25 Haziran 2014 Çarşamba

Gazetecilik=Yayıncılık?

Hürriyet’in sosyalleşerek, Radikal’in ise dijitalleşerek taşındığı Yeni Medya, tüm kurum ve kuruluşların hedef kitleleriyle iletişimi için artık çok daha önemli. Peki Yeni Medya ortamında “iyi yayıncılık” için, sadece gazetecilik yapmak yeterli mi?

Geçtiğimiz hafta yine “Yeni Medya” üzerine bir konuşma yapmak için “teknoloji ve dijital dünyaya kendini adamış profesyonellerin buluştuğu” TechMeetUpTR platformunun Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki etkinliğine katıldım. Etkinlik için planladığım konuşma, karşımdaki birikimi yüksek bir katılımcı kitlesi  sayesinde, etkileşimi yüksek sohbete dönüştü ve 2 saat sanırım hepimizin zihninde yeni pencereler açılarak sona erdi. Ana tema Yeni Medya olunca sohbet, ister istemez, son günlerde epey yoğun tartışılan “Hürriyet’in yeni sosyal medya servisi Hürriyet Sosyal” ile “Radikal Gazetesi’nin kağıt baskısına son vererek dijital yayına geçişi” konularına odaklandı.

Bugünkü 2. konuğumuz olan @ismailhpolat bize “Yeni Medya”yı anlatıyor. #techmeetuptr pic.twitter.com/mI6FA65jVy

— TechMeetup (@TechMeetupTr) June 18, 2014

Bu konuda birkaç yıldan beri yazdığım yazılarda da altını çizmeye çalıştığım hususları özetleyerek girdim sohbete ve “Yeni Medya’da başarılı yayıncılığın anahtarının, bu ortamın dinamiklerini iyi içselleştirip etkin kullanarak yapılacak içerik odaklı yayıncılıkta” olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Ancak bazı katılımcılar, mevcut “tık bazlı reklama dayalı iş modeli” ile çalışan İnternet yayıncıları ve özellikle geleneksel medyanın haber ağırlıklı sitelerinin, tarif ettiğim yayıncılık anlayışıyla yaşayamayacaklarını belirtti ve “çok tıklanan foto galerilerine sahip ‘haber’ sitelerinin ” şu anda reklamveren konumundaki markalar için oldukça cazip olduğunu söyledi.

Bu rasyonel görünen itiraza karşılık ben de, asıl değiştirilmesi gerekenin reklamverenin zihnindeki bu algı olduğunu ve özgün-güçlü içeriğiyle dijitalleşecek bir Radikal yayıncılığının, markaları “içerik odaklı” mecralarda reklam ve tanıtıma ikna etmek için çok önemli bir fırsat olduğunu vurguladım. Buna karşılık başka bir katılımcı da, “Radikal’in içeriğinin özgün ve güçlü olmasına karşın yeni kuşak tarafından ‘uzun ve sıkıcı’ bulunduğunu ve bu yüzden bu modelin işleyemeceğini” savundu.  Sohbeti “Dijitalleşen Radikal’in ana sorunsalının bu olduğunu ve iyi yayıncılık için içeriğin kalitesinin yanında sunumunun da önemli olduğunu, bunun için de Yeni Medya ortamında kurulmuş yayıncılık girişimlerinden rol model bulmalarını” söyleyerek bu bağlamda bir örnekle noktaladım; Onedio!

2012 yılında Kaan Kayabalı, Demirhan Büyüközcü ve Türkü Eğinlioğlu tarafından kurulan Onedio, İnternet ve mobil ağlar üzerinde çok çeşitli formatlarda Yeni Medya platformu. Platformun ana mecrası olan Onedio.com, metin, resim ve video tabanlı içeriklerin sunulduğu bir web sitesi. Onu farklılaştıran ve giderek popülerleşmesini sağlayan ise, içeriğin, geleneksel medyanın ciddi ve mesafeli bir dille yaklaşımından farklı olarak, metin, resim ve video kıvamının kullanıcılardan edinilen deneyim doğrultusunda harmanlanarak etkileşimi yüksek biçimde sunulması. Söz konusu biçimler, kimi zaman internet ya da sosyal medyadan derlenmiş bir gündem ve etkileşimli yankıları, kimi zaman bir eğlenceli bir liste ya da test şeklinde olabiliyor. Okur/dinleyici/izleyici kitlesinin içerik üretimi, bir oyunlaştırma kurgusuyla azami düzeyde teşvik edilmekte ve bu sayede değerleri olabildiğince hissettirilmekte. Arama motorları ve sosyal medya platformlarıyla da uyumlu çalışan platformun özellikle mobil uygulamasının tasarımı son derece şık ve işlevsel. Reklam-içerik dengesi de, kendi kitlesiyle saygınlığını kaybetmeyecekleri bir dengede gidiyor şimdilik. (Aslında bu özelliklerin çoğunun Radikal’in ilk zamanlarındaki web sitesinde bulunduğunu da not etmek lazım. Sorulması gereken ise, bunlardan neden vaz geçtikleri!)

