27 Eylül 2014 Cumartesi

Başka dille söylemek…

SEVİN OKYAY - 27 Eylül 2014

Çeviri nankör iştir, bütün bir kitabı özenle çevirirsin. Sonradan yerli yerine oturmamış iki-üç kelime görür, kendine kahredersin. Onun için bilgime/hafızama güvenmez, sözlüğe bakarım, çok bakarım.

(Fotoğraf: Shutterstock)

Eski bir yazımda da aynı başlığı kullanmışım. Çünkü çeviriden bunu anlıyorum: Bir dilde yazılmış bir şeyi; anlamını, zevkini, üslubunu bozmadan başka bir dille söylemek. O “başka” dili de iyi kullanarak… Çevirmenin en büyük sorumluluğu budur. Hele bunu severek de yapıyorsa, değmeyin keyfine. 30 Eylül Dünya Çeviri Günü böyleleri için çifte bayram olur.

Buraların konuğu olanlar, çeviri üzerine yazılmış bir başka yazıyı hatırlar. Şahsen benim bu konuda gördüğüm en iyi yazı. Kutlukhan Kutlu imzalı “Evde Otursam, Çeviri Yapsam…” Tanıdıklarından, hatta yeni tanıştığı kişilerden sık sık duyduğu bir şeymiş bu. “Diyorum ki, ben de işten ayrılsam, evde otursam, çeviri yapsam.”

Aah ah, ne iyi olurdu! Hayat bayram olurdu, 9’dan 5’e (icabında 6’ya) kâbusunu hayatımızdan silerdik. Pazartesi sendromu da. Patron yok, düzenli saat yok, hiçbir şeyi yapma mecburiyeti yok. Hazindir ki, evde oturup çeviri yapmanın pratikteki zorlukları arasında, “çalışmam gerekiyor” hissi de var. Ya da, Kutlukhan’ın deyişiyle “…Vicdan Azabı anahtarının Açık konumunda takılı kalması.”

Bir başka umulmadık zorluk da çeviri yapanın işi fazlaca kolaya almasından kaynaklanır. Yani, ne var, yabancı dil biliyorum işte. Bir metni yazılı olduğu dilde okuyup anadilime çevirmekten ne olacak?

Sonuçta Google bile çeviri yapıyor.

Berbat çevirilere ‘Google Çevirisi’ demek de buradan çıkmıştır. Acı tecrübeleri olan kıdemli çevirmenler ise, çeviri yapan programlar konusunda ihtiyatlı davranmayı öğrenmiştir. Önemli olan çıkırık çıkırık çeviri yapmak değil, iyi bir çeviri yapmak, okura o kitabı severek okutmak. Yoksa yazarın da hakkını yemiş olursunuz. Bunda elbette, çevirmen seçiminde özensiz davranan yayınevlerinin de payı var.

Sevdiğiniz ya da methini duyduğunuz bir yazarın eserini hevesle elinize aldıktan birkaç sayfa sonra bırakmak, kötü çeviri hediyesidir. Kutlukhan’ın deyişiyle, “Çevirinin, özellikle de edebi çevirinin en ilginç taraflarından biri, hem doğruları yanlışları olan teknik bir iş, hem de güzelleri ve çirkinleri olan yaratıcı bir iş olması.” Heyhat! Ayrıca, doğru çevrilmiş ama insanın okuma hevesini kesen ya da akıcı bir Türkçe’si olan ama ezkaza orijinaliyle mukayese etmeye kalktığınızda sizi dehşete düşüren çeviriler de söz konusu. Hatta bazı arkadaşlarımız sözlük kullanmamayı marifet sayarak anlamadıkları kelimeleri, cümleleri, paragrafları atlayabiliyorlar. Elbette azınlıktalar, ama böyle bir örnek içinizi ürpertmiyorsa eğer, belki de başka bir iş aramanın vaktidir.

Diyelim ki taze bir çevirmensiniz. Bu da bağlantı kurmak, bir yere gidip kendinizi anlatmaya, iyi bir etki bırakmaya çalışmak demek. Zordur ama, gene de yüzyüze konuşmanın faydası var. E-mail başvurusundan iyidir. Başından itibaren önemli bir sorununuz da, insanca denebilecek ücretler almak olacak. Baskı paraları ayrı bir mesele. Bir de, güvenilir bir yayınevi bulmak, tabii. O kadar çok da yok hani.

Ben kırk yılı aşkın süredir çeviri yapıyorum. İlk çevirimi (yıl 1963 olmalı, ya da ‘64) Arkın Yayınları’na yaptım. Altmış küsur kitaplık bir diziden (sanırım) bir kitaptı: İnsan Vücudu. Canım çıktı. İkincisi, İnkılâp’a bir Georgette Heyer kitabı… Çok komikti, harikaydı ama 19’uncu yüzyıl İngiltere’sinde geçiyordu ve baş karakterimiz o dönemin Londra hırsız argosuyla konuşuyordu. Rızapaşa Yokuşu’ndaki Redhouse Kitabevi’nden muhtelif argo sözlükleri bulmuştum; İngilizce’den İngilizce’ye, tabii. O kitabın hakkından geldikten sonra, hayatta hakkından gelinmeyecek kitap olmadığını, yalnızca bazılarını çevirmenin çok daha zor olduğunu ve daha uzun sürdüğünü öğrendim. Ne yazık ki basılmadı.

Çeviri nankör iştir, bütün bir kitabı özenle çevirirsin. Sonradan yerli yerine oturmamış iki-üç kelime görür, kendine kahredersin. Onun için bilgime/hafızama güvenmez, sözlüğe bakarım, çok bakarım. Küçüklü büyüklü “glossary”ler, gerekiyorsa listeler yaparım. Ama inanın ki, Kutlukhan’ın da dediği gibi, “bizler sürekli ürkek bakışlarla etrafına bakıp sözlüğe davranan küçük kaygı böcekleri” değiliz. Bununla birlikte, iyi bir editörüm olsun diye dua ederim. Çevirmen için önemli şeyler arasında işine sevgiyle bağlı, yetkin bir editörün varlığını da saymak gerek.

Bir de, mümkünse, her iki dili bilmek gerekiyor. Yani, bundan aşikâr bir şey olur mu derseniz eğer, sizi piyasadaki çevirilerin büyük kısmını okumaya davet edebilirim ki, size yazık olur. Biz bir aralar, çok okuduğu için bağrı çok yanmış birkaç kişi, işi sadece birbirimizin çevirilerini okumaya, ya da içimizden birinin tavsiye ettiği genç çevirmenlerin çevirilerini okumaya kadar vardırmıştık. En azından özgün metnin kırpılmadan, bölümleri atılmadan çevrildiğinden emin oluyorduk; Türkçeler de kulak tırmalamıyordu.

Yaşını başını almış bir çevirmenden çeviri hakkında yazmasını isterseniz, yazı bir anda on beş sayfaya falan çıkabilir. O yüden, son olarak şunu söyleyeyim: Edebi çeviriyi tam mesaiyle yapacaksanız, kitaplara ve dile karşı tutku sahibi olmalısınız. Biraz genel kültürün de faydası görülebiliyor. Bir de disiplinin. Yoksa da dert etmeyin, çünkü zorla disiplin olmaz. Ama eksikliğini çekiyorsanız, vicdan azabından da kurtulamazsınız.

