29 Aralık 2015 Salı

15’ten 16’ya…

Geride bırakmakta olduğumuz yılda hayatımızda giderek daha fazla yer edinen siber dünyadaki gelişmeler gelecek yılda nasıl şekillenecek? Özellikle firmalar hangi gelişmelere dikkat etmeli?

Son birkaç yıldır günlük yaşamımızda giderek daha fazla yer ve zamanı işgal eden siber dünyanın etkilerinin genişlediği bir yıl oldu 2015.  Özellikle en yoğun dönüştürücü etkiler ise yayıncılık ile ona bağlı olarak reklamcılık ve halkla ilişkiler sektörlerinde hissedildi. İnternet ve mobil yayıncılık gelirlerinin Türkiye’de yayıncılık tarihinde bile ilk kez basılı yayınları geçtiği ve özellikle ABD’de televizyon gelirlerinin dahi yakalamak üzere olduğu yeni bir dönemin kapılarını da açtı 2015. Bu yıl içinde siber dünyanın etkin faydasını ilk defa tanıtım, reklam gibi araçlar üzerinden deneyimleyen ticari kurum ve kuruluşların 2016’da bu dünyanın farklı yönlerini de keşfetmesi, kuvvetle muhtemel. Bu bağlamda gelecek yıldan itibaren özellikle ticari kurumların dijitalleşmeye gündemlerinin ön sıralarında yer vermelerini bekleyebiliriz. Bu, ülkenin ya da dünyanın konjonktürü nasıl gelişirse gelişsin, geri çevrilemez bir gidişat; çünkü refah ve büyüme durumunda rekabette öne çıkma, kriz ve küçülme senaryosunda ise tasarruf ve verimlilik için en etkin araç ve yöntemler İnternet’te ya da mobil ağlarda; yani siber dünyada!

Önümüzdeki yıl hangi sektör olursa olsun iş süreçlerini dijitalleştirebilen şirketlerin yılı olacak. Bu dönüşümü yapan sektörün herhangi bir oyuncusu birden bire öne fırlayacak, eğer sektörün mevcut hiç bir oyuncusundan gelmezse bu hamle, dışarıdan gelecek bir girişimci tarafından yıkıcı yenilik (disruption) olarak gerçekleşecek ve o sektörün kuralları tamamen değişecek. Google’ın artık Türkiye ve dünya reklam pastasından aslan payını alması, sahibinden.com ve gittigidiyor.com’un ilan pazarının ana oyuncuları olması ya da geleneksel tacirlerin “dükkan alışverişi” iş modelinin e-ticaret oyuncuları tarafından “sanal dükkan alışverişine” dönüştürülmesi gibi örneklerin 2016 yılında farklı sektörlere de sıçraması kaçınılmaz.

Peki bu nasıl olacak? Dijital dönüşüm ve yıkıcı yenilik nasıl ve ne ile gerçekleşecek?

Bu sorunun yanıtı üç sözcükte gizli; Veri, İçerik ve Ağ…

Üretim, pazarlama ve yönetim döngüsünü içerik, veri ve ağ bileşiminden oluşan bir dönüşümle siber dünya ile tümleştirebilen kurum ve kuruluşların öne çıkacağı bir yıl olacak 2016.

Kuşkusuz bu kadar radikal bir dönüşüm tek bir yılda tamamlanamayacak kadar geniş ve derin bir süreç. Ancak yavaş yavaş tüm sektörlerde konuşulmaya başlayan Dijital Ağ, İçerik Pazarlama, Büyük Veri, Nesnelerin İnterneti gibi tek başına gücü sınırlı kavramların birkaçını bir araya getirme becerisini gösterip bunu iş süreçlerine rekabet ve verimlilik olarak yansıtmaya başlayacak firmaların sadece inovasyon olarak değil iş sonucu olarak da hasılayı toplayacağını göreceğiz önümüzdeki yıldan itibaren. Bu dönüşümü destekleyen giyilebilirleşen mobil cihaz ve platform çözümlerinin İnternet’e bağlı akıllı nesnelerle/robotlarla haberleşerek elde edilen devasa verinin bulut tabanlı sunuculara depolandığı ve bu sayede zaman-mekan sınırlarını ortadan kaldıran yapay zeka temelli üretim-pazarlama-yönetim sistemlerine daha fazla yatırım yapılacak 2016’da ve  sanırım ilk kez dijital dönüşümün ekonomiye doğrudan katkısını hem dünyada hem de Türkiye’de rakamsal boyutlarıyla hissedeceğiz. Kuşkusuz bu olumlu gelişmelerin yanında bu iş süreçleri üzerinden türeyecek kişisel mahremiyet ile veri etiği ihlalleri, siber savaş ve Yeni Medya üzerinden dezenformasyon, manipülasyon gibi olguların hayatlarımızı her geçen gün daha da iğdiş edeceği ve bunlara karşı seslerin de artacağı ve bu bağlamda veri-içerik-ağ tümleşik kullanımı sonucu farklılaşacak güvenlik-özgürlük dengesinin de daha fazlasorgulanacağı bir yıl kapımızda.

Görüldüğü gibi bizi olumlu ve olumsuz gelişmelerin bir arada olacağı karma karışık bir 2016 bekliyor ama yine de iyimserliğimi koruyarak herkese mutlu bir yeni yıl dilerim. Kutlu olsun!

26 Aralık 2015 Cumartesi

Eşsiz Chaplin

SEVİN OKYAY – 26 Aralık 2015

Onu düşündüğümüzde akla başka karakterler de gelir ama, Chaplin demek aslında The Tramp / Küçük Serseri demektir. 1914 tarihli Kid Auto Races at Venice’ten sonra Charlie Chaplin adı uzun yıllar bu serseriyle birlikte anıldı. Chaplin onu çabucak, o anda stüdyoda elinin altında ne varsa onlarla yaratmıştı, ama unutulmaz bir karakter oldu. Şalvar pantolona karşılık daracık ceketiyle, koca papuçları ve komik şapkasıyla dönemin en sevilen karakteriydi. Chaplin’in uzun süre sinemadaki ses devrimine karşı direnerek pandomim kullanmaya devam etmesi de “Serseri”sini sadece İngilizce bilenlerin değil herkesin anlamasını sağlamıştı.

Charlie Chaplin bu ı terk edeli otuz sekiz yıl oldu. Gelmiş geçmiş en iyi sinemacılardan, aktörlerden biriydi, sinema dilinde devrim yapmıştı. Dünyanın en sevilen karakterini yaratmış kişi olarak, olağanüstü yeteneğinin karşılığını almıştı, ama çocukluk yıllarında çektikleri sinemadaki başarısıyla birlikte silinip gitmedi. Charlie Chaplin daha sonraki yıllarda da dışlandı, sürgün edildi, ülkesine ihanetle suçlandı. Genç kızlarla evlenmek istemesi aleyhinde kullanıldı. Öte yandan, bu suçlamaların büyük kısmı McCarthyciler, FBI ve başını Hedda Hopper’ın çektiği basının vurduğu yaftalardı. Çok evlenen Chaplin’in genç eşi, oyun yazarı Eugene O’Neill’in kızı ve aktörün sekiz çocuğunun annesi Oona O’Neill ise ona toz kondurmadı hiç.

Küçük Charles Spencer Chaplin, azimli bir çocuktu. İlk yılları büyük bir yoksulluk, açlık ve yalnızlık içinde geçmiş, Güney Londra’nın en yoksul kesiminde yaşamıştı. Sonraları sessiz filmlerinde bu temaları sık sık kullanacaktı. O yıllarla bağlarını koparmamanın aktöre çok yararı oldu. 1921’de, 1931’de ve 1952’deki Limelight’tan sonra Londra’ya döndüğünde çocukluğunun yoksul sokaklarını mutlaka tek başına ziyaret ederdi. Limelight’ın mesleğinde düşüş yaşamış kahramanı Calvero’nun da Chaplin’in çocukluğuna benzer bir çocukluğu olduğu anlaşılıyor.

Charlie ile kardeşi Sydney, müzikhol komedyenleri Hannah Chaplin and Charles Chaplin SR’ın oğullarıydı. Sahne adı olarak Lily Harley’i kullanan güzel anneleri, oyuncu ve şarkıcıydı. Operet alanında kendine isim yapmıştı. Ne yazık ki, yetenekli babası alkolden ölürken annesi de çıldırdı ve bakamadığı iki oğlunu bir ıslahevinden diğerine göndermek zorunda kaldı. İki kardeşin yoksulluktan kurtuluşu ise tiyatro sayesinde oldu. Charlie zaten 1894’te sahneye çıkmıştı. Meslek hayatına ise Sherlock Holmes’da (1903-06) gazeteci çocuk Billy’yi oynayarak başladı, vodvil tiyatrolarında pandomimci olarak çalıştı. Sonunda da Amerika’ya gitti ve orada Karno pandomim grubuna katılıp altı yıl onlarla turneye çıktı.

Topluluk 1912’de yeni bir tur için Amerika’ya döndüğünde ise nihayet kamera karşısına geçti ve esas şöhrete sinema sayesinde kavuştu. İlk kontratını, 1913 Kasım’ında Making a Living filmi için Marc Sennett ve şirketi Keystone ile yaptı. Haftada 150 dolar alıyordu. Seyirciler onu bağrına basınca, diğer yapımcılar da bu İngiliz komedyenle ilgilendi. 1915’te unutulmaz karakterinin adını verdiği filmle ilk kez seyirci karşısına çıktı: The Tramp. 1916’da 12 tane iki bobinlik komedi için Mutual Film ile anlaştı. 1918 başında ise kendi filmlerini yazıp çekmeye başladı.

İlk tepkilerle de Birinci Dünya Savaşı sırasında karşılaştı. Amerika’da yaşadığı için İngilizler onu kaçaklık ve ödleklikle suçladı. İlk evliliğini 1918’de Mildred Harris ile yaptı, oğlu Norman Spencer üç gün yaşadı. 1920’lerin başında Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve D.W. Griffith ile kurdukları United Artists ile çalışıyordu. Bu ortaklık The Kid, The Gold Rush / Altına Hücum, City Lights / Şehir Işıkları, Modern Times / Asri Zamanlar ve The Great Dictator / Büyük Diktatör gibi klasik filmlerini yapmasıyla sonuçlandı.

Yepyeni film teknikleri kullanırdı ama sırrını açıklamayı sevmez, bir sihirbaz gibi  kendine saklardı. Gene de, asla bitmiş bir senaryoyla çalışmadığı, esprilerle diyalogları sette bulduğu bilinir. Çoğu kez sessiz sinemanın diğer büyük komedyeniyle, Buster Keaton’la karşılaştırılmıştı. Kuşkucu Keaton’a göre Chaplin’in daha duygusal, dokunaklı hikâyeleri tercih ettiğini söylemek mümkün. Chaplin’in bir özelliği de, filmlerinin çoğunun müziğini kendisinin yapmasıdır. Modern Times için bestelediği Smile, daha sonra Nat ‘King’ Cole’un sesiyle İngiltere’de iki numaraya tırmanmıştı. Sinemaya sesin gelişine de uzun süre direnmişti.

Amerika’nın kara döneminde senatör McCarthy onu komünistlikle suçladı. İlk sesli filmi The Great Dictator (1940) da, onlara göre bu iddiaları pekiştirdi. Ama film 5 milyon dolar gişe yapıp 5 Akademi ödülü kazandı. McCarthyciler yılmadı, 1947 yapımı Monsieur Verdoux’yu da eleştirdiler. 1952’de Chaplin, Sahne Işıkları’nın prömiyeri için Avrupa’ya gitti. ABD onun dönmesine izin vermeyince de İsviçre’ye yerleşti. 1972’de sinemaya hizmetlerinden ötürü bir Oscar almak için dönmesine izin verildi. Bu tören, Chaplin ile sinema endüstrisinin barışma töreni oldu. 1975’te de Kraliçe ona asalet payesi sundu.

Charlie Chaplin çocukluğundan beri hayatla mücadele etti. Bu mücadeleyi kazandığına hiç şüphe yok.  Güney Londralı yoksul çocuk, gelmiş geçmiş en büyük aktör ve sinemacılardan biri, belki de birincisiydi.

 

24 Aralık 2015 Perşembe

Yılın Telif Kitabı Ödülü Ahmet Büke’nin!

Dünya Kitap dergisinin 23 yıldır verdiği “Yılın En İyileri” ödüllerinin çeşitli başlıklardaki 2015 kazananları açıklandı. Çağdaş edebiyatımızın öykü anlatıcısı Ahmet Büke’nin, ON8 Blog’daki “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi” adlı köşesinde yazdığı öykülerin bir araya geldiği İnsan Kendine De İyi Gelir adlı kitabı “Yılın Telif Kitabı” ödülünü aldı.

Doğan Hızlan, Selim İleri, Başar Başarır, Yekta Kopan, İlknur Özdemir, Dünya Kitap Yayın Yönetmeni Faruk Şüyün ve Dünya Gazetesi Temsilcisi’nin yer aldığı seçici kurul, Ahmet Büke’ye bu ödülü “edebiyatçı için çok zor olan düzenli aralıklarla yazma disiplini ile internet ortamında vücuda gelmiş çalışmalarında nitelikli, güleryüzlü, bugünün dilinde konuşan, umut dolu bir dünyayı bize önerdiği; kitabında bir araya getirerek yaşam sevinci sunan öyküler bütününe dönüştürdüğü için” verdiğini açıkladı.

Kitapları, Oğuz Atay Öykü Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı ile Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin (ÇGYD) Yılın Gençlik Romanı Ödülü gibi saygın ödüllere değer görülen Ahmet Büke, bir yıl boyunca her hafta ON8 Blog’daki köşesi “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi”nde öyküler yazdı. Yazarın yeni öyküleriyle blog öykülerinin bir araya getirildiği ve karakterlerin öyküden öyküye atladığı seçki, İnsan Kendine De İyi Gelir adı altında yayımlandı. Ödüllü ilk gençlik romanı Mevzumuz Derin’in ardından, blogda bir yılı aşkın sürdürdüğü öykü deneyimini de kitapla bütünleştiren öykücü, ON8 Blog’da her pazartesi yeni yeni öyküler yazmaya devam ediyor.

“Hakikatin Z. Hali”ni anlatan öyküler:

Ana babasız, aile büyükleriyle kalmış bir çocuk… Mahallenin Arap Hatçam Teyze, Bakkal Nihat, Berber Kâzım gibi hayli garip, pek müstesna karakterleri… Toplumsal tarihimizin acı tatlı anılarına takılan bir kişisel tarihin izinde öykü öykü saat kaç!..

Kitaptaki “Bazen İyi Doyarız” adlı öyküden tadımlık:

Bir tencere kuru fasülye bir sarayın hazinesinden daha kıymetliydi o gece. Çünkü hava iyice serinlemişti ve işsizler eski kilisenin bahçesinde kediler, salyangozlar, kulaklı orman baykuşları ve kırmızı Kaliforniya solucanlarıyla birlikte toplanıyorlardı.

İyi yedik o gece.

Çok iyi yedik.

Epey doyduk yani.

22 Aralık 2015 Salı

İçinizden mektup yazmak gelecek

İrem Uşar’ın ON8 Kitap’tan çıkan romanı “Ben Ayrıkotu”, milletin kafasını Whatsapp’ten kaldırmadığı bir zamanda, içi elma dolu kurabiyeler gibi, mektup yazmanın / mektup almanın sıcaklığıyla dolu bir kitap.

(Milliyet Kitap, Elif Türkölmez, 20 Kasım 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

17 Aralık 2015 Perşembe

Kalbe Yürüyen İğne

“Bir devri daim işidir yazmak,boyuna kelimeler ve sen yer değiştireceksin…”Sevim Burak(Mach I’dan Mektuplar)

“Bu dünyayı izleyenler için bir halt yok. Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım,” demişti yayımladığı ilk kitabının ardından. “Ben, dünyasını kaybetmişler için yazacağım. Kendim için yazacağım. Erken bunamışlara, hayalperestlere, çok acıklılara, bu dünyadan gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım.”

Sevim Burak’tan söz ediyorum. Yazıyla olan ilişkisi alışılmışın dışında bir kadındır o. Tek boyutlu kâğıtlar üzerine not edilen hikâyelerden haz etmez. Kelimeler onun için adeta bir heykeltıraşın çamuru, mermeri kadar elle tutulur bir varlığa sahiptir. Öyle ki, anlamı yakalamak pahasına, gerekirse kelimelerden bile vazgeçebileceğini iddia eden Burak, kendi icat ettiği bir tür bilgisayar öncesi “kes-yapıştır” yöntemiyle çalışır. El yazısıyla yazdığı metinleri birkaç kopya hâlinde daktilo eder, sonra da bunları kesip birbirine iğneleyerek evdeki perdelere tutturur. İğnelenmiş sayfaları tekrar tekrar söküp birleştirir, yeniden ve yeniden onlarca kez yazar. Cümlelerin tırmandığı tül perdeler, onun çalışma yeridir.