Bu noktada “Yahu Radikal ile Onedio ne alaka? Biri gazetecilik yapıyor, diğeri İnternet üzerinden toparladığı içeriği yayınlıyor; Elma ile armut!” diyenler olabilir. Onlara da birkaç sene önce ABD’de de benzer biçimde yapılan bir tartışmanın öznesi olan Buzzfeed sitesinin öyküsünü okumalarını öneririm. 2006 yılında kurulan ve 2012 yılına kadar kedili resim ile komik videoların paylaşıldığı ve geyik tartışmaların yapıldığı site, bu tarihte ABD’nin en ciddi politik bloglarından Politico’nun karimatik bloggeri Ben Smith’i Buzzfeed’in başına getirince, bu transfer ABD geleneksel medyasında da benzer biçimde “Ne alaka? Buzzfeed bir de haberci mi olacak başımıza?” gibi alaycı eleştirilerle karşılandı. Fakat site, Smith’in liderliğinde bünyesine kattığı muhabir ve editörlerin haberciliği neticesinde 2012 ABD Başkanlık Kampanyası’nda sürpriz bir çıkış yaptı ve sonrasında yakaladığı istikrarlı ve güvenilir habercilik performansıyla her sene trafiğini 4 kat arttırıp (CNN ve NYTimes mertebesinde) bu sene 160 milyon ziyaretçi sayısıyla ABD’nin en çok ziyaret edilen ilk 10 haber sitesi arasına girdi. Bugün itibarıyla Buzzfeed, Nairobi ve OrtaDoğu’nun kritik bölgeleri için bile muhabir istihdam edebildiği 150 kişilik haberci kadrosuyla hem derin habercilik yapan bir Yeni Medya yayıncısı.

Buzzfeed’i geleneksel haber sitelerinden ayıran ve bir Yeni Medya yayıncısı olarak farklı kılan ise, haber ya da kedi resmi ayrımı yapmadan derlediği her bir içeriği, (kullanıcıların zaman-mekan, dijitalleşme ve etkileşim dinamiklerini göz önüne alarak) en etkin biçimiyle sunabilmesi. Sadece Buzzfeed’e özel geliştirilen listeler ve duygu-durum butonları bile, onların 21. yüzyıl yayıncılığını ne kadar iyi anladıklarının iyi bir kanıtı bence.

Tüm bu örneklerde de görüldüğü gibi, geleneksel medyanın Yeni Medya’da “iyi yayıncılık” sorunsalını çözebilmesi, etkileri gün geçtikçe artan genç kuşakla markaları saygın bir noktada bir arada tutacak içerik-reklam dengesi için (Buzzfeed gibi yepyeni bir medya anlayışıyla yayıncılık yapan) Onedio, Haberself, vb. yeni nesil örnekleri iyi takip etmesi ve içselleştirmesine bağlı. Ne de olsa orası, bu yeni kuşağın hinterlandı!

YAKINDA100Dünya’nın Gizli Yüzü

Engin okyanuslardan uzayın derinliklerine uzanan, ödüllü bilimkurgu üçlemesi başlıyor!

“Bir anda, on bin yolcunun gözüne siyah perde indi. Herkes asıldığı tutamağı bütün gücüyle sıkıyordu. Uzaygemisinin derinliklerinden hayvansı bir kükreme yükseldi. Sandiane manyetik akımın avuç içlerine battığını ve vücudundan aktığını hissetti. Uzaygemisinin akıl almaz donanımı, onları galaksinin bir ucundan diğerine ulaştırmak için uzayı ikiye katlarken, genç kız saniyeleri saymaya başladı.”

Uzak gelecekte, uzay-zamanı katlamayı başaran insan ırkı Dünya’yı aşmış, koloniler halinde galaksinin dört bir yanına dağılmış durumda. İnsanlık yine bilindik hırslar, tanıdık emeller ve benzer siyasi yapılarla varlığını sürdürüyor. Birbirinden binlerce ışıkyılı uzaklıktaki gezegenlerin oluşturduğu “100Dünya Konfederasyonu” adlı bu yeni düzende, Dünya’dan da mavi, gizemli bir okyanus-gezegen dikkati çekiyor: Başkadeniz. Konfederasyonun en genç gazetecilerinden, Agoralı Sandiane Ravna objektifini bu ketum gezegenin sırlarına çevirdi bile. Bilmediğiyse, gerçekleri öğrenmekle onları medyada paylaşmak arasında çok hassas bir denge olduğu…

İnsanın doğa üzerindeki egemenliğine bir sınır çizmek mümkün mü? Buluşlar ve keşiflerle bugünlere gelen insanın “merak” duygusunu esas harekete geçiren nedir? Bilgilenme ve haber alma hakkı yaşam hakkının önüne geçtiğinde, en büyük zararı kim görür? Fransız bilimkurgu edebiyatının tanınmış yazarı Danielle Martinigol’ün ünlü üçlemesi “100Dünya” başlıyor.

24 Haziran 2014 Salı

007 Nergis, Şevketibostan ve Gani Dayı

AHMET BÜKE – “Bir sabah karakol komutanı çağırdı beni. ‘Gani’ dedi, ‘teçhizatını kuşan ama silahını alma. Nazım Hikmet’i götüreceksin Çekirge’ye’. Giyindim. Nazım yanımda…”

 

Yola çıkmak için bir neden bulmak gerekmiyor. Bazen Karaburun’a gitmenin kendisi bir neden olabilir. Yani kendinde bir neden olarak Karaburun diyebiliriz.

Fakat vesile de yol için iyidir.

Sık sık nergis toplamaya giderdik, misal.

Karaburun’un saklı kuytuluklarında yabani nergisler olur.

Gül ile nergis birbirine âşık olmuş, derler. Kıskanan tanrılar, nergisi göz şeklinde çiçek haline dönüştürmüş. Belki de bu nedenle koyaklarda, çalıların açıklığında ya da uçurumun hemen önünde büyüyen nergisleri görmek için iri iri açmak gerek gözleri.

Akrabalığı severler. Önce ufakları, yeni boy atanları, henüz çiçeğini içinde taşıyanları görürdük. Onlar öncüdür. Üç beş adım sonra bütün aşiret ortaya çıkar.