Zor iş zor!

 

---------------------------

Bunu okuyan bunu da okudu

Beowulf’un efendisiEvde Otursam, Çeviri Yapsam…

22 Eylül 2014 Pazartesi

Facebook Graph Search ile iş bulmak ve Kariyer

Graph Search, Facebook tarafından daha önce duyurulmasına rağmen henüz tüm dillerde kullanıma açılmadı ama aşağıda yazacağım farklı bir yöntemle siz de kullanabilirsiniz. Graph Search, Facebook içinde geniş arama seçenekleri sunan bir arama motoru. Üstelik hem iş arayanların iş bulması hem de şirketlerin yetenekli … Continue reading →

20 Eylül 2014 Cumartesi

Bilişim Vadisi’nden Ali Baba çıkar mı?

Türkiye’de yeni kurulacak Bilişim Vadisi ile Çin’in e-ticaret devi AliBaba.com’un halka arzı arasında nasıl bir bağ kurulmalı?

Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın Türkiye’nin 2023 hedefleri doğrultusunda kuracağını açıkladığı Bilişim Vadisi, ülkemizin bilişimle kalkınması açısından bence en önemli projelerden. Gebze Muallimköy bölgesinde 3 milyon metrekare alanda 150 bin kişiye istihdam sağlaması planlanan Vadi, ilgili sektörlerin katılımcı bir anlayışla yapacakları değerlendirme ve olumlu-olumsuz her türlü eleştiriye çok ihtiyacı olan bir oluşum.

Kişisel olarak, Vadi’de 150.000 kişi istihdam edilmesinin ötesinde, o 150.000 kişinin geliştirecekleri ürün ve hizmetlerle öncelikle Vadi’nin etrafındaki yaşam alanlarına, daha sonra ülke ve dünyaya ne oranda katma değer sağlayacaklarıyla ilgiliyim ve öncelikle üzerinde düşünülmesi gerekenin de Bilişim Vadisi’ndeki inovasyonlara kullanıcı ve pazar bulunması olduğunu düşünüyorum. Bu yapılabilirse, ABD’deki Silikon Vadisi’nden esinlenilerek konulan ismin hakkı verilir ve aynen oradaki başarının sırrı olan içindeki yaşam alanının da yaşam standardı ile katma değerini yükselten ve hatta oradaki bölgesel ekonomi ve refahı arttıran bir eko-sistem yaratılabilir. Böyle bir eko-sistemin ülkeye sağlayacağı birikim ise sadece maddiyatla sınırlı olmaz ve ülkenin her tarafına taşınabilecek bir model geliştirilmiş olur ve 2023’e yürüyüş her açıdan zenginleşir.

***

Çin’in e-ticaret devi AliBaba.com, bugün New York Borsası’nda tarihin en büyük halka arzını gerçekleştirdi. Halka arz sonucu piyasalardan 21.8 milyar dolar toplayan şirketin değeri 168 milyar dolara çıktı. Borsa uzmanlarına göre ise “Bu daha başlangıç!”.

Aslına bakarsanız 1999 yılında sade bir ingilizce öğretmeni Jack Ma tarafından kurulan basit bir web sitesi Alibaba.com. Bu ‘basit’ siteyi diğerlerinden farklı kılan ve ona bugünkü değerinden çok daha fazla potansiyel vaadeden sırrı ise, Çin’de üretilen her türlü ürün ve hizmeti, üreticinin ekran başından kalkmadan satmasına aracı en büyük platform olması.  2013 yılında 300 milyar dolarlık e-ticaret işlemine sahne olan şirket ile Çin, ne kadar gurur duysa azdır. Çünkü Alibaba kendi topraklarında büyüyüp gelişen ve bunun karşılığını da o topraklara katma değer, istihdam, gelir ve kar olarak geri döndürebilen ve artık kendi kendine yetebilen bir siber ekolojinin mimarı. Bugün itibarıyla dünyanın en büyük 10 şirketinden biri ve birkaç yıl içinde en büyüğü olması kuvvetle muhtemel.

Ne dersiniz? Bilişim Vadisi’nden bir Ali Baba çıkar mı?

 

Holden ve Seymour

SEVİN OKYAY – 20 Eylül 2014

J.D. Salinger’ın hayranları gözü kara hayranlardır. Yıllarla birlikte beğenileri sarsılmaz, tutkunlukları azalmaz. Kendilerinin de Salinger’ın başkalarıyla arasına çizdiği sınırın içinde olduklarına inanırlar. Kendimize ait bir grup gibi.

Holden Caulfield, bir geçiş dönemindeyken hayatın kendisine de, anlayışsız ailesine de hoşnutsuzlukla bakan çocukların şahıdır. Ben onunla ve yazarı J.D. Salinger ile tanıştığımda 14-15 yaşlarındaydım, yani 1950’li yıllardı –Evet, evet, bir şehir efsanesi değil bu. O yıllarda yeniyetme olmuş ve hâlâ yaşayan çocuklar var! Kitaba Ankara’da, favori sığınma yerim olan Tarhan Kitabevi’nde rastladım: The Catcher in the Rye. Babamı ziyarete gitmiştim. Aldım, eve getirdim, sular seller gibi okudum. Ne yazık ki çabuk bitti. Bir daha okudum.

Baş karakteri Holden Caulfield, benden az kabaca, ama çok daha asi bir çocuktu. Doğrusu pek sevimli sayılmazdı ama önemli olan o değil ki! Hepimizi temsil eder gibi duruyordu. İki arada bir derede kalmış, hayatının değişmesinden memnun olmayan ama olduğu gibi kalmasını da istemeyen öyle bir çocuk işte. Derler ki, kitap aslında yetişkinler için yazılmış. Eh, kolay gelsin! Beğenmemişlerdir herhalde. Kim çocuğunun Holden gibi olmasını ister ki? Söz dinlemiyor, hep hoşnutsuz. Okullardan atılmış. Zaten biz de gene bir okuldan atılma döneminin ertesine rastlıyoruz. New York’ta, otellerde üç-dört gün geçiriyor. Ruhumun bir parçası Salinger ile birlikte Holden Caulfield’in eline geçmişti. Kalan parçaların bir kısmı da, sonradan ait oldukları yere, Glass ailesinin çocuklarına, özellikle Seymour’a gitmiştir.

Derler ki, The Catcher in the Rye, Amerikan okullarında ödev olarak okutulduğunda ters psikoloji etkisi yapmış ve çocuklar kitabı sevmemiş. Holden’ın de umuruydu! Conspiracy Theory’de, Mel Gibson kitabı boyuna satın alıp durur, ama hiç okumaz. John Lennon’ı öldüren Mark David Chapman, polis gelene kadar olay yerinde The Catcher in the Rye okuyarak beklemiş, kitabın ifadesi olduğunu söylemişti. Aslında Holden’in büyüyünce ikisine de benzeyeceğini sanmıyoruz.