“Yalnız içinden görebilirsin kendini ve asıl konsantre olduğun kargacık burgacık dizeler – laf dizeleri – bir daktilo üstünde geçer – sonra kesip alt alta üst üste yapıştırır, eğilir bükülürsün yerlerde. Halıların üstünde fal açar gibi yan yana getirirsin tutmaz, tutmaz. Yani fal bir türlü açılmaz. Ev dar gelir… İğneleri alır, perdelere tutturursun kelimeleri. Duvarlarda saç lülesi gibi kâğıtlar…”

Hüviyet teması, görünmek, saklanmak, göründüğü gibi olmak ya da olmamak, özellikle ilgi alanıdır Sevim Burak’ın. Başkasının kılığına girmenin kendi yazı tekniğinde ne denli önemli bir yeri olduğundan bahseder ve kendisinin de sadece yazdığı kişilerle, nesnelerle değil, daha da ileri giderek, kelimelerle yer değiştirdiğini söyler. Ona göre, yazmanın kendisi, bu yer değiştirme sürecidir.

“Gözlerimi, kulaklarımı, kalbimi kapatmalıyım bütün güzelliklere, zenginliklere ki aklım herkesin görüp sevdiği şeyleri görmesin, güzelliklere dalıp yanlış düşüncelere kapılmayayım. Sevgi mevgi isteyip kendi kendimi kandırmayayım… Sonra yaşam beni cezalandırır, yazamam.”

Her okuyuşumda beni yazgımın o sessiz boşluklarından birinde hayallere daldıran Burak’ın tiyatro metinlerini özellikle severim. İskambil ya da el falına bakar gibi baktığı kelimelerin dünyasında kendisini her şeyden soyutlayarak, sadece ve sadece yazının pelür zarfına bürünmeyi seçen bu kadının enteresan âleminde gezinmekten hoşlanırım. Onun hikâyeleri mizahi olduğu kadar da öfkelidir bir yanıyla. Ve yaralı… Metin Altıok’un dediği gibi, “kelime” zaten özü itibariyle yaralanmak anlamına gelen “kelem” sözcüğünden türer ve insan yazdıkça, hikâyeler anlattıkça yaralarını gösterir diğerine. Burak için de önemli bir meseledir yaralar ve yaralanmalar. 1970’lerin başından itibaren boğuştuğu kalp hastalığı, doktorlar, ameliyatlar ve kaygılar onun edebi mizacını baştan sona yeniler. Neşesinin ve parlak kişiliğinin içinden zaman zaman fışkırıveren aşırı öfkeli üslubunda hep hasta, yaralı ve endişeli bir kadının can havliyle kelimelere sarılışı sezilir. “Ah Ya Rab Yehova” hikâyesinde bir imgeyle, kahramanlarından birinin kalbine doğru yürüyen iğne olarak, en derin yarasını okurlarıyla paylaşır.

“İğne kalbime doğru yürümeye başladı. Göğüs kafesinden hareket eden dikiş iğnesi şiddetli ağrı ve sancıyla kalp yoluna girmiş, sonumuzun geldiği şüphesini uyandırmış, bu hengâmeyle bodruma koşulmuş, kapı açılmış, yeleğimin iç cebinden kibrit çıkartılmış, tutuşturulmak üzereyken sancı kesilmiş ve iğnenin yürümesi durmuş. Yani Ecel, bizimle alay ediyormuş…”

30 Aralık 1983’te hayata veda eden Burak için ölüm saati şüphesiz ki biraz erken çalar. Daha ilk kitabında, “İki Şarkı” hikâyesinde cesurca ve kendine özgü mizahıyla sonunun ne zaman geleceğini sorgulamıştır zaten. Yine de, ölümden söz etmeden önce söyleyecek pek çok sözü olan Burak, onlarca düşsel metni ölüm için ayırıvermiştir hayattan, ansızın…

15 Aralık 2015 Salı

Bir blog macerası

Etrafımızdaki insanlara, kimi zaman hayvanlara hatta nebata iyiliğimiz dokunduğu olur. Bir gülümseme, samimiyetle dert dinleme, bazen sevinci, bazen kederi paylaşma karşımızdakini mutlu eder.

(TRT Vizyon Dergisi, Mine Sultan Ünver, 1 Aralık 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

12 Aralık 2015 Cumartesi

Akılları başa alma zamanı

Dijital dönüşümün baş döndürücü hızı insanlığı, baş etmekte zorlanacağı bir dönemin eşiğine getirdi. Mesele, eğitimden işe ve hatta yaşam biçimine herşeyin hızla dönüşmeye başlayacağı bir dünyada nasıl yer alacağımızda.

Dünyanın gözü kulağı Orta Doğu’da; ekranlarda görüntüleri akan hemen yanı başımızdaki çatışmaların Doğu-Batı eksenli küresel bir savaşı tetikleme olasılığını kaygıyla izliyoruz. Umarız 3. Dünya Savaşı senaryoları gerçeğe dönüşmez ancak dünyanın farklı coğrafyalarında halihazırda gerçekleşmekte olan bir “sessiz devrim”, sonuçları itibarıyla tüm insanlığı buna benzer bir radikallikte etkileyeceğe benziyor. Kimi çevreler tarafından “3. Endüstri Devrimi” (Endüstri4.0, vs.) olarak adlandırılan ancak biçim ve etki alanı olarak endüstri kavramını aşan niteliklere sahip bu olgu, içinde Akıllı Robotlar, Yapay Zeka, Makineler arası iletişim (M2M), Akıllı Şehir, Nesnelerin İnterneti gibi bugünlerde dillerden düşmeyen bir çok terimi de barındırmakta. Son yıllarda basit ve daha yerel uygulamalarını da görmeye başladığımız bu “sessiz devrim” giderek büyük ölçekli uygulamalara doğru evrilmekte. İşte bu aşamada baş döndürücü bir hıza ulaşacak bu radikal dönüşümün insanlığı nasıl etkileyeceği de, 2016 yılından itibaren kamuoyunun gündeminde daha fazla yer işgal edecek.

Bu yıl içinde yayınladığı “Robotların Yükselişi; Teknoloji ve işsiz bir gelecek tehdidi” kitabıyla 2015 Financial Times ve Mc Kinsey en iyi iş kitabı ödülünü alan Martin Ford da, geçtiğimiz hafta bu konuya ilişkin çarpıcı bir yazı yayınladı. Yazısında, robotlaşma maliyetlerinin mevcut iş gücünün istihdamını imkansızlaştıracak şekilde düşüş gösterdiğini ve artık aranan işgücünün ağırlıkla işin kendisini yapan mavi yakalılardan robotun çalışma sürecini tasarlayacak, kodlayacak ve uygulayacak becerilere sahip beyaz yakalılara doğru evrilmekte olduğunu vurgulayan Ford, ancak asıl sıkıntının bu beceri seviyesine sahip insan gücünün bulunmamasında yaşandığının altını çizmiş ve robotların giderek akıllanacağı ve çeşitli iş süreçlerinin kontrolünü ele alacakları bir çağda bunun yeni sorun ve tehditleri beraberinde getireceğini işaret etmiş.

Ford’un kitabında ve yazısında işaret ettiği bu durum, aslında hem nicelik hem de nitelik boyutlarıyla karşımızda. Her ne kadar kendisi bu sorunların tek başına eğitimle çözülemeyeceğini söylese de kişisel olarak eğitimin sorunun çözümü için iyi bir başlangıç olacağı kanaatindeyim. Ancak mevcut eğitim modelini radikal biçimde yeniden yapılandırmak koşuluyla. Bu bağlamda özellikle mesleki ve üniversite eğitimindeki tüm uzmanlık alanlarının gözden geçirilerek nitel ve nicel ağırlığın tasarım, kodlama ve uygulama odaklarına kaydırılması ve bu odak alanlarının hem kendi aralarında hem de bunun dışındaki diğer alanlarla interdisipliner çalışmasını konusunu pratik ettirmek gerekli.

Örneklersek; çok yakın bir gelecekte bir gıda firmasının organizasyonu üretim ve dağıtımı süreçlerinde çalışacak akıllı robotlar, ar-ge, satış-pazarlama ve yönetim süreçlerinde kullanılacak yapay zeka sistemleri ve bunların dış dünyayla ilişkilerini sağlayacak İnternet nesneleri ile tüm bunların hep birlikte çalışmasını tasarlayacak, kodlayacak ve uygulayacak ama bunların ahenkle çalışmasını sağlayacak becerilere sahip bir ekipten oluşacak ve bu ekip üretip dağıttıkları gıda ürünlerinin marketlerden yapılan satışlarını (rakiplerin satışlarını ve hatta satışla ilgili diğer konjonktürel gelişmeleri de) İnternet nesneleri üzerinden gerçek zamanlı biçimde toplayıp bunu şirketin yapay zeka sistemine aktararak onun kararıyla anında İnternet bağlantılı üretim robotlarına aktaracak ve üretim-dağıtım süreçlerini çok daha esnek biçimde düzenleyip rekabet ve verimlilikte sıçrama yapacak.

Kuşkusuz bu senaryoyu şu anda kısıtlı biçimde de olsa hayata geçirmeye  çalışan kurumlar dünyada da, Türkiye’de de var. Ancak hepsinin ideale ulaşmalarındaki temel sorun, interdisipliner beceriye sahip işgücü. Eğer devletler ve iş dünyasının patronları bu soruna sözünü ettiğim şekilde yaklaşmaz ve eğitim-istihdam politikalarını bunu göre düzenlemez ve olaya salt robotlaşmanın olarak bakarlarsa bunun getireceği şey, rekor sayıda işten çıkartma ile işsiz kalan mavi yakalılar, yıllarca çeşitli seviyede ‘eğitim’ almış ama uygun beceriye sahip olmayan genç nüfus ve bu kitlelerin getireceği sorunlarla uğraşmak zorunda kalacak ülkeler.

Tabii akıllanmış ve yavaş yavaş hayatlarımızı kontrol altına almaya başlayacak robotlar da ‘cabası’.

 

Keyifli günler ve heyecanlı bir akşam

SEVİN OKYAY – 12 Aralık 2015

Mesleğim sorulunca “Çevirmenim,” demesem de, çeviriyle yakın bir ilişkim var. Her şeyden önce, beraberliğimiz elli yılı aşmış. Ona bakarsanız, edebiyatla beraberliğim de yetmiş yılı bulmuştur. Çünkü okuma yazma öğrenmeden önce akşamları yatma vaktinde annem bana sevdiğim kitapları okurdu: Tom Sawyer, Oliver Twist, Polyanna, Küçük Kadınlar. Doğrusu bunları kimin Türkçe’ye çevirdiğini düşünmek aklımdan geçmezdi.

Ancak birkaç yıl sonra bu sorunun cevabını merak etmeye başlamış, çevirmen isimleri ezberlemiştim. Aralarından biri de, o sıralar bunu bilmesem bile, daha sonra LCC’de İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çeviri öğretmenim olacaktı. Seniha Yazıcıoğlu’nun acemilere yol gösteren öğütlerinin içinde, en fazla şunu sevmiştim: “Cümleyi kuyruğundan yakalayın.” Gerçekten de, yapması o kadar kolay olmasa da fevkalade faydalı bir öğüttür.

Kasım ayı içinde İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) tarafından bir yıl önce vefat eden Talât Sait Halman adına düzenlenen çeviri yarışmasının jürisine davet edildiğimde, çeviri ile uzun yıllar geçirmiştim. Hatta Kutlukhan ile ikimiz, “Harry Potter” sayesinde, bu meslekte pek olmayan bir şeyle karşılaşmış, çocuklar tarafından tanınan çevirmenler olmuştuk. Alberto Manguel’in Hayali Yerler Sözlüğü sayesinde iki kişinin nasıl bir tek kitaba üçer buçuk yıl harcadığını yaşamış çevirmenler… Yani, hayli tecrübe sahibiydik.

İyi de olmuş, çünkü Halman jürimiz çok sağlam bir jüriydi: Doğan Hızlan başkanlığında Yiğit Bener, Ahmet Cemal, Kaya Genç ve bendeniz. Bu ilk yılın bir cilvesi olarak, çok az vaktimiz ve 40’tan fazla kitabımız vardı. Bu da, çeviriler ile orijinalleri karşılaştırmak için de çok az vaktimiz olduğu anlamına geliyordu. Yiğit hemen listeler yapmaya girişti. Hayali Yerler Sözlüğü yüzünden bu sanatta ustalaşmış biri olarak katkıda bulundum. Arada yaptığımız jüri toplantıları, eldeki kitaplar hakkında konuşmalarımızla geçiyor, Doğan Bey’in anekdotları ve esprileriyle de daha bir renkleniyordu. Ama bizlerde de yeterince anekdot vardı.

Ne de olsa, 35’inin altındaki Kaya, sahiden de genç olsa, Yiğit Bener yaş ortalaması temsil etse de, Ahmet’le ben yaşıttık, Doğan Bey bizden biraz büyüktü. Yani hiçbirimizin hayatının baharında olduğu söylenemez. Tecrübe açısından bakarsanız, faydaları var elbette.

Herkesin seçtiği bir ya da iki kitap belli olunca, o kitapları bütün jüri üyeleri okudu. Yeniden tartıştık ve sonunda Siren İdemen’in çevirisini seçtik. Metis Yayınları’ndan çıkan bir George Perec kitabı: La Boutique Obscure: 124 Rêves /  Karanlık Dükkan: 124 Rüya. Ödül töreni akşamına kadar herkes sus pus oldu, ama Martı Otel’e gelenlerin hepsi ödülü kimin aldığını biliyordu. Tevekkeli Doğan Bey bize dememiş, “Edebiyat dünyasında hiçbir şey gizli kalmaz,” diye. Sahiden de kalmamıştı.

İKSV’nin ilk edebiyat ödülü töreni hepimizi memnun etti. Talât Sait Halman Çeviri Ödülü’nü alan, şahsen tanıdığım, hatta Nokta binasında birlikte çalıştığım Siren İdemen ile Metis Yayınevi temsilcileri oradaydı. Yayınevlerinden arkadaşlarımız da. İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı konuşmasında, “Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı ve ilk Kültür İşleri Büyükelçisi olan, 2008 yılında İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Mütevelliler Kurulu Başkanlığı görevini üstlenen Talât Sait Halman’ı ölümünün birinci yılında özlemle anıyoruz…” diye başladı. “Talât Bey, vakfımızın kurucusu Nejat Eczacıbaşı’nın İKSV ve İstanbul Festivali’yle ilgili heyecanlarını sürecin en başında paylaşan isimler arasında yer almış ve festivalin gerçekleştirilmesine hem dönemin Kültür Bakanı, hem de bir kültür-sanat insanı olarak gönülden destek vermişti…” Eczacıbaşı’nın ardından Talât Sait Halman’ın tiyatro oyuncusu kızı Defne Halman da bir konuşma yaptı ve babasını nasıl özlediğinden, onun ne kadar değerli bir kültür-sanat insanı, ne kadar iyi bir baba olduğundan söz etti. O da anekdotlar nakletti.  Yaşar Kemal’in babası için, “Çağımızın kültür köprülerinden biriydi,” dediğini hatırlattı. “Faulkner’ı Türkçe’ye, Sait Faik’i İngilizce’ye ilk çeviren kişiydi.” Talat Halman’ın, William Shakespeare’in bütün sonelerini çevirdiğini de hatırlatalım.

Doğan Hızlan, bir kez daha sahneye gelerek, ödülün gerekçesini açıkladı: ”Siren İdemen, yazarın kendine özgü dilini ve üslubunu Türkçe’ye büyük bir yetkinlikle uyarlamış, yazarın sık başvurduğu sözcük, hatta ses ya da ses birimi, hece düzeyindeki hınzırca dilsel oyunlar için son derece yaratıcı karşılıklar üretebilmiştir. Bunu yaparken metnin engin kültürel alt katmanlarını ve üstü kapalı göndermelerini es geçmemiş, ya metne yedirerek ya da gerekli yerlerde titiz bir çalışmanın ürünü olan yetkin çevirmen notlarıyla okurların metnin tüm katmanlarına ulaşabilmelerini sağlamıştır.” Hızlan, Metis Yayınları’na da sitem etti: “Çevirmenin isminin kapakta, biyografik bilgilerinin de kitap içinde yer almaması bizi biraz düşündürdü.”

Hızlan onu överken utanan İdemen ise, “Çevirmenlik genelde kadri bilinmeyen bir meslek, bir uğraş. İğneyle kuyu kazma uğraşı. İnsan bazen çok uzun süre emek veriyor,” diye konuştu ki, doğrudur. Hangi çevirmenle konuşsanız, haklı şikayetleri vardır. Siren İdemen, birçok yayınevinin çevirmenle yaptığı sözleşme metinlerinin bile, çevirmeni “aşağılar” nitelikte olduğunu söylüyor. Peki, memnun olduğumuz yayınevleri yok mu? Var tabii. Ya yayınevleri ile okurların hoşnut olmadığı çevirmenler? Ne yalan söyleyelim, onlar da var. İdemen, uzun yıllar gazeteci ve TV’ci olarak çalışmış, kurucuları arasında yer aldığı Express, Roll ve Bir+Bir dergilerinde muhabirlik, yazarlık ve editörlük yapmıştı. Ona göre ödüllü metnin en büyük zorluğu, yazarın kelime ve ses ‘cambazlıkları’ndan ziyade, metinde Perec’in önceki kitapları ve hayatına yapılan göndermeleri atlamamaktı.