Belki yüz adımlık bir daire de başka öbeklere de rastlarsınız.

Koca bir yamacı akşama kadar dolaşıp onlarca nergis köyüne uğradığımı biliyorum.

Burada mesele, hepsinden en fazla bir iki dal almaktır. Fazlası sonraki yılları zora sokar. Ufak bir demetin kokusu yeter zaten günlerce.

Nergislerle arabaya biniyorsanız, camları hafifçe açmayı unutmayın ama çünkü kokusu bir süre sonra sizi uyutabilir. Tecrübeyle sabit. Bir defasında öyle ağırlaşmıştım ki, deniz kenarına çekip şekerleme yapmıştım yola devam edebilmek için.

Karaburun için yola revan olmanın bir nedeni de şevketibostan olur.

Biz kısaca “şevket” deriz ona ama bostanotu, şevketotu, mübarekdikeni, akkız öteki isimleridir. Ege mutfağına Girit göçmenleri tarafından getirildiği söylenir. Eskiden, Bayramyeri pazarının ara sokaklarında, merdivenlik bir yerde ot pazarı olurdu. Denir ki, Giritli o merdivenin başından sonuna inip yüz kusur çeşit otu gördüğünde “Oh be” dermiş. “Bu hayat bir armağan.”

İhtiyar Giritliler şevketi, arapsaçı ve enginarla pişirirlermiş. Ayrıca, bir taşım kaynattıkları suyunu gece boyu taş avlunun serinliğinde bekletip, ertesi gün içerek böbrek taşı ya da kumu dökerlermiş. İdrar yollarıyla ilgili şikâyetlere iyi geldiğine inanırlarmış.

Bir teyze bana balıklı bamyayı nasıl pişirdiklerini de anlatmıştı ama unuttum şimdi. Unutmak iyidir. Başka şeylere yer açar. Bir de aniden geri gelir. Şimdi dört gözle bu tarifin evrende dönüp dolaşıp yine bana geri gelmesini bekliyorum. Misal, staka’yı hatırladım şimdi: “Evlatçım, sütün kaymağını biriktir, unla kavur sonra şekerleyerek afiyetle ye. Tamam mı…”

Şevket demiştik.

Aslında bildiğiniz dikene benzer şevket abi. Nisan-temmuz ayları arasında sarı sarı çiçeklenir. Ot köklerden ve dikenli yapraklardan oluşur. Önce dikenli yapraklar temizlenir, sonra kökleri toprağı kazıyarak çıkarılır. Zahmetlidir. Az bulunur. İzmir’de bahar aylarında “Şevket bu sene yine etten pahalı,” lafı epey bir dolanır.

Karaburun’da Emel Abla’mız var bizim. Onun şevket tarifini yazayım buraya:

“Eti unut güzelim. Et candan can almaktır. Yemeğe ah girmemeli. Zeytinyağlısını yap sen. Otumuzu onu üzmeden, hırpalamadan yıkıyoruz. Sonra küçük küçük parçalara ayırıyoruz. Şevketin gövdesini yani beyaz kökleri soğanla birlikte yağda kavuruyoruz. Çok değil ama. Az da değil. Tam kararında. Ardından yeşil kısımları da atıyoruz ve solana kadar birlikte kavuruyoruz. Otu kavururken tuzunu da atıyoruz ve üzerine bir çay bardağı kadar su döküp kapağını kapatıyoruz. Pişirmeyi başında beklemek önemli. Çok ustalar başında durmaz, gider oturur. Kokusundan anlar. Ama bunu yapabilen kalmadı artık. En iyisi hazır olda durmak. Şevketin beyaz kısımları yumuşadığında, ocağı kapat. Ama yumuşama dediğim, hamur kıvamı değil. Dişine gelecek yani…”

Hepsi güzel bunların, değil mi?

 

Bir de Gani Dayı vardı. O da çok güzel bir adamdı. Karaburun’a varmadan hemen önce, Ambarseki köyünde taş duvarlı, taş avlulu bir evde otururdu.

Gani Dayı, Alman Harbi’nde asker. İstanbul Maçka’da kulak ağrısıyla gittiği revirde bit kapınca, uyuzdan ölmesin diye üç ay hava değişimi verip eve geri yollamışlar. Dönüşte birliğini bulamamış yerinde. Eline bir kâğıt tutuşturmuşlar sonra: “Bursa Hapishane Karakolu”

Sonrasını şöyle anlatmıştı bana:

“Hapishanenin önünde on beşe on beş bir beton var. Oradan girdin mi, içeride meydanlık, gardiyan odaları, müdüriyet. Orta yerde de nöbet kulübesi var. Açıklık kısımlara ayrılıyor. Üç kısım. Her sabah meydanlığa birisi çıkıyor. Diğer mahkûmların burnu görünmez ama o çıkıyor. Betonlukta idman yapıyor. Sonra iş ocağına gidiyor. Dediler ki, bu Nazım Hikmet’tir.”

Gani Dayı böyle görmüş ilk kez Nazım’ı.

“Bir sabah karakol komutanı çağırdı beni. ‘Gani’ dedi, ‘teçhizatını kuşan ama silahını alma. Nazım Hikmet’i götüreceksin Çekirge’ye’. Giyindim. Nazım yanımda. Kapıdan taksiye bindik. Hiç konuşmadı önce. Bir müddet sonra arabadan indik. Yüz metre ileride Yıldız Oteli var. ‘Bak’ dedi ‘O oteldeyim ben. Akşam beşte geri gelirsin.’ Zaten komutan söylemiş bana. ‘Nazım’ın hanımı gelecek. Sabah otele götüreceksin, akşama geleceksin,’ diye.”

