devrimi ve kültürel antropoloji üzerine atölye çalışmaları yapıp, konferanslar da veriyor. Ne yazık ki, karlı hava yüzünden ilkine, diz belası nedeniyle de ikincisine gidemedim. Karşıda oturan bir insan için saatleri de pek münasebetsizdi. Beni sormuş ama, sağolsun. Onun için, Manguel dönmeden önce ne yapıp edip bir boş vaktini bulacağım inşallah.

Hayli kitabını çevirdiğim sevgili yazarım, 7 Ocak’ta Meltem Gürle moderatörlüğündeki “Borges, Kütüphaneler ve Okumanın Keyfi’’ adlı söyleşiye katıldı. 14 Ocak’ta da, “Merakın Tehlikeleri” başlıklı bir konuşma yaptı. Hemen aklıma kitaplarından birindeki hayli uzunca “Borges Âşık / Borges in Love” adlı denemesi geldi ki, tadından yenmez. Genç Alberto, hayran olduğu büyük yazara 1964-68 yılları arasında kitap okumuş. Böylece okurluk mesleğine sağlam bir başlangıçta bulunmuş. Okurdur, evet, her şeyden önce bir okur. İlk gün, Borges’in edebiyatından, genel anlamda okurluğun ne olduğundan, kendi okurluk hallerinden, her güne Dante okuyarak başlamasından söz etmiş.

Sansürü de ihmal etmemiş elbette. Tarih boyunca iktidarı ele geçiren herkesin yakıp yıkarak, korkutup susturarak sansür uygulamaya çalıştığını söyleyen Manguel, işi yazarların gücüne bağlamış: “Ancak bu çaba eninde sonunda yazarların ellerinde bulundurdukları gücü hissetmelerini sağlar. Tarih boyunca sözcükler ve metinler sansüre rağmen yaşamayı hep başarmıştır.”

14 Ocak’ta da “Merakın Tehlikeleri” çerçevesinde konuşmuş. Ama bu tehlike, bildiğimiz anlamda bir tehlike olmasa gerek. Olsa olsa, kaçınılmazlığı nedeniyledir. İki toplantıya da giden bir arkadaşım, “Daha çok, merakın güzelliği ve soruların gerekliliği üzerine gibiydi,” diyor. Hiç şaşmam. “Cevaplar keşfi durdurur,” demiş. Bir eser üzerine sorulabilecek soruların çeşitliliğinden söz etmiş. Merak / Curiosity, şu anda çevrilmekte olan iki kitabından biri. Onu Kutlukhan Kutlu çeviriyor, The Traveller, The Tower & the Worm’u da ben. Tek başıma Manguel çevirisi yapmışlığım da vardır ama, esas Manguel’imiz, üstadın Gianni Guadalapi ile yazdığı, bizim de Kutlukhan ile birlikte tam üç buçuk yılda çevirdiğimiz Dictionary of Imaginary Places / Hayali Yerler Sözlüğü’dür (YKY).

Kitabı bitirdiğimizi müjdeleyen bir yazıya, “Nihayet!” başlığını koymuşum. Doğrusu da odur; hiç bitmeyecek diye korkuyorduk. Onca yılımızı alan, ruh sağlığımızı temelinden yıkmasına ramak kalan çalışmaya “nihayet” noktayı koymuştuk. Çoğunu okuyup sevdiğim kitaplarla orada bir daha karşılaşmak hoşuma gitmişti. Bir kısmı da, asla unutulmayan çocukluk kitapları…

O eski tattaki çocukluk kitaplarının bir kısmının Türkçe’sini, kitabın editörü olan arkadaşımız Selahattin Özpalabıyıklar bulmuştu. Kitapta bizim kadar emeği vardır. Zaten Manguel’le yıllar önce tanışan da Selo ile bendik. Manguel bir Salı Toplantısı’na davet edilmişti. Enis Batur’la söyleşeceklerdi. Kutlukhan arazi olmuştu, yazarla Selo ve ben tanıştık. Çok da heyecanlandık.

Sonra, önceki yıldı galiba, İstanbul Kitap Fuarı’na geldi. A Reader of Reading / Okumalar Okuması’nı çevirmiştim (sonra o kitapla ortak yazıları olan bir başka kitap daha çevirdim). Tanıştık, nezaket gösterdi, kitabımı imzaladı. Ama Hayali Yerler Sözlüğü çevirmenlerinden biri olduğumu öğrenince, çok memnun oldu. Fuarda yemek yedik. Kitabı nasıl aldığımı, nasıl zorlandığımızı anlattım. Sadece kendimizi değil, aile fertlerimizi de işin içine dahil etmiştik. Tek suçlu da, kitabı çevirmek isteyen kişiydi, yani ben.

Hayali Yerler Sözlüğü bittikten sonra Aslıhan (Dinç) bana yeni bir Manguel kitabı verdi, galiba The Library at Night. Oysa bir daha elimi Manguel’e sürmemeye şahit huzurunda yemin etmiştim. Ne var ki, yeterince sinsi davranamamışım. Kızım -ki, aynı zamanda NTV Yayınları’nda direktörümdür- beni elimde Manguel çıktılarıyla görünce, “Ne? Gene mi Manguel? Sen ailemizi mi parçalamak istiyorsun?” diye feryat etti. Eh, ben de yazarıma söyledim tabii; “Kızım sizden nefret ediyor,” dedim. O da benden, bir dahaki gelişinde onu kızımla tanıştırmamı istedi. “İyi adamdır,” diye referans da verecekmişim. Öyledir hakikaten.

Boyd Tonkin, Alberto Manguel ile yaptığı bir söyleşide ondan “kitap raflarının ruhu” diye söz etmiş. Bir tarif bir insana ancak bu kadar iyi uyabilir. Bu mükemmel okur, elbette kitap raflarının da ruhu. O rafları yanında taşıyamasa da. Ne de olsa üstat, diplomat bir babanın ülkeden ülkeye gezen oğluymuş. Kendi kitapları, kütüphaneleri, hatta genel anlamda kütüphaneler hakkında çok düşünür, çok yazar. Mesela, Fransa’da, Loire Vadisi’nin güneyinde, on evi bile olmayan bir köydeki evinde yoktan var ettiği otuz bin kitaplık kütüphanesini gözümle görmüş gibi biliyorum. Gözüyle görmüş olan Enis Batur’dan da biraz tüyo almıştık tabii. Manguel, kütüphanesinin, hayatı boyunca defalarca oluşturulup sonra da terk edilen muhteşem bir hayvan olduğunu söylüyordu. Ama mücadele etmiş, kendini korumuş. Korumuş derken ayakta kalmayı kastediyor herhalde. Hep emniyette olmayı değil. O koca kütüphane gene taşınıyor çünkü. Manguel, New York yolcusu; kitaplar da depoya yerleşecekmiş. Şimdilik…

Küçüklüğünden beri kitapla büyüyen insanların ortak noktaları oluyor. Örneğin, okuma-yazma öğrenmeden önce sana kitap okuyan biri vardır mutlaka. Bana annem okurdu, ona dadısı okurmuş. Kitapların konduğu rafı hatırlıyor, ben de okunduktan sonra nereye konduklarını. Okumayı öğrenince de o kitaplara, bir de kendi gözünle görmek için herhalde, büyük bir aşkla yeniden saldırırsın. Ergen yaşlarda kendi kitaplığını kurup, kendi kurallarını koymak da sadece bana mahsus değilmiş meğer.

Kimi insanlar kütüphanelerini hiç yanlarından ayırmayacak kadar şanslı oluyor. Kimi ise, her yer-hayat değişimiyle yeniden kuruyor. Manguel’e şimdi en yakın gelen kütüphane, ergen yaşlarının kütüphanesiymiş. Bu kütüphanede, onun için bugün önemli olan her kitabın bulunduğunu söylüyor. “Onların üzerine eklenen binlerce kitaptan pek azı o derece önemlidir.” Evet, yıllarla birlikte sahiden de yenilerini keşfetmektense, bildiğin kitapların aşina rahatlığını aramaya yatkın oluyorsun. Gene de yabancı bir kütüphanede merak edilen bir kitaba atılmış ilk bakışın tadı, başka hiçbir şeyde bulunmaz. 

 

17 Ocak 2015 Cumartesi

Google da çok bozdu!

Glass, Education, Inbox falan derken İnternet devinin son zamanlarda deneme olarak piyasaya sürdüğü ürün ve hizmetlerin çoğu sıkıntılı. Peki gidişat nereye?