Hepimiz için heyecanlı bir akşamdı aslında. Martı Otel’i hayatımızdan memnun şekilde terk ettik. Doğru bir çeviri seçmiştik, takdirle karşılanmıştı. Mesleki bir deformasyon olarak, jürilik görevinden de, sabahlara kadar kitap okumaktan da, törenimizden de keyif almıştık. Eh, deformasyon işte…

 

 

5 Aralık 2015 Cumartesi

Vur Yokuş Aşağı!

SEVİN OKYAY – 5 Aralık 2015

Yokuş aşağı inmek, sanki yokuş yukarı çıkmaktan kolaymış gibi görünür. Oysa, nefes tıkanıklığı gibi bir sorununuz yoksa eğer, daha kolay olan yokuş yukarı çıkmaktır. Zaten Wolfgang Herrndof’un ON8’den harika kitabı Yokuş Aşağı’nın pek heyecanlı bir bölümünde de, çocuklar hurda bir Lada ile dik bir yokuştan/eğimden indikten sonra başlarını derde sokar.

Okuduğum kitabın kahramanına sempati duymak benim için önemli. Başına ne geldiğine bile aldırmadığım karakterleri (insan olsun, olmasın) niye seveyim ki? Yokuş Aşağı / Tschick’in iki gencecik karakterini ise, daha kitabın başından bağrıma basmıştım. İnsan, yaşıtları ve yakın çevreleri tarafından dışlananlara sempati duyar. Ama Maik ile Çik de, böyle olmasa da ömür çocuklar. Daha sonra karşılaştıkları arkadaşları İza’yı da unutmayalım.

Yazar Wolfgang Herrndorf’u daha önce tanımıyordum. Neyse ki, Maik ve Çik’in maceraları onunla da arkadaş olmamızı sağladı. Yokuş Aşağı’nın bir başka ilginç yanı ise, çok sevdiğimiz Fatih Akın’ın kitabı sinemaya uyarlayacak olması. Kitapların, özellikle sevdiğim kitapların beyazperdeye aktarılması içimi hep korkuyla doldurur ama, Akın gençlerin sorunlarını iyi bilen bir yönetmen olduğu (eh, kendisi de genç sayılır) ve “yol hikâyeleri”ni ustaca anlattığı için, ona güveniyorum. Yukarıdaki fotoğraf da umut veriyor mu? Veriyor.

Ancak, bu maceranın asıl kahramanı, Wolfgang Herrndorf. Kalkmış, toplumdışı iki çocuğun anlamsız ve akıl dışı görünen yolculuğunu yazmış. Üstelik hikâyeyi kahramanlarından Maik’in ağzından anlatıyor ki, aman aman! Kendileri ergen olmayan yazarlar için mayınlı arazide dolaşıyor demektir. O yaşın konuşmasını, deyimlerini kullanacağım diye komik duruma düşmek de var, hislerini ve düşüncelerini yakalayamamak da.

Oysa, çevrelerindeki insanlara benzemedikleri gibi, sekizinci sınıf öğrencisi olmak dışında birbirlerine de benzemeyen Maik (Klingenberg) ile Çik’in (Andrej Çiçatşov) tuhaf yolculuklarını sanki kendisi de onlardan biriymiş gibi anlatıyor. Bu yolculuğun başlıca nedeni, Çik’in sınıfındaki çocuklar arasında bir tek Maik’ten hoşlanması; ikincisi de, Maik’in alkolik annesi “güzellik çiftliği” dedikleri bağımlı kliniğine yatınca, bunu fırsat bilen babasının genç sarışın asistanıyla tatile çıkması ve zaten aşk acısı çeken Maik’in yalnız kalması. Bütün bunların üstüne Çik’in “ödünç” aldığı eski bir Lada’yla görünmesi tuz-biber ekiyor. Önce Maik’in karşılıksız bir aşk duyduğu Tatjana’nın evine, çağrılmadıkları bir doğum gününe uğrayıp, sonra da Eflak yoluna koyuluyorlar. Çik, “intihar ediyorsun” denmeyecek ölçüde araba kullanabiliyor neyse ki.

Peşinen söyleyelim: Kitapta, yıkanıp da eski ve kirli giysilerini sırtından atan bir kızın doğal bir şekilde çıplak kalması dışında seksi hatırlatacak bir şey yok. Kimi büyüklere göre aksiyon da zayıfmış ama, ben çocukların yaşadıklarının eşsiz maceralar olduğunu düşünüyorum: Önce gergedana benzettikleri, sonra iyi biri olduğu anlaşılan bir hanım; bir tarikata bağlı olduklarından şüphelendiğimiz ve kurbağa gözlü çocuklarının süpermarketin yeri hariç her şeyi bildiği bir aile; bisikletli aristokratlar ve tetik parmağı yalama olmuş eski tüfek bir komünist karşılarına çıkanlardan sadece bazıları. Sağlık hizmetlileri ile kolluk kuvveti elemanlarını saymıyoruz bile.

Yokuş Aşağı’yı herkesin Catcher in the Rye’a benzetip Salinger etkisinden söz etmesine bir itirazım yok. Sadece, aynı fikirde değilim. Ama modern bir Huckleberry Finn ile Tom Sawyer’ı andırmıyor değiller. Öte yandan, kitabı yetişkinlerin daha fazla seveceği tahminlerine karşıyım. Kahramanlarımız iki ergen, hem de toplumdışı iki ergen. Bundan daha “cool” ne olabilir ki? Belki Fatih Akın…

Sonuçta Maik’in, sorunlu ama doğru dürüst yaşayan bir ailesi var. Çik ise, kendisi gibi “süprüntü” abisiyle yaşayan bir mülteci. Onun sorunları, Almanya’ya sığınmış olanların sorunlarını da yansıtıyor. Bunca sorunun en iyi yanı, çocukluktan çıktı çıkacak iki kahramanımızın, Maik ile Çik’in (kitabın orijinal adı da onun adından geliyor zaten: Tschick) nerede olduğunu bile bilmedikleri bir yere, Eflak’a, eski bir arabayla, haritasız olarak gitmeye kalkışmaları. Maceranın ta kendisi!

Maik ile Çik, nasıl ki arkadaş olmaları beklenmeyen bir ikiliyse, Wolfgang Herrndorf da bu kitabı şaşılacak arkadaşların desteğiyle yazdı. Tschick, 2010 sonbaharında yayınlandığında, birkaç aydır bir beyin tümörü nedeniyle ölümcül hastaydı. Arkadaşları için bir blog başlattı ve mümkün olduğu kadar çok kitap tamamlamak için zaman çalacağını söyledi. Sonra da bu bloğu herkese açıp adını Arbeit und Struktur / Çalışma ve Yapı koydu. Tıpkı Maik ile Çik gibi, kendi şeridinde kalmak için buna ihtiyacı vardı. Gene onlar gibi, arkadaşlarından büyük destek gördü. Ne yazık ki kendini, gerçeklikle bağı ve kaçış aracı olsun diye aldığı tabancayı sonunda kullanmak zorunda hissetti. 26 Ağustos 2013’te, 48 yaşında bu dünyayı terk etti. Bize yazdıkları kaldı. İlle de Maik ve Çik, ölümsüz ikili! Öyleyse, Wolfgang’ın kendisi de ölümsüz…

 

2 Aralık 2015 Çarşamba

Mutlu dedektif aranıyor!

SEVİN OKYAY – 28 Kasım 2015

Şehrimizde çok seçkin bir polisiye yazarı var. Kahramanları adaletten yana, kendileri mutsuz olsa da başka insanlara adalet getirme yanlısı olan yazarlardan. Sayıları da pek fazla değil, dün Hakan Nesser’in sevdiğim dedektifi Van Veeteren’in bende olmayan bir macerasını okurken farkına vardım. O da çoğunluğa dahil mutsuz bir polis. Oysa şehrimizdeki yazarın dedektifi Kostas Haritos’un birazcık cahil, ağız dalaşını seven ve TV düşkünü olsa da çok sevdiği bir karısı, hukuk öğrencisi inatçı bir kızı var. Arada kapışsalar da gül gibi geçinip gidiyorlar denebilir.

Bu arada, Bedros Markaryan adıyla Heybeliada’da doğmuş olan (evi hâlâ duruyormuş) Petros Markaris, sadece polisiye yazmıyor. Almanca’dan her çevirmeni ürkütebilecek çevirileri var: Goethe’den Faust l ve Faust 2 ile Brecht’in Cesaret Ana’sı. Bu çalışmalar ona 2013’te, “Alman diline ve uluslararası kültürel ilişkilere seçkin katkısı için” Goethe Madalyası kazandırdı.

Bir faaliyet alanı daha var. Markaris birkaç oyun yazdı ve eski dostu Theo Angelopoulos ile senaryolar üzerinde çalıştı. Yönetmenin pek çok senaryosu, onun imzasını taşıyor. Ama bence yazdıkları içinde en etkileyicisi, duygulandırıcısı, üç yıl önce karşıdan karşıya geçerken görevde olmayan bir polisin kullandığı motosiklet altında kalarak ölen arkadaşı Angelopoulos’u andığı Sonsuzluk ve Bir Günlük. “Eternity and a Day / Sonsuzluk ve Bir Gün”ün senaryosu üzerinde birlikte çalışmışlardı, her zaman olduğu gibi tartışmışlardı. Markaris de Theo sonradan dediklerini inkâr etmesin diye bir kitap yazdı. Belli ki, arkadaşını kaybetmeye bir türlü alışamamış.

Markaris, Heybeliada Halk Kütüphanesini Koruma Derneği’nin davetiyle, bugün saat 13:30-16:00 arası, polisiye tarihçisi Erol Üyepazarcı ve polisiye yazarı Esmahan Aykol ile birlikte mekânı Heybeliada’da, Halki Palas’ta olacak. Yakında olan ya da görmek isteyenin haberi olsun.

Peki, mutlu dedektifler ne olacak? Aklımıza gelenleri hemen sıralayalım. Bir numarada Donna Leon’un Venedikli Commisario’su Guido Brunetti var. İki çocuklarıyla, her anlamıyla mutlu bir evlilik. Nefis yemekler, ikisinin de okumayı sevdiği (farklı farklı) kitaplar ve adaletin yerine gelmesi konusundaki ortak takıntıları.

Başka? Simenon’un eşsiz Maigret’si, tabii. Burada da yemek faslı önemli. Mme Maigret güzel yemekler yapıyor, kocası gelene kadar bekleyip yemeğini ısıtıyor. Yalnız bir ara Michelin kursuna gitmeye kalktı da, zavallı başmüfettiş tuhaf yemeklerden kurtulmak için evden nasıl kaçacağını şaşırmıştı. Karı-koca polisiyeciler Maj Sjöwall ile Per Wahlöö’nun yarattıkları, İsveç polisiyesinin öncüsü sayılabilecek Martin Beck ise, iki yeniyetme çocuğuna rağmen karısından ayrıldı; ama, sonradan tanıştığı bir hanımla, evlenmese de, mutlu bir beraberlik yaşadı.

Ruth Rendell’in 1964’ten beri yazdığı serinin kahramanı Başmüfettiş Reginald Wexford da çok sevdiğimiz namuslu polislerdendir. (Pek bulunmuyor da… Kurmacada, tabii!) Karısı Dora, kızları Sheila ve Sylvia ile sakin denebilecek bir ilişkileri vardır. Kızlarından birini daha çok sevmesi bazen sorun çıkarsa da. Wexford, ilgisini çeken konularla, modern bir roman kahramanı da sayılabilir.

Kitapları Türkçe’ye çevrilmemiş yazarların kahramanları arasında da ‘mutlu’ olanların varlığından söz ediliyor. Ne yazık ki, bazılarını okumadım. Ama bir soruşturmada da, bizim yukarıdaki kısacık listemizde bulunanlardan bazıları yok.

Meseleyi iyice abartıp TV dizisi McMillan and Wife’tan (çok da eskidir) söz etmelerini ise ciddiye alamıyorum.

Normalde sevdiğimiz polis dedektifleri/müfettişleri orta yaşlı, huysuz, arkadaşları arasında pek sevilmeyen iyi polisler. Dünyayla sorunlarını çözümlemek için güvendikleri şey ise içki. Hepsi içiyor. Lawrence Block’un Matt Scudder’ı ile birlikte AA toplantılarına gittik, iyi bir ilişkiyi yürütemeyişini gördük, gene de çok severiz. İskandinavlardan Kurt Wallander (bu yıl ölen Henning Mankell’in kahramanı) ve Jo (‘Yuu’ okunuyor, benim gibi ‘Co’ deyip de sağda-solda rezil olmayın!) Nesbo’nun (kendisi aynı zamanda ekonomist ve rockçı) Harry Hole’u gibi. Sicilyalı Salvo Montalbano ise (halen yazan, 90 yaşındaki muhteşem Andre Camilleri) aşırı içmiyor. Ama bu, şarabın günlük hayatın bir parçası olduğu ülkelerden gelen çoğu dedektif için geçerli. Otoriteye karşı olduğu söylenir. Livia ile ilişkisine gelince, evlenecek de, ayrılacak gibi de görünmüyorlar. Ama depresif bir karakter değil. Caz meraklısı da değil. Oysa bu grupta cazı çok sevenler var. En tanınmış örneği ise L.A.’in geçimsiz polisi (bir dönem, özel dedektifi) Hieronymous “Harry” Bosch. Zaten yazar Connelly’nin kendisi (korku yazarı Peter Straub gibi) cazı öyle sever ki, bir kitabıyla CD bile vermiştir.

Petros Markaris’i bahane ederek daldığımız bu konu belli ki bitmeyecek. En iyisi bunu bir tez konusu yapalım da, Heybeliada’ya gitmeyi düşünecek olanlara vapurlar ile Mavi Marmara motorlarını tavsiye edelim. Olmazsa da üstadın kitaplarına buyurun. Olmadı, senaryosunu yazdığı bir Angelopoulos filmi izleyin. Unutmadan, “Bulutları Beklerken”de de Yeşim Ustaoğlu ile çalışmıştı.

 

24 Kasım 2015 Salı

FABİSAD’da gecenin galibi İskit

SEVİN OKYAY – 21 Kasım 2015

Cuma akşamı üçüncü GİO Ödülleri gecemiz Pera Müzesi sinema salonunda yapıldı. Bana sanki, derneğimize, bize daha uygun, daha sıcak bir salonmuş gibi geldi. Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği’nin çoğu gencecik üyeleri (ancak, yaşlılardan da kurtuluş yok, ben de kurucu üyeyim. Heh he!) coşkuyla bir araya geldi. Pera Müzesi’nin şahsen pek sevdiğim kafesine yayıldık. Ben kokteylin ayakta olacağını sanarak karalar bağlamıştım. Bir baktım, vakit geçti, masada oturuyoruz. Garsonlar da bir şeyler ikram ediyor. “Bu kokteyl mi şimdi?” diye sordum bir arkadaşa. “Evet,” dedi. Yaşasın, ne harika! Her zaman oturarak kokteyl istiyoruz.

Ben uzun zaman öncesinden bu gece Mavi Anka ödülünü vermeyi kabul etmiştim. “Bir işin var mı?” diye sordular. Hiç bakmadan “Yoktur herhalde,” dedim. Evvelsi gün, tam da o gece İş Sanat’ta Martha Graham Dance Company’nin olduğunu keşfettim. Kutlukhan’ı arayıp, “Kim var biliyor musun Cuma akşamı?” diye sordum. “Martha Graham Dance Company!” Kutlukhan da bana cevaben, “Var ya,” dedi, “Martha Graham seni elinden tutup o sahneye çıkarsa da hadi dans et dese, gene gidemezsin. Bize söz verdin!” İyi canım, ben de mızıkçılık etmek niyetinde değildim zaten. Ne kadar fedakâr bir şahıs olduğumu göstermek istiyordum. Ama Perşembe akşamı için nazik bir şekilde Cemal Reşit Rey’e davet edilince biraz bozuldum. “Kim vardı?” dedim. Marianne Faithful’mış. Eh bari, gelirim tabii. Otuz saniye kadar sonra ise, “Ozan Bey, pardon, ben gelemiyorum!” diye peşinden koşuyordum.

Yani evet, çok fedakârca davrandım ama değdi doğrusu. Çok samimi, çok güzel bir geceydi. Her şeyden önce, kibar gecelerde ayıp olmasın diye giydiğim, adeta üstümden dökülen şeyleri giymeme gerek kalmadı. “Bizim derneğimiz,” dedim, “hiç tuhaf kaçmaz. Herkes normal kılıkla gelmiştir.” Doğrusu, genç kızlardan bir avucu şıklaşmıştı ama, geri kalan üyeler aynen benim gibiydi. Hatta bir ara, kotumu niye giymedim diye düşündüm. Giyilmekten sol dizi delindi de yamattık diye mi acaba?

