31 Ekim 2014 Cuma

Sevgi Saygı

1957’de İzmir’de doğdu. 1981’de Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’nü, 1985’te Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl Atıf Yılmaz’ın filmlerinde yönetmen asistanı olarak çalışmaya başladı, senaryo çalışmalarına katıldı. TRT İstanbul Radyosu’nun Arkası Yarın ve Radyo Tiyatrosu kuşakları için kaleme aldığı oyunların yanı sıra, Tiyatro Ti için Hayalet ve Başkan oyununu yazdı. Çalışmalarını senarist olarak sürdüren yazarın Gezgin adlı romanı 2004’te, Koza adlı romanı 2012’de yayımlandı. 2008’de büyük beğeni toplayan Gece Gündüz adlı televizyon dizisinin senaristlerinden biriydi. Romanlarında polisiye türünü öne çıkaran yazar, gerçek ile rüya, anlatı ile fantazya sınırlarında gezen kurgularıyla tanınıyor. Kahramanlarının günlük, doğal diyaloglarını doğallıkla yansıtırken, ruhun ve geçmişin karanlıklarına dalmaktan hoşlanan yazarın kitapları, bugün her yaştan okur tarafından seviliyor. Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği’nin (FABİSAD) düzenlediği 2013 Gio Ödülleri’nin öykü dalında “Bebek” adlı öyküsüyle dereceye giren Sevgi Saygı, İzmir’de yaşıyor.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Falafelaket!

ERDİ İNCİ - 29 Ekim 2014

Geçen gün milyarlık yemek yedim.

Uzun zamandır, ev halkı olarak bütçe açıklarıyla savaşıyoruz; ancak şu ana kadar yapabildiğimiz şeyler, klima ve kombi kullanımını kısmak (kısmak kelimesinin altını çiziyoruz) ve o gün dışarı çıkılmayacaksa, yıkanmamak. Daha ileri gidemedik.

En sonunda evde yemek yapmayı öğrenmek zorunda olduğumuz gerçeğiyle yüzleşince, oturup yemek tariflerini kurcalamaya başladık. Bu arada, tarifleri Oktay Usta ve Emine Beder’den almadık –pis cahiller! Boğaziçili’yiz biz, İngilizce tarifler okuruz. Jamie Oliver’dan aşağısı (!) bizi kurtarmaz…

Elbette yemek yapmayı biz de biliyorduk. Makarna… Spagetti… Bolonez… Ama insan yeni şeyler denemek istiyor.

O kara ve lanetli günün menüsü de falafeldi…

Genelde home-office çalışıyor olsam da, arada bir merkeze gitmem gerekebiliyor. O gün de itinayla duşumu aldıktan sonra ofisin yolunu tuttum. Evden çalışınca, ofisten istediğin saatte çıkabiliyorsun gerçeğini iş arkadaşlarının yüzüne vurmak için de, mesai bitiminden yarım saat öncesine kadar çalıştım.

Ev arkadaşım o gün evdeydi. Bir güzellik yapmak için de falafel harcını hazırlamış beni bekliyordu. Ben de falafelin yanında en sevdiğim içeceği, ayranı kapıp eve vardım.

Tava çıkarıldı, yağ kızdırıldı. Bir yandan rafa konan telefondan müzikler çalındı, diğer yandan da elde şekillenen köfteler tavaya atıldı…

Bir şey yanlıştı. Yaptığımız köfteler dağılıp, çamur gibi çöküyorlardı yağın içinde. Neyi eksik acaba diye düşünürken, aklımıza galeta unu koymak geldi.

Unu çıkarmak için dolaba el atılınca, o el yanlışlıkla rafa çarptı, telefon sekti ve… O canım telefon ağır çekimde tavanın ortasına düştü.

Olayı idrak etmemiz birkaç saniye aldı. Sonrası kaos…

Ne yapacağız, nasıl yapacağız, telefonu kurtarmak lazım diye bağrışırken, ben o bağrışmanın paniğiyle elimi tavaya soktum… Kızgın tavaya soktum… Elimi soktum… Yağlı ve kızgın tavaya elimi soktum… ELİMİ TAVAYA SOKTUM BEN! ELİM KIZGIN YAĞIN İÇİNDE!

Acıyı fark ettiğim an elimi yağdan çıkardım, diğer elimde köfteleri çevirmek için tuttuğum MAŞAyı tezgâha bıraktım ve iki elimle tuttuğum gibi tavayı, içindekilerle birlikte olduğu gibi tezgâha fırlattım. Tam da baharatların olduğu yere. On ikiden…

Çamurlu, kızgın yağın arasından telefonunu kurtaran arkadaşım, telefonun üzerindeki yağı ve harcı temizlemek için suya tuttu telefonunu. Üstünden şarıl şarıl su akıyor telefonun. İyice, içine sine sine ıslandı telefon.

Ben yanan parmağım ağzımda, suya baktım… Arkadaşım, telefonu elinde, suya baktı… Ben yanan parmağım ağzımda, arkadaşıma baktım… Arkadaşım biz yine yanış bir şey yapıyoruz der gibi bana baktı… Sonra ikimiz birden suya baktık…

Artık sakarlıkta ve aptallıkta yüksek lisans diploması aldığımız için sakinledik ve ben usulca pirinç kavanozunu arkadaşıma uzattım. O da telefonunu, suyunu bezle kuruladıktan sonra pirince daldırdı.*

Ertesi gün telefonu pirinç kabından çıkardık. Şarja takamadık, pirinç tıkamış. Mikrofon yerine su kaçtığı için bir süre konuşamadık. Kulaklığı da takamadık, onu da pirinç tıkamış.

Sonra oturup hesapladık: Bu telefonun parasıyla yaklaşık 4 ay dışarıdan yemek söyleyebiliyormuşuz.

 

 

 * Aklınızda bulunsun, elektronik ve teknolojik cihazlar ıslandığı zaman, pirinç onların bütün suyunu, nemini alırmış.

---------------------------

Bunu okuyan bunu da okudu

Bu bir özür yazısıdır

27 Ekim 2014 Pazartesi

Dijital Meslek Okulları

İçinde bulunduğumuz Yeni Çağ’da bir ülkenin kalkınma ve refahının temeli, o ülkenin dijital yetkinliklerini arttırmaktan geçiyor. Peki nasıl olacak bu?

Çocukluğumun o güvenli mahalle arkadaşlığı ortamının özellikle büyükşehirlerde izinin bile kalmadığı, çalışan anne-baba, trafik ve azalan kamusal alan sarmalında apartman dairelerine sıkışıp kalan 21. Yüzyıl çocuklarından biri olan 12 yaşındaki kızımla geçen yaz aylarından bir gün, evde oturmuş ve her zamanki gibi elimizdeki ekranlara gömülmüştük.