J(erome) D(avid) Salinger’la da o şekilde tanıştım. J ve D harfleriyle yetinmesi de hoşuma gitmişti, işe gizem katıyordu. Üstelik, nasıl olduysa çekilebilmiş o vesikalık fotoğrafı andıran portresi dışında resmi de yoktu. Bu da çok hoşuma gitmişti. Mahremiyetinden zırnık koklatmamasını çok sevmiştim. Onun için de yıllar sonra, bilmem kaç yıl önce onunla birlikte olmuş yazar Joyce Maynard, Salinger’ın o zamanlar kendisine yazdığı 14 mektubu açık arttırmaya çıkarınca, Salinger’dan fazla ben hiddetlenmişimir herhalde. Mektuplar Sotheby’s’de yazılım girişimcisi ve sanat koleksiyoncusu olan Peter Norton’a satıldı. Norton da onları yazara iade edeceğini söyledi. “O mektuplara ne yapılmasını isterse onu yapacağım,” dedi. “İade etmemi isteyebilir, yok etmemi isteyebilir. Ya da, hiç aldırmaz.” Salinger’ın tepkisi ne oldu dersiniz? Sıfır! Salinger sahne ışıklarına laf olsun diye değil, öyle olmasını istediği için uzak durmuş bir yazardır. Ben ise, sözü edilen Norton’un, bilgisayarlarımızdaki meşhur Norton Editor’ün de sahibi olduğunu düşünerek, yıllarca programa sadakât gösterdim.

J.D. Salinger’ın hayranları gözü kara hayranlardır. Yıllarla birlikte beğenileri sarsılmaz, tutkunlukları azalmaz. Kendilerinin de Salinger’ın başkalarıyla arasına çizdiği sınırın içinde olduklarına inanırlar. Kendimize ait bir grup gibi. Üstelik, yazar da kendi ölçüsüne uymayan hiç kimseyi –ne aile ferdini, ne sevgiliyi, ne de yayıncı ya da okuru– kendi dairesinin içine almaya hevesli değildir. Onu biraz da bu yüzden severiz.

Ne var ki, Salinger şöhretin dışında kalmaya özen gösterse de, onun nasıl bir şey olduğunun pekâlâ farkındaydı. Çünkü, edebiyatın en unutulmaz ailelerinden Glass ailesini anlatırken şöhretin türlü çeşitli yanını, Les ve Bessie Glass’ın yedi yetenekli çocuğunun şahıslarında sergilemiştir. Doğrusu, yayınlanmış hikâyelerine, ileride en meşhur iki karakterinden biri olacak genç adamın ikinci balayındaki âni intiharını anlatan hikâye ile (“A Perfect Day for Bananafish / Muzbalığı İçin Harika Bir Günarika Bir GHar”) başlamış bir yazara, sonsuz saygı sunmak dışında ne diyeceğimi bilemiyorum. Gerçi üstadın raflar dolusu yayınlanmamış efsanevi eserinin hiçbirini görmek nasip olmadı ama, Yapı Kredi Yayınları’nda editör olarak çalışırken, onunla olabildiğince yakın ilişkiye girdim. Çevirmen ve editör sıfatıyla… Çok sevdiğimz Seymour üzerine Seymour: An Introduction’ı Türkçe’ye çevirmek de bana nasip olmuştur, ne mutlu! Hakçası, dili Salinger’a göre bile zordur; hatta canım editörüm Birhan Keskin, çevirinin okuyanı kanırttığı konusunda beni uyarmıştı ama, yapacak bir şey yoktu. Orijinali da kanırtıyordu çünkü, hem de nasıl.

Hemen hemen hepsinde editör olarak bir tutam tuzum vardır; atlayıp bir ucundan tutmaya çalıştığım için. Franny and Zooey’i Ömer Madra çevirmişti, o da Glass çocuklarını sever. Glass kitaplarından Raise High the Roof Beam, Carpenters / Yükseltin Tavan Kirişini, Ustalar ile (Seymour: An Introduction ile ikisi bir kitap oluşturmuştu, bugün bile basılır) redaksiyonunu Mina Urgan hocamızın yaptığı Nine Stories / Dokuz Öykü’yü, genç yaşta kaybettiğimiz, sırılsıklam Salinger hayranı Coşkun Yerli çevirmişti. Bu vesileyle, The Catcher in the Rye / Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı da Türkçe’ye çevirmiş olan Coşkun’a bir selam yollayalım (hepsi YKY’den). Uzun bir hasretin ardından kavuştuğum ilk yeni Salinger eseri olan “Hapworth 16, 1924”, gene YKY sayesinde elime geçmişti. Cem Akaş galiba, bir fotokopi yollamıştı. İptal olmuştum: Hem yeni bir Salinger yazısı, hem de Seymour’un yedi yaşında kamptan eve yolladığı mektuplar!

Bütün Glass ailesi hikâyeleri, hatta çevirdiğim Seymour: Bir Giriş bile bir yana, beni esas mahveden bu “Hapworth 16, 1924”tür. Burada Buddy ve Seymour bir kamptadır; Hapworth Gölü’ndeki Simon Hapworth kampı. Hikâye/mektubun adından da anlaşılacağı gibi, 1924 yılındayızdır ve Seymour yedi yaşındadır. Eğer bu yaşta bir çocuğun yirmi bin kelimelik bir mektup yazamayacağını ve böyle cümleler kuramayacağını düşünüyorsanız, sizi bir kez daha Glass Çocukları ve Seymour Glass gerçeğine davet edeceğim. Seymour 16’sında üniversiteye gitti, 20’sinde orada ders vermeye başladı, eh, 31 yaşında da intihar etti tabii.

Evet, dedim, gene de diyorum: Budur yani, esas adamımız Seymour’dur.

 

19 Eylül 2014 Cuma

Madde madde tweet atanlara

1. Attığınız tweetler takipçilerinizin ekranına arka arkaya düşmeyip araya başka tweetler girdiğinden değerlendirmelerinizin hem bütünselliğini hem de paylaşılabilirliğini zayıflatıyor.

2. “Profilimi tıklayıp hepsini arka arkaya okuyorlar” kafasındaysanız, ekran başında tweetlerinizin bitmesini bekleyen bir kalabalık olduğunu düşünüyorsunuz. (Zekî olduğunuz kadar küstahsınız da!) Ama bu, mesajınızın “daha geniş kitlelerle, daha anlaşılır biçimde paylaşılabileceği” gerçeğini değiştirmez. Peki ne yapmalı?

3. Naçizane önerim, aynen burada okuduğunuz gibi tüm maddeleri akıllı telefon, tablet ya da bilgisayarınızdaki bir not alma programına (Not Defteri, Word, vd.) yazıp ekran görüntüsünü alın. Twitter ekranınızı açıp bu ekran görüntülerini fotograf olarak ekleyin ve kısa ama vurucu bir başlık eşliğinde paylaşın.

4. “Metnim uzun, ekrana sığmaz!” diyorsanız twitlonger.com‘a girip yazdıklarızın tümünü kopyalayın ya da en iyisi bir blog açın.

5. Ne yaparsanız yapın ama işi tek bir tweette bitirin ve bizi bitirmeyin; Hadi kolay gelsin!

17 Eylül 2014 Çarşamba

Facebook Kariyer sayfaları için 8 püf noktası

Facebook  Kariyer sayfaları, şirketin işveren markasını güçlendirmek için Facebook kullanıcılarına ulaşılan önemli kanallardan biri. Bu sayfaların amacı yeni yetenekleri şirkete çekmek ve var olan yetenekli çalışanların bağlılığını arttırmak. Bu sayfaların İnsan Kaynakları departmanına daha çok verim sağlaması için bazı püf noktalarına dikkat etmek … Continue reading →

15 Eylül 2014 Pazartesi

Yanar döner, a-acaa-yipsin!