Derneğimiz, yeni bir dernek. Cuma akşamki de, yukarıda dediğim gibi, üçüncü  GİO ödülleri gecemizdi. Hepimize öncü olmuş, örnek olmuş bir tanecik Giovanni Scognamillo’nun adına verilen bir ödül. Ben zaten FABİSAD’ın varlığının fantazya –bilimkurgu– korku seven gençlere cesaret ve güven verdiğini düşünüyorum. Dernekteki arkadaşların çoğunun adlarını duymuşlar, biliyorlar. Artık saçmasapan bir hevesleri olduğunu, beş para etmez şeylerle uğraştıklarını düşünmüyorlar. Önceki yıllarda anne-babalarla öğretmenleri sloganımızın doğruluğuna inandırmak için çok dil dökmüştük: Hayalgücü özgürleştirir! Aslında, aramızda kelli felli yaşlı şahıslar bile var. Gerçi başkanımız Altay Öktem de bu şahıslar arasında yer aldığını iddia ediyor ama biz nezaketen böyle dediğini biliyoruz. Bu arada, Altay’ın açılış konuşması güzeldi. Arkadaşımız Çağlar’ın sunuculuk yapmak için ta İsviçre’den kalkıp gelmesi de bizi pek memnun etti.

Hasılı kelam, ben en kıymetli ödülümüz Mavi Anka’yı bir elf prensi gözüyle baktığım Bülent Somay’a takdim ettim. Bülent de daha sonra Roman Ödülü’nü İskit’in yazarı Murat Başekim’e verdi. İkisinin arasında öykü, illüstrasyon, çizgi roman ödülleri dağıtıldı. Aday arkadaşlarımız çıkıp konuştu. Öyle keyifliydik ki, en ufak şeyde makaraları koyuveriyorduk. İnsan bu gibi durumlarda oradaki yaşlı başlı üyelerden ciddiyetle örnek olmalarını bekler, değil mi? Nerdeee! Onlar herkesten önce gülüyor. Ne günlere kaldık!

Evet, işte böyle. Bir yıl daha geçti. Aylardan beri canla başla uğraşan arkadaşlarımız rahat bir nefes aldı. Hepsini tebrik ediyoruz. Küçük bir mucize gerçekleştirdikleri bile söylenebilir. Umarız her yıl GİO ödüllerinde buluşuruz ve her yıl katılım bu kadar sağlam olur. Ben şahsen, roman jürisi üyelerinden biri olarak, karar vermekte çok zorlandığımı itiraf edebilirim. Nice GİO gecelerine, hep yeni üyelerle…

 

 

Yenilik olsun ama yıkıcısından olsun

Milyar dolarlık popüler dijital girişimlerinden hangileri mevcut sistemi sarsacak köklü bir dönüşüm gücüne sahip? Hangileri ise sistem içinde eriyip gidecek? İşte bütün mesele bu!

Dijitalleşmenin yol açtığı köklü dönüşümleri tanımlamak amacıyla kullanılan disruptive innovation ya da daha kısa haliyle disruption terimi, son yıllarda iş ve girişimcilik dünyasının diline doladığı bir kavram haline geldi. Türkçeye “yıkıcı yenilik” olarak çevrilebilecek terimin jargonal biçiminde kullanımı öyle yaygınlaştı ki, zamanla hemen her çıkan başarılı girişimin bir şeyleri “yıkıp yenilediği” iddia edilmeye başlandı.

İşte bu noktada “yıkıcı yenilik” deyimini 1995 yılında Harvard Business Review dergisinde yayınlanan bir makalesinde ilk ortaya atıp kavramlaştıran Harvard Business School akademisyenlerinden Prof. Clayton Christensen, 20 yıl sonra yine aynı dergide terimin çerçevesini yeniden ve güncel örnekler üzerinden açıklayan bir makale daha kaleme almak durumunda kaldı.

Christensen’in, meslekdaşları Michael Raynor ve Rory McDonald ile birlikte kaleme aldığı ve HBR Aralık 2015 sayısında yayınlanacak bu son makalesi, girişimcilik ve iş dünyası çevrelerinde de büyük gürültü kopardı. HBR’ın eski yayın yönetmeni ve Bloomberg BusinessWeek köşe yazarı Justin Fox, konuya ilişkin yazısında “Christensen’in kendini bu terimin sahibi gibi gördüğünü belirterek “Bir Harvard Profesörü bile olsa “yıkıcı yenilik” kavramın hiç kimsenin tekelinde olamayacağını” (Christensen’in geçmişle bugün arasındaki çelişkili açıklamaları üzerinden) savundu.

Kuşkusuz söz konusu eleştirilerde haklılık-haksızlık payı olan bir çok yön var ancak tüm bunları bir kenara bırakıp Christensen’in ne dediğine bir bakmak gerekli. “Harvard Profesörü’nün” söz konusu makalesindeki en can alıcı husus, bir girişimin yıkıcı yenilik olup olmadığını anlamak için koyduğu 4 temel kriter. Dijitalleşmenin, dijital dönüşümlerin tüm hızıyla sürdüğü ülkemizde iş ve ticaret alanında girişimcilik ve yenilikçilik iddiasındaki herkesin mutlaka değerlendirmesi gereken bu kriterler ve onlara ilişkin yazar veya bendeniz tarafından derlenen örnekleriyle şöyle;

1. Yıkıcı yenilik anlık bir yıkılma yenilenme durumu değil zamana yayılan bir süreçtir.

Netflix ilk yıllarında video kiralama servisi BlockBuster’ı alt etti ama yıkıcı yenilik süreci zamanla TV kanallarını ve film yayıncılarını da içine alacak şekilde devam etmekte.

2. Yıkıcı yenilik sahibi girişimciler, çoğunlukla geleneksel yapının ürün ve hizmetlerinden ziyade mevcut iş modelini yerle yeksan edecek yenilikler inşa ederler.

iPhone ilk çıktığı zaman her ne kadar ürün olarak bir yenilik olarak algılansa da asıl yıkıcı yeniliğin sektörü teknolojik üstünlükten ziyade AppStore üzerinden sunulan zengin uygulamalara doğru evrilten iş modelinde olduğu zamanla anlaşıldı.

3. Her yıkıcı yenilik başarıya ulaşacak diye bir kural yoktur.

Müzik, film ve oyun dünyasının ilk yıkıcı yeniliği Napster doğru düzgün bir başarıya ulaşamadan mahkeme kararıyla kapatıldı, ondan sonra gelen Torrent paylaşım sisteminin uygulayıcıları hapse bile atıldı. Ama bu başarısızlıklar bile bugün eğlence sektörünün bu yıkıcı yenilikler karşısında kan kaybetmesini engelleyemiyor.

4. ”Sen de yık ve yenile, yoksa yıkılırsın” gibi sözleri kutsallaştırma. İşin hala para kazanıyorsa devam et ama paralelinde sen de kendi alternatiflerini inşa etmeye başla.

Fresh Direct gibi online rakipleriyle baş etmeye çalışan gıda marketleri zinciri Whole Foods, bir yandan kendi klasik fiziksel mağazacılık anlayışını sürdürüp mevcut müşterilerine hizmet verirken bir yandan da (bizdeki Migros-Sanalmarket.com örneğine benzer biçimde) kurduğu kendi online marketinde çeşitli yenilikler deneyerek kendine bir yol haritası çizmeye çalışıyor.

Giderek popülerleşen ve yıldızı parlayan yeni girişimlere bir de Christensen’in gözlükleriyle bakmakta fayda var. Ne dersiniz? Sizce hangi girişimler yıkıcı yenlik, hangileri değil?

20 Kasım 2015 Cuma

Hepimiz Deli Doğarız…

Delilikte 1. Perde;

Bir kır yolu. Bir ağaç.

Bir akşam…

“Oysa benim bütün bildiğim şudur,” der Vladimir. “Saatler bir türlü geçmek bilmez ve bu koşullarda bizi, vakit geçirmek için türlü türlü, hani nasıl desem ilk bakışta makul gözüken, ama zamanla monotonluğa dönüşecek oyunlara başvurmaya zorlar. Böylece aklımızı kaybetmekten kurtulduğumuzu söyleyebilirsin. Kuşkusuz doğru da… Ama aklımız; aklımız uzun süredir dipsiz derinliklerin bitimsiz gecelerinde dolanıp durmuyor mu zaten? Bazen bunu soruyorum kendime. Akıl yürütüşümü takip edebiliyor musun sahi?”

Üstündeki paçavraları göstererek gülümser Estragon ve adeta bir hikmet yumurtlarcasına şöyle der: “Hepimiz deli doğarız… Ve bazılarımız öyle kalır.”

Godot’yu Beklerken… Samuel Beckett’in 1952-53 sezonunda Theatre de Babylon’da sahneye konulan iki perdelik ünlü trajikomedi oyunu. Eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ve ne olduğu bilinmeyen bir kimse ya da “şeyi” beklemelerini anlatır. Bana kalırsa, bir tiyatro oyunundan ziyade, bittiğinde insanın boğazında kalan kekre bir düğümdür bu. Sessizlikler, üç noktalar, bitmemiş cümleler arasında geçen bir parodi ve oyun süresince insanoğlunun deliliği üstüne söylenmiş yahut susturulmuş bir yığın düşünce… Bugün, Godot’yu Beklerken’in yanı sıra deliliği hiçbir şekilde yadsımayan, ama nedenini de sorgulamaktan öte durmayan pek çok Beckett metnine rastlamak mümkün. Kuşkusuz her birinin içinde bizlere fazlasıyla tanıdık gelen öğeler var. Söz gelimi, akıllarımız; akıllarımız uzun süredir dipsiz derinliklerin bitimsiz gecelerinde dolanıp durmuyor mu sahi? Ne dersiniz? …

“Gece” ve “delilik”, Beckett metinleri dışında da birçok defa iç içe geçerek, başka başka hikâyelere konu edilmiş iki kavram. Homeros’a bakacak olursanız Nyx, Olimposlu bir gece tanrıçasıdır. Delilik ve çılgınlığın cinleri olan Mania’lar ise Nyx’in biricik kızları… Efsaneye göre, deliliği doğuran, gecenin ta kendisidir yani. Karanlık, beraberinde ıssızlığı ve yalnızlığı getirir. İnsan ki en çok yalnızken delirir. Sahiden öyle midir, bilmem. Ben adına “deli” denilen kimseleri hiç yalnız görmedim. Kalabalıklar içinde gördüm, arabaların vızır vızır işlediği bir caddenin ortasında uyurken gördüm, sokak müzisyenlerinin arasına karışmış dans ederken gördüm, kedi ve köpeklerle beraber bir bankın üstüne çökmüş, yarısı yenmiş bir tavuğun kalan yarısını dişlerken gördüm de; hiç yalnız görmedim. Aslında ben “delilik” kavramının kendisine de hiç inanmadım ya, neyse. Belki de Beckett yüzünden. Sonuçta, hepimiz deli doğuyoruz ve bazılarımız öyle kalıyor. O hâlde bütün mesele, olduğu gibi kalabilenler ile değişebilenler arasında. Aksine inanmak biraz güç, zira siz hiç metroda oturmuş ve ezberden Virginia Woolf okuyan bir deli gördünüz mü? Ben de görmedim. Gördüysem bile onun bir deli değil de, sıkı bir edebiyatsever olduğunu düşünmüş olabilirim. Zira hatırladığım kadarıyla, Taksim Metrosu’nun uzayıp giden, boğucu ve terli vagonları arasında bir yerde durmuş, elini kolunu bir paraşüt misali dalgalandırarak şöyle diyordu: “İnsanlar, nasıl da nefret ettim sizden! Nasıl da dirsek vurdunuz, nasıl da önümü kestiniz, yeraltı treninde karşılıklı oturup birbirinize gözlerinizi diktiğinizde nasıl da pistiniz…”

Sizi bilmem, ama ben şahsen deli kalmayı becerebilmiş insanları severim. Her defasında, tuhaf bir biçimde yaşam şırıngalarlar içime. Dünyanın muazzam karmaşası içinde, insan gülmeye bile cesaret edemezken, bir delinin meçhul kahkahalara şapka çıkartması bir erdemdir. Bu yüzden, tıpkı Vladimir ve Estragon gibi ben de içten içe bir delilik hâliyle, kendi ömrümün Godot’sunu beklerim. Hiçbir zaman gelmeyecek olsa bile…

Delilikte 2. Perde;

Ertesi Gün. Aynı Vakit.

Aynı yer…

 “Zaman durdu,” der Vladimir.

O sıra çizmelerini çıkarmaya koyulan Pozzo, bir an için başını göğe doğru kaldırır ve hemen sonra, “İnanmayın efendim, inanmayın!” diye söylenir. “Şu gördüğünüz alacakaranlıklar nelere kadirdir bilseniz… Biz beklemeye devam edelim. Godot’nun yarın kesinlikle geleceğini söylüyorlar çünkü…”

 

18 Kasım 2015 Çarşamba

Aklımız Fuar’da kalacak!

SEVİN OKYAY – 14 Kasım 2015

Bugün Fuar’a gidiyorum. 34. İstanbul Kitap Fuarı’nın iki günü kaldı zaten. Bir bugün, bir yarın. Aslında son günü gitmeyi tercih ederdim ama, Pazar günü Vodafone Maratonu’nun koşulacak olması cesaretimi kırdı. Malum, ben Kadıköy yakasında, Erenköy’de oturuyorum. Maraton birinci köprüyü iptal ettiği gibi, ikincisinde de yoğun bir trafiğe neden olur. Zaten yol uzak, iş bütün bütün işkenceye döner.

Gerçi fuar yerinin şehre çok uzak olduğu, zor gidildiği yolunda şikayetler var ama bizim otobüslerle yollara koyulduğumuz, duraklarda bazen saatlerce beklediğimiz yıllara nazaran bir kolaylık da mevcut: metrobüs. İnsanlar metrobüsle akın akın fuara geliyor. Belli bir yaşın üstündekiler için gene de zor ama, otobüslerin kahrını da çeken hatırlar. İstanbul’da bu büyüklükte bir mekân bulunsa da fuar orada kurulsa çok memnun olurduk, tabii. Ne yazık ki, bugünün şartlarında böyle bir yer olsa bile fuara ayrılacağını sanmam. İnsanlar mendil kadar yerlere bile, bina diksek hırsıyla bakar oldu.

Neyse, diyelim ki gittik… Mesela ben geçen hafta gittim. İtiraf edeyim ki, NTV Ulaştırma gibi bir avantajım vardı, ama yaşım da 74 oldu oluyor. (Yazar çok yaşlıymış diye kaçmaya kalkmayın sakın!) Kutlu’nun bir paneli vardı, onunla gittik. Doğrusu, elimden geldiği kadar gezdim, akşama kadar kaldım. Ben Günışığı Kitaplığı standındayken Müge İplikçi kitap imzalıyordu, onun yanına oturup çocukları gözledim. Değil bizim zamanımızın, birkaç yıl öncesinin çocuklarına bile benzemiyorlar. Nerede o büyüklerinin elinden tutup uslu uslu dolaşan, onlar ne uygun bulursa onun alınmasını kabul eden çocuklar? Bu çocuklar kendi alacakları kitabı kendileri seçiyor, doğrusu pek itirazla da karşılaşmıyorlar.

Sonra Müren’le ON8’e geçtik, benim de esas mekânım sayılabilir. Yapı Kredi Yayınları’na (YKY) bir göz atıp yeni Harry’leri gördüm, çok hoşuma gitti. Harry, Kutlu ile benim esas çocuğumuz sayılır, onca yıllık muhabbetimiz var. Dile kolay, onca kitap… Onun ardından da kendi standıma, NTV Yayınları’na gittim. Arkadaşlarım oradaydı, stand da çok kalabalıktı. Fuar’a geldin mi, ille de başka yayınevlerinin standlarını gezmek, sadece kitap almaktan öte, arkadaşlarını da görmek istiyorsun. İlle de hazır bulunmak istediğin imza günleri de var elbette. Ben bu sefer imza günü hakkımı Murathan Mungan’ın Harita Metod Defteri için kullandım. Salon çok uzakmış, ben de hayli ayakta kalmışım, gene de kitabıma imza alabildim diye kendimle iftihar ediyorum. İmza gününde atılmış bir imzanın tadı başka oluyor!

Sonra Redhouse standına gittik, geçen yıl da bizi misafir etmişlerdi. Ama bu yılki sürprizlerini çok sevdim. “Leyla Fonten” öykülerinden bir set yapmışlar. Tülin Kozikoğlu yazmış, Sedat Girgin resimlemiş. Sedat çocukların kitaplarını karikatür yaparak imzalıyordu. Epeyce uzun bir kuyruk birikmişti önünde. Ben imzalatmak için Öfkeli Örümcek Rıza’yı seçtim. İyi çizilmiş-yazılmış bir set, koltuğumun altına sıkıştırıp Redhouse’culara teşekkür ederek kendi standımın yolunu tuttum. Zaten burası benim soluk alma ve birikmiş kitapları yığma yerim. Her yılki gibi Aras’ı, Domingo’yu, yeniden YKY’yi ziyaret ettim. Kadim dostum Sabri Koz da oradaydı. Gördüğüme çok sevindim. Fuarlarda genellikle yılda bir karşılaştığın has dostlara rastlıyorsun.