“Tam otele giriyordu ki, durdu. Eliyle işaret etti. Otelin lokantasına girdik. Aşçıya seslendi. ‘Bu çocuk akşama kadar ne yerse hesabını ben ödeyeceğim’ dedi. Sonra cebime iki buçuk lira koydu. ‘Kahveye gidersin. Canın sıkılmasın’ dedi.”

Gani Dayı böyle bir kaç kez getirip götürmüş Nazım’ı.

“Şiirlerini verdi bana. Nöbette kimseye göstermeden okurdum. İyi adamdı da kıymeti bilinmedi işte.”

Gani Dayı, doksanına doğru rahmetli oldu.

Bana kendi eliyle ördüğü küçük bir zeytin sepeti kaldı yadigâr.

Bütün bunların hepsi güzel değil mi?

Hayat işte. Annemin dediği gibi, kara gün kararıp durmuyor, gülümsetiyor da arada insanı…

 

 

16 Haziran 2014 Pazartesi

006 Aşk Tamtamları

AHMET BÜKE - Hikmet Feridun Es, çok gezen, çok bilen bir kişi olarak zaman zaman da çok şaşırmış. Biz de, şanslı okuyucular olarak Hikmet Feridun Es’i yeniden keşfetmenin hayreti ve mutluluğu içindeyiz.

 

Rahmetli babaannem, gece mektebinden yadigâr kalan sesli okumasıyla, uyumadan önce yastığının altındaki Evliya Çelebi’nin kitabını mutlaka birkaç sayfa devirir ve “Oğlum, gezen gül olmuş, gezmeyen kül olmuş,” derdi.

İşte, Hikmet Feridun Es de, soyadının hakkını verircesine, yaşlı gezegenimizin tozunu gezgin ayaklarından eksik etmemiş ve katmer katmer açmış sevgili bir vatandaşımızdır.

“Aziz okuyucularım, Yeryüzü’nü adım adım dolaştım. Japonya’dan Patagonya’ya, Pampa’lardan Tibet sınırlarına, Pasifik adalarından Hong Kong batakhanelerine kadar… Bütün bu seyahatlerimde gazetecilikten başka hiçbir işim gücüm yoktu. Derdim günüm mevzu avcılığından, garip şeyler peşinde koşmaktan ibaretti.” *

Hikmet Feridun, kendini yine en iyi kendi kelimeleriyle anlatabilmiş birisi. Gerçekten de meselesi av alanına dönmüş kitabındaki altı mutlak çizilen mevzu, kitabın alnına da kazımış zaten: Aşk!

“Umumi banyonun yolunu gösterdiler… Lâkin hamamın soyunacak yerine girince tepemden aşağıya bir kaynar kazan su boşaltılmış zannettim. Yanlışlıkla kadınlar kısmına girmişim! Hem de öyle bir kadınlar kısmı ki, burada herkes anadan doğma! Çırılçıplak! Palas pandıras ters yüz geri dönerken beni aşağıya kadar getiren kızlarla karşılaştım. Telâşıma hayretle bakıyorlardı. —Hamamın kadınlar kısmı, erkekler kısmı olur mu? Gidip yıkansanıza…” (s.11, Tokyo, Atami Hamamları)

Hikmet Feridun’un bu gibi durumlarda hep söylediği gibi: İnnallahemaassabirin!

Bir sonraki gezide, kahramanımız Yeni Gine’dedir.

Es, gündüzleri esrarlı ormanlarda izcileriyle gezerken; geceleri, yerlilerin anlattığı, “pambuk” denilen başıboş erkekleri yakalayıp afiyetle şehvetlerini doyuran o ihtiras nöbeti tutmuş kadınlardan uzak durur.

Ama gecenin bir vakti, misafir olduğu Avrupalı doktorun kapısı şiddetle çalınır ve bir gün önce ormanda düdük vermek suretiyle bahtiyar ettiği bir kabile reisinin ona getirdiği hediyeyi görür.

“Doktor, Tultul’un arkasında duran taze kakao cildi, göğsü büsbütün gerginleşmiş, iri siyah gözleriyle insanın tâ gözlerinin içine garip garip bakan kalın dudaklı bir genç kadını gösterdi ve ilave etti: –O da sizinki… … Bir düdüğe bir kadın! İnanılır şey değil. Ne âlâ memleket!” (s.17)

Hikmet Feridun’u bu dipsiz gezileri boyunca en çok etkileyen olayların başında, olmadık yerlerde bir Türk’le karşılaşması geliyormuş.

Mesela, Pakistan hükümetinin Bengal ormanlarında dolaşması için ona tahsis ettiği üç motorlu ve alev renkli tayyareyle yaptığı yolculuklardan birinde, onu karşılamaya yakışıklı bir adam gelir. Uçağın kapısını açar ve İstanbul Türkçe’siyle “Hoş geldiniz Feridun Bey,” der.

Osman Aykut isimli bu maceracıyı Hikmet Feridun büyük bir iştahla anlatır.

“Gençliği Seylan’da ve Hindistan’da geçmişti. En zengin mihracelerin en samimi dostu idi…Burma’da Rangoon şehrinde geniş ölçüde yakut ticareti yapmıştı. Singapur’da, Cava’da timsah avcılarını teşkilatlandırmış, büyük mikyasta timsah derisi işi yapmıştı. Kendisi de iyi bir timsah avcısı idi… Osman’ı İstanbul’dan böyle Hind’lere, Çinmaçin’lere, timsahların vıcır vıcır kaynaştığı nehir kıyılarına, okyanusların ötesine atan da büyük bir aşk macerası idi.” (s.21)

İnsan, memleket çizgi romancılarına kızmadan edemiyor. Neden zamanında Osman Aykut keşfedilmemiş ve biz Türkçe konuşan bir timsah avcısının maceralarını okuyamamışız acaba?