Her “proje çocuğu” gibi doğduğundan bu yana müzik, resim, spor, vd. kurslara yazılıp anne-babasının zoruyla bunlara bir süre devam eden kızımı bu yaz rahat bırakmaya karar vermiştim ki, bir dostumun çocuklara yönelik programlama dillerini paylaştığı tweetini görünce son bir kez şansımı denemeye karar verdim ve ona konuyu daha açmadan sosyal medya üzerinden “çocuklar için programlama” eğitimi olup olmadığını soran bir paylaşım yaptım ve dikkatli bir arkadaşımın yanıtı sayesinde, (çok büyük bir tesadüf eseri) 1 hafta sonra hemen yakınımızda başlayacak ücretsiz bir yaz kursu yakaladım.

Kızıma konuyu çekinerek açtım ama tereddütsüz kabul etmesine de şaşırmadım değil! Nedenini ise daha ilk derslerini izlerken anladım; hem bu dijital yerli kuşağın kullanıcı olarak bu konuya doğal bir yatkınlığı var hem de kullanılan programlama kodları (en azından başlangıç seviyesindekiler) bizim zamanımızdaki gibi siyah ekran üzerine yazılmış binlerce beyaz satır yerine lego parçalarına benzer renkli görsel öğelerden oluşuyor ve çocuklar için programlama bilgisayar ekranındaki bir oyundan farksız hale geliyor. (ki bu da onların üretkenliğini muazzam biçimde arttırıyor!)

Ancak bunun da ötesinde, kodlamayı öğreten eğitmenler, çocukları  toplayıp tahta ya da ekranda birşeyler anlatmak yerine her birine özel ev ödevi veriyor ve öğrenci buna çalışıp oraya geldiğinde ise hepsiyle ayrı ayrı ilgilenerek bir koç misali herkese takıldığı noktalarda yardımcı olarak onları çözüm noktasına doğru taşıyorlar. Yeni eğitim modelinde “ters yüz edilmiş sınıf (flipped classroom)” adı verilen konseptin hayata geçirilmiş hali bu. Sonuç olarak kızım, (diğer arkadaşları gibi) 2 ay gibi kısa bir sürede ilk mobil uygulamasını yazdı ve Google Uygulama Dükkanı’na yükledi. Bu, onun hem özgüvenine ciddi bir katkı yaptı, hem orada tanıştığı çocuklarla son derece güzel bir etkileşime girdi ve hem de kendini bu yeni dünyaya çok daha  hazır hissetmesini sağladı ve artık dört gözle bekliyor pazartesi akşamları gideceği o keyifli ortamı.

CoderDojo adı verilen bu eğitimin hedefi, yeni kuşak bireyler için (gelecekte hangi mesleği seçerlerse seçsinler) artık kaçınılmaz hale gelen programlamanın temelini eğlenceli biçimde atmak ve bu temeli alan öğrencilerin ilk aşamada programlayıcı (coder), daha sonra uygulayıcı (maker) ve en sonunda da sorgulayıcı/farklılaştıcı (hacker) aşamalarına gelmelerini sağlamak.

21. yüzyılda her meslek grubu için verimlilik ve rekabet adına artık dijital teknolojilerin kullanımı kaçınılmaz. Bunun temelini oluşturan programlama ise süratle milli eğitimin bir parçası olmalı. Ancak bu okullara göstermelik ve ne olduğu anlaşılmayan bir ders değil, her detayı planlanmış, öncelikle bu eğitimi verebilecek öğretmenlerin bunu içselleştirmesiyle başlayacak ve yeni kuşağa ders izlemeyi bir külfet değil keyif haline getirecek ve Dijital Meslek Okullaşmasına doğru evrilecek uzun soluklu bir dönüşümden söz ediyoruz.

Kuşkusuz bu zorlu bir ancak ülkemiz adına fırsat olabilecek bir süreç. Bakın, geçen hafta İngiltere’nin önde gelen girişimci ve iş adamlarından Richard Branson, İngiliz eğitim sisteminin dijital yetkinlik kazanmakta geç kaldığını ve bunun ülkenin ekonomik ve ticari gücüne olumsuz etkileri olacağını vurgulamış. Branson, çözüm için dijital yetkinliklere yönelik meslek okulları kurulmasını ve bu konuda Bilgi-İletişim sektörünü Milli Eğitim’e yardımcı olmaya çağırmış.

Evet, “genç neslin ekran önünde sadece zaman öldürdüğünü” iddia edenler; sorun ve çözüm önünüzde duruyor!

İşte size onları ‘bu durumdan kurtarmak’ için bir fırsat!

25 Ekim 2014 Cumartesi

Daima Red Snapper

SEVİN OKYAY - 21 Ekim 2014

Az sonra sevgili grubum sahneye çıktı: The Red Snapper! Aslında ben orada uslu uslu durup, sahnenin kenarına da çaktırmadan tutunmak niyetindeydim. Ne mümkün! Ali (Alistair) Friend bana niye hayretle bakıyor diyordum ki, meğer ‘head banging’ faslına geçmişim bile. İnsan kafasını hangi noktada ve hangi anda sallamaya başladığını anlamaz hiç.

İddialı başlığın nedeni, Red Snapper’ı hep bir arada görmek istememiz. Çünkü acılı bir ayrılık olayı yaşamıştık. Neyse ki sonra yeniden bir araya geldiler. O gün bu gün de birlikteler. Yeni bir albüm yapmaları da bizim için çift kaymaklı kadayıf durumu yarattı. Derken İKSV Salon’un sezon tanıtım toplantısına gittik. Bengü sahneye çıktı, güzel güzel hepsini anlatırken “The Red Snapper” lafı geçince yerimden fırlayıp “Da Red Snepp-ıııır!” diye bağırmışım deniyor, ben hatırlamıyorum.

Her zamanki gibi tarihleri birbirine karıştırıp da –bu tarih karışıklığı, oldum olası can sıkıcı bir meseledir zaten– konserin hemen geçen cuma olduğunu görünce ne yapacağımı şaşırdım. Yani, safrakesesi ameliyatı olacağım, sonra çarşamba günü de “-oskopi”li şeylerden en tatsızı beni bekliyor. Ama henüz ağrıları geçmeyen bu hastalık işi canımı sıktığı, kafamı da karıştırdığı için, cuma günü sırasıyla NTV’de randevu verdiğim genç arkadaşları, okulu, benden telefon bekleyen bir başka arkadaşı, sözde cuma günü buluşacağımız çok sevdiğim Mehmet Teoman’ı bir çırpıda unutmuşum. Sabah mecburen işe gittim (bir kayıt vardı), eve dönüp de yatarsam bir daha kalkıp konsere gidemem diye, önce Rumelihisarı’nda okul arkadaşlarımla buluştuk, oradan çıkınca Pera Müzesi’ndeki fagot konserine uğradım –fagot, klarnet, flüt, obua, çello. Çok keyif vericiydi. Sonra bir taksi şoförüne iki adım ötedeki yere niye yürüyerek gidemediğimi ağlamaklı halde anlattım. Beni İKSV Salon’a attı.