Bugün için ise çok parlak planlarım var. Bir defa imzalar var. Pul Biber için 1’de imza atacakmışız galiba, her neredeyse. Deniz’i bulurum önce. 13.00’te Heybeliada Salonu’nda Semih Gümüş ile Ahmet Büke söyleşecek. Cumartesiyi heyecanla beklememin en büyük nedenlerinden biri. Eh, ne de olsa kendisi ON8 Blog’dan arkadaşım oluyor. 15.00’te ise hem Ahmet’in ON8 Kitap’ta (Salon 2, 2101 C no’lu stantta) imzası, hem Murathan’ın söyleşisi var. Esin Erden’in ikinci kitabı çıktı, Adnan Özyalçıner hikâyelerini resimlemiş. Onunla ve Levent’le buluşacağım. Yolunu gözlediğimiz bir başka İzmirli ise, polisiye yazar/çevirmen Algan Sezgintüredi. Eşi Sibel’le o da bugün fuarda olacak. Hani bakıyorum da, arkadaş peşinde koşmaktan, standlarda kitap aramaya pek vaktim olmayacak gibi. Orta malıyız yani. Arada NTV Stand’ı da var. En iyisi ya telefon vasıtasıyla, ya olay yerinde casusluk faaliyetiyle buluşmak. Algan, “Telefonunu duy!” demiş. Gönül istemez mi? Bazen duyulmuyor işte.

Heyecan içindeyim, hepsini bulsam keşke. Bu fuarlar çabucak bitiyor. İnsan doğru dürüst bir şey arayamıyor. Neyse ki, Türk Dil Kurumu’na geçen hafta uğramıştım. O kadar çok kitapta da gözüm kaldı ki. Gene aklımız fuarda olacak demektir. Keşke birazcık uzasa şu kitap fuarları!

 

 

16 Kasım 2015 Pazartesi

Yalnızlığın ve Sözcüklerin Sınırında…

ECE İREM DİNÇ – 12 Kasım 2015

“Ben yalnızca tenini tanırım yeryüzününVe bilirim adı olmadığını…”Pablo Neruda

Astrofizikçilerin, “Tekilsellik” adını verdiği teoreme göre, kritik bir yarıçapın altına inen her yıldız kaçınılmaz olarak tekilselliğe düşer ve zaman, orada bütünüyle anlamını yitirir. Buna bir karanevi “Karadelik” de diyebiliriz. Çünkü, başlangıçta bir karadeliğin oluşması için bir yıldızın ölmesi gerekir. Yıldız sönmeye başladığında, bütün artık maddeler – yani yaşanmışlıklar, yenilgiler, kayıplar, acılar, anılar, pişmanlıklar, keşkeler – merkezine doğru çekilir ve bir vakit sonra yıldızın merkezi – yani kalbi – öylesine ağırlaşır ki, bir çay kaşığının ağırlığı bile koca bir dağ kadar olur. Öte yandan, ne derler bilirsiniz, hiçbir karadelik tam manasıyla bir son değildir. Çünkü orada; o dipsiz, o derin, o karanlık boşlukta ancak ve ancak içine düşenlerin tanımlayabileceği türden olağanüstü bir enerji gizlidir. Yıkımın, yenilginin, yorgunluğun ve vazgeçişin doğurduğu devasa bir enerji… Parçalanan hayatlar, hatıralardan oluşan toz bulutları ve insanın içine, tam kalbinin üstüne çöreklenmiş bir yığın soğuk kütle… Sıcaklık, karanlık, yalnızlık, sonsuzluk… Karadeliğin içinden dışarı fırlayan parçacıklar ve en nihayetinde yeniden doğmayı başarabilen kahraman yıldızlar… Hepsi de patlamaya hazır, isyankâr bir bomba misali oradadırlar, her an yeniden var olabilir, her an dağılabilir ve her an farklı noktalara doğru savrulabilirler.

Yine aynı teoreme göre, kendini yeniden doğurmaya yetecek olan gücü bir biçimde bulabilmiş olan o yıldızın, içine düştüğü karadelikten kurtulmak üzere az da olsa bir şansı vardır. Ne ki, o gücü kendinde bulamayan bir diğer yıldız ise mutlak suretle karadeliğin içinde kaybolup gitmeye mahkûmdur. Bilim adamları buna, “Yaradılışın Düzensizliği” ismini vermişler. Başka bir deyişle; adına dünya denilen şu koca topun içinde süregelen her şey olması gerektiği gibiymiş yani. Yaşam ve ölüm iç içe, birinin yokluğu bir diğerinin varlığına ilmek atarken atmosfer bile ürperiyormuş kendince.

Usta Şair Pablo Neruda’ya göre karadeliğin içinden dışarı fırlayan parçacıklardan biri de “söz”dü. Öyle ki, sözcük, kan içinde gelmişti bu dünyaya. Son anda delikten dışarı çıkmayı başarabilmiş, şanslı, fakat yara bere içinde, cılız bir ufaklıktı o. Tabii büyüdü sonra, karanlık bir bedende, ufak ufak yürek atışlarıyla… Ardından uçup gitti dudaklardan ve ağızdan. O sözcüğün, o ilk söylenen sözcüğün etkisi bir su ürpertisi kadardı belki. Bir küçük damla. Ama yine de, koskoca bir çavlan gibi uğuldamıştı insanoğlunun kulaklarında.

Nasıl olduysa oldu ve daha sonra anlamla doldu sözcük. Gebe kaldı ve doldu yaşamlarla. Doğumlarla, yeni yeni dirilmelerle… Öz ve var oluş birbirine karıştı böylece.

“Havadaki bütün bu sözcük akımının farkında olarak, başımın çevresinde gezinip duran rüzgârların yarattığı girdapla yazdım,” diyor şair. “Hem kanadım, hem üşüdüm, hem yazdım… Zaman zaman bazı sözcükler adeta son bir intihar patlaması misali kopup gelseler de üzerime, bir karadeliğin karamsar yüreği gölge etse de kalemime, hatta son derece acı verici de olsa bazen, hakikatte sözcüklerimi hep çok sevdim ben. Gene de umutla bağlandım onlara. Oysa pek çoklarının umudundan belirsiz bir iskelet kalmışken geride ve onlar ki, gökyüzüne borcunu ödemekteyken şimdi bir yerlerde, ben yine de umutla düğümledim kendimi sözcüklere. Hüzünlü bir gülü devşirmenin, gökten kopup gelen bir yıldızı avuçlayabilmenin, bir külü ellerinle toprağa gömebilmenin ve yükselişinde ışığın, uyuyanlarla birlikte uyanmanın ya da sürüp gitmeyi bir düşte, ötesine ulaşmayı kıyısız bir denizin… Oklarla, ateşlerle, çiçeklerle kıvrılıp giden bir gecenin, evrenin, delik deşik edilmiş gölgelerin, hiçbir şey bilmeyen birinin, kâğıda kondurulmuş o ilk ve belli belirsiz dizenin güzelliğini de sözcüklerle gördüm.

Yuvarlanıp gittim yıldızlarla, yüreğim boşandı sonra rüzgârda…”

İçimdeki ağır kapı, Neruda’nın bu incelikli metniyle birlikte sarsılarak açıldı bu hafta içi. Eminim, bu cümlelerin bazı damlaları benim nehrimde akmaya devam edecek ve daha nice gizemle beslenerek, kabaran sellerdeki bir sonsuzluktan katılan başka damlalara karşın, yalnızlığın, suyun, şiirin ve şairin izleri anılarımdan asla silinmeyecek. Biliyorum. Sözcüklerin kuvvetine ve kalıcılığına sıkı sıkıya inanıyorum çünkü. Ne ki, bazen dil, uzanıverirmiş ya hani tâ saç köklerine kadar. Dudaklar kıpırdamadan konuşurmuş, ağız ve gözler sözcük kesilirmiş birdenbire. Sözcükler, sanki birer insan suretindeymiş kimi zaman.

Ve an gelir cama cam niteliği verirmiş sözcükler. Kana kan ve yaşama yaşam…

 

15 Kasım 2015 Pazar

BitCoin’e Nobel adaylığı

Çin kaynaklı spekülatif alımlar ve AB ile ABD mahkemelerindeki lehte kararların ardından son dönemde yeniden tırmanışa geçen BitCoin, gizemli yaratıcısının Amerikalı bir ekonomi profesörü tarafından Nobel Ekonomi Ödülü’ne aday gösterildiği iddialarıyla yine gündeme oturdu.    

 

İnternet’in bankasız ve devletsiz para birimi BitCoin, son dönemde eski görkemli günlerine dönüş sinyali veriyor. BitCoin Kasım 2013’te 1.240 dolarlık değerle zirve yapmış, ancak o tarihten sonra sanal döviz bürolarına yapılan siber saldırılarda bunlardan bir kaçının iflas edip kayıplara karışması ve hemen ardından İnternet’in en yoğun BitCoin kullanılan yeraltı mekanı Silk Road’un patronlarına yapılan suçüstü baskınları sonucu kullanıcıların güveninin sarsılmasıyla uzun bir iniş dönemine girmiş ve hatta değeri bir ara 177 dolara kadar gerilemişti.

Son dönemde ise, önce bir ABD mahkemesinin BitCoin’i bir emtia olarak kabul etmesi ve yine geçen hafta bu defa bir AB mahkemesinin BitCoin alım-satımlarından KDV alınmaması yönündeki kararları ile başlayan yükseliş, Çin’de devalüasyon kaygılarından kaynaklanan spekülatif alımlar sayesinde 500 dolara kadar çıktı. Bu seviyede tutunmaya çalışan BitCoin, yüksek ve istikrarsız fiyat oynamaları nedeniyle piyasa tarafından altın gibi bir emtia olarak işlem görse bile finans dünyasının büyük oyuncuları tarafından bir para birimi özelliğiyle de titizlikle incelenmekte.

Özellikle sisteme şifrelenerek kaydedilen ve bu kayıtların İnternet üzerinde sisteme dahil tüm bilgisayarlarda sürekli doğrulanıp güncellendiği BlockChain adlı (bir çeşit muhasebe defteri olarak da düşünülebilecek) kamusal kayıt sistemi, aldatılması imkansıza yakın mükemmellikte çalışma sistematiği nedeniyle American Express, MasterCard, Goldman Sachs ve New York Borsası gibi devler tarafından mevcut finans sistemine adapte edilmeye çalışılıyor.

Ancak finans devleri için BitCoin’in temel riski, sistemdeki güven unsurunun onu kuranlar tarafından değil sistemi kullanan müşteri ya da tüketiciler tarafından sağlandığı ve onaylandığı bir düzende merkezi bir bankaya ya da finans kurumuna ihtiyaç kalmaması. Her ne kadar BitCoin bu güven unsurunu şimdilik sadece teknolojik yönden tesis edip fiyat istikrarından hala uzak bir işleyiş gibi görünse de, önümüzdeki dönemde gelebilecek yoğun kullanıcı talebi sayesinde BitCoin ya da türevleri finans dünyasının Frankenstein’i olabilir. Üstelik BlockChain mekanizmasının, finans dünyasından öte kullanımları da yavaş yavaş hayatımıza girmekte.

Örneğin; Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki bir üniversitede  uzaktan eğitimi diplomalarının onayı BlockChain ile yapılıyor. Ayrıca, Avusturalya’da bir enformatik uzmanının, ülkede mahremiyet kaygıları nedeniyle bir türlü kabul görmeyen dijital kimlik kartlarının BlockChain ile yapıldığı takdirde tüm bu sorunları çözeceğini belirten yazısı gerek akademik, gerekse kamu kurumları içinde tartışılmakta.

Tüm bu gelişmeler olup biterken, ABD’li finans profesörü Bhagwan Chowdhry’nin Huffington Post sitesindeki blogunda, kendisinden talepte bulunan Nobel Komitesi’ne 2016 yılı Nobel Ekonomi adayı olarak geleneksel finans sistemini yıkıp yeni baştan yaratabilecek denli yenilikçi bir sistem tasarlaması nedeniyle BitCoin’in gizemli yaratıcısı Satoshi Nakamoto’yu gösterdiğini paylaşması küresel finans çevrelerinde gündeme bomba gibi düştü.

Kamuoyunda dünyada yeni doğan her çocuğa 100 dolarlık bir banka hesabı açılması ve finansal olarak desteklenmesini içeren “Financial Access at Birth” sosyal sorumluluk projesiyle tanınan Chowdhry’nin, BitCoin sistemini inceledikten sonra projede 100 dolarlık hesaba alternatif olarak 1 BitCoinlik siber hesap önermesini de ilginç bir not olarak eklemek lazım.

Nobel Komitesi bu tür aday tartışmalarında sessiz kalmayı yeğlediği için BitCoin’in aday olup olmadığını ancak ödül alırsa öğreneceğiz ama kazansa bile yaratıcısının kimliği bile bilinmediğinden ödülün kime nasıl verilebileceği de bu gündem dahilinde tartışılan hususlardan.

Her gün ortalama 5 milyon kullanıcının 800 milyon dolara yakın hacimde 150-200 bin adet transfer işlemi yaptığı BitCoin sistemi, İnternet üzerinde sanallaştırılmış her türlü emtianın değişimi ve AirBnb, Uber gibi sanal paylaşım ekonomisi unsurları için oldukça elverişli bir ortam oluşturuyor.  Mevcut finansal sistemin dönem dönem kaçınılmaz biçimde yaşadığı krizleri de eklersek, BitCoin’e ilginin artarak sürmesi beklenebilir. Ancak o döneme kadar inişli-çıkışlı emtia karakteristiği daha çok kalpler kıracağa benziyor.

11 Kasım 2015 Çarşamba

Platonik Posta

SEVİN OKYAY – 7 Kasım 2015

İrem Uşar’ı daha önceden tanımazdım. Zaten sanat dünyasında şimdi çok sevdiğim hemen hemen herkesi dinleyici, seyirci ya da okur olarak tanımışımdır. Meslek sayesinde tanışmak kolay oluyor. İrem Uşar’ın adını da ilk Ben Ayrıkotu üzerinde gördüm sanıyordum. Günışığı Kitaplığı onu tanıtırken, gözlem gücünün yansıdığı kitaplarıyla sevildiğinden bahsetmiş. Sonra bir baktım ki, ne göreyim? Benim jürisinde olduğum bir yarışmada, okuyup pek beğendiğim Lataşiba’nın (2013) yazarıymış meğer. Yani, fantastik âleme aşina biri.

Kitabı Ben Ayrıkotu’nu okuyup bitirmiş biri olarak, bu kitabın, aynı yoğunlukta olmasa ve karakterleri pek benzemese de Sevgi Saygı’nın müthiş kitabı Peri Efsa’nın tadında olduğunu söylemek isterim. Ben Ayrıkotu, fantastik olanı okurun gözüne sokmasa da, kendi aklından çıkarmayan bir yazarın kitabı. Aynı zamanda anlattığını farklı anlatmasını bilen, okura zevk verecek şekilde anlatmasını bilen bir yazarın. İçeri girerken klişeleri dışarıda bırakın!

Kahramanımız on dokuz yaşında bir genç. İnsanlardan sıtkı sıyrılmış. Bir noktada herkesin başına gelebilir bu: Diğer insanlara tahammül edemez olursun. Kısa bir girişten sonra, birden kendimizi onun 1. Mektup’unda buluyoruz. İnceden özür dileyerek sunduğu bir mektup, biraz eğretiymiş. “Kötü bir terzinin elinden çıkmış gibi. Dikiş yerleri pot yapmış, etek uçları dalgalı.” Yapmaya niyetlendiği işe taktığı “Platonik Posta” adı da ilk kez burada ortaya çıkıyor. Mektuba gelince, sadece az konuşan birinin birden bütün muslukları açtığını söyleyebiliriz, fazlaca uzun. İşinden istifa etmiş olmanın rahatlığı da var tabii. Anlıyoruz ki, delikanlı yazıyor, çünkü onu tanıyacak birine ihtiyacı var. Mektubu yolladığı ya da verdiği kişiye yazmış, çünkü onu tanımaya niyetli değil. Dur bakalım, belki de niyetli:

“Seni hiç tanımıyorum. Ama tanışacağız. Nasıl, biliyor musun? Ben giyinip evden çıkacağım. Bir apartman kapısının önüne geleceğim, durup önce apartmanın ismine, sonra zillere bakacağım. Zildeki bir isim hoşuma gidecek, hemen oracıkta zahmetsizce sokağının, apartmanının adını, daire numarasını zarfın üzerine yazacağım. Sonrasında, derhal oradan uzaklaşacağım.” Sonra da postaneye gidip, eski dost Şef’ten mektubunu postalamasını rica edecek. Planladığı işi, en basit haliyle anlatan bir bölüm. Kapak arkasında kendine yer bulmasının hikmeti de bu.

“Platonik posta! Yapacağım şey bu.”