SEVİN OKYAY - 13 Eylül 2014

Tarkan’la tanışıp da onu sevmemek mümkün olmuyor. Sahnede izleyip beğenmemek de… Tam bir profesyonel olduğunu, dört dörtlük sahne performansları sunduğunu, boyuna uzatılıp duran bu son konser dizisiyle de kanıtladı.

Bir konser duyurusunda, “Tarkan’dan yeni bir rekor!” denmiş. “Harbiye’de art arda 9 konser veren Megastar’ın son konseri 14 Eylül’de”. Ben beşinci konsere gitmiştim. Gidecektim zaten de, diz durumları yüzünden Açık Hava’ya giriş çıkış zor oluyor. “Konserime gelmeyecek misin?” deyince, bu durumumu hatırlattım. “Arka kapıdan gel o zaman,” dedi. Yakınlarımız da Cuma akşamı oradan girip çıkacakmış. Peşlerine takıldım.

Bu benim ilk Tarkan konseri tecrübem değil. Daha önce de birkaç kez gitmiştim. Tarkan’ı çok önceden beri tanıyorum, o sorunlu dönemlerinin hemen ertesinden. Kendisiyle şahsen tanışmadan önce özel bir sempatim yoktu ama, önyargılı değilseniz eğer, tanışıp da onu sevmemek mümkün olmuyor. Sahnede izleyip beğenmemek de… Tam bir profesyonel olduğunu, dört dörtlük sahne performansları sunduğunu, boyuna uzatılıp duran bu son konser dizisiyle de kanıtladı. Yorulmadan, kendini esirgemeden, seyircisinin bütün beklentilerini karşılayan şovlar yapar, gene yaptı. Parçalarının, dinlendikçe daha da hoşa gitmek gibi bir özelliği var. Megastar olduğu konusunda hiç şüphe yok. Her şarkıcı hayatında “Şımarık” gibi sınırları aşmış bir başarısı olmasını ister.

Tanıştığımızda, “Acayipsin” döneminin hemen ötesindeydi diye hatırlıyorum. Kafamı taktığım, geçmişte kalmış ekose pantolonunu seviyordu; benim niye sevmediğimi ise anlamıyordu. Işıl ışıl gözlü bir uzaylı çocuktu. Her zaman olduğu gibi basınla, daha doğrusu magazin basınıyla aralarında anlaşmazlıklar vardı. Magazin basınının Tarkan’a karşı tutumu, “meyveli ağacı taşlarlar” özdeyişini de çoktan aşmıştır. Ne var ki, bu tavır onlara bir şey sağlamadı. Maksat hasıl olmadı yani; kötü günleri de, iyi günleri de layıkıyla yaşamayı bilen, karamsarlığa kapılmayan şarkıcı, yoluna devam etti.

Tarkan, iki kültürün çocuğudur. Gerçi bunun ezikliğini hissetmemiştir ama, ben gene de onun buradaki bazı insanlara “acayip” gelen tavırlarının kökeninde, ona gösterilen tepkilerin kaynağında bu ikiliğin yattığını düşünmüşümdür. Bir de farklılığının… Hem oralı, hem buralı. Ne oralı, ne buralı. Peter Pan gibi, diyarsız bir çocuk. Müziğin ise baştan beri aşinası, âşığı. Tanıdıklarımın içinde, Klasik Türk Müziği parçalarını en doğru söyleyenlerden biridir, hakkıyla icra eder. Üsküdar Musiki Cemiyeti eğitiminin de bunda payı var elbet.

Gelelim son konserlere, hele hele beşincisine. Eh, en iyi onu biliyorum ya. Kapıdan sağ-salim girdik. Starımızı hazırlığı sırasında gördük, şans diledik. Gerçi pek ihtiyacı yokmuş. Vaktiyle içeri geçmemizi tavsiye etti. Ne kadar isabetli bir tavsiye olduğunu ancak içeri geçince anladım. Kalabalıktan hoşlanmayan, hatta tırsan insanların elini ayağına dolayacak bir kalabalık vardı içeride. “Bu ne yahu?” dedim. Kızım, caz konserlerine alışkın olduğum için şaşırdığımı söyledi. Niyeymiş? Bir sürü de rock yıldızı izledim ben orada. Bu arada, Tarkan’ın grubunda cazcı arkadaşlar da vardı.

Ama böyle bir kalabalığa rastlamamıştım doğrusu. O kenardaki taştan geçerek yerimize oturmamız gerekiyordu. Azıcık da bir yerdi aslında. “Buradan geçemem, düşerim,” dedim. Güleryüzlü, iyi bir kadın, “Ben sizi düşürmem, destek olurum,” dedi. Elimden tutup yardım etti. Arkamı da Elif kolluyordu zaten. Yerime oturup can korkusunu silkeleyince, iyi kadının Demet Akbağ olduğunu fark edebildim.

Yukarıdaki bütün tariflerimin denk düştüğü, çok iyi bir konserdi. Ama o binlerce kişi –kaç binse artık– sırtıma çıkmıştı sanki. Kendimce, uçurumun kenarındaydım. Konseri çeken kameraman arada özür dileyerek ittiriyor, eniştem sakin olayım diye elimi tutuyor. Ben sakin olmasına olurum da, kramp olmuyor ki. Nedensiz kramp krizleriyle uğraşan bir zavallıyım. Bakıyorum bakıyorum, kramp girse ben buradan nasıl çıkarım? Aşağı atlayamam, yana yürüyemem. Neyse ki, bunları sadece ara ara düşündüm. Çünkü Tarkan, konseri sırasında başka bir şey düşünülmesine izin vermiyor pek.

Ama kramp da sabaha karşı intikamını aldı. Sağlam bir kramp krizi geçirdim, oysa ne vakittir unutmuştum onu. İlaç iyi geliyordu. Ama bir Tarkan konserinin sarsıcılığını da unutmuşum herhalde. Kas gevşetici aldım, bütün gün Leyla gibi dolaştım. Akşam Blondie’ye gidecek halim kalmamıştı. Anca Pazar öğlen sıralarında kendime geldim. Demek ki neymiş? Tarkan konserinden sonra iki günü boş bırakmak gerekiyormuş.

Bakalım diyorum, 14 Eylül’en sonraya da uzayacak mı konserler? Hiç şaşmam da, kendini her konserde harap edip 1,5-2 kilo veren sanatçı açısından endişeliyim. Olsun varsın, o kendini toplamanın bir yolunu bulur nasılsa.

Öyleyse hep birlikte söylüyoruz: Ah yanar döner, a-acaa-yipsin!

 

 

iPhone’u bırak, Apple Watch’a bak!

Akıllı telefon ve tablet lansmanlarıyla artık kimseyi şaşırtamayan Apple, bu defa kendilerini bile şaşırtacak bir inovasyonun lansmanını yaptığının farkında mı?