Konser programımı önceden yaparken, bana bir iskemle vermelerini rica etmiştim –ayakta bir konserdi çünkü– yorulurum, kramp girer diye. İskemlemi öne çektim durdum ama baktım ki, halk da önüme geçip duruyor, kalkıp sahnenin en sol önüne dikildim. Az sonra sevgili grubum sahneye çıktı: The Red Snapper! Aslında ben orada uslu uslu durup, sahnenin kenarına da çaktırmadan tutunmak niyetindeydim. Ne mümkün! Ali (Alistair) Friend bana niye hayretle bakıyor diyordum ki, meğer ‘head banging’ faslına geçmişim bile. İnsan kafasını hangi noktada ve hangi anda sallamaya başladığını anlamaz hiç. Bir yandan da mecburen zıplıyorum. Bir o ayağımın, bir ötekinin üstünde durup hafif krampları çıkarmaya çalışıyorum. Sonunda iki bacağıma birden kramp girdi. Kader arkadaşlığı yaptığımız Mete Çorumluoğlu’na “Ben dışarı çıkıyorum,” dedim. DJ Stylist diye de tanıyabileceğiniz Mete benim için, daha bir mekâna girerken çaldığını hemen anladığım yegâne DJ’dir.

Aklım da orada kaldı ama. Dışarı çıkıp albüm masasının başında beklemeye başlayınca, içeride Mete ile beni öldüren kontbas (Ali Friend) ve davul (Richard Thair) birlikteliği, baktım güm güm orayı da kontrolu altına almış. Gitarda David Ayers de var, tabii. Eh, bizim bildiğimiz üçlü budur. Roxy’nin ardından, Ghetto konserinde ilk kez dört kişi olduklarını görmüştük. İyiydi ama, bizim Snapper’ımız hep o üç kişi olacak, başlangıçtaki gibi.

Üçü 1993’te Red Snapper’ı kurdular. Üç EP yayımladıktan sonra, 1996’da ilk albümleri Prince Blimey’i çıkardılar. 1997’de Prodigy ile İngiltere’yi turladılar. 2002 yılında dağıldıklarını açıkladılar, karalar bağladık. Ne de olsa, Prince Blimey’nin, Reeled and Skinned’in, Making Bones ve Bogeyman’in, kısacası Red Snapper’ın müptelası olmuştuk. Şükür ki 2007’de tekrar bir araya geldiler. Bu sefer de A Pale Blue Dot’ı yaptılar.

Neyse, albümleri satan şahıs her kimse görünmedi, parasını bırakıp albümü aldım (Hyena). Gene içeri döndüm. Bu sefer kapının dibinde, sonra arkada merdivenin dibinde, bir süre basamaklara oturup dinlenmecesine dans hareketleri yaptım. Niyetim o olduğundan değil, müzik kazık gibi dinlemeyi engellediğinden. Bir yandan da sahneden uzak kaldım diye üzülüyordum. Derken Mete de geldi, biraz takıldı, sonra Babylon’a, Keziah Jones’a gitti. Ben o sıralarda havlu attı atacak durumdaydım. Sonunda attım da –yaştan demeyelim de, hastalıktan olsun. Sanıyorum, “Suckerpunch” ile “Wesley Don’t Surf”ü dinleyemedim.

Hani çok sevdiğiniz gruplar vardır, hayatınızın en azından bir dönemi onların dümen suyunda geçmiştir. Grup dağılırsa, arkadaşlarınızı kaybetmiş gibi olursunuz. Benim böyle çok sevdiğim birkaç grup olmuştur. Örneğin, The Lounge Lizards, sonra Yellowjackets. Tanıdığımdan bu yana çok şükür ayrılıp etmeden sürekli birlikte çalışan, ama İstanbul’a ne yazık ki seyrek gelen Medeski, Martin and Wood. Yıllar önce, sanırım İkinci Bilsak Caz Festivali’ydi, Eskişehir’e birlikte gittiğimiz İngiliz caz big band’i Loose Tubes. İşte dinlerken müziğine cepheden daldığım böyle bir grup da Red Snapper’dır. Diğer hayranları aynı dönemde, Portishead ve Massive Attack’ten de etkilendiklerini söylüyorlar ama, ikisini de sevsem bile, akustik enstrümanlarla elektronik müzik yapan Red Snapper’ı onlarla mukayese etmem. Kontrbasta Ali Friend, davulda Richard Thair ve gitarda David Ayers, şahsen beni içine alıp götüren, “daha daha” dedirten bir müzik yapıyorlardı. Gene yapıyorlar.

İşte böyle. Şirketin arabası geldi, eve yollandık. Ertesi gün yerimden kıpırdayamadım. Merak eden varsa, NTV Radyo Caz ve Ötesi’nde bu hafta Banu Tunçağ ile Akbank Caz Festivali, haftaya yeni albüm Hyena. “Card Trick”le başlayıp, “Ne Exit”le bitiyor. Haberiniz olsun!

 

23 Ekim 2014 Perşembe

Yeni Nesil Sosyal Medya

Google, Apple, Yahoo gibi firmaların bile yer bulmakta zorlandığı sosyal medyada “tutan girişimleri” kimler, nasıl geliştiriyor?