Kendini diğer insanlardan bu şekilde ayırmayı seçen, ama gene de karşılıklı olmasa bile bir bağ kurmaya niyetli bir kahraman ve aile dostu Şef’in aracılığıyla sahibine gidecek mektuplar, İrem Uşar’ın kitaptaki ilk sürprizi. Ama tek sürprizi bu değil. Çünkü yazan ile yazılanı kavuşturmasa, hatta tanıştırmasa da bizi mektup sahipleri ile tanıştırıyor. “Cihangir’de Bir Apartman Dairesi”, “Beylerbeyi’nde Bir Gecekondu” vb bölümlerde karşımıza çıkıyorlar. Kimisi yeni günün vaadiyle mektupla arasına hemencecik bir mesafe kurmayı başarırken, kimisi de ümitle yeni bir mektup bekliyor. Sonra “Nişantaşı’nda Bir Teras Katı”, “Beyoğlu’nda Bir Daire” vesaire… Çift tırnak içindeler, çünkü hepsi bölüm adları. Önce mektupçunun ya da yazarın bir mektubunu okuyoruz (atlayarak gitse de numaralarını hiç ihmal etmemiş), arkasından da bir mektup sahibi sahneye çıkıyor.

“100. Mektup”ta yazar, kendine hakim olamayarak giriştiği bir oyunun ardından, annesiyle gittikleri bir binayı anlatıyor. Annesinin bir arkadaşı otururmuş orada, lise arkadaşı. Seyrek görüşüyorlarmış. Küçük oğlan eve hayran kalmış. “Rüzgârdan havalanan perdelerine bakarken tuhaf hissettiğiniz” binalardan biri. Ya da, annesinin garip bir gülümsemeyle dediği gibi: “Sanki canlı.”

Hemen arkasından da yedi cücesiyle Pamuk Prenses gelir. O Pamuk Prenses değil ama…

İrem Uşar’ın mektupçusu buraya kadar işini mükemmelen yapıyor. O ve mektup sahipleri bizi hem hayretlere düşürüyor, hem de kapılarını gıcırdatıp konuşan o ketum binanın bile takdirle karşılayacağı, kadim edebi tatlar sunuyorlar.

Kitabın “İkinci Bölüm”üne gelince… Onun tadını çıkarmayı da size bırakalım. Ben Ayrıkotu, daha önceki kitaplarını okumuş olsanız da, olmasanız da Uşar’ın adını defterinize kaydetmenize yol açacak. Bir mektupçu ve birçok karakterinkiyle birlikte…

 

31 Ekim 2015 Cumartesi

Çok yaşasın Yerdeniz!

SEVİN OKYAY – 31 Ekim 2015

Kara Hafta’mız bitti, 25. Akbank Caz Festivali sonuna geldi çattı. Film festivalleri ise geçen haftalarda kaldı. Yani biz gene kitaplarımız, yazarlarımız, kendimizce kahramanlarımızla başbaşa kaldık. Yazarlarımız derken, geçen hafta çok sevdiğimiz bir tanesinin doğum günüydü. Evet, geç kaldık, ama büsbütün unutmuş olmayalım dedik.

Ursula K(roeber) Le Guin, en sevdiğim yazarlardan biridir. Sadece fantastik âlemin ecesi olduğu için değil; aynı zamanda bir şair ve farklı türlerde yazan iyi bir yazar olduğu için. Bir de, Harry’ye hakaret gibi olmasın ama (ne de olsa, Kutlu ile birlikte altı kitabını çevirdik), büyücüsü Ged fantastik edebiyatın en sevdiğim karakteri olduğu için ki, onu da birkaç parmak arayla, Philip Hoffman’ın “His Dark Materials” üçlemesinin ikinci ve üçüncü kitaplarında yer alan küçük Will izler. Ama “Yerdeniz” kitaplarının kahramanı Ged, olağanüstü yetileriyle, kusurları ve eksikleriyle, ikincil karakterlerini bile unutulmaz hale getirmiş Le Guin’in en başarılı yaratısıdır. Duny – Çevikatmaca – Ged süreci bize heyecan sunar, olağanüstü Ged’e hayran kalırız. Ben bugün de öyleyim.

Ursula K. Le Guin, 1929 yılında Berkeley, Kaliforniya’da doğdu, orada büyüdü. Babası antropolog Alfred Kroeber, annesi de İshi’nin yazarı Theodora Kroeber’di.

Ona yazar olma esini veren şeyin, beş yaşında yazmayı öğrenmesi olduğunu söylüyor. Bir de, annesiyle babası, ne onun yazdıklarına karışmışlar ne de yazma azmini övmüşler. Ama yeteneği varsa çok sıkı çalışması gerektiğine inanmaları, kızlarını teşvik etmiş. Ancak, üniversite çağına yaklaşırken babası, “satılabilecek bir beceri” edinmesini istemiş. “Dilleri seviyordum, ben de üniversitede Fransız ve İtalyan edebiyatı okudum,” diyor. Sonra da bunları öğretti.

1953’te Paris’te, tarihçi Charles A. Le Guin’le evlendi. Evlenince, kocası yazı yazma hakkını hiç sorgulamamış. “Kocalarda ender bulunan bir haslet,” diyor Le Guin. “Genç yazarlara öğüdüm; para sahibi biriyle evlenemiyorsanız, hiç değilse yeteneklerinizi kıskanacak biriyle de evlenmeyin.” Şansına, genç yaştayken tanıdığı, yaşça büyük birkaç yazar da onu teşvik etmiş. “Sanatın şöhret için bir yarışma olduğunu düşünen yazarlardan uzak dururum.”

Hazır genç yazar lafı açılmışken, yazarımızın bu konuda neler düşündüğüne de bakalım bir. Çünkü onlara bir öğütte bulunmuş. “Sokrates,” diyor, “dillerin yanlış kullanımı ruhta kötülüğe yol açar,” demişti. Dil bilgisinden söz etmiyordu tabii. Dili kötüye kullanmak, tıpkı politikacılar ve reklamcıların yaptığı gibi, sözlerin anlamının sorumluluğunu yüklenmeden, onu kâr için kullanmak demektir. “Oysa ona göre, bir yazar kelimelerin ne anlama geldiğine, ne dediklerine, nasıl dediklerine aldıran biri olmalı. Yazarlar, kelimelerin onları hakikat ve özgürlüğe götüren yol olduğunu bilir ve onları özenle, düşünerek, korkuyla, keyifle kullanırlar. Kelimeleri iyi kullanarak ruhlarını güçlendirirler.”

Bir de red mektubu sunmuş. Reddedilen kitap, kısa süre önce 40’ıncı yıl dönümü şerefine yeniden basılan The Left Hand of Darkness / Karanlığın Sol Eli.” “Çok iyi kalpli bir insan olduğum için,” diyor, “Editörün ve yayınevinin adını vermiyorum. Ama mektuptan söz ediyorum ki, kısa süre önce red mektubu almış olanlar neşelensin. Sıkın dişinizi!”

Meçhul yayınevi, Ursula K. Le Guin’in çok iyi yazdığını düşündüğü halde, romanı yayınlamayacaklarını söylemiş. Referans ve bilgi ayrıntıları, aradaki efsaneler her şeyi birbirine karıştırıyormuş. Hikâyede, aksiyonun umutsuzca çıkmaza girdiğini ve kitabın okunmaz hale geldiğini söyleyip, metni iade ediyorlar. Karanlığın Sol Eli, bilimkurgunun en önemli iki ödülü olan Hugo ve Nebula’yı aldı. Yani, sahiden de sıkın dişinizi!

Le Guin, düzyazıya da hakim, şiire de. Gerçekçi kurgu, bilimkurgu, fantastik, küçük çocuklar için kitaplar, genç yetişkinler için kitaplar, senaryo, deneme, vb. yazıyor. Basılmış 7 şiir kitabı, 22 romanı, 100’den fazla kısa hikâyesi var; 12 de çocuk kitabı. En beğenilen kitaplarının çoğu da hep basıldı, kitapçı raflarından hiç eksik kalmadı. “Yerdeniz”in altı kitabı A.B.D. ve Britanya’da milyonlarca sattı. İlk önemli bilimkurgu kitabı Karanlığın Sol Eli (hani editörün beğenmediği), kendi alanında çağ açıcı bir kitap sayılır. Çocuk kitaplarının arasında en beğenileni, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan dört kitaplık “Kanatlı Kediler Masalı” (Catwings) dizisidir, Emma Tekir ile kanatlı dört yavrusunun maceralarını anlatır. Dört yavruya dört kitap…

Bir de, çevirmen olarak, yazmaktan kendimi alamadığım bir şey var. Lao Tzu’nun Tao Te Ching’i üzerinde kırk yıl çalışmış ve büyük övgü almıştı. Kırk yıl ha! Dictionary of Imaginary Places / Hayali Yerler Sözlüğü’ne iki kişi üç buçukar yıl verdik, diye söylenmemizi hatırlıyorum da!

Ursula K. Le Guin iyi ki doğmuş, diyoruz! Ve çok yaşasın onun eşsiz ve eksiksiz dünyası Yerdeniz! Ejderhaları bile bir başka…

 

29 Ekim 2015 Perşembe

Geçmiş Hikâyeler Sokağı

ECE İREM DİNÇ – 29 Ekim 2015

“hayat zamanda iz bırakmazbir boşluğa düşersin bir boşluktanbirikip yeniden sıçramak için…”Attila İlhan

Başlangıcından bu yana, “Düş Kazanı” başlığı altında kaç yazı kaleme aldım bilmiyorum, saymadım. Kimi zaman Antik Yunan’ın masalsı dağlarından, kimi zaman Nil’in esrarlı sularından, bazen yalınayak, bazen de yalınyürek, âlemi bir baştan bir başa dolanan seyyahların ardından, bazen Yugoslavya’nın uzak bir kasabasından öylece geçip gittim. Bir Çigan’ın dilindeki türküye dokunduğum da oldu, Bosnalı bir kız çocuğunun gözündeki yıllanmışlığa da. Masalların sonsuz boşluğunda deveran etmeyi hep sevdim. Yazılmış ve söylenmiş bütün hikâyelerin, dünyayı insanlar için daha yaşanılır ya da hiç değilse daha anlaşılır kılmaya çalışan birer savaşçı olduğuna inandım. Okuduğum her masalın sonunu –birbirlerinden ne denli uzak ve farklı olsalar dahi– Hacı Bektaş Veli’nin şu sözlerine benzetip durdum;

   “Her ne ararsan kendinde ara.    Ve inan iyiliğe, inan iyilere. Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir, hatırla bunu!”

Yazmak, bir nevi azalma hâli. Okumak da öyle… Zira yazdıkça, okudukça, görüyorum ki, bu dünya sarayı, başlıbaşına bir hikâyeler kazanı. Bildiğimi sandığım her şey, aslında kişisel evrenimin içinde küçük, küçücük bir noktadan ibaret. Noktalar birleştikçe ağır ağır beliren çizgiler, ağır ağır uzayıp giderken içimde, okuduğum hikâyeler her defasında birer nokta daha konduruveriyorlar zihnime. Noktalar kümesi genişledikçe, dahası uzayıp gittikçe çizgiler; bildiklerimin azlığı da aynı hızla vuruyor yüzeye. “Daha anlatacak çok şey var,” diyorum kendi kendime. Bir panik havası esiyor kalemimin üzerinde. Daha çok nokta olsun istiyorum beynimde. Sonra bir an durup hatırlıyorum, noktanın tüm çizgilerin esrarı olduğunu…

Dünyayı mitolojik hikâyelerin gözünden anlamlandırmanın ayrı bir güzelliği var bende; başka bir deyişle, çokanlamlılığı… Çünkü “düşlerle yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır,” diyen bir düşünürdür mitoloji. Düşler ile hakikatleri öylesine incelikle ve öylesine zarafetle teyeller ki birbirine, okudukça insanın içine işleyen umut da mitolojinin oyası olur adeta. Hani insanın içine, içinin de içine işleyen bir tarafı da vardır bazen. Bütün o eski masallar, bir bakıma sırlı bir ayna. Sularda aksini aramaksa niyetin, senin payına da bir şeyler yansımış olacak o aynaya. Yeter ki bakmasını bil, yeter ki görmesini… Bu dört heceli sözcüğün içine nelerin sığdığını, nelerin sığmayıp da taştığını ancak bu yolla öğreniyor insan. İyi bir dünyaya açılan kapının tokmağına asılmış, inançla zorlayan insanlar da var orada, tırnakla dağları kazıyan da. Bir dirhem iyilik için cihandan geçen de orada, şahane meclisine çekilip umarsızca uyuyan da… Her efsane, hakikatle düş arasında bir solukluk kasaba. Yolu düşeni içtenlikle buyur eder topraklarına. Umudu, hüznü, boşluğu ve değişen zamanları; ekmek gibi, su gibi içtenlikle pay eder önünüze. Karşılığında istediği bir şey de yoktur hani. Çünkü çıkarsızdır hikâyeler. Çünkü kelimeler; şu dünyadaki en beklentisiz, en koşulsuz şeyler…

Hâsılıkelâm, başta da söylediğim gibi, bugüne dek bu köşede kaç hikâyeye, kaç efsaneye dokundu kalemim, saymadım. Ama şundan eminim ki, her hikâye, her efsane başlı başına bir sevda bu gönülde. Ve Tevfik Fikret’in de dediği gibi, “Hoş geçen her dem-i sevda, ebediyet sayılır bir yerde.” Burası bir köşeden çok daha fazlası bende… Her defasında beni, “Geçmiş Hikâyeler Sokağı”na doğru alıp götüren sevgili “Düş Kazanı”m, içimdeki evrene küçük, küçücük noktalar kondurmaya devam ettikçe, ben de aynı heyecanla yazmaya devam edeceğim.

Okudukça azalarak, yazdıkça eksilerek;

Ama asla yetinmeyerek…

Mitolojinin sırlı aynasında bir görünüp,

bir yiterek…

 

27 Ekim 2015 Salı

Yaşasın Polisiye!

SEVİN OKYAY – 24 Ekim 2015

Çocukluğumdan beri polisiye okumayı severim. Polisiye kategorisine konularak, “edebi” değerden uzak tutulmak istenen pek çok iyi yazar tanıdım bu sayede. Agatha Christie’leri sıradan geçtim, Carter Dickson, Elle Stanley Gardner ve elbette Mike Hammer’leri (hakikisi ve sahtesiyle) okudum. Hep birlikte, “Bizde niye polisiye yazarı yok?” diye dertlenirken karşımıza Türkiye’de polisiyenin bir numarası, “Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes” adı, kendi tabiriyle “tuğla gibi” kitabıyla Erol Üyepazarcı çıktı ve bize çok önemli bir şey öğretti. Ülkemizde yüzyıldır polisiye yazılıyormuş meğer. Üstelik, nasıl ki iyi-kötü yazılmış kitap varsa, iyi-kötü yazılmış polisiye de olduğunu bilmeyene öğretti.

Bu hafta sonu, yüz yıllık tarihi olan polisiyemizin yazarlarımızdan bazıları Pera Palas Oteli’nde bir araya geliyor. Maksat, hem Agatha Christie’nin 125. doğum gününü kutlamak, hem de Kara Hafta geleneğini başlatmak. Merak eden blackweekturkey.com’a girer, bakar. Niye İngilizcesine bakıyoruz derseniz, karahaftatürkiye.com diye bir şey yok da ondan. Umarız, Pera Palace Hotel Jumeirah’nın ev sahipliğinde ve TEB sponsorluğunda gerçekleştirilen bu ilk uygulamanın arkası gelir.

Cuma akşamüstü Pera Palas’ta düzenlenen ilk panel, “Kadın Dedektifler” başlıklıydı ve moderatörü de bir polisiye yazarı, aynı zamanda aktris olan Ayşe Erbulak’tı. Katılımcıları ise, bu dönemin öncü kadın polisiyecisi, Kati Hirşel’in yaratıcısı Esmahan Aykol ile bir efsane: ilk olarak Çitlembik’ten çıkan Bir Numaralı Kadınlar Dedektiflik Bürosu ile tanıdığımız Alexander McCall Smith ki, ayrıca romanları, çocuk kitapları (dört tanesi Günışığı Kitaplığı’ndan çıktı) ve akademik çalışmaları da vardır. Ama biz onun peşine, yukarıdaki kitapla başlayan “Mma Precious Ramotswe” dizisi nedeniyle takıldık. Botswana’da “geleneksel yapıda” (şişman denmiyor) bir hanım, bir dedektiflik bürosu açar, yanına da daktilo kursunun en başarılı öğrencisi Mma Grace Makutsi’yi asistan olarak alır.

Panel boyunca McCall Smith’in eşinin yanında uslu uslu oturdum, konuşmacıları dinledim. Salon tamamen dolmuştu. Ama polisiye etkinlikleri genelde böyle oluyor zaten. Keşke daha çok yapılsa! Edinburgh’da yaşayan yazar, polisiyenin ille de cinayet gerektirmediğini düşünenlerden… Mma Ramotswe hırsızlıklar, aldatmalar ve sair ailevi meselelerle uğraşıyor daha çok. Ona ve yazarın kurulmasına katıldığı üniversitede ders verdiği Botswana’ya bayılacaksınız.