“One more thing…”

55 dakika boyunca Tim Cook döneminin klasik tekdüzelikte bir Apple lansmanını izlediğini düşünen salondaki kalabalık, Steve Jobs’tan duymaya alıştığı “Ha, bir şey daha…” anlamına gelen bu cümleyi duyduğunda irkildi ve kadim ustasından ödünç aldığı bu sözcük kalıbını ilk kez bir lansmanda kullanan Cook’u bu kez o bilindik yapaylıktan arınmış bir coşkuyla alkışladı. Bu sıcak tepki karşısında keyfi yerine gelen Cook da, “Apple’ın hikayesinde yeni bir sayfa” gibi ilginç bir tanımlamanın ardından o “şeyi” görücüye çıkardı; Apple Watch!

Şirketin yıllardan beri konuşulduğu halde bir türlü piyasaya sunamadığı akıllı saat, işte o andan itibaren kamuoyunu adeta ikiye böldü; tasarımını beğenenler-beğenmeyenler, rakiplerin aynı kulvardaki benzer ürünleriyle karşılaştırıp özelliklerini yeterli-yetersiz bulanlar, vs. Olumlu ya da olumsuz çoğu eleştirilerde haklılık payı var mı yok mu, yorumlamak için erken ama bunların çoğunun Apple tarafından değerlendirmeye alınacağını ve hatta cihazın  piyasaya çıkacağı 2015’in ilk yarısına kadar bu eleştiriler doğrultusunda revize edileceğini de düşünüyorum. Ancak Apple Watch’un şirket için anlamı bence tüm bunların ötesinde. Tim Cook “yeni sayfa” sözleriyle neyi kastetti bilemiyorum ama bence Apple uzun süreden beri ilk kez mevcut ürün gamından farklı bir kulvar açtı ve giyilebilir cihazlar alemine adımını attı. Kuşkusuz bu alana daha önce adım atan Nike, Samsung, Sony, Motorola gibi markaların giyilebilir cihazları uzun zamandan beri piyasada. Ancak Apple Watch’u bunlardan farklı bir yere koymak lazım. Diğerleri adım/nabız ölçer ve saat gibi tek ya da sınırlı fonksiyonlara sahip cihazlar iken Apple Watch, tüm bunların hepsini ve devasa uygulama geliştirme eko-sistemi sayesinde cüzdan, uzaktan kumanda, anahtar, vb. çok daha fazla özellik vaaden bir iletişim platformu. Buna bir de, Apple’ın “kendisinden önce piyasaya sürülmüş bir inovasyonu, kullanıcı deneyimi yüksek bir cihaza ve hatta yaşam tarzına dönüştürebilme” becerisini de eklersek Apple’ın giyilebilir cihazlar kategorisinde kritik kütle eşiğini aşma olasılığının tüm rakiplerinden yüksek olduğunu söyleyebiliriz.

Kişisel olarak Apple Watch’u benim için en cazip hale getiren özelliği ise, Taptic Engine adı verilen etkileşim birimi. Giyilebilir cihazların kullanıcı deneyimi bağlamında yenilikçi bir adım olacağına inandığım bu birim sayesinde birey, hem bir sensör gibi kendi duyularını toparlayıp İnternete aktaracak hem de başkalarından gelen bildirimleri kendi duyu organlarına aktaracak. Bu sayede mesela Facebook’un en tuhaf bulduğum uygulaması Poke (yani dürtme) Apple Watch üzerinden gerçekliği çok daha arttırılmış biçimde sunulabilecek.

Akıllı cihazlar önce telefon olarak cebimize girdi ve artık bedenimizle doğrudan temas etmeye başlıyor. Apple Watch, uygulamalarıyla bu teması beklenmedik şekilde geliştirip insan-akıllı cihaz ilişkisinde büyük sıçrama yaratabilecek potansiyele sahip.  Çünkü böylesine akıllı ve dış dünyayla bağlantılı bir cihazın cepte durmasıyla kolumuzda takılması arasında kullanıcı deneyimi açısından müthiş bir farklılık var. Deri üzerinden refleks olarak verilen tepkiler, akıllı bir cihazın yönetiminde ölçüm ve değerlendirme ile öneri/komut ile geri bildirilirse bu bildirimler sayesinde gündelik yaşamın yönetimi, birey için zaman-mekandan çok daha bağımsız ve otomatik hale gelecek. Bu bağlamda Apple Watch, gerek bireyin beden ve zihni, gerekse dış dünyadan bireyle ilintili topladığı her türlü veriyi dış dünyadaki sensörler üzerinden algılayıp toparlayan bir sentez, sevk ve idare platformuna dönüşmekte. (Tabii bu işleyişin mahremiyet boyutu, bir hayli gürültü koparacak gibi ama o ayrı bir yazının konusu!)

Apple’ın tüm bu beklentileri karşılayabilmesi için yapması gereken yegane şey ise, uygulama geliştirici eko-sistemini uygun teşvik ve motivasyonlarla Apple Watch’a yönlendirmesi. Bunu doğru biçimde yaptığı sürece, o eko-sistemdeki onbinlerce geliştiricinin müthiş yeniliklere imza atacağından hiç kuşkum yok. Şu yaşımda ben bile Apple Watch için uygulama geliştirmeyi düşünüyorsam bu, gerçekten Apple için yeni bir sayfa!

12 Eylül 2014 Cuma

Büyüme sancısına çıplak temas

Büyüyorsun ve her şey değişiyor. Başta kendin. “Yaşın ilerledikçe giyinmeye başlarsın,” diyor Syvia’nın babası, kızına bir yetişkin olmanın anlamını anlatırken… O bunu yaşamış çünkü. Herkes giyinecek, katmanların arkasına saklanacak; ne yazık ki büyümek böyle bir şey.

Gerçekten çok etkileyici sahnelerle dolu kitap. “Sahneler” diyorum, çünkü okurken beyniniz okuduklarınızı görsel olarak canlandırmaktan geri duramayacak. Ve her iyi film gibi acı sosu da tam kıvamında.

( İyi Kitap, Emel Altay, 1 Eylül 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

6 Eylül 2014 Cumartesi

Nihayet Miyazaki

SEVİN OKYAY - 6 Eylül 2014

Hayao Miyazaki, hayal dünyalarının sadece çocukluğa özgü olmadığını herkese kanıtlayan kişidir. Bir masal dünyasına sahip olan, kendi de sonsuz masal dünyaları yaratan bir büyüktür o. Her ne kadar Pixar’ı sevsem ve Nick Park’ın müptelası olsam da, bence bugün (ve her gün) uzun metraj animasyonun hakiki üstadı, Hayao Miyazaki’dir. Ne yazık ki geçen yıl, aktif sinemacılığa da veda ettiğini duyurdu.

Ama Miyazaki adı öyle sinemayı bırakmakla falan pat diye unutulacak bir ad değil. Her şeyden önce, ondan geriye kalan ve defalarca izlediğimiz, izlemeyi sürdürdüğümüz filmler var: Princess Mononoke / Prenses Mononoke, Spirited Away / Ruhların Kaçışı, en çok sevdiklerimden Howl’s Moving Castle / Howl’ın Yürüyen Şatosu, göklerde bir şato daha: Castle in the Sky / Gökteki Kale, Kiki’s Delivery Service / Küçük Cadı Kiki, My Neighbor Totoro/ Komşum Totoro, Nausicaa of the Valley of the Wind / Rüzgârlı Vadi, unutulmaz Porco Rosso ve gökyüzünün bir başka kahramanını anlatan son filmi The Wind Rises / Rüzgâr Yükseliyor.