Bana son 1-2 yılda ticari anlamda başarıyı yakalamış bir tane yeni Google yeniliği söyleyebilir misiniz? Kendimi çok zorladım ama en azından benim aklıma gelen pek bir şey yok. Glass, Education, Inbox, Google+, Latitude, vd. Hemen hepsi sıkıntılı ve sorunlu prototipler olarak deneme aşamalarını bir türlü tamamlayamadı.

Birkaç yıl önce büyük umutlarla piyasaya sürülen ve Facebook, Twitter ile boy ölçüşeceği düşünülen Google+, abonelik rakamlarına bakınca hala ayakta gibi görünse de adeta ıssız bir kasabaya dönüşmüş durumda.

Geçen yıl “eğitimde devrim” olarak lanse edilen Education hizmetinde Google’ın döküman (Docs) ve form/anket (Forms) hizmetlerinin bir toparlamasından ötesini göremedik, deneyimleyemedik hatta deneyimleyen bir Allah’ın kulunu da duymadık, görmedik.

Aslında bir mühendislik harikası olan Latitude hizmeti, kullanıcı ve müşteri deneyimine burun kıvırıp burnunun dikine gittiği için ilk geliştiricisi Dennis Crowley’in sonradan kurduğu Foursquare karşısında yelkenleri suya indirmek zorunda kaldı.

Geçtiğimiz aylarda beta sürümü büyük heyecan yaratan ve efsane e-mail hizmeti Gmail’in yerini alacağı konuşulan Inbox ise, (iyi birkaç özelliğine karşın) mevcut haliyle henüz bu noktadan çok uzak.

Ve nihayet şirketin göz bebeği ürünü Glass, aradan geçen 2 yıla karşın hala ilk duyurulduğu günkü gibi ‘prototip’ özelliğinden öteye geçemedi ve nihayet bugün itibarıyla şirket, “mevcut formundan farklı bir şekilde geliştirmek” üzere  Glass’ı piyasadan çektiğini açıkladı.

Yazının başındaki kışkırtıcı cümlem yüzünden şirketin son zamanlardaki Hangouts, Drive ve hatırlayamadığım birkaç ürününe de haksızlık etmeyeyim ama görünen o ki, genel anlamda Google’ın gidişatı iyi değil.  Bunu son 5 yılda sürekli artan geliri ve finansal performansına rağmen söylüyorum çünkü şirketin, içinde bulunduğu sektördeki en önemli rekabet silahı olan inovasyon gücünde yukarıda saydığım ciddi sıkıntıları gözlemlemekteyim.

Bu sıkıntıların  temelinde ise,  Google’ın kendi platformları üzerinde ürün ve hizmet geliştirecek irili ufaklı girişimcileri geniş kitlelerle buluşturup onlarla birlikte para kazanacağı küresel iş ortaklığı ekosistemi kuramaması gelmekte. Hatta Google bunun tam aksini yaparak Google+, Education gibi hizmetlerin sadece platformlarının değil uygulamalarının bile geliştirmesini kendi içinde yaparak kendisiyle birlikte yola çıkmaya hazırlanan hevesli girişimcileri de hayal kırıklığına uğrattı ve uğratmakta. Yine aynı şekilde, son 2 yıldır Glass platformu üzerinde geliştirme ve uygulama yapmaya çalışan ve bu uğurda cebinden para harcayan yüzlerce (?) uygulama geliştirici bundan sonra Google’ın herhangi bir platformunda bir geliştirme yapmaya nasıl bakar acaba?

Benzer şekilde ekosistemini kurmak yerine herşeyi kendi içinde ya da yakındaki birkaç firmaya yaptırmaya kalkışan Nokia’nın son birkaç yıldaki başaşağı gidişatı umarım Google’a örnek olur. Tabii asıl zor olan, işler iyi giderken geleceği düşünüp planlamak.

Galiba Mountain View iyi de, çevresi kötü!

16 Ocak 2015 Cuma

OKULDA BÖYLE ÖĞRETMEDİLER | Çabam neye hizmet ediyor?

Konuğumuz, Bilgi Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi Bölümü mezunlarından Dilara Korzay, dizi ve film setlerinde çalıştığı birkaç yılın sonunda, yayıncılığa geçti. Bugün Günışığı Kitaplığı ve ON8’de içerik sorumlusu olarak çalışıyor. Korzay’la okulu, bölümü ve mesleki deneyimin başlangıcı üzerine konuştuk.

 

Merhaba. Seni tanımakla başlayalım. 

Adım Dilara Korzay. 1990 kuşağının başında İstanbul’da doğmuş, aslen Hopalı bir köylüyüm. Ancak geçim şartları yüzünden ailemle birlikte ne yazık ki İstanbul’da yaşıyoruz

Hangi lisede okudun?

Babamın işi nedeniyle birkaç farklı lisede, farklı şehirlerde okudum. Liseye Trabzon’da başladım. Konya’nın bir ilçesi olan Seydişehir’de devam ettim. Çanakkale’de bitirmek üzereyken, üniversiteyi burada kazanamayacağım düşüncesiyle tek başıma İstanbul’a geldim ve İstanbul’da mezun oldum.

Ya üniversite?

Üniversiteyi İstanbul’da okudum. Bilgi Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi mezunuyum. Bilinçli bir tercihle girdiğim bu bölümde, hazırlık sınıfıyla birlikte beş yıl okudum. Aslında lisedeki idealim küratör olmaktı. Bu mevcut düzende, müzelerin, galerilerin, devlet tarafından yürütülen sistemin karşısında, daha alternatif bir şey üretmekti. Bunu, bir devlet kurumunun içinde olup, devleti ve sistemi eleştirebilen işler çıkararak yapmak istiyordum. Ama üniversitenin ikinci yılında fark ettim ki, onların kadroları elli yıldır değişmiyor. Yeni ve alternatif bir galeriye girersem de, İstanbul gibi bir yerde hayatımı devam ettiremeyeceğimi gördüm. Muhtemelen düşük maaşlı, çalışma saatleri belirsiz ve sigortasız bir çalışan olacaktım. Ben de hayatta kalmak için bu meslekten vazgeçmem gerektiğine karar verdim.

Peki üniversiteye girerken başka bölümler, başka alanlar yok muydu aklında?

Aslında puanımın yettiği pek çok bölüm vardı. Mesela Halkla İlişkiler bölümüne de burslu girebiliyordum; ama dediğim gibi ben küratör olmak istiyordum, dolayısıyla %50 bursla Sanat ve Kültür Yönetimi’ni tercih ettim. Politik bir söylemde bulunacaksam, bunu sanat yoluyla yapmam gerektiğini düşünüyordum. Karşı duruşumu sanat üzerinden, biraz daha alternatif yollarla göstermek istedim. Ama gelin görün ki, bunun için de müzelerin geçerli bir yöntem olmadığını da kısa zamanda anladım.

O halde bu bölüme üniversite sınavı puanın yettiği için girmedin yalnızca. Küratör olma hayaline de bağlı olarak, bölümde ilgini çeken neler vardı?

Ben bölüme başlamadan önce, bölüm başkanımız Serhan Ada’ydı –artık değil– ve ben Serhan Ada’yı hem Radikal hem de Taraf’tan tanıyordum. Işıl Eğrikavuk, tam olarak bölümden bir hoca olmasa da, medya dersleri veriyordu; seçmeli olarak alabileceğimi biliyordum. “İyi ki Bilgi’de okudum,” diyorsam, bir nedeni de odur. Ve, elbette Ayça İnce… Üzerimde emeği büyüktür. Şunu da belirtmeliyim ki, Bilgi’ye girdiğimde üniversite daha ABD’ye satılmamış, Laureate International adlı ağa dahil edilmemişti. Bilgi bugünkünden daha başka bir yerdi.

Şimdi olsa, aynı üniversiteye gitmez miydin?

Gitmezdim.

Neden?

Çünkü okulu bitirdiğimde, %50 burslu halimle bile yaklaşık 100 bin TL ödemiştim. Mezun olduktan sonra düşündüm: O 100 bini ne kadar zamanda kazanacaktım, kim bilir. Bugünkü aklım olsa, bir devlet üniversitesini kazanana kadar sınava tekrar hazırlanır, tekrar girerdim. Baktım olacak gibi değil, istediğim bir bölümü de tutturamıyorum, üniversite okumaktan vazgeçerdim. Çünkü şunu da gördüm: Şu anda hayatını iyi kazanan insanlar ille de çok iyi üniversitelerden, çok iyi bölümler okuyarak mezun olmuş insanlar değil. Çoğunlukla çevre edinmiş, kurduğu ilişkileri sağlam tutmuş ve daha çok çalıştıkları alanda pişmiş insanlar. Bu yüzden artık, pratikte bir şeyler üreteceksem ve işim de bunu gerektiriyorsa, “meslek için” üniversitenin ille de gerekli olduğuna inanmıyorum.