Evet, anlaşılan epeyce zamandır McCall Smith hakkında yazma fırsatı bulamamışım. Ama “Katilin Peşinde” başlıklı ikinci panelde de aynı derecede önemli bir konuk vardı: Burada Everest’in bastığı iki ciltlik ve ‘tuğla gibi’ Açıklamalı Notlarıyla Sherlock Holmes kitaplarını hazırlayan Leslie S. Klinger. Erol Üyepazarcı’nın moderatörü olduğu bölümde ikinci konuşmacı ise, dedektifleri Vedat ve Tevfik ile gönlümüzde yer eden, aynı zamanda iyi bir çevirmen olan Algan Sezgintüredi’ydi. Klinger’in Drakula için de böyle “açıklamalı notlarıyla” cinsinden çok iyi bir kitabı var, aklınızda olsun.

Günün üçüncü panelinde konuşmacılar, Altın Kitaplar’dan çıkan Christie’lerin çevirmeni Çiğdem Öztekin moderatörlüğünde Adli Tıp Enstitüsü öğretim üyesi ve yazar Sevil Atasoy ile heyecan yaratan bir konuktu: Agatha Christie’nin torunu Matthew Prichard. Ne de olsa, bu hafta aynı zamanda üstadenin 125’inci doğum yıldönümünü kutluyor ve bir Agatha Christie odasına sahip, onun kayboluşuyla ilgili sık sık adı geçen, o günlerde burada kaldığı söylenen Pera Palas’tayız. Konu başlığımız da “Agatha Christie Suç ve Ceza”ydı.

Bunları yazarken, bir yandan da bugüne hazırlanıyorum. 15:00’te Metin Celal, Osman Aysu ile Çağatay Yaşmut’a “Popüler Bir Tür Olan ‘Polisiye’”de moderatörlük edecek. 16:00’da Celil Oker, Bir Şehir Anlatısı Olan Polisiye’yi anlatacak. Moderatör, Adnan Özer. 17:00’de Ahmet Ümit, çok sevdiğimiz karakteri Başkomiser Nevzat’ı anlatacak.

İşte hepsini duyurduk, isteyen kalkıp gelir. Mekânımız, bir daha hatırlatalım, Pera Palas. Salon kalabalık oluyor, geç kalmayın. Eğer panellere gelemezseniz, yazarlarımız saat 18:00’den itibaren Mephisto (Leslie S. Klinger, Algan Sezgintüredi, Ayşe Erbulak, Onur Akhan), İnsan Kitabevi (Alexander McCall Smith, Sevil Atasoy), ve Türk-Alman Kitabevi’nde (Ahmet Ümit, Esmahan Aykol, Celil Oker) kitaplarını imzalayacak. Yaşasın polisiye!

 

22 Ekim 2015 Perşembe

ON8, 34. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nda!

ON8, 7-15 Kasım’da, Büyükçekmece TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde        düzenlenen, bu yılki ana teması “Mizah: Hayata Gülümseyerek Bakmak” olup, Tan    Oral’ı onur çizeri, Romanya’yı da onur konuğu olarak ağırlayan 34. İstanbul Kitap    Fuarı‘na, Salon 2, 2102 no.lu standında katılıyor.

Fuar kapsamında düzenlediğimiz etkinlikler:

 Programın pdf dokümanı için tıklayınız.

 

 

7 KASIM 2015, Cumartesi

İMZA SAATLERİ – ON8 standında Salon 2 / 2101 C12.00-14.00 Sevgi Saygı

8 KASIM 2015, Pazar

 

İMZA SAATLERİ – ON8 standında Salon 2 / 2101 C12.00-13.00 Müge İplikçi

14 KASIM 2015, Cumartesi

SOHBET: Bir Blog Macerası: İnsan Kendine De İyi GelirKonuşmacı: Semih Gümüş, Ahmet Büke13.00-14.00  Heybeliada Salonu

İMZA SAATLERİ – ON8 standında Salon 2 / 2101 C12.00-14.00  Mine Soysal, İrem Uşar15.00-17.00  Ahmet Büke

 

 

17 Ekim 2015 Cumartesi

Yüreğinin yerini bilirdi…

SEVİN OKYAY – 17 Ekim 2015

Kırk yıldır basın camiasının içinde yer alan biri olarak, Sennur’u şairliğinden de önce düzeltmenliğiyle, ayrıca yanlış bulduğu fikirleri sözlü olarak da düzeltmesiyle tanıdım. Bir kısmı kulaktan dolma, bir kısmı tanık olma şeklinde. Şairdi, bir yazarın eşiydi. Eşi de düzeltmendi. Babıali’nin edebiyat dolu yıllarıydı. Daha sonra  bir başka vesileyle tanıdım. Her iki kardeşi de ayrı ayrı arkadaşımdı. Sema’lara sık sık uğrardım, Aynur ise çok sevdiğim bir mesai arkadaşımdı. O da düzeltmendi. Sennur’un çocukları Ayşe ve Ahmet ise, eh, onlar da arkadaşımdı desem yanlış olmaz. Eniştesi ise sinema dünyasının içindeydi. Belki de farklı isimlerle yazdığı senaryoların bir kısmını ona yazmıştır. “Buruk Acı” hikâyesini aşağıda yazacağım.

Sennur’un arkasından yazanlar, özellikle de genç arkadaşları, tecrübesiyle bilgisini hiç duraksamadan aktardığı arkadaşlar, onun azarlarından muhabbetle söz ediyor. Asıl korkutucu olan azarların kendisi değil, onu daha önceden tanıyan arkadaşların tehditleri: “Sennur abla gelince görürsün.” Azar korkutucu değil, çünkü Sennur biraz sonra azarladığı o gence kalbini açar, gönlünü alırdı. Eşi, ardından yaptığı konuşmada, “Yüreğinin yerini bilen insanlardan biriydi,” demiş. Elhak öyleydi.

1943’te Eskişehir’de doğmuştu. Annesi evde okumayı öğrettiğinden olsa gerek, ilkokula ikinci sınıftan başladı. İstanbul Kız Lisesi’nde öğrenimini yarıda bırakıp Taşkızak Tersanesi’nde ikmal ve muhasebe memuru olarak işe girdi. Taşkızak’ın onun üzerinde büyük etkisi oldu. Yirmi yıl önce Evrensel Gazetesi’nde kendini tanıttığı yazı “Ben Sennur Sezer”de (o köşede yazarları tanıtırdı hep),

“Düşlediğim eğitim dalının gerektirdiği para, lisenin bana artık verecek bir şeyi kalmadığına inanç, para kazanırsam daha özgür olabileceğim kanısı, bu kararda rol oynadı. Ailemle bunları tartışamazdım,” demiş. Sonuna kadar Türkiye sosyalist hareketinin ve işçi sınıfı mücadelesinin içinde yer almasında, mutlaka Taşkızak yıllarının payı vardır. Sennur Sezer, gençliğinde burada çalışırken giriştiği politik mücadeleyi, hayatının sonuna kadar sürdürdü.

1965 yılında Varlık Yayınları’na girdi, düzeltmen olarak. İki yıl sonra genç yazar Adnan Özyalçıner ile evlendi. 1982 yılına kadar çeşitli yayınevlerinde ve ansiklopedilerde düzeltmenlik, metin yazarlığı yaptı. Gerçek ve müstear isimle, özellikle Yeşilçam’a çok sayıda senaryo ve şarkı sözü yazdı. Bunlardan biri de, “Buruk Acı”ydı. Evet, hani şu “Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı, / Hayat öyle bir han ki, acı içinde hancı.” diye başlayan…  Teoman Alpay’ın bestesiyle, Yeşilçam’ın en bilinen şarkılarından biri olmuştu. Daha sonra, aynı adlı romanın yazarı Adnan Özyalçıner, şarkının sözlerinin de eşine ait olduğunu açıkladı.

Şiir ve yazıları Varlık, Yeditepe, Hürriyet Gösteri, Yazko Edebiyat, Hürriyet Gazetesi Avrupa baskısı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki, Elele, Beaute adlı dergi ve gazetelerde yayımlandı. Bunları Evrensel ve Cumhuriyet gazeteleri ile Radikal Kitap, Varlık, Evrensel Kültür dergileri izledi. Bu yıl ise, Tudem Edebiyat Ödülleri jürisindeydi. Habib Bektaş, Şeref Bilsel, Betül Avunç ve Zarife Biliz ile birlikte yarışmaya katılan eserleri değerlendirmişlerdi.

Aldığı pek çok ödülün birinden, Evrensel’deki yazısında tevazu ile şöyle söz ediyor: “1980’de şiir ve yazılarımda kadın haklarını savunduğum için 8 Mart ödüllerinden birini aldım.” Doğan Hızlan ise, “Kimi yazarlar, kadın duyarlığı sözünün üstüne basa basa yazılmasına karşıdırlar. Sezer onlardan değil, kadın duyarlığının, kargaşa içinde yaşayan bir toplumda kadın olmanın sorumluluğunun şiirini yazıyor.”

Doğrudur, hem kadınların, hem emekçilerin haklarını korumuştur, hepsi adına mücadele etmiştir Sezer. Adnan Özyalçıner, veda konuşmasında “Sennur bir şairdi,” demiş. “Şiir yüklü, yaşam yüklü, sevgi ve ümit yüklü bir defter kaldı ondan geriye. İnsan hakları, kadın hakları, işçi hakları savunucusuydu. Savunucumuz gitti.”

Yazmanın herkes için bir kendini ifade biçimi olduğunu, on altı yaşlarındayken anladığını söyleyen Sennur Sezer, yüreğinin yerini de o sıralar öğrenmiş olsa gerek. “Size kendimi, konuşmalarımda yaptığım gibi bir şiirimle de tanımlayabilirdim:” diye yazmış. “Evliyim / İki çocukluyum / Ozanım /… / İnsanın insandan korkmasına karşıyım / İşte bunun için / Yazıp / Altına imza attıklarım.”

İlk şiiri, o lise sıralarındayken 1958’de, Sanat Dünyası dergisinde yayımlanmıştı. İlk şiir kitabı Gecekondu ise 1964’te. “Çalışan bir kadının, bir kadın işçinin günlüğü sayılabilir şiirlerim,” diyor. Şiirin yanı sıra çocuk kitapları, denemeler, inceleme-araştırmalar, anlatılar ve antolojiler var. Kimisi, Özyalçıner ile birlikte.

Siz çocuk değilsiniz ama, “Çocuklarımdır, bütün çocukları dünyanın,” diyen bir kadını, anneyi, şairi tanımak istersiniz diye düşündüm. Gene de noktamızı Adnan Özyalçıner’in veda konuşmasıyla koyalım:

“Sevgilim, sen benim her şeyimdin. Karım, sevgilim, annem, elim ayağımdın. Şimdi elim ayağım koptu.” Evet, bağrına bastığı ama arada bir de silkelediği bütün genç arkadaşlarında aynı öksüzlük duygusu yaşar şimdi.

 

Yüreğinin yerini bilirdi…

SEVİN OKYAY – 17 Ekim 2015

Kırk yıldır basın camiasının içinde yer alan biri olarak, Sennur’u şairliğinden de önce düzeltmenliğiyle, ayrıca yanlış bulduğu fikirleri sözlü olarak da düzeltmesiyle tanıdım. Bir kısmı kulaktan dolma, bir kısmı tanık olma şeklinde. Şairdi, bir yazarın eşiydi. Eşi de düzeltmendi. Babıali’nin edebiyat dolu yıllarıydı. Daha sonra  bir başka vesileyle tanıdım. Her iki kardeşi de ayrı ayrı arkadaşımdı. Sema’lara sık sık uğrardım, Aynur ise çok sevdiğim bir mesai arkadaşımdı. O da düzeltmendi. Sennur’un çocukları Ayşe ve Ahmet ise, eh, onlar da arkadaşımdı desem yanlış olmaz. Eniştesi ise sinema dünyasının içindeydi. Belki de farklı isimlerle yazdığı senaryoların bir kısmını ona yazmıştır. “Buruk Acı” hikâyesini aşağıda yazacağım.

Sennur’un arkasından yazanlar, özellikle de genç arkadaşları, tecrübesiyle bilgisini hiç duraksamadan aktardığı arkadaşlar, onun azarlarından muhabbetle söz ediyor. Asıl korkutucu olan azarların kendisi değil, onu daha önceden tanıyan arkadaşların tehditleri: “Sennur abla gelince görürsün.” Azar korkutucu değil, çünkü Sennur biraz sonra azarladığı o gence kalbini açar, gönlünü alırdı. Eşi, ardından yaptığı konuşmada, “Yüreğinin yerini bilen insanlardan biriydi,” demiş. Elhak öyleydi.

1943’te Eskişehir’de doğmuştu. Annesi evde okumayı öğrettiğinden olsa gerek, ilkokula ikinci sınıftan başladı. İstanbul Kız Lisesi’nde öğrenimini yarıda bırakıp Taşkızak Tersanesi’nde ikmal ve muhasebe memuru olarak işe girdi. Taşkızak’ın onun üzerinde büyük etkisi oldu. Yirmi yıl önce Evrensel Gazetesi’nde kendini tanıttığı yazı “Ben Sennur Sezer”de (o köşede yazarları tanıtırdı hep),

“Düşlediğim eğitim dalının gerektirdiği para, lisenin bana artık verecek bir şeyi kalmadığına inanç, para kazanırsam daha özgür olabileceğim kanısı, bu kararda rol oynadı. Ailemle bunları tartışamazdım,” demiş. Sonuna kadar Türkiye sosyalist hareketinin ve işçi sınıfı mücadelesinin içinde yer almasında, mutlaka Taşkızak yıllarının payı vardır. Sennur Sezer, gençliğinde burada çalışırken giriştiği politik mücadeleyi, hayatının sonuna kadar sürdürdü.

1965 yılında Varlık Yayınları’na girdi, düzeltmen olarak. İki yıl sonra genç yazar Adnan Özyalçıner ile evlendi. 1982 yılına kadar çeşitli yayınevlerinde ve ansiklopedilerde düzeltmenlik, metin yazarlığı yaptı. Gerçek ve müstear isimle, özellikle Yeşilçam’a çok sayıda senaryo ve şarkı sözü yazdı. Bunlardan biri de, “Buruk Acı”ydı. Evet, hani şu “Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı, / Hayat öyle bir han ki, acı içinde hancı.” diye başlayan…  Teoman Alpay’ın bestesiyle, Yeşilçam’ın en bilinen şarkılarından biri olmuştu. Daha sonra, aynı adlı romanın yazarı Adnan Özyalçıner, şarkının sözlerinin de eşine ait olduğunu açıkladı.

Şiir ve yazıları Varlık, Yeditepe, Hürriyet Gösteri, Yazko Edebiyat, Hürriyet Gazetesi Avrupa baskısı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki, Elele, Beaute adlı dergi ve gazetelerde yayımlandı. Bunları Evrensel ve Cumhuriyet gazeteleri ile Radikal Kitap, Varlık, Evrensel Kültür dergileri izledi. Bu yıl ise, Tudem Edebiyat Ödülleri jürisindeydi. Habib Bektaş, Şeref Bilsel, Betül Avunç ve Zarife Biliz ile birlikte yarışmaya katılan eserleri değerlendirmişlerdi.

Aldığı pek çok ödülün birinden, Evrensel’deki yazısında tevazu ile şöyle söz ediyor: “1980’de şiir ve yazılarımda kadın haklarını savunduğum için 8 Mart ödüllerinden birini aldım.” Doğan Hızlan ise, “Kimi yazarlar, kadın duyarlığı sözünün üstüne basa basa yazılmasına karşıdırlar. Sezer onlardan değil, kadın duyarlığının, kargaşa içinde yaşayan bir toplumda kadın olmanın sorumluluğunun şiirini yazıyor.”

Doğrudur, hem kadınların, hem emekçilerin haklarını korumuştur, hepsi adına mücadele etmiştir Sezer. Adnan Özyalçıner, veda konuşmasında “Sennur bir şairdi,” demiş. “Şiir yüklü, yaşam yüklü, sevgi ve ümit yüklü bir defter kaldı ondan geriye. İnsan hakları, kadın hakları, işçi hakları savunucusuydu. Savunucumuz gitti.”

Yazmanın herkes için bir kendini ifade biçimi olduğunu, on altı yaşlarındayken anladığını söyleyen Sennur Sezer, yüreğinin yerini de o sıralar öğrenmiş olsa gerek. “Size kendimi, konuşmalarımda yaptığım gibi bir şiirimle de tanımlayabilirdim:” diye yazmış. “Evliyim / İki çocukluyum / Ozanım /… / İnsanın insandan korkmasına karşıyım / İşte bunun için / Yazıp / Altına imza attıklarım.”

İlk şiiri, o lise sıralarındayken 1958’de, Sanat Dünyası dergisinde yayımlanmıştı. İlk şiir kitabı Gecekondu ise 1964’te. “Çalışan bir kadının, bir kadın işçinin günlüğü sayılabilir şiirlerim,” diyor. Şiirin yanı sıra çocuk kitapları, denemeler, inceleme-araştırmalar, anlatılar ve antolojiler var. Kimisi, Özyalçıner ile birlikte.