Yaz aylarında genç bir dostumun önerisiyle cep telefonuma indirdim sosyal medya tutkunlarının yeni gözdesi SnapChat adlı mobil uygulamayı. Sözde sosyal medyadan “iyi” anlayan ve bu konuda yazılar falan yazan biriyim ya, işte SnapChat’e ilk girdiğinizde bunların hiç bir önemi yok. Akıllı telefonumun orasını burasını kurcalıyorum, forumlara giriyorum, nafile! Kelimenin tam anlamıyla “beceremedim” bu genç işi hizmeti kullanmayı. Oysa takipleştiğimiz öğrencilerim ve SnapChat’in fenomenleri bu ufacık ekranlara ne görüntüler sığdırıyor, bir bilseniz! Öneriyi yapan dostumu arayıp beceremediğimi söylediğimde verdiği yanıt da, benim için oldukça zihin açıcıydı: “Hocam, zaten yaşlılar beceremesin diye özellikle o şekilde tasarlanmış:)”

2011 yılında Stanford Üniversitesi’nde okuyan Evan Spiegel, Reggie Brown ve Bobby Murphy adlı üç öğrencinin başlattığı “akıllı telefonlar üzerinden görüntülü mesajlaşma” projesi, SnapChat adıyla lanse edildiği 2012 yılından itibaren hızlı bir çıkışa geçmiş. O yılın sonunda sadece iPhone kullanıcılarıyla sınırlı kitlenin bile günde 20 milyon görüntülü-mesaj (uygulamadaki adıyla Snap) paylaştığı bir mobil sosyal medya platformuna dönüşen SnapChat, bugün günde 1 milyar “Snapleşmenin” gerçekleştiği ve Google, Yahoo, Facebook gibi İnternet devlerinin gizliden ya da açıktan teklif üzerine teklif yaptığı dünyanın en hızlı büyüyen sosyal medya platformu. Söz konusu teklifler silsilesi nedeniyle şimdiye kadar bir cent bile gelir üretemediği halde 10 milyar dolara ulaştı SnapChat’in değeri.

Peki SnapChat’i Facebook, Twitter, Youtube, WhatsApp gibi herkesin boy gösterdiği sosyal medya platformlarından farklı kılan ne? Bir defa SnapChat’in en temel vaadi, kullanıcılara Facebook ve Twitter’da yitirdikleri mahremiyeti geri vermek. Her ne kadar bununla ilgili ciddi kuşku ve eleştiriler bulunsa ve hatta geçtiğimiz hafta platforma bağlı çalışan SnapSaved.com uygulaması hacklenmiş olsa da SnapChat, gönderilen herhangi bir Snap’in en geç 24 saat içinde silineceğini taahhüt ediyor. İkinci olarak uygulamanın ‘kullanım zorluğu’ aslında orta yaş ve üstü kuşak için bir bariyer ancak bu durum gençler açısından anne-baba, öğretmen veya patron-müdürün görüş alanından çıkıp “kankalarla rahatça toplaşmak” için bulunmaz bir fırsat!

Bence SnapChat’i diğerlerinden ayıran ve uzun vadede onu ön plana çıkaracak özelliği ise, sosyal medyayı “insanların hayatlarının her anlarının kayıt altına alındığı bir yazılı öykü” olmaktan çıkartıp gerçek hayatta olduğu gibi yaşanıp biten ve unutulup giden “canlı anlar” uçuculuğunda bir paylaşım ortamına dönüştürmek. Yani bir çeşit LifeTV aşamasından LiveTV aşamasına geçiş. Aslında bu nokta, insanoğlunun yaşam döngüsüyle de uyumlu!

Halihazırda uygulamanın en çok eleştiri alan yanı ise, mahremiyetini geri kazanan kullanıcıların birbirleriyle ağrılıkla mahrem fotoğraflarını paylaştığı bir platforma dönüşmesi. Kişisel olarak SnapChat gibi kullanıcılarına farklı farklı kullanım biçimlerini keşfetme olanağı tanıyan bir ortamda, bunun geçiçi ve zaman içinde değişecek bir durum olduğunu düşünüyorum. Aslında bugün itibarıyla bir çok farklı paylaşım biçimi keşfedilmiş bile . Örnek mi? Her sabah 5’te uyanıp gözünü açtığında ilk pozunu (ruh haliyle birlikte) düzenli paylaşanları mı ararsınız? Derste hocasını dinlemekten sıkılıp, sınıf ortamının sıkıcılığını ekrana yansıtabilenleri mi? Yoksa gece yatakta uyumadan önce kameraya masal anlatanları mı? Bu “kısa anlardan oluşan saniyeler mertebesinde öyküler” ise, sosyal medyaya ilişkin ilginç bir açılımın da göstergesi; İnsanların ruh hallerini ve içinde bulundukları atmosferi anlık ama canlı canlı görüntülerle hissettirebilen paylaşımlar! Zaten SnapChat kurucuları da hem bu olguyu teşvik etmek hem de bunun üzerinden bir gelir modeli yaratmak için, sizinle çevrenizdeki konser, maç, protesto gibi kitle eylemlerinden derledikleri Snaplerden oluşan derlemeleri paylaşıyor; Bu sayede Brezilya’daki Dünya Kupası’ndan renkli tribün görüntüleri, Nevada çöllerindeki gerçeküstü Burning Man Festivali ya da Ferguson protestolarındaki çatışma atmosferine siz de ortak oluyorsunuz.

Sosyal Medya’nın farklı bir evreye girmeye başladığı bu dönemde, yeni kuşağa ilişkin yayıncılık ve reklam-pazarlama trendlerini anlayabilmek için SnapChat, vb. platformları dikkatle izlemeli..

14 Ekim 2014 Salı

Abisler’in Çağrısı

Başkadeniz’e ilişkin gizemlerle çalkalanan 100Dünya Konfederasyonu’nda kuşku, yerini paranoyaya bırakıyor. Medya ise haber peşinde, kitlelerin algılarını acımasızca yönetiyor.

Danielle Martinigol’ün ünlü üçlemesi “100Dünya”, yüreklerde iz bırakan, heyecanlı bir finalle sonlanıyor.

(Hürriyet Trendy, 13 Ekim 2014)Yazının devamı için resme tıklayınız…

11 Ekim 2014 Cumartesi

Hey gidi günler!

SEVİN OKYAY – 11 Ekim 2014

Oğlumun arkadaş grubunu çok severdim. Neşeli çocuklardı, sohbet ederdik, king oynardık. Derken hayat gailesine bulaştılar. İşe girmişler, kafaları binbir tatsız yerde. Sonra tam da o yaşlarda, hatta daha küçük arkadaşlar buldum. Potter tayfası… 

(Fotoğraf: Esteban Diacono, 2007)

Buraya yazdığım için kendimi çok iyi hissediyorum. Ruhum yerini bulmuş gibi. Bu ara biri elimde, biri çıktı çıkacak iki yeni kitap var. Çok eski arkadaşlarımdan, Milliyet’te birlikte çalıştığım Raife Polat’ın Günışığı Kitaplığı’ndan Devin Şarkısı diye bir kitabı çıktı. Resimleyen de Sadi Güran kardeşimiz. 2013’te “Bebek” ile FABİSAD GİO Ödülleri öykü adayı olmuş, benim sinemacılık döneminden tanıdığım Sevgi Saygı’nın kitabı Peri Efsa ise ON8’de, fırının ağzında. Heyecanla bekliyorum.