Soracağımız sorulardan birinin cevabını da galiba almış olduk aslında. Ama yine de soralım: Sence hangisi önemli? Okuduğun bölüm mü yoksa okuduğun üniversite mi?

Bu soruya kendi açımdan cevap verirsem, kesinlikle “okul önemli” derim. Çünkü Sanat ve Kültür Yönetimi mezunu olsam da, bölümümdeki zorunlu derslerim dışında iki-üç ders daha almışımdır. Kürtçe bunlardan biriydi. Bu dili, Bilgi sayesinde öğrendim. Sanat tarihi alınması zorunlu konulardandı, ama ben medya bölümünden de ders seçtim. Özellikle gazetecilerin ‘60 ve ‘80 kuşağını nasıl okuduklarına dair bir dersti. Beni gerçekten etkileyen bu ve benzeri dersleri bana sunan okuldu, bölüm değil.

Dersleri sevmişsin. Okul döneminde hiç staj yaptın mı?

Hazırlık ve birinci sınıfta, sadece para kazanmak için GFK Türkiye adlı araştırma şirketinde çalıştım. Anketörlük gibi bir işti yaptığım. Sonra beni süpervizör yaptılar. Uluslararası ve yurt içi havalimanlarını denetliyordum. Ne bölümümle alakalı bir işti, ne de orada sağladığım bağlantılar mezun olduktan sonra işime yarayacaktı. Ama daha sonra, küratör olmamaya karar verdiğim anda setlere girdim. Derslerim devam ederken, kamera arkası dönem de başladı. Diziyle başladım, sinemayla devam ettim, sonra tekrar diziye döndüm derken, üniverstede kaldığım beş yıl boyunca ve mezuniyetten sonraki ilk yılımda hep sette çalıştım.

Setten niçin ayrıldın? 

Şöyle ki… Evet, iyi para kazanıyorduk. “Set dışında nerede çalışırsam çalışayım, bir daha öylesini kazanamam,” dediğim türde bir kazanç sağlıyordu bana. Ama sigortan yok. Sendikalılaşamıyorsun, sendikalaşsan da bir işe yaramıyor. Evet, Oyuncular Sendikası var ve ben oraya üyeydim; ama bu sendika senin haklarını ne kadar savunabiliyor, o bambaşka bir konu. Herhangi bir politik mücadelen varsa, bunu set ortamında yürütemiyorsun, çünkü bunlar “lükse” kaçıyor. Yaşam şartların desen, ekonomik durumundan tamamen bağımsız: Çünkü, yok. Sabahın altısında sete gidip, gecenin ikisinde çıkabiliyorsun. Hemen ertesi gün sabah yediye yine set konabiliyor. Bu kadar suistimale açık bir alanda, günlerce uğraştığın dekoru, sırf yönetmenin sevgilisi beğenmedi diye yıkmak zorunda da kalabiliyorsun. “Önce sağlık,” deriz ya. 48 saat çalıştığı için kalp krizi geçirip ölen set işçisini hatırlarsınız. Bunlar şaka haberler değil. Ölmüyorsan, hayatta kalıyorsan bile, bil ki akli dengen şaşıyor. Sağlık güvencenin olmadığı bir yerde kazandığın para hiçbir işine yaramaz.

Bir de neye hizmet ediyordu yaptığım? Bir şey üretiyordum, evet, ama o televizyonu açıp, çektiğimiz bölümü izleyemiyordum bile. Utanıyordum dizideki söylemlerden. Orada işlenen konu neye, kime hizmet ediyordu? Asıl dikkat ettiğim şey buydu. Aslında herkesten dileğim, üniversitelerini ve bölümlerini seçerken de buna dikkat etmeleri.

O halde, tam bu noktada sorayım: Sence okuduğun bölümü kimler okumalı?

İdealist yaklaşıp pes etmeyecek, kararlı durabilecek, mücadeleci insanlar. Özellikle de kadınlar… Çünkü kültür-sanat çevresi de erk zihniyetin aşırı dolduğu ve erk söyleminin hükmünün geçtiği bir yer. O yüzden, kadınların bu alanda da atağa geçip bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyorum.

Üniversite de geride kaldı, set hayatı da. Şu anda ne yapıyorsun? Mezun olduğun bölümle alakalı bir işte devam mı?

Aslında öyle sayılır. Şu anda bir yayınevinde çalışıyorum, tanıtım ve halkla ilişkiler ekibine destek sağlıyorum. Sanat ve Kültür Yönetimi’nde bir sergi mekânı nasıl işletilir, onu öğrendik. Bir anlamda alanın yöneticiliğini öğrendik. Kitaba da bir sanat eseri olarak bakarsan, okuduğum bölümde öğrendiklerimi önerip uygulayabileceğim bir yerdeyim. Ama hangi ürün üzerine çalışırsan çalış, hangi alanda olursan ol, mücadele bitmiyor, bitmeyecek de. Herhangi bir sektörün “tanıtım” bölümünde olmak ve işini herdaim ideolojin doğrultusunda yapmaya çalışmak diye bir durumla hep karşı karşıyasın. Bir içeriğin içinde nefret söylemine, homofobiye, ırkçılığa kayabilecek ya da şiddete davet edecek ifadeler hissedersem, buna karşı durmak için hep tetikte olmam gerek. En azından tartışmaya, yanlış bulduğumu ifade etmeye hazır olmalıyım. Bugün edebiyat yayıncılığı alanındayım, hem kendimi doyurduğum hem de okuduğum bölüme hizmet eden bir işte çalıştığıma inanıyorum. Umarım öyle de devam eder.

Ve son söze geldik…

Sön söz: Kadınlar sokağa! Hangi alanda olursa olsun, ne oluruz yıkalım şu erk zihniyeti!

 

15 Ocak 2015 Perşembe

DÜŞ KAZANI | Yakut kanatlı kadınlar

ECE İREM DİNÇ - 15 Ocak 2015

Tüm Yakut efsanelerinin temel meselesi özünde mutluluk ve umuttur. İnsanı mutlu eden ve umutlu kılan şeyler üzerine düşünülür ve buna dair mitler yaratılır. Totemler, büyüler, fallar… Hepsi umut ve mutluluk adınadır. Çünkü mutsuzluğa dayanamaz Yakut kadınları.

(Resim: Nilgün Akyol)

Derler ki, Hüma kuşu maruf bir kuştur. Kuzgun büyüklüğündedir; kanat uçları kara, başı yeşil olur. Yaşadığı yer havadır. Yumurtasını havada yumurtlar, yavrusunu da havada doğurur. Derler ki, Hüma bazen yeryüzüne kırk arşın kadar yaklaşır ve geri döner. İşte o zaman bu kuşun gölgesi birinin üzerine düşerse…

Tam burada ara veriyorum okumaya. Yarı hayal, yarı gerçek, oturup Hüma kuşunu hayal etmeye başlıyorum. Yakut kadınlarının çağlar öncesinden kalma totemleri düşüyor aklıma. “Umay” diyor onlar Hüma’ya. Yakut kadınlarının yarattığı efsanelere göre, doğacak çocukları belirleyen kuştur Umay. Başının üzerinde üç zarif boynuzu vardır, bembeyaz bir kaftan misali kuşanmıştır tüylerini. Uykuya dalmadan evvel gözlerine Umay kuşu konduran kadınların zihinlerine büyülü düşler üşüşür. Çünkü kader çarkının ve hayalperest ruhların tek koruyucusudur Umay. Eski Türk yazıtlarında Tanrı figürünün yanında yalnızca onun adı geçer. Ruhu, cennetteki süt göllerinden mayalanmıştır. Bir çocuğun tebessümü, gülüşünün kıyılarında Umay kuşunun kanat çırptığı anlamını taşır ki, ol sebepten Yakut kadınlarının en kuvvetli totemi bir çocuğun yüzündeki tebessümdür. Her çocuk, özünde Umay büyüten bir çiçektir onların efsanelerinde.