Siz çocuk değilsiniz ama, “Çocuklarımdır, bütün çocukları dünyanın,” diyen bir kadını, anneyi, şairi tanımak istersiniz diye düşündüm. Gene de noktamızı Adnan Özyalçıner’in veda konuşmasıyla koyalım:

“Sevgilim, sen benim her şeyimdin. Karım, sevgilim, annem, elim ayağımdın. Şimdi elim ayağım koptu.” Evet, bağrına bastığı ama arada bir de silkelediği bütün genç arkadaşlarında aynı öksüzlük duygusu yaşar şimdi.

 

15 Ekim 2015 Perşembe

Zerre ile Güneşi Kim Örtebilmiş Ki?

ECE İREM DİNÇ – 15 Ekim 2015

“Ateş, en üstün yaratılış unsurudur.Ateşin sınırı, ancak onun kendi kendisinde tekrarıyla anlaşılır.Onunla bir kez karşılaşanın eskisi gibi olmasıartık mümkün değildir. ”Nazan Bekiroğlu, “Lâ- Sonsuzluk Hecesi”

(Resim: Pablo Picasso “Guernica”)

Hikâyeye göre, Prometheus, ateş tanrısının alevler saçan ocağından bir kıvılcım çalar ve onu insanoğluna armağan eder. Bunun sonucunda, Tanrıların tanrısı Zeus’un emriyle, zincirlere vurularak cezalandırılır ve geceden bile daha kara bir akbaba tarafından her gün, her ân organları ağır ağır kemirilir. Kafkas Dağı’nın zirvelerinde yaşanan bu korkunç işkence, Herakles’in Prometheus’u kurtarması ile son bulur. Oysa engin yürekli Prometheus, kurtulduğuna sevinmek bir yana, Herakles’in gözlerinin içine hiddetle bakar ve ona şöyle der; “Zeus, tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur…”

Ve böylelikle, o güne dek ağır ağır kaynamakta olan kelimeler kazanına yepyeni bir kelime eklenir: Özgürlük… Öyle bir kelimedir ki bu; içine düştüğü kazanın sularını bir anda bulandırır. Rengini, en üstün yaratılış olan ateşten almıştır. Saftır, katışıksızdır. Sınırsız ve gözü karadır. Tıpkı, teni ateşe değen bir âdemoğlu gibi, dili “özgürlük” kelimesine dokunan, yahut gönlü bir defa olsun bu kelimenin hikmetiyle dolan bir âdemoğlu da, o ândan sonra asla eskisi gibi kalamaz.

Yarattığı bu yeni kelimenin etkisine kuvvetle inanır Prometheus. “Ya, zulüm?” der buna karşılık Zeus; “Kin, Kan, Öç, Kibir, Korku ve Ölüm… Kazanın içinde bu kelimeler de kaynıyor. Hem bak, tam şurada; senin yarattığının yanı başında.”

“Peki ama hangi vakte kadar?” diye sorar Prometheus. “Bilmez misin ki, bu kelimeler özünde koskoca birer hiç. Hem zerre ile güneşi kim örtebilmiş ki?…”

Hikâyenin ezcümlesi, Zeus ile Prometheus’un arasındaki savaş uzun yıllar sürüp gider. Tanrıların tanrısal serüvenine karşılık, insanlığın insani mücadelesi de Prometheus’un cesareti ile yön bulur. En nihayetinde kazanan Prometheus olur. Galibiyetinin ödülü olarak “Özgürlük” kelimesinin yanında “İnanç”, “Cesaret” ve “Başkaldırı” kelimelerini de sallandırıverir kazanın orta yerine.  Elbette kaynamaya devam eder kelimeler kazanı. Gel zaman git zaman, içine daha nice harf karışır. Ne ki, bir araya geldiklerinde dizilişleri “Karmaşa” olur bazen. Zira, “Zelil” de aynı kazanın içindedir, “Ahsen” de. “Ayân” da oradadır, “Beyân” da. “Merhamet” de aynı kazanda pişmektedir, “Kıyam” da. Kazanın içi, bir nevi tezatlar teknesi. Bu teknede “Kıvam”, kelimelerin en yücesi…

Demem o ki, insanlar gibi, kelimelerin de yaradılışı bir nevi zıtlıklar meclisi. Yeri gelir bu mecliste “Buse” ile “Zahmet”; “Zindan” ile “Saray”, “Özgürlük” ile “Bukağı” yan yana denk düşer. Öyle ya; şu dünya dükkânında bir tek iplik bulunmaz ki ona takılı bir de iğne olmasın.

Son olarak, hikâyeye göre kelimeler kazanı’nda yalnız iki kelime yan yana denk düşmezmiş. Biri “Felaket,” diğeri ise “Sükût” imiş… Zira “Felaket” kelimesinin yanında “Sükût”; zilletin bir neviymiş.

Fazla söze ne hâcet…

Dilerim serancâmı aydınlık, güzel bir gün olsun her birimize…

 

13 Ekim 2015 Salı

Çift kaymaklı kadayıf

SEVİN OKYAY – 10 Ekim 2015

Geçen hafta yazı yazmadım, çünkü zaten Günışığı Kitaplığı kutlamaları sayfaları doldurmuştu. Biz, ON8’in iki kıdemli yazarı, Ahmet Büke ile ben de orada hazır ve nazırdık. Günün konuşmacılarından Kutlukhan ile de orada buluştuk. Bizden önce gitmiş, yetişip yakaladık. Kutlukhan Kutlu, benim kan hısımım, meslektaşım ve Harry Potter kitaplarında çeviri eşim. O gün de çeviri üzerine bir konuşma yapacaktı. Güzel bir konuşma oldu.

Ama daha önce yemeğe yetiştik. Daha doğrusu, neşeli masamıza. Geçenlerde Caddebostan’da buluşan ve gül gül ölen ekipten Müren, Ahmet, Haluk Kalafat vardı masada. Mine de oradaydı ama hiç oturmadı galiba. Masamızın hatırlı konukları Latife Tekin ile Karin Karakaşlı’ydı. Karin’i, Ahmet Büke’nin ON8 Kitap’tan çıkan kitabı İnsan Kendine De İyi Gelir için yazdığı yazı nedeniyle kutladım. Kitabın sahibi kadar, yazıyı yazan hakkında da ruh bilgileri veren, çarpıcı, sıcak bir yazıydı. Karin, bu kitabın öyle bir yazıyı hak ettiğini söyledi.

Başlıktaki çift kaymaklı kadayıftan kasıt ise, o gün hem Zeynep Cemali Öykü Yarışması 2015 ödüllerinin verilmesi, hem de Günışığı Kitaplığı’nın yirminci yılının kutlanmasıydı. Orda burda gördüğünüz vecizemsi levhalar da kitapların isimlerinden yola çıkarak yaratılmıştı. Mesela, benim elimde gördüğünüz “Soğuktan korkmayan tek kuş” gibi. Oysa ben asıl, Behçet Çelik’le birlikte güleryüzlü bir poz veren Ahmet Büke’nin seçtiği kedili vecizeye niyetlenmiştim ama, “Bu kadın da her yere kedi ismi-resmi koyuyor,” demesinler diye kuşa fit oldum. Onları da çok severiz gerçi. Bu arada, Behçet’le tanışmıyorduk. Ben bu konularda beceriksiz olduğum için halen de öyleyiz.

Yemekten sonra Kutlukhan’ı dinledik. Sabah konuşmacılarını kaçırmıştık ama, Latife Tekin neyse ki öğleden sonrayı seçmişti. Müren Beykan da öykü yarışmasının ilginç ayrıntılarını iletti bize. Kızlar ne kadar yazarmış, ne yazarmış? Gerçek hayattaki roller öykü kahramanlarına da yansır mıymış, gibi. Sonra da, yarışmaya katılan öğrencilerin heyecanla beklediği an geldi: ödül töreni. Tören’de; Latife Tekin, birinci Ezgi Akar’a; Feyza Hepçilingirler, ikinci Bengisu Belen’e; Behçet Çelik, üçüncü Cem Demir’e ödüllerini verdi. Yarışmacılar aydınlık yüzleriyle sahneyi aydınlattı. İki tanesinin öğretmeni yanındaydı. Birinin öğretmeni aynı zamanda babasıydı. Herkes resimler çektirdi, birbirine sarıldı.

Bir de kaybetme fasılları vardı, tabii. Necati Tosuner’le kısacık konuştum, sonra izini kaybettim. Bir seferinde yakaladım, ama başka biriyle konuşuyordu. Necati eski arkadaşımdır, çok değerli bir edebiyatçıdır. Böyle vesileler de olmasa hiç görüşemeyeceğiz. Aslında benim iki ameliyatım da dolaşabilirliğimi epeyce törpülemişti. Tören sonunda salonda çıkarken boynuma sarılan Müge’yi de bir daha bulamadım. Ama Müjgan’ı bir buldum, bir daha bırakmadım. Yan yana oturduk (benimle arkadaşlık eden kazanır. Yorulmayayım diye beni oturtuyorlar, arkadaşım da nasibini alıyor). Yalnız Müjgan’a itibar gösterilmesinin bir başka nedeni de vardı. Eksik olmasınlar, beni Facebook’tan ya da yazılarımdan, radyo programlarından tanıyıp da resim çektirmek isteyenler oluyordu. Yanımıza geldiklerinde, kibar Müjgan, “Ben kalkayım,” diye hamle edince, “Yok, yok,” diyorlardı. “Oturun, çok güzelsiniz.” Hâlbuki Müjgan onu operacı ya da tiyatrocu diye tanıdılar sanmış. İtiraz etmemesini, gerçekten güzel olduğunu hatırlattık.

Törenden birkaç gün sonra Kutlu bana bir resim yolladı. Elimdeki levhada “Korsan kızlardır” yazıyor. Hemen cevap yazıp, “Yok böyle bir şey,” dedim. Meğer yanımıza gelip onu biraz tutmamı rica etmişler. Sonra da fotoğraf çekmişler. Ne yazdığını bile görememişim. Ondan sonra da, beyaz saçlarım, (katarakta karşı) güneş gözlüğüm, siyah bastonum ve kazağımla moda ikonu olduğumu iddia etti. Ben de komiklik olsun diye yazdım ki, ne göreyim? Arkadaşlarım hiç utanmadan “Olursa bu kadar olur,” demezler mi? “Senden âlâsı mı olurmuş?” Kör-topal dolaşmaya çalışan bir zavallıyla bu kadar kafa bulunur mu?

Sonunda, bu ‘moda ikonu’ rezilliğinin mimarı olan beyefendiyle kendimizi Sahaflar Festivali’ne attık, ama ikimizde de dolaşacak hal kalmamış. Pera Müzesi’nin Kafe’sine gittik ama masada çöküp kaldık. Sonunda kendi yakamıza geçtik. Kutlukhan biraz oturup gitti, ben de yatıp bir güzel uyumuşum. Ama gece rüyamda bile arkadaşlarımla buluşmuş, hoşça vakit geçirdim. Buluşmanın edebi bir buluşma olması da cabası. Edebi dedim de, Sahaflar Festivali, Tepebaşı’nda daha iki gün açık. Kasım başında da Kitap Fuarı başlıyor. Yeni yazarlar, kitaplar, arkadaşlar aramaya ne dersiniz? Korsan kızların da, çocukların da keşif yolu daima açık kalsın!

 

10 Ekim 2015 Cumartesi

Medya Dijitalleşirken…

Gelişmiş ülkelerde birkaç yıldan beri başgösteren kaçınılmaz dijital dönüşüm, ülkemizde de etkilerini göstermeye başladı ve tarihte ilk kez Yeni Medya reklam gelirleri, yazılı basını geçti. Peki şimdi ne olacak? Yıkılmaz gibi görünen reklamveren- reklamcı-medya üçlüsünü neler bekliyor? Kim, ne yapmalı?

Reklamcılar Derneği malumu ilan etti ve açıkladığı 2015 yılının ilk yarısında yapılan reklam harcamaları çalışmasına göre, Yeni Medya reklam gelirleri ülke tarihinde ilk kez yazılı basını geçti. Toplam 4.282 binTL’lik reklam pastasının yüzde 52’sini televizyon, yüzde 20.62’sini ‘dijital’, yüzde 17.38’ini yazılı basın, yüzde 6.7’sini açıkhava, yüzde 1.95’ini radyo ve yüzde 1.28’ini ise sinema reklamları oluşturdu. Yeni Medya yerine dijital terimini kullanmayı tercih eden Dernek, her ne kadar bu toplama “arama motorları gelirlerinin dahil olduğunu” söylese de, bu alanın tekel oyuncusu Google’dan veri alınamadığı için bu rakamın sağlıklı olmadığını ve kişisel olarak söz konusu gelirlerin tahmin olarak yazılanın çok üzerinde olduğu kanaatimi belirtmek isterim.  

Tabii üzerinde asıl durmamız gereken niceliğin çok ötesindeki nitel değişim. Yaklaşık altı yıldan beri çeşitli vesilelerle yazdığım bu dönüşüm, yazılı basın için artık uzak bir gelecek değil kapısının önündeki kabus. Kuşkusuz geleneksel medya, gerek Türkiye’de gerekse dünyada bu gelişmeleri fark etmekte ve harekete geçmekte geç kaldı ama bunların içinde Guardian gibi erken davranıp Yeni Medya’ya stratejik öncelik verenler, New York Times ya da Wall Street Journal gibi güçlü içeriklerini Yeni Medya’ya abonelik modelleriyle taşıyabilenler, sonunda çabalarının meyvelerini yemeye başladı. Bizde de son birkaç yıldır Hürriyet ve Zaman gibi ana akım gazetelerinde bu konuya stratejik öncelik verip rasyonel iş ve dönüşüm modelleri arayışında olanlar ya da Radikal gibi zorunlu olarak Yeni Medya’ya taşınmak zorunda kalanlar belli bir mesafe kaydetti ancak bu zamana kadar taşıma suyla döndürülen değirmenin artık sistematik bir akışa ihtiyacı var. Bu nedenle tüm bu sürecin artık genel panoramayı köklü bir şekilde farklılaştıracak bir büyük resme dönüşmesi lazım. Bunun için de dönüşümü salt önde görünen medya değil iş ve gelir bağlamında medya-reklamveren-reklamcı üçlüsü bağlamında ele almak lazım.

Öncelikle ülkemizde ve dünyada açıklanan rakamlar, reklamverenin de ilgisini Yeni Medya’ya daha fazla çevirmesine ve şimdiye kadar geleneksel mecralara ayırdığı (evet, kısa zamanda TV’de bu drama dahil olacak) reklam harcamalarını kaydırmasına yol açacak. Bu da doğal olarak Yeni Medya platformalarındaki reklam birim fiyatlarını arttıracak ve hem medya hem de reklam sektöründe bu alana daha fazla teknoloji ve insan kaynağı yatırımının önünü açacak. Bu doğrultuda, medyanın, reklamcıların ve hatta reklamverenlerin yaptıkları yatırım ve harcamalardan etkin bir geri dönüş alabilmeleri için iş süreçlerinde ciddi bir dönüşüme girmeleri gerekli. Medya sektörü biraz ilerlemiş görünüyor ama Buzzfeed, Vice.com, SnapChat ve Netflix gibi küresel ve Ekşi Sözlük, Onedio, Ensonhaber, Maçkolik gibi yerel Yeni Medya oyuncularının da pastadan pay kaparak kendilerinin hareket alanlarını daraltmaya başladıklarını da göz önünde bulundurmalı ve Yeni Medya usulü iş yapmayı en ince detayına kadar öğrenmeliler.

Bu dönüşümde en çok zorlanan grup ise reklam sektörü. Köklü biçimde değişen mecra karakteristiği, iş sürecinden çalışan profiline köklü dönüşüme girmesi gereken  reklamcıları da endişelendirmesine karşın bir-iki satın alma dışında konuda kayda değer bir gelişim görünmüyor. Google gibi bambaşka alanlardan gelen yıkıcı yenilikte reklam teknoloji ve modelleri geliştiren oyuncular da göz önüne alındığında sektörün durumu ne yazık ki parlak değil ve ciddi bir küçülme kaçınılmaz gibi. Kişisel olarak, önümüzdeki dönemde dünyada ve ülkemizde bu alana girecek yenilikçi oyuncuların kısa sürede büyüyeceğini düşünüyorum.

Son olarak, reklamveren tarafı ise, reklam satın almadan planlamaya ve hatta (daha da geniş bir rekabet ve verimlilik perspektifinden bakarak) organizasyonel iş süreçlerine kadar her birimini dijitalleştirmek zorunda.

Kuşkusuz böylesi bir dönüşümü gerçekleştirebilmek için de işe öncelikle bu üçlünün tüm yönetsel işleyişinden yani yönetimlerinden başlamak gerek. İşte konunun can alıcı ve belirleyici noktası da burası!

Yazımızı son dönemin popüler bir repliğinin türevleriyle bitirelim;

“Yaaa gazeteci (reklamcı) kardeş, çok rahat konuşuyordun” 

Medyanın dijital dönüşümü konusunun meraklıları için güzel bir değerlendirme: https://www.linkedin.com/pulse/newsroom-evolution-from-digital-denial-first-david-brewer?trk=hp-feed-article-title-like