Feridun Es, Osman Aykut’un izini bir kez de Avustralya’da trajik bir şekilde bulur.

“Sonradan feci hakikati öğrendim. Osman Aykut, yeni imkânlar aramak için Avustralya’ya gelir. Yeni Gine’de gayet zengin timsah derisi olduğunu işitmişti. Lakin Sydney’de iki kere geçirdiği kalp krizinden sonra bir hastane köşesinde, hiç kimsesiz hayata gözlerini kapamıştı. Zavallı Osman! Dünyanın en renkli insanlarından biri idi.” (s.24)

Hikmet Feridun, karanlık orman köşelerinde bıkmadan dolaşırken sık sık, “vahşi âleme dönüp” garip hayatlar yaşayan Avrupalı erkeklerle de karşılaşır.

Onların medeniyete dair sarf ettikleri lafları, ilgiyle karışık şüpheyle dinler.

“Hakikî hürriyet ilk insan cemiyetindedir. Vahşettedir. Ben de tekrar asıl insan cemiyetine, yani vahşete değil hürriyete döndüm. Bu tarzda hareket edenlerden bazıları için bu sözler samimîdir. Fakat mühim bir kısmı için aynı lâkırdılar, ormanda yaptıkları sunturlu rezaletleri maskelemekten ibarettir.” (s.32)

Es, bu rezaletleri, hafif bir uyuz olma hissi de vererek anlatır.

Mesela, Yeni Gine’de büyük bir kabileye intisap etmiş ve kabile reisinin altı kızıyla beraber yaşayan, zevceleri de yalnız bundan ibaret olmayan ve dahi muz fidanlarının gölgesinde bütün gün yatıp, geceleri mango içkisiyle kafayı çeken “herifçioğlu” bunlardan birisidir.

Hikmet Feridun Es, çok gezen, çok bilen bir kişi olarak zaman zaman da çok şaşırmış.

Hele, Avustralya’nın henüz keşfedilmiş olan kabilelerine dair notları okuyup, çekilen fotoğrafları görünce “aman yarabbi!” demekten kendini alamamış.

 “Hâlâ baltalarını taştan yontuyorlar… Bütün bu cehaletlerine rağmen hususî hayatlarına ait ne acayip fotoğraflar. Seksoloji profesörleri görse parmakları ağızlarında kalır ve Yeni Gine vahşileri bu profesörleri önlerine alıp her birini bu bahiste güldür güldür okutabilirler. Galiba topu, çarıksız seksoloji erkânı harpleri… Öldürdüğü av hayvanını kızartmayı akledemeyen insanlar böyle çeşit çeşit sevda usullerini nasıl keşfetmişler? Hayrettir doğrusu!” (s.86)

Biz de, şanslı okuyucular olarak Hikmet Feridun Es’i yeniden keşfetmenin hayreti ve mutluluğu içindeyiz.

Dünyayı gezip kül olmaktan kurtularak, gül olmuş bu seyyahımızı rahmetle anıyor ve aynı tamtamları duymayı Tanrı’nın bize nasip etmesini diliyoruz.

Âmin!

 

* Hikmet Feridun Es, Aşk Tamtamları, Çağlayan Yayınevi, Mart 1954, İstanbul

 

 

10 Haziran 2014 Salı

005 Hamam 

Han dedik, hamam da olacak mutlaka.

Bizim burada ayda en az bir kez hamama gitmeyeni ayıplarlardı eskiden.

Eskidendi, çok eskiden tabii.

Neredeyse unutulan hamam kültürü aslında Akdeniz medeniyetlerinin usul güneşleri arasında doğmuş.

Eski Yunan uygarlığında doğal ve şifalı suların etrafında tesisler inşa edildiği bilinir. Ama hamam asıl kimliğini Roma çağında yakalar. Daha sonra günümüze kadar gelen Türk hamam geleneği ise, pek çok yönden Roma kültürüyle içli dışlı olur, ondan etkilendiği kadar üstüne kendi özelliklerini de ekleyerek katmerleşir.

16. yüzyılda sarayda görevli Bassano da Zara’nın ayrıntılı hamam tasvirlerinin ve geleneklerinin çoğu günümüze kadar gelir.

Bugün de sizi hamamda önce meydancılar karşılar. Soyunmalık meydanında hücreniz gösterilir, varsa emanetiniz küçük ahşap kasalara konulur, bileğinize geçecek lastiğe takılı anahtar uzatılır. Buldan işi acı kırmızı peştamalınız ve terlikleriniz sizi bekler. Keseci, boynunu eğip, ona ihtiyaç duyulursa yirmi dakika sonra yanınıza varacağını söyler. Bu süre, hazırlanmak ve hamama uyum sağlamak için verilir.

Soyunmalık’tan ılıklık’a geçilmesi, Türk ve Roma hamamlarının en önemli özelliğidir. Ilıklık, dış dünya ile bu buğulu, sıcak ve adeta yeraltı dünyası arasında bir geçiş holü işlevini üstlenir. Daha serin olan bu bölgede yapılan dinlenmeyle vücudun yeni ortama alışması sağlanır. Türk hamamlarında bu bölümde ayrıca tıraşlık ve tuvalet gibi önemli ihtiyaç alanları bulunur. Ilıklık’ta bulunan kerevetlere uzanan müşteri, ağır ağır yeni dünyasının sularına gömülür. Ilıklık, hamamdan çıkışta da uğranılan ve bu defa tersine, yani dış dünyaya uyum sağlanmak için dinlenilen yerdir aynı zamanda.