Ve derler ki, Umay -yani Hüma- bazen yeryüzüne kırk arşın kadar yaklaşır ve geri dönermiş. İşte o zaman, bu kuşun gölgesi birinin üzerine düşerse şayet, o kişinin ecri[1] sevda olurmuş. Sevilen kadının zülfü, Hüma kanadının gölgesine benzetilirmiş. Yakut kadınları, yani diğer adıyla Saha’lar çağlar öncesinden tanıyıp, bilmişler adına Umut denilen o büyüyü. Bütün totemlerini onun ruhuna adamış, umut mayasıyla yoğurdukları büyülerini ise bembeyaz kuşların kanatlarına bağlayıp, göğe salmışlar. Öyle ki, bir Tonyukuk yazıtının batı tarafındaki 38. satırında şöyle yazar: Umut, Umay’ın kanatlarında şahlanan mavi düş…

Düşünüyorum da, bugün adına “mucize” dediğimiz şey aslında bir vakitler Yakut kadınlarının adına Umay dedikleri o kuşla aynı şey. Bizler umut totemleri yapıp, onları bembeyaz kuşların kanatları arasında göğe salmıyoruz belki, ama içten içe zihnimizdeki o hayal tarlalarında koşturmuyor muyuz mucize ümitlerimizi? Yine de, ama yine de nereden geleceği belli olmayan bir tesadüf yahut bir mucize olsun diye beklemiyor muyuz kimi zaman çekildiğimiz o yaşamak köşelerimizde? Issızlığına büründüğümüz hayat tenhalarında, tıpkı Yakut kadınları gibi küçücük bir tebessüme ihtiyaç duymuyor muyuz?

Bir Umay kuşu olsa, yeryüzüne kırk arşın kadar yaklaşsa ve en gizli düş sarnıçlarımıza usulca sokulsa şimdi, umut dilinin mucizesi uğuldasa kulaklarımızda, bencileyin[2] telaşlarımızdan sıyrılıp etrafımıza baksak; belki biraz da içerideki dünyaya… Düğüm düğüm çözülse öfkemiz, azalsak, küçülsek biraz; sonra ateşler hâlinde büyüttüğümüz korkularımızdan arınsak, hafiflesek… Yeryüzünün o can sıkıcı barbar senfonisini bir an olsun sustursak, dönüp birbirimizin gözlerine baksak, mutsuzluğumuza siper etsek tebessümlerimizi, gürül gürül büyüyen otlar gibi uzansak hayata ve umuda… Bu da bizim insan totemimiz olsa mesela, ille de olacaksa böyle olsa…

Tüm Yakut efsanelerinin temel meselesi özünde mutluluk ve umuttur. İnsanı mutlu eden ve umutlu kılan şeyler üzerine düşünülür ve buna dair mitler yaratılır. Totemler, büyüler, fallar… Hepsi umut ve mutluluk adınadır. Çünkü mutsuzluğa dayanamaz Yakut kadınları.

Ve bir Yakut kadını kadar totemci, bir Yakut kadını kadar tebessümane olan Didem Madak şöyle ekler;

Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,Kahvaltı edip ağladıkları Pazar sabahları yokmuş o zaman.Mutsuz olduğunda insanlar,Yok olurmuş bazı dakikalar…

Dilerim Umay’ın yakut gölgesi hep üzerimizde olsun, kimi zaman mutsuzluğa açtığımız kanatlarımız arasından masmavi güneşler doğursun!

Malum, tadımlık, duyumluk bu evren.

Ve dünyamız olanca hızıyla dönmekte berdevam…

 

 

[1] Tanrı tarafından ödüllendirileceğine inanılan davranış, sevap.

[2] Ben gibi, bana dair.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Kapaklarda kalmış çocukluk

SEVİN OKYAY - 10 Ocak 2014

“Çizgilerin Efendisi” Yalçın Emiroğlu bizi bıraktı gitti. Ama o konuşan kapaklar, belki de çizerinin karikatürist oluşu yüzünden daha da cana yakın görünen kapaklar, hem bizi çocukluğumuza, hem de çocukluklarımızı birbirine bağlamayı sürdürecek. 

Bizim küçüklüğümüzde pek sevilen dergiler vardı. Bazılarını gizli gizli okurdum, çünkü onları okumam uygun bulunmazdı. Buna karşılık, mesela Pekos Bill’lerden uzak durması söylenen bir çocuğa göre şaşılacak kadar sağlam bir Pekos bilgim vardır. Bir de Çocuk Haftası’nı merak eder, iki arada bir derede okurdum. İkisinin de kaynağı, bu eşsiz hazine, Nigar annemlerin Maltepe’deki eviydi. O evin tavanarasında yasak ciltlerle yakalanıp hayli azar işitmişliğim vardır.

Okumama izin verilen dergi ise, Doğan Kardeş’ti. Sakın bundan, Doğan Kardeş’in çocuğa zorla okutulan sevimsiz bir dergi olduğu sonucunu çıkarmayın. Benim çocukluğumun en iyi, en keyif veren dergisiydi Doğan Kardeş. Hem kendisi, hem kitapları. İdil Biret, Suna Kan ile başlayan “Harika Çocuk” kardeşlerimiz vardı dergide, onlarla iftihar ederdik. Şiirleri okur, çizgi romanlara bayılırdım. Özellikle de “Tenten” ve “Kara Kedi Çetesi”ne.

Bir de kitaplar, dünya edebiyatını yanı başımıza getiren Doğan Kardeş kitapları. Çoğuyla bugün bile ruh bağım vardır. Kapaklarını da hiç unutmam, çünkü güler yüzlü, kitabı yansıtan, özen gösterilmiş kapaklardı.

Bu kapaklardan 28 tanesi, 5 Ocak 2014’te kaybettiğimiz Yalçın Emiroğlu’nun imzasını taşır. Doğan Kardeş İçin: Yalçın Emiroğlu’ndan Kitap Kapakları hem 2007’de kitap olmuş, hem de sergilerle karşımıza gelmişti. Yalçın Emiroğlu, dergide de çizerdi. Doğan Kardeş dergisini yöneten Vedat Nedim Tör’ün keşfi Selma Emiroğlu’nun kardeşiydi. Ablası da bu yetenekli kardeşi Tör ile tanıştırmıştı. Asla unutamadığım “Karakedi Çetesi”, Selma Emiroğlu’nun o zamanın çocuklarına hediyesidir. Hayatımızın o kadar parçası olmuştu ki, ilkokuldaki üçlü arkadaş grubumuz, onların isimlerini benimsemişti: Senar Pamuk, Ayşegül Sarman.. eh, ben de çete reisi Karakedi elbette. Oysa hayli pısırık bir çocuktum.

İTÜ mezunu mimar Yalçın Emiroğlu sahne düzenlemeleri ve afiş tasarımları da yapmıştı. Kendi okulunda da, başka okullarda da hocalık etmişti. Ondan ders almış arkadaşlarım var. Ama benim için ve çocukluğu Doğan Kardeş ile geçmiş olanlar için en önemlisi, birlikte büyüdüğümüz kitaplardır. Çocukluğunda dergiyi ve onları okumuş, hatta belki de sadece Doğan Kardeş dergi ve kitapları bulunan evlerde yaşamış çocukların temsilcisi olarak Kanat Atkaya, “Yalçın Emiroğlu’ndan Günümüze: Doğan Kardeş’le Büyümek” sergisi sırasında bazılarının adını yazısında aşkla şöyle sıralamıştı: “Kon-Tiki, Leylek Dede, Gözlüklü Kedi, Sıcak Ülkeler Doktoru, Kurtları Yıldıran Kış, Gri Şapkalı Adam, Issız Adada Bir Yıl, Noktacık ile Anton, Klementine Teyze’nin Arabaları ve tabii Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi.”

  

“Doğan Kardeş’le Büyümek”, o sıralar Yapı Kredi Yayınları’nın başında olan Raşit Çavaş’ın 2007 tarihli kitaba yazdığı yazının da neredeyse adı. Bir dönem Yapı Kredi Yayınları’nı da yönetmiş olan Raşit Çavaş, “Doğan Kardeş’lerle Büyümek” yazısında, “Kapağını Yalçın Emiroğlu’nun yaptığını bugün artık bildiğim Doğan Kardeş Kitapları bana hep çekici gelirdi,” diyor. “Mesela, Kon-Tiki (Pasifik Okyanusunda Bir Sal Yolculuğu) kitabı daha kapağından bana hemen sonsuz okyanusa bir macera hissini verirdi.” Kitabın Norveçli yazarı, kâşif Thor Heyerdahl, sonraları benim Kaptan Scott ve Kaptan Cook gibi kahramanlarım arasında yerini almıştır. Yıllar sonra, İason yolculuğunun gerçekten yapılmış olabileceğini kanıtlamak için Argonotlar’ıyla birlikte Yunanistan’dan kalkıp, o devrin şartlarına göre yapılmış bir tekneyle, Türkiye üzerinden “Altın Post”u bulmaya Gürcistan’a geçen Tim Severin’in ilk kahramanlarından birinin de Heyerdahl olduğunu öğrencince çok sevinmiştim. Tim’le, Kon-Tiki’nin macerasında ve halen gözümün önünde olan kapağında buluşmuştuk. Sadun Boro’nun Kısmet macerası süresince de gözümün önüne Kısmet’in kendisinden daha sık sık, o kapak gelirdi.