Başka filmleri de var, tabii. Ama o kadar çok değil. Uzun meslek hayatında Miyazaki’nin çektiği uzun metraj animasyon film sayısı iki elin parmaklarından biraz fazla. Belki de hikâyesinden senaryosuna, çekimine ve en küçük ayrıntısına kadar her şeyin üstünde bizzat kendisi durduğu içindir. Bu nedenle de, bilgisayar efektsiz Miyazaki filmlerinde rahat bir nefes alırsınız. Hayata, dünyaya bakışınız tazelenir. Büyük görsel sanatçıların eserlerine gömülünce gelen türden bir tazelenme hissidir bu…

Esas olarak, peyzajlarını çok seviyorum. Ta Heidi zamanından beri severmişim, ama o zaman o güzelim dağlarda Miyazaki eli olduğunu bilmiyordum. Ormanlar, dağlar, denizler, onun elinden çıkmışsa eğer, bunu belli eder. Fantastik yaratıkları da öyle: Orman ruhları, toz topları, kocaman kara damlalar, konuşan hayvanlar (kedi, domuz, kurbağa), kavgacı bir alev (belki de en çok sevdiğim), yüzü olmayan bir canavar, Om adlı ölümcül böcekler vs.

Bir de kızlar, tabii; Mizayaki’nin becerikli kızları. Savaş ve şiddet karşıtı, çevre koruyucusu Miyazaki –ki, bu iki temayı didaktik hale getirmeden bu kadar iyi kotaran az bulunur– kahraman kızlar yaratır. Her türlü güçlükten sıyrılmayı başaran bilge, ihtiyar kadınlar ve gizemli, bazen lanetli  genç erkeklerin de üstesinden gelen kızlar. Prenses Mononoke, Sheela, Kiki, Chihiro, Prenses Nausicaa ve Sophie. Küçük Deniz Kızı Ponyo’yu da unuttuk sanmayın. Rock’çı kılıklı babasının Brünnhilde demekte ısrar ettiği küçük balık kızımız da pes etmeyen bir Miyazaki kızıdır. Muhteşem fantezi yaratıcısı, inanmış bir natüralist olan, nefis masallar anlatan Hayao Miyazaki, bize biraz da yiğit ve zeki kızlarıyla hitap ediyor.

Peki, neden “Nihayet Miyazaki?” Amerikan Film (Sanat ve Bilim) Akademisi bunca yıl sonra ona bir Onursal Ödül verme kararı aldı da ondan. 2013’te Kaze Tachinu (The Wind Rises) / Rüzgâr Yükseliyor’un ardından kendini emekliye ayıran yönetmen, 2003’te çoğu kişinin favori filmi olan Spirited Away / Ruhların Kaçışı ile bir de En İyi Animasyon Oscar’ı almıştı. Hey hey!

Onursal Ödül listesinde iki kişi daha var: On dokuz yıl boyunca Luis Buñuel ile çalışmış Fransız romancı ve senarist Jean-Claude Carrière ve geçen yüzyılın ortasında önce ülkesi İrlanda’da çocuk oyuncu, sonra da Hollywood’un en büyük yıldızlarından biri olan kızıl saçlı Maureen O’Hara. Aktör, şarkıcı Harry Belafonte de Jean Hersholt İnsani Yardım Ödülü alacak.

Pek çok çocuğun ve neredeyse aynı sayıda büyüğün gönlünde yer etmiş Hayao Miyazaki’nin, her yerde olduğu gibi, Türkiye’de de gözü kara hayranları var. Üstelik, sadece mangacılar değil bu hayranlar. Ona dünya animasyonunun bir numaralı ustası gözüyle bakıyorlar. Şimdi Miyazaki sinemadan elini çektiğine göre, geride kim kaldı? Pixar’ın ağır topu John Lasseter ve İngiliz Nick Park (Wallace ve Gromit). Her ikisinin de Miyazaki ile karşılıklı hayranlığa ve saygıya dayanan ilişkileri var.

Peki ya Japonya? Japonya’da üstadın yerini alacak kimse yok mu? Ne yazık ki hayır. Bir aralar anime hayranları, 2010 yapımı The Secret World of Arrietty’nin yönetmeni Hiromasa Yonebayashi’nin, Miyazaki’nin yerini doldurabileceğini sanmışlardı. İkinci filmi bu umutları söndürdü. Yönetmenin oğlu Goro’dan da ışık yok; zaten Goro’nun böyle bir iddiası da yok. “Ben, bana iyi bir hikâye gelirse ondan film yaparım,” diyor. “Babam gibi en başından başlayıp yaratamam.” O baba film yönetmeyi bırakınca, efsanevi Studio Ghibli bile öksüz ve güçsüz kaldı.

Sevgili Miyazaki’miz, ele kuvvet çalışırdı; teknolojik gelişmelere pek yüz vermezdi. Ama tamamen kayıtsız da değildi. Princess Mononoke’den bu yana filmlerinde bir miktar bilgisayar da kullandı ama bu efektlerin, filmlerindeki görüntülerin yüzde onunu geçmesine izin vermedi. Ekibini, her şeyi hakikate uygun olarak yapmasınlar diye tembihlemiş: “Burada bir esrar yaratıyoruz, esrarengiz hale getirin.”

Başımız üstüne!

 

 

Vadi’den Notlar

Dünyanın dört bir yanındaki yüksek teknoloji insanı için 21. yüzyılın yeni “Amerikan Rüyası” aslında bir kabusun ta kendisi mi?

En yakın mekanı bul, en tenha güzergaha gir, en lezzetli yemeği ye, en fazla adımı at, en uygun vitamini al, en doğru kişilerle tanış, en niş sektöre en erken gir, en yıkıcı yeniliğe imza at ve en fazla parayı kazan!..

Yıllık 40 milyar $ risk sermayesinin aktığı ve çalışanlara ortalama 200 bin $ maaş ödendiği Californiya Eyaleti’nin Silikon Vadisi olarak adlandırılan yüksek teknoloji bölgesindeyiz iki haftadır. Her yıl dünyanın dört bir yanından 20bine yakın insanı bünyesine katan Vadi’de kişisel olarak gözlemlediğim en ilginç  husus, patronundan çalışanına sayıları milyonlarla ifade edilebilecek yüksek teknoloji ahalisinin yaşam döngüsünün, üç aşağı beş yukarı yukarıda sloganlaştırmaya çalıştığım hedefler üzerine kurulu olması. Kaldığımız süre boyunca bizim de ister istemez içine dahil olduğumuz bu döngünün siber araçları Apple, Google, Facebook, LinkedIn, Foursquare gibi siber dünyanın devleri ile onların etrafında kümelenen bir yığın girişimciden oluşan eko-sistem tarafından geliştiriliyor ve en önce de Silikon Vadisi ve çevresinde kullanılıyor. Artık kuruluş dönemini geride bırakan siber dünyanın devleri içinse en öncelikli konular, mevcut hizmetlerin kullanıcı etkileşimi ve deneyimini geliştirmek.