Asıl yıkanma işi hamamın ‘sıcaklık’ denilen merkezinde gerçekleşir.

“Odanın ortasında –ki buna hamamın kalbi de denilebilir– mermerden dört köşe taş vardır, bu damarlı bir somaki taşı olup dört parmak kalınlığında, bir insan boyu uzunluğunda ve yerden bir karış yüksekliktedir. Dört mermer top üzerine oturtulmuştur. İçeri girenler bunun üzerine boylu boyunca yatarlar. Bir masajcı, müşterinin kollarını gererek çeker. Sonra tersine döndürerek gene müşterinin kollarını bir ‘Herkül’ gücüyle çeker*.”

Bassano da Zara’nın nerdeyse beş yüz yıl önce anlattığı sıcaklık detayları, günümüzde de nerdeyse aynıdır.

Yine aynı şekilde göbektaşında işi biten müşteri, halvet denilen küçük bölmelerde dinlenir; ılıklık’a geçerek, kaybettiği su ihtiyacını alır ve soluklanır.

Çıkmak isteyen müşterinin ünlediği meydancı, temiz peştamal ve peşkirle karşıcı çıkar.

Kimileri, bu uzun banyonun verdiği rehavetle hücresinde saatlerce uyur. Bu nazik durumu bilen hamam görevlileri, meydanlık civarında adeta parmak uçları üzerinde yürür ve işlerini görürler. Her şey müşterinin temiz olduğu kadar huzurlu ayrılması üzerine kurguludur.

Giyinen müşteri parasını öder; kese yaptırmışsa, “keseciyi görmesi”, yani onun da hakkını vermesi gerekir.

Bu neredeyse hiç değişmeyen ayinin arka planında, çalışanları dışında pek kimsenin bilmediği, ateş ve suyun hamam mimarisiyle yaptığı oyun yatar aslında.

Hemen bütün eski hamamların kendi su kuyuları bulunur. Bu kuyular hamamın adeta nefesi olan büyük su ihtiyacını karşılar. Su, büyük hazneye oturtulan bakır kazanın altında yanan ateşlik sayesinde ısıtılır. Külhan tesisatı da denilen ateşlikteki yüksek ısıya sahip hava, hamamın cehennem denilen boş bölümü doldurarak alttan ısıtmayı ve duvarların içine gizlenmiş ince borulardan oluşan tütekliklerden geçerek de duvardan ısıtmayı sağlar.

İşte, binlerce yıldan süzülerek damıtılmış halde gelen bu sıcak ve nemli dünyanın sesi, artık gitgide duyulmaz oluyor. Eski hamamlarımız, bakımsızlık içinde yıkılmaya terk ediliyor. Kimisi çoktan işlevini kaybedip, çarşı halini almış. Hâlâ ayakta kalabilenler ise yaşamaya devam etmek için, aslında geleneğinde olmayan sauna ve soğuk su havuzu gibi eklentilerle süsleniyor ve özlerini yitiriyor.

Şimdilerde hamamlar, yorgun ve unutulan yüzleriyle yine yorgun ve seyrek ziyaretçilerini eski dostları gibi ağırlıyor.

Bu maddedeki fotoğraf Birol Üzmez’e ait.

Üzmez, kıymeti az bilinen fotoğrafçılarımızdan. Büyük Madenci Yürüyüşü’nün en güzel fotoğrafları ona aittir.

Şimdi Kemeraltı’nda Mirkelamoğlu Hanı’nda şöyle biliniyor: Plakçı Birol.

Mevzumuz Derin onunla da…

Ah, bir daha sekelim şurada: Mirkelamoğlu deyince, İzmirli bestekâr rahmetli Necip Mirkelamoğlu’nu atlamayalım.

Onun bestesi olan “Gülağacı Değilem” şarkısını Zeki Müren’den dinleyiniz efendim.

 

* İzmir Hamamları, Harun Ürer, TC Kültür Bakanlığı Yay., Sanat Eserleri Dizisi/408

Birol Üzmez’in fotoğrafları için Simurgphotos.com

 

 

9 Haziran 2014 Pazartesi

Hürriyet Sosyal mi?

HADİ İNŞALLAH! “Yepyeni Bir Hürriyet Deneyimi” http://t.co/tAWLYjITPt @hurriyet @hurriyettvcom

— İsmail H. Polat (@ismailhpolat) May 11, 2014

“Türk basınının amiral gemisi”, siber dünyanın gizemli denizlerinde Kaptan Jack’in korsan gemisiyle baş edebilir mi?

Üç yıl önce Google, taze sosyal medya platformu Google+’yı görücüye çıkarttığında milyonlarca insan bir heves üye olduk. Ancak bir süre sonra ben dahil “beklediğini” bulamayan büyük çoğunluğun elini eteğini çekmesiyle platform, adeta ıssız bir kasabaya dönüştü. Google+’nın abone sayısı hala yüzlerce milyon olarak ifade ediliyor ama aktif kullanıcı çoğumuz ayda bir bile ziyaret etmiyoruz. Peki neden? Çünkü Google, geç girdiği sosyal medya alanında kullanıcıların öncelik vereceği bir cazibe yaratamadı. Üstüne üstlük gittikçe kurumsallaşan organizasyonu da yaptığı hatada uzun süre ısrar ederek şirketin sosyal medya motivasyonunu da sıfırladı. Oysa bugün bile çok basit bir konumlamayla kurumlara yönelik bir sosyal ağ olarak çok daha işlevsel hale gelebilir ama ah o yöneticilerin şirketleri çıkmaza götüren profesyonel kariyer hırsları!