Bazen arkadaşlar ON8’in ne olduğunu soruyor. 18 işte, ne olacak? 18 yaş. Çocukluktan çıkmış çocuklar, büyümüş çocuklar. Kendimi onlardan farklı hissetmiyorum hiç. Zaten 25’i geçmiş olanlar genelde “hayat gailesi” dediğimiz şeye kapıldıkları için, bir anda büyürler.

Oğlumun arkadaş grubunu çok severdim. Neşeli çocuklardı, sohbet ederdik, king oynardık. King biraz küfürlü olur nedense. İşin tadını kaçırdılar mı, yaz akşamı sıcakta, onları pencereyi kapatmakla tehdit ederdim. Aşağıdaki ihtiyar kadın rahatsız olmasın diye. Demek kendimi ihtiyar saymıyormuşum. Hoş şimdi de saymam ama, dizler bir âlem (“Sporu birden bırakmışsın,” demişlerdi); bazen de anneablamın dediği gibi, “Vücutim kırılıyor”.

Derken yukarıda bahsi geçen arkadaş grubu hayat gailesine bulaştı. Sevgilileri var, işe girmişler, kafaları binbir tatsız yerde. “Ben sizden sıkıldım,” dedim, “kendime 15 yaşında arkadaşlar bulacağım.”

Sonra tam da o yaşlarda, hatta daha küçük arkadaşlar buldum. Potter tayfası… Çok sadıktırlar, hâlâ muhtelif sitelerini azimle, sevgiyle sürdürüyorlar; Harry ile ilgili her şeyi biliyorlar. Rowling bir seferinde kendisinin hatırlamadığı şeyleri bile hatırladıklarını söylemişti. Benden iyi hatırladıkları kesin. Geçende siteleri için söyleşiye gelen üç arkadaş, bana Ölüm Yadigârları kolyesi getirdi. Hep boynumda. Balıkesir’den Kuzey de bana Harry’nin asası olduğunu söylediği bir asa göndermiş, beğenmeyip yenisini yapacağını söylemişti. Aceleye gelmiş. Kendi de İstanbul’a geldi, tanıştık. Facebook arkadaşıyız aslında. Facebook’ta hem eski arkadaşlarla buluştum, hem de kendime has arkadaşlar buldum.

Birkaç yıl önce İlker beni saçımdan sürüyerek Fantasy Role Playing’cilerin, İTÜ’nün eski kütüphanesindeki toplantısına götürmüştü. Herkes her ne grubuysa (Star Wars, Game of Thrones falan) onun giysilerine bürünmüş. CNBC-e Game of Thrones’un fiyakalı bir tahtını koymuş, ekipten çocuklar da sırayla oturup fotoğraf çektiriyor. Millet hayal dünyasına cepheden dalmış. Zaten başka türlü nasıl keyfi çıkar ki?

Ben ise kendimi Muggle’lar arasında kalmış soylu bir cadı gibi hissederek, önümde İlker’in beni oraya sürümek için bahane ettiği Harry kitapları, masada oturuyordum. Birkaç saat sonra sıkıldım, oysa bir hayli imzalatan da vardı. Öğle vakti miydi ne? Kıytırık bir büfede ne varsa onu yiyorduk. Kalktım, dolaşmaya başladım. Star Wars’cular harikaydı. Darth Vader’e hayran kaldım. Tabii, Darth Vader olmak zor değil ama, bu arkadaş hakkıyla üstlenmişti rolü. Işın kılıcıyla kimini kutsuyor, kimini yok ediyordu. Basbayağı havaya girmişim.

Ağzım açık, her şeye hayret içinde bakarken, benim arkadaş yaşımı biraz aşmış çocuklar grubuna takılmışım. Biri, “Öğretmen misiniz?” dedi. “Hayır, çevirmenim,” dedim. Bir yandan da kendimi fena halde oraya ait değilmiş gibi hissediyordum (ki, favori hislerimden biridir). Çocuklar, nezaketen, “Ne çevirdiniz?” diye sordular. “Harry Potter,” dedim, çeviri ortağımı tek kalemde sildiğim için kendimden birazcık utanarak.

Bir anda hava değişti, herkesin yüzü güldü. Bana, o kitaplarla büyümüş çocuklar olduklarını söylediler. Eh, ağzım kulaklarıma vardı desem yalan olmaz. Sonra savaş kahramanı gibi gurur içinde yerime döndüm ki, tahtın önünde bu sefer Yıldız Savaşları ekibi resim çektirmiyor mu? Darth Vader da orada. Resmen bir titreme geldi. İlker’in kolundan tuttum, “Ben de…” dedim. “Ee, tamam abla, git çektir,”dedi. “Ama o Darth Vader…” diye çemkirdim. “Yanına git, konuş, o Ateş,” demez mi? İşte fantazyacı büyükler bile çocukların hevesini böyle kaçırıverir. Gerçi benim heyecanım yerli yerindeydi. Çok başarılı bir Vader’di çünkü. Titreyerek yanına gidip kulağına, “Ateş, sen misin?” diye fısıldadım. En hasından bir Darth Vader homurtusu çıkardı, ödüm koptu.

Sonra ben gene masadan kaçmış ortalıkta dolaşırken, aynı gruptan iki-üç kişi gördüm. “Darth Vader nerede?” diye sordum heyecanla. “İleride, Game Station oynuyor,” dediler. Lanet olsun!

Ama benim arkadaş ve okur yaşım boyuna küçülüyor. İlk Romanım’la on yaş civarına inmişlerdi. Bu arada, dördüncü baskıyı da yapmış. Tetila ile Nemne ise, on yaş civarındaki anlatıcımıza rağmen, esas kahramanımız Nemne/Defne’nin iki-üç yaşında olması nedeniyle ortalamayı daha da düşürmüştü. Onun da ikinci baskısı olmuş.

Unutmadan söyleyeyim: Bu yıl Kitap Fuarı’nda beş söyleşim var. Niye böyle oldu, bilmiyorum. Taş çatlasın, iki tane olurdu. Ne yapalım? Sonuçta 8-9 ve 15-16 Kasım’da toplam beş söyleşiyle fuardayım. Beklerim…

 

9 Ekim 2014 Perşembe

Peri Efsa

Geçmişin “gerçek”leri, bugünün yalanları ve bir eve hapsolmuş aile sırları… Artık hiçbiri güvende değil!

“Küçük Perim,” demişti Cemile… Daha önce hiç konuşmadığı bir tarzda konuşuyordu küçük kızla. “Sen henüz kim olduğunu bilmiyorsun. Dikkatli ol bebeğim. Sen bu dünya bahçesinin büyülü çiçeğisin. Ama sana ayrıkotu gibi bakacaklar… Büyümene izin vermezler. Çok, çok dikkatli ol. Konuşma. Sakın konuşma. Anlatma!” O gün konuşmadı Peri Efsa. Ama her çocuk gibi, unuttu.

II. Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da bir köşk. Hitler’in 53. yaş gününde doğan iki bebek, Sermet ve Peri Efsa. Birbirine tutkuyla bağlı, ama birbirinden Ay ve Güneş kadar farklı. Sevilen çocuk Sermet, korkulan çocuk Peri Efsa. Peri Efsa’nın şaşırtan, etkileyen ve korkutan yetenekleri, gizli tutulan suçların ve acıların gölgede kalmasına izin vermiyor. Özellikle de dış işlerinde çalışan babaları Mümtaz Türkmenoğlu için, Peri Efsa büyük bir tehlike.

Türkiye yeni kuruluşun sancılarını yaşar, yakın tarihimizin çalkantılı dönemleri birbirini izler, içeride ve dışarıda yapılan büyük hesaplar küçük insanların evlerine sızarken, Efdal Refik ve ailesinin başı, onları karanlık sırlarıyla yüzleştirecek bir “mucize” ile dertte! Polisiye kurguyu fantastiğin sınırlarında dolaştıran yazar Sevgi Saygı’dan bir ailenin trajedi ve sırlarla dolu öyküsü.

6 Ekim 2014 Pazartesi

Kişisel bir paylaşım

Sevgili Ebru Baranseli hoca, tam Bayram telaşı aferesinde yaptığı bir Facebook paylaşımıyla ben dahil epey bir kişiye zorlu bir ödev verdi; Sevdiğimiz parçalardan oluşan 10 şarkılık bir liste.  Kendisi benim sevdiğim parçaların çoğundan oluşan bir 10luk liste yaptığından farklı bir şey yapayım dedim ve en sevdiğim klasik müzik parçalarından oluşan bir “IHP CLASSICS TOP10″ listesi yaptım. Klasik müzik meraklılarının belki ilgisini çeker!

 

10. Samuel Barber – Adagio For Strings

Berlin Filarmoni’nin br Yeni Yıl Konseri’nde dinleyip lezzetine doyamadığım yaylı çalgıların muhteşem dansı

 

9.  Casta Diva – Maria Callas

Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi divasının en iyi performanslarından birini (siyah-beyaz da olsa) görüntülü izlemek için.

 

8. Villa Lobos: Bachianas brasileiras No.5 – Aria (Cantilena) Soprano: Elina Garanca

Friendfeed’deki Radyo-Ex gecelerimizdeki paylaşımlar sırasında dinlediğim ve günümüzün en zarif divalarından Leton Elina Garanca’nın harika sesiyle zenginleştirdiği Brezilya ezgileri

 

7. Frédéric Chopin piano concerto no. 2 – Hüseyin Sermet

Favori piyanistim Hüseyin Sermet, Chopin’in lirik nağmelerini piyanoya kendine has dokunuşlarıyla yükseltiyor. Piyano, keman, klarinet ve flüt seslerinin birbirleriyle büyülü bir şekilde kaynaştığı müzik şöleni…

 

6. El Gato Montes- Placido Domingo & Ana Maria Martinez

İspanya’nın gururu tenor Placido Domingo’nun bir matador edasıyla Boğa güreşlerinin ambiyasını sesiyle hissettirdiği arya

 

5. Brahms Hungarian Dance No. 1 Gustavo Dudamel (Gothenburg Symphonie)

Bana klasik müziği sevdiren romantik besteci Johannes Brahms’ın Macar Dansları içinde hızlı ve melodik temposuyla en sevdiğim bölümü.

 

4. Schubert’s Serenade Piano Solo (Vladimir Horowitz)

Dünyanın en romantik bestesi dünyanın en iyi piyanistlerinden biri tarafından çalınırsa sonuç böyle olur!

 

3. Handel – Sarabande

Barok dönemin önemli bestecilerinden Handel’den Stanley Kubrick’in başyapıtlarından “Barry London” filminde de kullanılan görkemli bir beste.

 

2. Johannes Brahms: Piano Concerto 1 (Piyano: Hélène Grimaud, Şef: Michael Gielen)

Clara Schumann’a olan platonik aşkı bir ömür boyu süren Alman besteci Brahms’ın bu aşkın kalp sızısını bestelere dökmesi, insanlığa şahane yaptılar kazandırdı. Özellikle ilk birkaç dakikadaki orkestranın görkemli girişinin ardından temponun ustalıkla düşüşü ve piyanonun muhteşem girişini dinlemenizi öneririm!

 

1. Johannes Brahms: Symphony No.1 / Christian Thielemann : Staatskapelle Dresden

Bana göre klasik müzik senfonileri içinde en görkemli başlangıç! Brahms’ın aşkının tutkusunun orkestranın tüm çalgılarına yansıması ve kaostan doğan müthiş bir harmoni. Gözünüzü kapayın ve bırakın müzik götürsün sizi derinlere…

Bir de listeye alamadığım ama bir baba olarak yüreğime işleyen bir Fazıl Say bestesini de paylaşarak bayramınızı kutlayayım.

 

4 Ekim 2014 Cumartesi

Geldi çattı Filmekimi

SEVİN OKYAY - 4 Ekim 2014

Dedim ki, pek sevdiğim Filmekimi’nden birkaç filmin altını çizeyim sizin için. Tabii beğenmenin garantisi yok.

Bir seferinde Lake Tahoe / Tahoe Gölü diye bir filmi tavsiye edecek olmuştum da yedi ceddime tövbe ettim. İki adımda bir, biri yolumu kesip “Bu filmi niye önerdiniz?” diye soruyordu. İnsan bir şey diyemiyor. “Ben sevdim,” pek zayıf bir savunma gibi geliyor kulağa. Onun için de, “Ben seviyorum, ama siz sevmezseniz sorumluluk kabul etmem,” diye başlıyorum yazmaya. Bu arada, Anadolu yakasında oturanlara müjdeler olsun: Filmekimi filmlerini ilk kez Kadıköy’de, Rexx Sineması’nda izleyebilecekler.