Doğan Kardeş, 1945 – 2010 yılları arasında aralıklı olarak yayımlanmış en uzun soluklu popüler çocuk dergisidir. Ben dergiyi iki ayrı dönemde okuyucu olarak izlediğim gibi, daha sonra dergide çalışmış, yayınlara editörlük yapmıştım. Mutlu bir dönemdi.

Yalçın Emiroğlu da, dergiye ve kitaplara çalışırken aynı derecede mutlu bir dönem geçirmiş. Kitapta o dönemi anlatırken, “…Vedat Bey’in (Vedat Nedim Tör) bu gayretleri sonucunda Altan Erbulak ve Mustafa Eremektar (Mıstık) ile yayınevinin çatısı altında bir araya geldik. Bize ’üç ahbap çavuşlar’ diyorlardı,” diye anlatıyor.

“Vedat Bey yeni bir kitap yayımlamaya karar verince bana telefon eder, yanına çağırır, elinde tuttuğu bir kitabı önüme koyar ve yüzünde mutlu bir ifadeyle, ’Bak çocuğum,’ derdi; ’şimdi bu kitabı dikkatlice oku ve bu kitabın bütün sayfalarında saklı olan ruhu anlatan motifi bul, çıkar ve bu motifle kitabın kabını oluştur.’ Ben de bana geçirdiği o heyecanla evimin yolunu tutar, Vedat Nedim Tör’ü memnun edecek tasarımı bulmak için vakit kaybetmeden çalışmaya başlardım.””

Emiroğlu işine, 1961 yılında Erzurum’da vatani görevini yaparken de çok zor şartlarda devam etmiş ama, yol ayrımına gelince, mimarlığı tercih etmiş. Eh, normali de o tabii. Mimarlık onun ilk göz ağrısı, seçtiği ve eğitimini gördüğü dal. Gene de, bizi çocukluğumuza çelik tellerle bağlayan o kapakları bırakmasın isterdik. Tabiat Ana Anlatıyor da bunlardan biriydi. Kaynar suya atılınca bağıran istakozu yüzünden, mübarek hayvanı bir daha ağzıma koyamamıştım. Selim İleri’nin kitabı Evimizin Tek Istakozu da bana hep o harika kapaklı kitabı hatırlatmıştır.

“Çizgilerin Efendisi” Yalçın Emiroğlu bizi bıraktı gitti. Ama o konuşan kapaklar, belki de çizerinin karikatürist oluşu yüzünden daha da cana yakın görünen kapaklar, hem bizi çocukluğumuza, hem de çocukluklarımızı birbirine bağlamayı sürdürecek.

 

11 Ocak 2015 Pazar

İş cinayetlerine bir çığlık: Uzakta

Gençlik edebiyatına yönelen yazar Mine Soysal, son romanı “Uzakta” ile öğretmen olmak hayaliyle dershane parasını biriktirmek için evinden ayrılıp İstanbul’da çalışmaya gelen bir genci yazıyor, Erdo’yu. Erdo’nun etrafında gelişen olaylar ve çalıştığı inşaat şantiyesindeki koşullarla birlikte bir gençlik portresi çizmeye çalışan yazar Soysal’ın “Uzakta”sını, aynı zamanda iş cinayetlerine, genç insanların ölümüne dur demesi olarak da görebiliriz.

(Evrensel Gazetesi, Ezgi Görgü, 4 Ocak 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

8 Ocak 2015 Perşembe

DÜŞ KAZANI | Düşzamanı

ECE İREM DİNÇ - 8 Ocak 2015

Kutsal denince ille de Tanrısal bir nitelik, Tanrısal bir ecir mi düşmeli insanın aklına? Bir kimse için değerli olan her şey, bir anlamda kutsal sayılmaz mı zaten? Misal, bir şiirin satır aralarında uçuşan duygular, uğruna adanılmış bir davanın güzelliği, ilk aşkın acemiliği…

(Resim: Jerry Whitehead)

Aborjinleri bilirsiniz; hani geride hiçbir yazılı eser bırakmadan sadece namelerle şaşılası bir kültüre imza atmış olan şu bilge Güneydoğu Asyalılar…

İşte onlar; derler ki, şu arzın hakikatinde kayda değer üç şey vardır; İnsan, Toprak ve Kutsal Alan.

İnsan, özdür onlara göre. İnsan, insanlığını bildiği ölçüde Tanrı’ya en yakın olan varlıktır. Tanrı’nın örtülediği ve bildirmekten kaçındığı tüm sırların vücuda gelmiş hâlidir insan. Bütün bir kâinat onun içine açılan bir atlastır aslında. Ne mavi sular, ne boyunca köpüren fırtınalar… Hiçbiri ondan kuvvetli, ondan derin değildir. Zira kâinatın en yüce evlâdı olarak yaratılmıştır insan.

Toprak ise her daim ayaklar altında olandır, ol sebepten de alçakgönüllülüğü ve erdemi hatırlatır bize. Kaderin sunduğu her şeye gönül hoşnutluğu ile rıza gösterir. Dengedir, bir seviyedir. Ne çukurdur, ne de tümsek. Bir parça yükselecek olsa su tutmaz avuçları, bereket bulmaz ruhu. Onun tenine değen bir damla sudan, rahmine yürüyen bir tutam ottan gün gelir koca bir orman hasıl olur. Değil mi ki, Hataları örtmede gece gibi, tevazuda ise toprak gibi ol, der Mevlânâ. İnsan öz ise, toprak da o özün zamkıdır. Âdem’e Âdemlik’ini anımsatır ve ki evrenin tekmil düzeni de olduğu gibi toprağın sırlı suretine yazılmıştır. İnsanlığını görmek için özüne, sırrına varmak içinse toprağa dön yüzünü, diyor Aborjinler.

Peki ya kutsal alan ya da kutsanmışa yollanan?…

Kutsal denince ille de Tanrısal bir nitelik, Tanrısal bir ecir mi düşmeli insanın aklına? Bir kimse için değerli olan her şey, bir anlamda kutsal sayılmaz mı zaten? Misal, bir çocuğun yüzündeki tebessüm, bir annenin mahcirindeki[1] şefkat, bir şiirin satır aralarında uçuşan duygular, uğruna adanılmış bir davanın güzelliği, ilk aşkın acemiliği, bir yazarın hikâye çatısı altında kendine kurduğu yuva… Özünde yeterince kutsal değil midir bütün bunlar? Kutsaldır elbette. Hem de tartışma götürmez bir kutsallıktır insanın lahuti bir hâle gibi yüreğine kondurduğu her şey ve herkes. Kutsaldır. Öte yandan bugün bir Aborjin’e, “Yahu arkadaş! Senin şu atalarının kutsal alan ile kastettiği yer tam olarak neresidir?” diye soracak olsanız, muhtemelen alacağınız cevap şöyle bir şey olacaktır;

Kutsal alan fiziksel boyutta bir dünya değildir. Çünkü adına “kutsal” denilen o yer sadece senin düşlerinle ekip biçebildiğin bir bahçeden ibarettir. Bir DÜŞZAMANIDIR kutsal alan. Bir tür ikililik zannı yani… Düşlerine dokunabildiğin ölçüde seyahat edebileceğin bir öteki âlem tasavvuru…

Ben buna Bâtın Esması[2] diyorum. Düşlerimin hakikatini seyredebildiğim oranda her yol kutsaldır bana. Lâkin kemirgen bir karınca misali sinsi bir düşkıran böceği dadandı mıydı gönül ağacımızın dallarına, vay hâlimize! Bir delilik, bir çocukluk hâli deyip çabucak bastırmaya çalışıyoruz düşlerimizi. Bizi hızla hakikate döndürecek türden terapi kitapları okuyup, aceleyle büyütmeye çalışıyoruz içimizdeki kadını yahut adamı. Halbuki Aborjinler çözmüş mevzuyu. Dilediğin her şeyi bir “Düşzamanı”nda ete kemiğe büründür ki, fiziki boyutta da hakikatin olsun, diyorlar. Hakikati düşle özetleyecek kadar giriftar olmuşlar yaşama.

Düşzamanına açılan o kapıdan girin! Çünkü kişiyi hakikate götüren tek şey sahip olduğu düşlerdir. Ve yazık ki içinizde bu yolu bulanlar pek azdır.