Biz de bu konudaki büyük ilerlemeleri kaldığımız süre boyunca test etme imkanı bulduk. Mesela bölgenin hiç bilmediğimiz karmaşık ve yoğun trafiğe sahip otoyollarını Google Maps sayesinde kaybolmadan ve en az trafiğe sahip rotalarından en kısa sürede kat ettik. En yakın market, benzin istasyonu, park yeri gibi acil sorunlarımızı da çözdük. Üstelik o saatte hangi market açık ya da kapalı, hangi park yeri kaç para alıyor gibi kritik bilgilerle de hata yapmamızı engelledi. Hatta 5 şeritli bir yolda sola dönerken varış noktamıza göre iç şeritten mi dış şeritten mi döneceğimize kadar karıştı. Google Maps’in Türkiye’de de hizmette olan uygulama da bu ama buradaki fark market, park yeri gibi Vadi’deki tüm oyuncuların kendileri için olan katma değeri görerek hizmetin mükemmelleşmesine doğru ve ayrıntılı içerik sağlayarak katılması. Bu sayede biz geceyarısı açık olan marketten alışveriş yapabildik, en ucuz parkyerini bulabildik ve Google’a teşekkür ettik. Bizim gibi buranın ahalisi de bu servisleri kullanarak verimlilik ve tasarruf sağlıyor Üstelik sadece Google değil Apple ve diğer harita servisleri de oldukça iyi ve yoğun biçimde kullanılmakta.

Tabii bu işin olumlu yüzü. Madalyonun diğer yanında ise, kullanıcıların yükledikleri içerik ve her hareketinin kullandıkları cihaz ve uygulamalar tarafından kaydedildiği Büyük Birader’e dönüşme riski yüksek şirketler var. Kuşkusuz kullanıcılar “ücretsiz” hizmetlerin kendilerine sağladıkları katma değeri yüksek faydalara çok alıştı ve beğendikçe daha fazla bilgi de vermeye başlıyorlar. Ancak bu fayda, paylaşılan bilgilerin başkaları ya da geçen hafta Hollywood yıldızlarının mahrem görüntülerinin ortalığa saçılmasındaki gibi kamuoyunun gündemine düşmesi aşamasına gelirse, aslında bu rüyanın sonunun o kadar tatlı bitmediğinin de hem kullanıcılar hem de çok daha fazlasıyla Silkon Vadisi’nin devleri farketmeliler.

Google’ın kuruluş mottosu “Şeytan olma!” sözleri ama o kadar bilgi elinizdeyken şeytana uymamak ciddi direnç gerektiren bir etik duruş meselesi. Ama inanıyorum ki bu tür mahremiyet skandalları artarak sürerse, yakın dönem Silikon Vadisi girişimciliğinin en ayrıştırıcı (ve fırsat) noktası, teknolojide ne kadar ileri olduğunuz ya da kullanıcı deneyiminizin ne kadar iyi olduğundan ziyade iş ortaklarınıza ve kullanıcılarınıza ne kadar etik davrandığınız, onların mahremiyetine ne kadar saygı gösterdiğiniz olacak. Örneği ise şimdiden hazır; son dönemin en yeni ama popüler sosyal medya platformu Snapchat. Neden mi? Kullanıcıların her türlü paylaşımı en geç 24 saat içinde tamamıyla siliniyor da ondan!

Yazıyı, “Vadi’de Türk’ün gücünü gösterdiğimiz” bir yaşanmış olayla noktalayalım; Derslerimde kullanmak için merkezi Silikon Vadisi’nde bulunan bir elektronik aksesuvar parçası üreticisinin web sitesine girdik. Orada doğrudan sipariş verebilme olanağı olduğu halde “üründen iyice emin olmak” için firmanın müşteri hizmetlerini telefonunu aradık. Çıkan görevlinin söylediklerinden tam ikna olmadık ve kendisinden firmanın genel merkezinin adresi istedik. Yetinmedik, o adrese gittik ve “call-center” görevlisiyle yüzyüze görüştük. Bununla da yetinmedik, firmanın deposuna gidip bir tane ürün seçtikten sonra muhasebe departmanına gidip ürünü burada satın almak istediğimizi söyledik ve fatura istedik. Tabii ki bununla da yetinmedik ve parayı da kredi kartıyla değil nakit olarak ödemek istediğimizi söyledik. 349.95 dolar tutan ürün için 350 dolar verdik ve paranın üstünü istedik. Ve genel merkezine hiç bir müşterinin uğramadığı ve tüm iş sürecini online ortamda kredi kartı ödemesiyle alan firma yetkililerinin şaşkın şaşkın “bize tüm bunları nasıl yaptırabildiler?” bakışları eşliğinde binayı terk ettik.

 

5 Eylül 2014 Cuma

FARKLI VE BİLİNMEZ OLANI ANLAMAK, SEVMEK…

Uzak gelecekte, uzayın derinliklerindeki bambaşka bir galakside geçen soluksuz maceranın belkemiğini oluşturan medya ve teknoloji kurgusu gerçekten çok etkileyici. Üstelik, bugüne ilişkin son derece düşündürücü de. Fransız yazar Danielle Martinigol’un çok ödüllü dizisinin, iki aşıktan büyük aileye, arkadaşlıktan rekabete doğru genişleyen dramatik yapısı her yaştan okurda, klasiklere yakışır romantik duygulanımlar yaratıyor.

(Merhaba Gazetesi, Mine Soysal, 1 Eylül 2014)Yazının devamı için resme tıklayınız…

4 Eylül 2014 Perşembe

Abisler’in Çağrısı

Sana benzemeyen her şey düşmanın mıdır?“100Dünya” üçüncü kitapla sona eriyor! 

Aëla, stazın gidişatında bir sorun hissetti.“O da ne?” diye sordu endişeyle.Kim demeliydin…“Orada biri mi var?” diye mırıldandı şaşkına dönen Aëla.Samanyolu’ndan yaklaşık 30 bin ışık yılı uzaktaydılar. İnsan topluluğunun alışılageldik rotalarından kim bu kadar uzaklaşmış olabilirdi ki?“Bizi mi arıyorlar?”Bizi buldular…“Orada…” dedi.Evet. Görüyorum.“Kim o?”İnsan değil.

“100Dünya”da yeni nesil yükselirken, Maguelonne’ların tarihine gömülmüş keşifler su yüzüne çıkıyor. Efsanevi inci Melvin Maguelonne, Abis’i Jiu-kam’la nerelere yolculuk etmişti? Başkadeniz’in efsanevi uzaygemileri Abisler, başka galaksilerle iletişim halinde mi? Başkadeniz, başka hangi sırları saklıyor?

Başkadeniz’e ilişkin gizemlerle çalkalanan 100Dünya Konfederasyonu’nda kuşku, yerini paranoyaya bırakıyor. Konfederasyon, silahlı güçlerini devreye soktu bile. Medya ise haber peşinde, kitlelerin algılarını acımasızca yönetiyor. Bu arada, galaksinin kaygıyla izlediği başına buyruk Kara Abis, incisi Aëla Maguelonne’la birlikte herkese ter döktürüyor. Sonu gelmez bir kaosla mücadele eden Maguelonne Ailesi’nde aşk, bu kez hiç beklenmedik bir kıskançlığın çengelinde. Bilimkurgunun sevilen kalemi Danielle Martinigol’ün ünlü üçlemesi “100Dünya”, yüreklerde iz bırakaran bir finalle sonlanıyor.