Filmekimi’nde genelde en çok ilgiyi Cannes Film Festivali’nden gelen filmler çeker. Özellikle Altın Palmiye’li olanlar. Ama bu yıl Altın Palmiye bizimdi. Onun yerine, iki büyük rakibini izleyeceğiz. Mr. Turner / Bay Turner (Mike Leigh) ile Leviathan (Andrei Zvyagintsev). Yönetmenlerin ikisini de İstanbul Film Festivali kanalıyla tanıyoruz. Mr. Turner’da büyük ressam J.M.W. Turner’ı oynamak için iki yıl boyunca resim dersleri alan Timothy Spall, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nün sahibi oldu. Kadın oyuncu ödülü ise, David Cronenberg’in Hollywood hicvi Maps to the Stars / Yıldız Haritası’nın başrol oyuncusu Julianne Moore’a gitti. Bileklerinin hakkıyla…

Andrei Zvyagintev’i ilk filmi Dönüş’le tanımıştık. Bir polemik içeren, Kremlin’in tepkisini uyandırdığı söylenen filmi Leviathan, ülkesine En İyi Senaryo Ödülü’yle döndü. Münih’ten de En İyi Film Ödülü aldı. Cannes’ın hatırlı yönetmenlerinden, genellikle Ceylan ile başabaş mücadele eden Dardenne kardeşler, Jean-Pierre ve Luc’un son filmleri Deux Jours, Une Nuit / İki Gece, Bir Gün bu sefer Cannes’dan eli boş döndü, ama Sidney’de Büyük Ödül aldı. İşini kaybetmemek için arkadaşlarını alacakları primden vazgeçirmeye çalışan işçi Sandra rolünde, Oscar’lı Marion Cotillard çok iyi.

Afrika sinemasının büyük isimlerinden Abderrahmane Sissako’nun Ekümenik Jüri Ödül’lü Timbuktu’su, Mali’nin kuzeyindeki birçok ailenin yaşamının, şeriat yasaları geçerli kılınıp futbol, gülmek ve müzik yasaklanınca nasıl çöktüğünü anlatıyor. Benim en merak ettiklerimden biri ise, Kornél Mundruczó’nin Feher Isten / Beyaz Tanrı’sı. Macaristan’ın Oscar adayı olan, Cannes’da da Belirli Bir Bakış Ödülü alan film, bir köpek isyanını anlatıyor. Köpekler, “Köpek Palmiyesi” ödülüne layık görüldü.

Cannes’ın belki de en ilgi çekici ödülü biri genç, biri yaşlı iki yönetmene paylaştırılan Jüri Ödülü’ydü. Yaşlı olanı, çok sevip saydığımız, Yeni Dalga’nın en parlak yıldızlarından Jean-Luc Godard. İlk Cannes ödülünü almış yönetmeni pek severiz. Adieu au langage / Dile Veda ile katılan 83 yaşındaki ustanın ödül ortağına gelince, şahsen ben, 25 yaşındaki Xavier Dolan’ı hiç sevmem. Ama Altın Palmiye’li ilk kadın yönetmen olan Jüri Başkanı Jane Campion, onun bir dahi olduğunu düşünüyor; editörüm de aynı fikirde sanki. Dolan’ın yüzünü mutlaka hatırlarsınız, çünkü filmlerinde –bu film hariç– kendi oynamaya bayılıyor. Bir önceki filmi Tom à la ferme / Tom Çiftlikte, 33. İstanbul Film Festivali’nde Radikal Halk Ödülü’nü kazanmıştı. Kanadalı yönetmenin Mommy’sinde ilk filmi J’ai tué ma mère / Annemi Öldürdüm’ün da başrol oyuncusu olan Anne Dorval var. Mommy, Kanada’nın Oscar adayı.

Bir tek Cannes mı? Hayır, Filmekimi’nde taze bitmiş Venedik Festivali’nden de filmler var. Biri, adı sık sık Ingmar Bergman ile anılan İsveçli yönetmen Roy Andersson’un imzasını taşıyan Altın Aslan ödüllü En duva satt på en gren och funderade på tillvaron / İnsanları Seyreden Güvercin. Başlıca karakterleri, Don Kişot ve Sanço Panza’yı hatırlatan iki gezgin satıcı. Genç Kaan Müjdeci’nin Sivas’ının ana yarışmada ödül –Jüri Özel Ödülü– almış ilk Türk film olduğu Venedik’ten, Güney Koreli Kim Ki-duk’un da bol cinayetli bir filmi geldi: Il-dae-il / One On One. Bir başka Güney Koreli yönetmen, Kim Seong-hun’un Kkeutkkaji Ganda / A Hard Day / Mezara Kadar’ı ile birlikte Filmekimi’nde.

Filmleri sık sık tartışılan, hatta olay yaratabilen Abel Ferrara ise bu kez iki filmiyle karşımızda olacak: Pasolini ve Welcome to New York / New York’a Hoş Geldiniz. İlkinde Willem Dafoe, benzersiz İtalyan şair/yönetmen Pasolini’yi oynuyor. İkinci filmin oyuncusu, muhteşem bir performans sunan Gérard Depardieu. Aktör, ulusların kaderinde söz sahibi olan ama cinsel arzularını bastıramayan bir adamı oynuyor. Filmin, 2011’de New York’ta tecavüzle suçlanan İMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’dan esinlenmesi, kıyametin kopmasına yol açtı. Klasik bir Ferrara durumu!

İstanbul Film Festivali ile Filmekimi’nin kıymetli yönetmenlerinden bazıları da gene karşımızda. Özellikle gençlerin sevdiği Gregg Araki (onu da sevmem, ama genç olmasıyla ilgisi yok), White Bird in a Blizzard / Karda Bir Beyaz Kuş’ta birbirlerine çok yakın bir anne kızın hikâyesini anlatmış. Çok sevdiğimiz Tony Gatlif, Fransa’nın güneyinde, Ağustos sıcağında bir Türk kız, çingene sevgilisiyle kaçınca çıkan sorunları anlatıyor. Kendine mahsus üslubu ve müziğiyle. Ken Loach ise Jimmy’s Hall / Özgürlük Dansı’nda, 1930’lu yılların Kızıl Korku’sunda İrlanda’dan ihraç edilen siyasi eylemci Jimmy Gralton’ın hikâyesini aktarmış. Aktris/yönetmen Liv Ullmann, Miss Julie’de bir August Strindberg uyarlaması sunmuş. 1890’larda İngiliz-İrlandalı asil bir kız, babasının hizmetkârını baştan çıkarıyor. Zhang Yimou’nun Fui Lai / Eve Dönüş’ü, Kültür Devrimi sırasında zorunlu çalışma kampına gönderilen ve döndüğünde karısının onu tanımadığını gören bir siyasi mahkûm üzerine. Cliff Eastwood’u özleyenler, The Four Seasons’u kuran gençlerin hikâyesi Jersey Boys ile hasret giderebilir. Ve elbette, Richard Linklater’ın 165 dakikalık filmi Boyhood / Çocukluk var. Mason’ın 5 yaşından 18 yaşına kadar gerçekten büyümesini izliyoruz.