Ve bilge bir Aborjin der ki; su ile ateşi bir arada tutmaktan daha zordur tevazuda toprak, özde insan ve kutsallıkta bir tutam düş kadar olmak ve ki bütün bu erdemleri tek bir ruhta harmanlamak…

Nesebinde[3] olmasa da ruhta Aborjin olabilen tüm âdem kardeşlerime selam ederim!

En güzel düşzamanları sizinle olsun

Ve tabii kurduğunuz tüm düşler, fiziki âlemde de hakikatiniz olsun.

Malûm, hayat kısa, kuşlar uçuyor.[4]

Hakikatler ise durup durup düşlerimizi gagalıyor.

 

[1] Gözlerindeki.

[2] Tanrı’nın İsimleri.

[3] Soyunda.

[4] Cemal Süreya’nın “Kısa” adlı şiirinden.

 

---------------------------

Bunu okuyan bunu da okudu

DÜŞ KAZANI | Tanrı Ruhlu Bir Çocuk: PoseidonDÜŞ KAZANI | Karamsarlık DiyaloğuDÜŞ KAZANI | Kanat çırparak koruyun yüreğinizi

3 Ocak 2015 Cumartesi

Bu işi yapacaksanız, okumayı sevmelisiniz

SEVİN OKYAY - 3 Ocak 2015

Sonuçta çeviri bir sorumluluk, bir onur işidir. Bir dille söylenmiş bir şeyi en doğru şekliyle başka bir dille söyleme sorumluluğudur. Bu işi yapacaksanız, okumayı sevmelisiniz; kitaplara, hele hele dile/dillere karşı özel bir ilginiz olmalı.

En azından elli yıldır çeviri yapıyorum. Çevirmediğim şey kalmamıştır: Kurmaca her türlü eser, çizgi roman, grafik roman, altyazı, hatta şiir. Bunların dışında da, ilk yıllarda tercüme bürolarında yaptığım, kurmaca olmayan her türlü iş. Derim ki, bir tek simültane çeviri benden ırak olsun.

Ama çevirilerim arasında “hayatı karartan çeviri” tanımına en layık olan kitap, Kutlukhan’la benim üçer buçuk yılımızı almış olan Hayali Yerler Sözlüğü’dür (Dictionary of Imaginary Places). Almamız da, tamamen benim kabahatimdir. YKY’den arkadaşım Aslı bana lokum gibi bir Oliver Sacks kitabı vermişti. “Şöyle challenging bir şey yok mu?” dedim. Allah bazen insanın gözünü karartıyor. Oysa Türkçe konuşurken araya İngilizce laf tokuşturanları da sevmem. Aslı, “Al sana challenging kitap!” diyerek, Alberto Manguel ile Gianni Guadalupi’nin meşhur Sözlük’ünü masanın üstüne vurdu.

Perişan olduk. O kadar çok liste yaptım ki, kaç tane olduğunu hatırlamıyorum bile. Muhtelif terimlerin Türkçe karşılıkları, editörümüz Selahattin Özpalabıyıklar’a sorulacak sorular, İngilizce dışındaki dillerde yazılmış isimler, yazar listeleri, elbette sözlüğün bütün maddelerinin Türkçe’ye çevrilip alfabetik sıraya konmuş halleri… Valla, 30’u geçmişti sanki. “Malum liste” diye de bir liste vardı ya, doğrusu ne olduğunu bile hatırlamıyorum. Hatta ben bu listeleri yaparken, Kutlukhan’la, “Keşke çeviriyi yapacak birini bulsak,” diye bile düşünmüştük.

Her neyse… Sonuçta, en fazla iftihar ettiğim çeviridir. Başlangıçta beni “Bu bizi aşar,” diye uyarıp haklı çıkan Kutlukhan da bu hisleri paylaşıyor olsa gerek –insanı uyarıp haklı çıkan kişilere gıcık olurum. Hele benden gençlerse…

Genç çevirmenler, çeviri yapmak isteyenler, bir türlü karar veremeyenler gelip fikir danışıyor sık sık. “Acaba çevirmen olsak mı?” diye soruyorlar. Bir de, evde çeviri yapıp hayatını kazanmak isteyenler var. Çeviri eşim Kutlukhan, daha önce de bu blogda sözünü ettiğim, biraz moral bozan ama yüzde yüz doğru bir yazı yazmıştı, ara ara hatırlatmakta yarar görürüm: “Evde Otursam, Çeviri Yapsam.”

Kutlukhan, pek çok konunun yanında, evde çalışmanın avantajlarından (aralarında “arzuya bağlı sessizlik ve “prezentabl olma’ zorunluluğuyla vedalaşmak” da var) ve ‘öcü’lerinden de söz etmişti. İnsanın yakasını bırakmayan “çalışmam gerek” duygusu gibi. Sonra genel sorunlar var; çevirilerdeki kalite farkı gibi. Kutlukhan, “Elinize çok sevdiğiniz bir yazarın Türkçe bir kitabını alıp otuz-kırk sayfada kendinizi devam etmekte zorlanır hale gelmiş bulduysanız, kötü bir çevirinin bir kitap üzerindeki yıkıcı etkilerine tanık olmuşsunuz demektir,” diyordu yazıda. Çeviri okurunu asıl mahveden de, “çeviri kokan” cümlelerdir.

Aynı yazıdan küçük bir alıntı daha: “Hani bir deyimi ya da kalıbı bilmemekten gelen komik hatalar vardır, dillere pelesenk olur ya… (Beni deli gibi sürüyorsun, burada kedi savuracak yer yok, tamamen sol taraftan geldi.) Ne var ki, bu kadar bariz olmayan hatalar da var; hatta okuyunca bile fark etmiyorsunuz. Onun için kaynak dili, ona ilişkin kültürü iyi bilmekte fayda var.” Aslında, daha kültüre gelmeden de dikkat edilecek şeyler var. Mesela Harry Potter çevirileri sırasında, İngilizce’si çoğul kullanılan ama Türkçe’si tekil olan kelimeleri tek tek tarayıp kontrol ederdik; glasses, stairs, pajamas gibi.

Sonuçta çeviri bir sorumluluk, bir onur işidir. Bir dille söylenmiş bir şeyi en doğru şekliyle başka bir dille söyleme sorumluluğudur. Bu işi yapacaksanız, okumayı sevmelisiniz; kitaplara, hele hele dile/dillere karşı özel bir ilginiz olmalı. Daha önce de söz etmiştim, ilk çevirimi 1963’te –ya da 1964’te– Arkın Yayınları’na yapmıştım: İnsan Vücudu. O çeviri için Pars Tuğlacı’nın “Tıp Sözlüğü”nü satır satır okumuşumdur herhalde. Editörüm Rekin Teksoy’du. İkincisi de, hatırlarsınız, İnkılâp’a çevirdiğim, ancak basılmayan şu Georgette Heyer kitabı… “Hakkından gelinmeyecek kitap” olmadığını, bu kitapla öğrenmiştim.

Hayatta yaptığım en zor üç çevirinin ikisini YKY’ye yaptım. İlki Gergedan dergisine çevirdiğim bir Bruno Schulz hikâyesi; ikincisi de bir J. D. Salinger kitabının yarısı olan Seymour: An Introduction –ve Kutlukhan Kutlu ile birlikte yaptığımız şu ünlü Hayali Yerler Sözlüğü işte.

Çeviri nankör iştir, derim hep. Bazen bir bakarsın, birisi çıkar, ya aynı kitabın farklı bir çevirisinde ya da başka bir kitapta, aynı kelime/deyiş için senden daha iyi bir karşılık bulur… Kimileri bilgisine/hafızasına güvenir, sözlüğe az bakar. Ben çok bakarım. Özellikle Harry Potter ya da Manguel gibi çevirilerde –aslında hepsinde– kendime glossary’ler, listeler yaparım. Şansımız varsa, işine düşkün, sorumluluk sahibi bir editöre düşeriz. Benim Harry Potter kitaplarında Ayça Sabuncuoğlu ve Betül Kadıoğlu’yla çalışmam gibi. Manguel’de de, Selahattin Özpalabıyıklar’la. Çevirmen için önemli şeyler arasında işine sevgiyle bağlı, yetkin bir editörün varlığı tartışılmaz.