Detayları birebir örtüşmemekle birlikte benzer bir gidişatı, Hürriyet’in geçen ay sunulan yeni hizmetinde de gözlemliyorum. Hurriyet.com.tr’deki dostlar alınmasınlar ancak geçen senenin sonlarında geçtikleri yeni sayfa tasarımıyla başlayan olumlu seyir, “Hürriyet Sosyal” adıyla sunulan hizmetle birlikte adeta tersine döndü. Hizmetin son derece etkileyici reklamının ardından açılmasına saatler kala başlayan heyecanlı bekleyişin ardından, daha ilk anlarda karşımıza çıkan uzun ve demode bir kayıt süreciyle önce hevesler kırıldı; 2014 yılında hala kayıt sırasında kullanıcısından 6 farklı bilgi isteyen, mahremiyet kaygılarının bu denli arttığı bir dönemde “fişlenme” algısını arttıran ve eksik bırakılan bilgiler için sizinle aşağıda paylaştığım ekran görüntüsündeki gibi bir üslupla kullanıcısına hitap eden hizmete girmekte inat edenler ise, 30-40 yazarı okuyabilmekten başka belirgin bir ayrıcalığın olmadığı fark ettiklerinde kocaman bir düş kırıklığıyla karşılaştılar. (Bu arada Twitter ile direk bağlanıp kayıt olmak istediğimde de sorunla karşılaştım ama bu, bana özel olabilir!)

Halbuki İnternet işine ucundan kıyısından bulaşmış olanların bile bildiği temel doğrular var; Kullanıcıdan ilk kayıt sırasında olabildiğince az bilgi talep etmek ve sisteme olabildiğince hızlı dahil ederek gerekli kullanıcı bilgilerini sonradan uygun bağlamlar yaratarak almak, kullanıcının ekranında belirecek tüm mesajların eğlenceli ama nezaketi elden bırakmayan bir üslupla yazmak gibi. Bunun da ötesinde, bir sosyal medya platformuna dönüşüm gibi bir hedef belirlediyseniz Facebook ve özellikle Twitter gibi küresel rakiplerinizde olan kullanıcıların alışkanlıklarını kıracak cazibede özelliklere sahip olmanız lazım. Şimdi Twitter’da Kanat Atkaya ile zaten yatay iletişime alışmış insanlar neden Hürriyet Sosyal’e gelip oradaki yazısının altına yorum yapsınlar ki? Üstelik birkaç yazar hariç diğerlerinin bırakın iç dünyalarını çoğunun okurla sosyal medya etkileşimi kurmaktan uzak ve sırça köşklerinde oturan profiller olduğunu bile bile.

İçeriği kişiselleştirme özelliği ise, bağımsız Zite örneği gibi pek çok kaynağın içeriğini derleyip süzemediğiniz sürece özellikle böylesi kapalı bir sisteme girmeye değecek bir fark yaratamaz. Kalan özellikler de, Twitter ve Facebook’ta fazlasıyla var! Hele hele özellikle genç kullanıcıların artık Twitter ve Facebook’u bile terkedip SnapChat, Vine gibi daha kişisel ve özgün platformlara yöneldiği bir konjonktürde genç kullanıcı için bu özelliklerin hiç biri cazip değil zaten.

Kişisel olarak sadece 30-40 yazarın cazibesi için buna değmeyeceğini, aksine bunun pupa yelken gitmekte olan hurriyet.com.tr’ye de ciddi zararlar vereceği kanısındayım. Bana inanmayanlar Ahmet Hakan’ın gazete yazılarını paylaştığı tweetlerin altındaki yorumlara bakabilir. Bunun da ötesinde, Türkiye İnterneti’ni her sabah kısa sürede 2-3 kere turlayan Yılmaz Özdil yazıları bile tweet akışıma düşmediğine göre gidişat pek parlak değil sanki. Ayrıca, tüm bu gidişata değecek bir kullanıcı veritabanı elde edilip edilmediği ve bu verinin analizinden nasıl faydalar sağlanacağı da, benim için “atılan taş-ürkütülen kuş” bağlamında bir soru işareti.

Kuşkusuz Hürriyet, içerik açısından benzersiz ve üretken bir medya kuruluşu. Ancak Yeni Medya’da var olmanın yolu, buna erişimi zorlaştırmak değil aksine sosyal medyaları birer erişim aracı olarak konumlayarak herkesin hurriyet.com.tr’ye kolaylıkla erişmesini sağlamak. Maalesef Hürriyet dahil geleneksel medya kuruluşlarının çoğu hala geleneksel medya editörü ile Yeni Medya editörü arasındaki farkı bile tam içselleştirmiş değil ve kağıda basılanı kopyala-yapıştır ile web sayfasına dizmek zannediyor. Bakın daha geçen pazar günü yayınlanan gazetede yazar Tolga Tanış’ın (aşağıda ekran görüntüsünü verdiğim) yazısının içinde kaynak gösterdiği ve birkaç hafta önceki yazısına atıf yaptığı (kırmızı ile çerçeveye aldığım) sözcükler üzerinden şuraya bir link vermek o kadar zor olmasa gerek.