 

***

     

 

2 Eylül 2014 Salı

Olan bu!

“Günümüzde her şey ölçülü olmalı, dikkatini çekmedi mi? Genel geçer ölçüyü aştığın anda, bir tahtan eksiktir.”Çıplaklar Kitabı’ndan

Bu cümlede anlatılan hepimizin hikayesi değilse nedir?! Çıplaklık, hep bir mesele olmuştur, insanlığın kendini bilmesinden itibaren de çıplaklığını saklaması öğütlenmiştir, ne yazık ki hepimizin başat varlığı vücudumuz, kapatılması, örtünmesi hatta çok yakın aile üyelerinden başka kimsenin görmemesi gereken bedensel varlığımız olmuştur.

(Evrensel Gazetesi, Ezgi Görgü, 31 Ağustos 2014)Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

1 Eylül 2014 Pazartesi

Martha Cooper beni çekti

SEVİN OKYAY – 30 Ağustos 2014

Pera Müzesi’nde, 13 Ağustos’ta bizi başka bir dünyaya savuran bir sergi başladı: Duvarların Dili: Graffiti / Sokak Sanatı. Ulus olarak graffiti pek yabancımız sayılmaz, zaten bu sergide beş Türk graffiti sanatçısı da var ama, sergide asıl farklı olan, graffiti sanatçılarının sanatlarını resmi bir müze duvarında icra etmeleri…

İçlerinde adını duymuş olduğum duvar sanatı erbabı vardı. Bunlardan biri, benden bir yaş küçük olan Martha Cooper. Onun kaykay dalgası döneminden, hiphop art günlerinden kaldığını biliyorum. Tıpkı, yaşıtı sayılabilecek ve Martha gibi fotoğrafçı olan, 1940 doğumlu Henry Chalfant gibi. Müdahaleye ve silinmeye mahkûm duvar sanatı örneklerinin ölümsüzlüğe ulaşmasını sağlayan da, fotoğraf sanatı. Cooper ve Chalfant, New York metrolarındaki graffitilerin fotoğrafını çekerek, pek çok sanatçının tanınmasına katkıda bulundu. Cooper, bir alt kültürün daha geniş bir kültüre dönüşmesinde yer aldığı için kendini çok şanslı sayıyor.

Açılışta eski tüfekler genellikle yan yana duruyorlardı. Ne de olsa, bir başka dönemin temsilcileri. Bu işin erbabının “vandal” sayıldığı ve bazen ortadan kaldırılmasının da normal görüldüğü bir dönem. Neyse ki, artık böyle sert tepkiler yok. Duvar sanatı artık, genelde küresel bir sanat akımı sayılıyor. O akşam toplam 22 sanatçıyı Pera Müzesi’nin beşinci katında görünce çok etkilendim. Güzel bir elektrikleri var. Şöhretler gibi tepeden bakmıyorlar ama, sen onlarla konuşmaya cesaret edemezsen de senin peşinden koşmuyorlar. Konuştuğunda ise cevap veriyorlar. Her şeyin ötesinde, “uçlarda” yaşayan türleri akla getiriyorlar. Kılıkları da pek hoş ve çeşitli.

Akşamki açılışta, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür ve Sanat İşletmesi Genel Müdürü Özalp Birol, bu sıradışı sergi için, “Müzeciliğe ve güncel sanata ışık tutacağına, aynı zamanda paradigma değişikliğine yol açacağına inanıyorum,” dedi. Biz de öyle olmasını umuyoruz. O akşam beşinci katta, tabir caizse ‘ağzım kulaklarımda’ dolanıp duruyordum. Birden ‘pan’ yapan küçük bir kamera çıktı karşıma; tam karşıma! Aman allahım, Martha Cooper beni çekiyordu! Donmuş halde kaldım! O bu işe başladığından beri geçen bütün bir tarih, insanlar ve olaylar beni de içine alıp yuttu. Oysa payıma düşen süre, taş çatlasa iki saniyedir. Ama cidden kendimden geçtim. İçimden kendi kendime, “Martha Cooper beni çekiyor! Martha Cooper beni çekiyor!” deyip durdum. Zaten sabah da, basın toplantısı nedeniyle herkes bir araya toplandığında, Pera’nın o güzel kafesinde ağladı ağlayacak bir halde dolaşmıştım. Sevinçten. Ruh kardeşi meselesi.

Pera Müzesi’ndeki Duvarların Dili: Graffiti / Sokak Sanatı sergisinin genç bir küratörü ve ‘fikir sahibi’ var: Roxane Ayral. Roxane, bir müzeye hapsedilmeyi hayatta kabul etmez diyeceğiniz, türlü milletten 20’yi aşkın insanı bir araya getirmeyi başarmış. Graffitiyle büyüdüğünü söylüyor. Ona bağlantı sağlayan kişi de, sevgili (ve rahmetli) şair kardeşimiz Salih Ecer olmuş.

Sergiye katılanların çoğu genç, ama kimileri de yaşıtım. Cooper 1943’lü, Chalfant 1940’lı. Yirmi iki duvar sanatı erbabı oradaydı: Futura, Carlos Mare, Cope 2, Turbo, Wyne, JonOne, Tilt, Mist, Psyckoze, Craig Costello (aka KR), Herakut, Logan Hicks, C215, Suiko (o burada diye Japon televizyonu da gelmişti), Evol, Gaia, Tabone, Funk ve NoMore Lies. Bu arada, Alman sokak sanatçısı Herakut, aslında iki kişi: Jasmin Siddiqui ya da “Hera” ile Falk Lehman yani “Akut”. İşlerini hem Pera Müzesi beşinci katta hem de Abbasağa Parkı’nda bulabilirsiniz.

Evet, resmi müze duvarlarından söz etmiştim ama, “Graffiti” sergisinin sanatçıları, sadece içeride değil, dışarıda da sanatlarını konuşturdular. Pera Müzesi, Beyoğlu ve Beşiktaş belediyeleriyle anlaştı. Açık havada ‘izinli’ duvar sanatı örnekleri yarattılar. Abbasağa Parkı’ndaki üç işin özellikle iyi olduğu söyleniyor. Beşiktaş’ta, Abbasağa dışında Ihlamurdere Caddesi, Ortaköy ve Levent kültür merkezlerinin duvarlarını da izinli yerler olarak tavsiye edebiliriz.

Sadece izinli mi? Öyleymiş. Ama küçük kuşlar dedi ki, bazen el ayak çekildikten, güneş battıktan sonra usul usul şehir sokaklarına sızıp sağa-sola küçük güzel ‘imza’lar bırakan da olmuş. Doğrusu, biz de onlardan bunu beklerdik. Bilemeyiz tabii, şehir efsanesidir belki. Gene de hepsi silinmeden, gayrıresmi duvar sanatı örneği avına çıkmak neşeli olabilir. Kadıköy’ün arka sokaklarını öneririm.

Sergi 5 Ekim 2014′e kadar, Pera Müzesi’nde ziyaret edilebilir.