Gelelim Harry Potter’a… Her şeyden önce, çok sıkışık bir takvimleri vardı. Kitapları daha baştan Ülkü Tamer’le ben paylaşmıştık. İlk kitabı Ülkü çevirdi. Ben daha onu okumadan bana ikinciyi teklif ettiler. Çok kısa süre önce Harry Potter and the Chamber of Secrets’i (Harry Potter ve Sırlar Odası) okumuştum. Kutlukhan’la da bana danışmanlık yapması için anlaşmıştım. Kitap yetişmeyince, sondaki üçte birlik kısmını o çevirdi; ardından, dizinin diğer kitaplarını da birlikte çevirdik. Üçüncü kitabı üstlenen Ülkü çeviriyi yetiştiremeyince, işi bize aktardılar. Ne kadar süremiz olduğunu sorunca, Aslı, “iki hafta” deyip ödümü kopardı. Üç haftada yaptık ve iki hafta kadar hasta dolaştık. Sonra da aynı tempoyla bütün kitapları çevirdik. Çok zor çevirilerdi. Kutlukhan’ın fantazya bilgisinin çok faydasını gördük. Rowling’in birçok kavramı, terimi, varlığı kafadan atarak değil de efsanelere, mitolojilere, kadim edebiyat ürünlerine dayandırarak “icat” etmesi, işe keyif kattığı gibi aynı işi zorlaştırıyordu da. Birçok yaratığın, varlığın, hatta eşyanın isimleri de öyledir. Köküne giderek bulmaya çalışmıştık. Ama çok eğlenceli anlar da vardı. Hagrid’le, Dobby’le olan maceralar gibi. Ben ikinci kitapta Kutlukhan’ın “kusu kusu gitti”sini okuyunca kopmuştum mesela.

Şunu da söyleyeyim: Her kuşak kendi çevirmenlerine gerek duyar. Çünkü dil artık eskisinden de büyük bir hızla değişiyor. Önceki kuşağa göre iyi olan bir çeviriyi daha genç okurlar anlamakta zorluk çekebilir. Bu da hem onlara, hem yazara haksızlık olur doğrusu.

Son olarak da, bir uyarı: Çeviriyle geçinmek zordur. İkinci bir iş gerekir. Benim gibi ikinci meslek olarak basını seçerseniz, tek tek geçindirmeyen iki mesleğin birlikte de geçindirmediğini görürsünüz. O yüzden… Bari yazar olun…

 

2 Ocak 2015 Cuma

OKULDA BÖYLE ÖĞRETMEDİLER | Çiğdem Toparlak’la dergi editörlüğü üzerine

Konuğumuz, Çiğdem Toparlak, Doğuş Yayın Grubu’nun sektör dergilerinde editör, ayrıca Vodafone Freezone Sorumlu Yazı İşleri Müdürü. (Söyleşi: Erdi İnci)

 

Hangi okulda okudun?

Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldum.

İletişim dendiğinde insanların aklına genelde ya kurumsal iletişim ya da reklamcılık geliyor ama…

Bizim bölümde okuyanlar genelde öyle işlerle uğraşıyorlar da ondan; çünkü öyle işler para kazanmaya giden yolu açıyor.

Yayıncılık buna dahil mi?

Hayır, yayıncılık dahil değil. Tam tersi! Halkla ilişkiler ve kurumsal iletişim genelde daha çok para kazandıran işler. Zor işler, üstelik. Her zaman herkesi hoş tutmanız gerekiyor. Böyle işleri yapmak isteyen çok fazla kimse olmadığı için de, parası daha yüksek. Bu yüzden mezunlar genelde bu işi tercih ediyor.

Ama yazı işleri öyle değil. Malum, “herkes gidip yazı-çizi işleriyle uğraşabildiği” için ve bu işlere farklı fakültelerin mezunları da bir şekilde yöneldiği için… Hani mühendis diplomasını alır, sadece mühendislerin yaptığı işi yapar ve mühendislerin yaptığı işi o mühendisten başka kimse yapamaz ya, bizim alanımızda öyle bir durum yok. Haliyle, rekabet daha fazla ve yaptığımız işlerin değeri daha az görülüyor. Patronlar bile, “Ne var yahu ben de yazarım,” diye düşünebiliyorlar.

Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyanların bir sözü verdır, “Bizde okuduğu bölümü bitirip de onunla alakalı iş yapan yoktur,” diye, sizde için durum nedir? Okuduğun bölümle yaptığın iş arasında bir bağlantı var mı?

Benim yaptğım iş çok bağlantılı, ama elbette benim okulumdan mezun olan arkadaşlarımdan pazarlamaya kayanlar da çok var. İş ilanlarına baktığında, yüzde sekseninin pazarlama üzerine olduğunu görüyorsun. Zaten iletişim fakültesinde pazarlama dersi de veriliyor. Dolayısıyla, çok da garip değil aslında.

Bu bölüme isteyerek mi gittin? Yoksa ÖSS puanını aldıktan sonra, baktın ki Galatasaray da mükemmel bir üniversite…

Benimki isteyerek oldu, çünkü ilkokuldan beri gazeteci olmak istiyordum. Daha en başından ne istediğimi bildiğim için, bu konuda şanslıydım. O zamanlar Coşkun Aral vardı ve Haberci’si. Aral benim örnek aldığım gazeteciydi. Ortaokula giderken de Sıcak Saatler diye bir dizi gösteriliyordu, Mehmet Aslantuğ’un bir gazeteciyi oynadığı. O günlerde gazetecilik moda olmuştu ve ben bu duruma inanılmaz sinirlenmiştim. Liseye geldiğimde de Avrupa Yakası başladı ve, hatırlarsın, orada da herkes dergiciydi. Şu an iletişim fakültesinde okuyan herkes, eminim ki, o diziyi izlemiş insanlar.

Şaka bir yana, ben çok eskiden beri bu alanı istemiştim ve ÖSS zamanı fark ettim ki, hâlâ da istiyordum. Sonuç olarak, bugün bu alanda ne yapıyoram severek yapıyorum.

O zaman sen, “Ben bu bölüme girdim ama buradan mezun olunca ne yapacağım?” karmaşası da yaşamadın; eğer 8 yaşından itibaren gazeteci olmaya karar verdiysen…

Bence herkes bu karmaşayı yaşıyor.. Çünkü, ilkokuldan sonra ortaokula gideceğin belli. Ondan sonra da lise ve sonrası… İşte, üniversiteden sonra kimse sana ne yapacağını söylemiyor. Ortada, plansız kalakalıyorsun. Bir de üniversite hayatın boyunca, mezun olduktan sonra ne yapacağına dair büyük hayaller kuruyorsun. Üniversite zamanı örnek aldığın insanların yaptıkları kolay gibi geliyor sana; ama iş hayatına girince bunların hiç de kolay olmadığını öğreniyorsun. Bir yandan da, “Acaba benim istediğim şey hakikaten bu muydu?” diye sürekli kendini sorguluyorsun. Bende de aynısı oldu. “Bu iş, doğru yaptığım bir iş mi? Beni nereye götürecek? Ömrümün sonuna kadar bunu mu yapacağım?” Böyle sorularla uğraşıp durdum mezuniyeti izleyen sene.

Liseyi nerede okuduğunu konuştuk mu?

Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi’nde.

Fransızca mıydı o da?

Hayır, İngilizce’ydi. Ömrüm hazırlık okuyarak geçti. Toplamda üç yıl hazırlık okudum. Hazırlanamadım hayata bir türlü!

Mezun olduktan ve Doğuş Grubu’na girmeden önce nerelerde çalıştın?

Bundan önce Türkiye’deki ilk iPad gazetesi olan Zete’de çalışıyordum. Orada haber yapıyordum. Dergilerimiz vardı sitede; onların içeriklerini de hazırlıyordum. Araştırma yazıları yazıyordum. Tabii, 2011’de mezun olduğum düşünülürse, üzerinden çok da zaman geçmedi. Ama ondan önce çok fazla staj yaptım.

Nerelerde?

İlk stajımı 18 yaşındayken İz TV’de yaptım. Üniversite hazırlıktaydım o yıl. Sonra Hürriyet İstihbarat’ta muhabirlik yaptım.

İstihbarat derken? “Haberi herkesten önce ben yapacağım” alanı mı?

Standart muhabirlik dediğimiz olayın ana merkezi, o zamanlar Hürriyet İstihbarat’tı. Çünkü haber muhabirleri vardı o zamanlar. Şimdi Doğan Haber Ajansı veriyor haberleri.

Sonraki stajımı NTV Haber Merkezi’nde yaptım, hemen bir ay sonra. O da bayağı çılgındı. Tam da Ergenekon Davası’nda ikinci iddianamenin açıklandığı dönemdi. Ondan sonra da Atlas dergisinde yaptım.

Senin için Galatasaray Üniversitesi mezunu olmak mı önemliydi daha çok, iletişim fakültesi mezunu olmak mı?