Kısa filmlerle, özellikle şehirleri anlatmak son yıllarda moda oldu. Filmekimi’nde de bu tanıma uyan üç film var. İlki, Rio, I Love You / Seni Seviyorum, Rio. Eleştirmenlere göre en iyi kısımlar, Guillermo Arriaga ve Fernando Meirelles’in imzasını taşıyanlar. Yönetmenleri arasında ilk filmini çeken aktris Mia Waikowska’nın da yer aldığı The Turning / Dönüş, Tim Winton’ın bir kısa hikâye koleksiyonu üzerine kurulu. Prömiyerini Melburn Film Festivali’nde yaptı. Bridges of Sarajevo / Saraybosna’nın Köprüleri’nin çok sayıda yönetmeni arasında Jean-Luc Godard da yer alıyor. Toplam 13 Avrupalı yönetmen, Saraybosna’nın son yüz yıl içinde Avrupa tarihinde neyi temsil ettiğini araştırmış.

Biz her ihtimale karşı söyleyelim: Her ne kusurumuz/eksiğimiz olduysa, affola!

 

3 Ekim 2014 Cuma

Enis Batur’un çantası

KEREM GÖRKEM - 2 Ekim 2014

O’nun uzun bahislerini dinlerken ister istemez odaklanıyor ve kopamıyorsunuz. İlgi çekiyor, dikkati dağıtmıyor, söze nereden başlayıp nerede bitireceğini, nerede soluklanacağını biliyor. Fakat bu sırada, göz ya bu, takılıyor bir yere. Kulak Enis Batur’da olsa da, göz çantasına ilişiyor…

20 Eylül Cumartesi, İstanbul Bilgi Üniversite’sinde Enis Batur: İmgeyi Kazmak, Yazmak adlı atölye başladı. (“Atölye” doğru kelime mi; başlı başına bir “okul” da denebilir.) Santral kampüsüne programdaki saatten erken vardığımdan, bir süre dışarıda bekledim. Bir zaman sonra, elinde yüzeyi eprimiş kahverengi deri dosya çantası ve dudaklarının arasına kıstırdığı sigarasıyla Enis Batur geldi.

İsmini ilk ne zaman, nerede ve nasıl duyduğumu anımsamıyorum. Yalnız, okuduğum ilk kitabı, aynı zamanda Altıkırkbeş’in bastığı ilk eser olan Koma Provaları’ydı. (Hafızam beni yanıltmıyorsa 1989 ya da 1990 basımı olmalı; şimdi elbette sıfır nüshası bulunmuyor.)

Net hatırlıyorum: Yoldaydım, delicesine trafik vardı ve iki saat geçmiş olmasına rağmen otobüs İstanbul’dan çıkamamıştı. Şiirsel bir üslupla kaleme alınmış parçalardan oluşan Koma Provaları’nı, kulaklığımda dönüp duran bir şarkıyla soluksuz okumuştum –bitmemişti tabii, bazı kitaplar bitmez.

Zannediyorum, Enis Batur’un bendeki haline evriminin başlangıcı da tam bu âna denk geliyor. Sonra, kendime fırsat ve bütçe yaratabildikçe öteki kitaplarını edinmeye, okumaya, yazarı daha iyi tanımaya başladım. Kader bu ya, referansın kudretlisini de Ece Ayhan’dan aldım… Sivil Denemeler Kara’yı okurken, on yıllar evvel yazdığı bir yazıda Enis Batur’dan “gelecek adına umut vaat eden yeni bir yazar” olarak söz ediyordu.

Ezcümle, giderek büyüyen ve bir süre sonra şartsız bir hayranlığa uzanan bu süreç, beni Bilgi Üniversite’sindeki atölyeye (ya da okula) taşıdı.

Nihayet vakit gelip de Enis Batur içeriye girdiğinde, evvela çantasını koydu masaya. Kapağını açtı, içinden üzerine notlar alınmış birkaç kâğıt ile yakın gözlüğünü çıkardı. “Merhaba,” dedi.

Kendini tanıtmadı. Gerek yoktu çünkü. Son dönemde basılan kitaplarındaki özgeçmiş kısımlarına bakarsanız görürsünüz. “Enis Batur…” diye başlar ve devam eder: Şu, şu, şu kitaplarını yayına hazırlıyor. Bunu korkunç bir yanılgıyla egoizme yoranlar, sırf bu yüzden içlerinde yazara karşı bir önyargı yetiştirenler elbet vardır. Lakin ben öyle görmüyorum. Oralarda yazanlar, bizzat Enis Batur’un özgeçmişi. Hazırlamak, çalışmak, yazmak… ne derseniz.

“Okul”un ilk dersinde imgenin ele alınışı, güncel siyasi ve toplumsal meseleler üzerine yapılan anlatım ve yorumlamalarla başladı. Başlıca mesele şiddet, gelenekler, kimilerine göre ahlak ve vicdanen etik olmayan durumlara karşı sanatçının nerede durması gerektiği ve aslen bütün bunların sayısız imgenin sebep ve sonuçları demek olduğuydu. Çok şey konuşuldu, tartışıldı. Birçoğunun içinden çıkılamadı. Çünkü imge vardı… Özetlemek güç, gayem de bu değil.

Gayem Enis Batur’un çantasını anlatabilmek…

O’nun uzun bahislerini dinlerken ister istemez odaklanıyor ve kopamıyorsunuz. İlgi çekiyor, dikkati dağıtmıyor, söze nereden başlayıp nerede bitireceğini, nerede soluklanacağını biliyor. Fakat bu sırada, göz ya bu, takılıyor bir yere. Kulak Enis Batur’da olsa da, göz çantasına ilişiyor. Derinden düşünmeye başlıyorsunuz. Türlü şeyler kuruyorsunuz kafanızda. Bir öykü bile baş gösteriyor bir yerlerden.

Enis Batur’un çantasına başlı başına bir imge denebilir belki…

Kısa sürede birbirinden bağımsız bir sürü şeye işaret eden o çanta, Enis Batur’un dışarı çıkarttıklarından çok içeride kalanları merak ettiriyor bana. Hatta cumartesiyi tamamen aklımdan silip, satın aldığı o ilk günden bu yana içinde neleri taşıdığını düşünüyorum. Belki de, diyorum, Koma Provaları’nın taslağı bu çantanın içindeydi bir zaman. Son kurgusu Kitap Evi’ninki de…

Belki de son zamanlarda bu atölye vesilesiyle “imge”ye kafa yormamdan ötürü düşündüğüm deli saçması şeylerdir bütün bunlar, emin değilim. Kimbilir, bir zaman sonra, ne büyük aptallık edip bu yazıyı editöre göndermişim diyebilirim.

“Alt tarafı bir çanta yani, bu kadar abartmanın ne manası var?”

Var işte…

Anlatmak güç, ama o kahverengi çantanın içinde benim anlatmayı beceremediğim bir hikâye var…