İkisini yan yana koyduğumuzda, en çok işime yarayan sanırım Galatasaray mezunu olmamdı. Çünkü bizim okulda çok iyi hocalar var, sırf bizim bölümde de değil. Ben mesela son senemde siyaset ve sosyolojiden çok ders almıştım. Üstelik, bir işe başvururken, diplomanın üzerinde hangi üniversitenin yazdığına çok dikkat ediyorlar hâlâ.

Uygulama bazında okuldan çok fazla şey aldığımı söyleyemem. Galatarasaray Üniversitesi kuramda daha iyidir. Ama bizim okuldaki öğrencilerin hepsi de bölümlerine isteyerek gelmiş oldukları için, daha okurken staj yapmaya çok hevesli olurlar. Hocalar da genelde iyi bağlantılar sağlarlar. Çokça staj yaparsın ve pratiği de oradan kaparsın.

Üniversite de staj yapmaya destek veriyor yani. Çünkü, kiminin gözünde staj yapmak “fotokopicilik”le eş değerdedir…

Bizim okulda hiç öyle değildir. Mesela zorunlu staj yoktur bizim bölümde, ama benim dönemimde olup da staj yapmayan insan görmedim. Çünkü staj yapılmadığı takdirde iş bulunamayacağının bilincindeydik. Sadece işi öğrenmek için değil, bağlantı kurmak için de çok önemli bir süreçtir staj; böylece sektördeki insanları görürsün. Bununla birlikte, benim çalışabileceğim alanlar belliydi; gazetede çalışabilirsin, dergide çalışabilirsin, televizyonda çalışabilirsin… Bunların hepsini denemek istedim. Hangisini istiyorum, hangisini istemiyorum, karar vermiş oldum böylece. Karar verme konusunda yardımcı olan bir süreçti staj.

Son bir soru daha: Bu bölüme girerken ne bekliyordun, çıktığında ne oldun? Ne umdun, ne buldun?

Başta, ben de Coşkun Aral’ın yolundan gideceğimi düşünüyordum; ama bir süre sonra, televizyonda kamera önünde olmayı sevmediğimi anladım. Daha çok arkada çalışmayı, prodüksiyon işinde ve metin yazımında yer almak istediğimi gördüm. İlk hayalimden başka işlere kaydım yani. Öte yandan, bizim alanda, “Bu işle başladın, demek ki ömrünün sonuna kadar bunu yapacaksın,” diye bir mantık olmadığı için, alanım beni hayal ettiğim her bir noktaya taşıdı.

Şu ünlü, “Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?” sorusunu sormayacaksınız belki, ama diyeceğim son bir söz var: “İçlerinden geleni yapsınlar ve kendilerine inansınlar,” gibi bir laf vardır ya, gençlere söylenen, onu aynen ben de söyleyeceğim. Ama elbette, bir mantığa oturtarak… İçinden geleni yapmak, kendine inanmak, evet, ama sorumluluk almayı bildiğin sürece. Malum, bizim memlekette keyfine göre iş yapmak, sorumluluk almamak, işler sarpa sarınca da hatayı başkalarına yüklemek meşhurdur. İşte bundan kaçının. Lütfen.

1 Ocak 2015 Perşembe

DÜŞ KAZANI | Tanrı Ruhlu Bir Çocuk: Poseidon

ECE İREM DİNÇ – 1 Ocak 2015

Etrafı bunca mavilikle kutsanmış bir toprağın insancıkları olarak tüm denizlerin gözümüze fer, yüreğimize ferahlık getirmesi umuduyla…

(Resim: Walter Crane)

“Buradan dışarı bir yol olmalı,” dedi Poseidon.“Çünkü denizler boğuşuyor içimde ve gerçektenasıl yaşamak istediğimi bir türlüanlatamıyorum kimselere…”

Boğuk uğultuların kıyısında, tanrı tuhlu bir çocuktu Poseidon.

Denizlerin tartışmasız efendisiydi. Ege’yi sarsan depremlerin ve öteki yıkımların babasıydı. Üç dişli yabasının bir vuruşuyla rüzgârları, toprağı ve denizi allak bullak edebilecek kadar kuvvetliydi. Bir buyruğuyla, güzelim Ege’yi gelinlik kızlar gibi ışıkla çevreleyen bütün o limanları sonsuzluğa gömebilirdi. Ölü denizcilerle dostluk eder, oturduğu derinliklerden insanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen kavgasını seyrederdi.

Salt ve fırtınalı yaşamına rağmen, kimi zaman deniz kıyısında oturmuş tuz kokulu, küçücük bir çocuktu o. Oynamak üzere doğduğu “Tanrı” rolünden sıkılır, denizlerden öğrendiği hayatı, insanların adına “yaşamak” dediği telaşın kendisiyle kıyaslardı. “İnsan, yahut bir Tanrı,” diye mırıldanırdı sonra, “kim olduğumuzun bir önemi yok aslında. Yaşamak, bir sır gibi zamanını bekliyor. Yaşamak, ne yapsak gene de ulaşmıyor kıyılarımıza…”

Öfkeli olduğu kadar da huzursuz bir tanrıydı Poseidon. Yeryüzündeki tüm insanlar onun gazabından korkar ve bu öfkenin sebebini sual ederdi. “Kavga biriktiriyorum ben,” diye yanıt verirdi Poseidon. “Yer âleminin bütün kavgası sularıma yansıyor. Kaç zamandır buradayım, hiç bilmiyorum. Saymadım gelip geçen zamanı. Kaç yaşındayım sahi? Tanrılara yaş sorulur mu? Zaman, bir tanrı içine ne tuhaf bir kavram… Canlılar için ilerleyen bir hayat demek zaman, benim içinse koca bir hiç. İlerleyen ama bir türlü kapıya varamayan koskocaman bir hiçlik. Kim bilir, belki de bütün öfkem bundandır. Sizi kutsayacağı yerde lanetleyen sularımın öfkesini anlamanız çok zor. Fakat bir parça da olsa benziyoruz birbirimize. Tıpkı uyuyanlar ile ölüler gibiyiz.”

Poseidon henüz küçük bir oğlan çocuğu iken, günün birinde annesi Rheia ona büyüdüğünde ne olmak istediğini sorar. “Ölümsüzlerin en yakışıklısı ya da en parlaklar arasında bir neşe dağıtıcısı olabilirsin mesela,” der. “Belki de Cezalandırılmış Büyüklerin Efendisi…” Poseidon bir an durup, düşünür ve hemen sonra, “Hayır,” diye söylenir. “Hani şu masmavi suların her şeyi sildiği kıyılar var ya, işte ben hem o kıyıların hem de o suların sahibi olmak istiyorum ve bütün o boğuk uğultuların tanrısı…”

En nihayetinde öyle de olur. Babasından armağan üç dişli yabasıyla nice fırtınaya yol verip, batırdığı teknelerin sayısınca sürgün uğultusu bırakır geride. Bazen de durup dururken yakut kanatlı öfkesini susturup, ansızın yatıştırıverir dalgalarını. Kayalıklara oturmuş gemilere doğru uzanıp, zavallı deniz yalnızlarını ölüm tenhalarından kurtarır. Tüm mitolojik tanrılar içinde hayata en çok benzeyendir Poseidon. Sularındaki şiddettir onun sırrı. Tıpkı kimi zaman sevinci ve kimi zaman da hıncıyla kadim bir sırrı heceleyen hayatın ta kendisi gibi… Yaşamak çünkü, bazen dalgalanmaksa bazen de durulmaktır; direndikçe çoğalmak ve direndikçe azalmaktır.

Hey gidi Poseidon, boğuk uğultuların kıyısında tanrı ruhlu bir çocuk. Biliyor musun, bir küçük şiirdir artık bu koyu uğultu… Öyle ki, biz insanoğlu bugün bile hâlâ yaşadığımızı anımsamak için koşup koşup geliyoruz kıyılarına. Tüm şiddetine rağmen gene de huzuru muştuluyor dalgaların. O vakit gelsin mavilikler, gelsin sular, gelsin hayat… Her ne gelecekse başımıza, dalıp dalıp düşündüğümüz o derinliklerden gelsin. Çünkü her şeyi siliyor bir deniz ve, “Denize bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir,”[1] diyor namlı bir şair.

Etrafı bunca mavilikle kutsanmış bir toprağın insancıkları olarak tüm denizlerin gözümüze fer, yüreğimize ferahlık getirmesi umuduyla…

Ya da Poseidon’un deyişiyle;

Damla damla mavi ve damla damla hayat!

 

[1] Cahit Zarifoğlu’nun, “Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir,” dizesinden.