Kişisel kanaatim, Yeni Medya Yayıncılığı’nın temelini ve ruhunu iyi kavrayan her türlü kişi, kurum veya kuruluş bu ortamdan nasıl para kazanacağını da keşfeder. Mesela bunun bir yolu olarak dünyadaki New York Times, Financial Times ve Guardian gibi örnekleri incelemek ve onların başarılı yönlerini ülkemizin gerçekleri ışığında uyarlamak ama daha önemlisi medyanın dışında benzer iş modellerine de değerlendirmek lazım. Açıkçası, medyanın yerinde olsam AVM sektörünün işleyişini ve iş modelini dikkatle analiz ederim. Bu bağlamda Hürriyet’i Kanyon ile benzeştirirsek insanlar Kanyon’a bedava girip gezebiliyorlar ve eğer bütçeleri kısıtlı ise  3-4 TLye bir çay içip o havayı soluyabiliyorlar. Ama Gina‘da oturmak isteyen biri de öyle bir atmosfer için en az birkaç yüz TLyi cebinden çıkartması gerektiğinin bilincinde. Demek ki yapılması gereken, herkese hitap edebilecek kadar çeşitli ama hiç kimseye kısıtlandığını hissettirmeyecek kadar açık bir eko-sistem oluşturmak. Tabii bu, böylesi kurumsal yapılar için zorlu ve risklerle dolu bir süreç de!

Burada temel yanlışın kurumun sosyal medyaya bakışında olduğu kanısındayım. Hürriyet için sosyal medya, kendisini özdeşleştireceği temel odak değil çok daha büyük Yeni Medya resmi içindeki araçlardan sadece biri olmalı; asıl hedef  ise Yeni Medya ortamının tüm dinamiklerine hakim ve her formatını etkin biçimde kullanabilen üretken ve sürdürülebilir bir yapı!..

Herşeye rağmen Hürriyet Sosyal, kurum için oldukça önemli bir adım bence. Eğer bu yanlışlarda ısrar etmeden erişimde açıklık sağlanır ve yeni yaratıcı modeller de eklemlenebilirse, hizmet en azından Hürriyet’in Yeni Medya dönüşümüne bir katkı sağlar ancak bakış Yeni Medya’ya genişlemeli.

Tabii bunların hepsi benim öznel değerlendirmelerim; Umarım bunların tamamı fos çıkar ve ‘Akdeniz yeniden bir Türk gölü’ olur!

4 Haziran 2014 Çarşamba

Dokunduğum her yerde bir çocuk

Her yazmaya oturuşumda önlenemez bir kırıklık zerk ediliyor içimde. Güvensizlikten mi, korkudan mı, bilmiyorum. Belki de kesinkes “bilmemek”ten…Kafamda bin türlü şeyle oturuyor, hiç şeyle geri kalkmaya meylediyorum. Israr edip oturmaya, klavyenin üzerindeki ellerimi seyretmeye başladığımda ise bir şeyler oluyor. Piç bir fikir doğuveriyor bir anda, oturmazdan önce kafamdaki şeylerle taalluk etmeyen. Ve her nedense, son zamanlarda, o şey hep çocuklardan bahsetmemi buyuruyor. Boyun eğiyorum.

İlhan Berk’in “kendim üstüne bir kalem denemesi” diye yakıştırdığı yaşantı kitabı Uzun Bir Adam’ı okuyorum. Kitabın birinci bölümünde Benim Hiç Oyuncaklarım Olmadı başlıklı bir nesir vardır. Epiktetos’tan bir alıntıyla başlar söze Berk, hepimizin bir yerlerden kulağına çalınmıştır aslında: “İnsanoğlunun gerçek yurdu çocukluğudur.” Sonra oyunsuz, oyuncaksız çocukluğundan dem vurur. Şöyle der: “Bana kimse oyuncak getirmedi. Benim bu dünyada oyuncak olarak bildiğim yalnız sapanlarımdı. Onları da kendim yapıyordum.”

Sapan deyince, Sırrı Süreyya Önder’in bu ay OT Dergi’de yayımlanan yazısına gidiyor aklım. Hatay’dan Okmeydanı’na, oradan Soma’ya, Gezi’de birleşen bütün coğrafyaların çocuklarını, “ellerinde cop ve kaskla, gaz ve bombayla, kurşun ve palayla gezenlerin karşısında, asla kuşları vurmayacak sapanların sahipleri” diye anlatıyor Önder. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarına bakarsak İlhan Berk’in, 1930’lu yıllara rastlarız. Böyle düşününce kıyasta caizliği sorguluyorum, fakat demeden edemeyeceğim: Evet, İlhan Berk de yegâne oyuncağı sapanıyla hiç kuş vurmamıştır.

Geçen gün Yeşilçam Sineması’nda Ferit Karahan’ın Cennetten Kovulmak (Derbûyina Ji Bihûştê)filmini seyrettim. İstanbul’da bir inşaatın elektrik mühendisi olarak çalışan Emine’yle, aynı inşaattaki işçi bir Kürt genci olan Kürşat’ın hikayelerinin kesişimi üzerine kurguludur film, vakitse 2000’li yılların başındadır. Emine ve Kürşat’tan ziyade, Kürdistan’daki bir aile baskın olarak işlenir. İşbu ailenin Ayşe adında bir kızları vardır, okula gitmekte, Türkçe öğrenmektedir.

Sadede geleyim…

Ayşe’ye İstanbul’da okuyan ağabeyi bir oyuncak bebek hediye getirir. Öncesinde yegâne oyunu evdeki irili ufaklı eşyalarla süslediği “evcilik” olan Ayşe, artık bir “Sindi” bebeğe sahiptir. Film boyunca yalandan telefonda konuştuğu ve Türkçe’sini pratik ettiği, ama esasında imrendiği Şule’ye artık daha çok benzemektedir Ayşe. Kentli bir kız çocuğunun muhtemelen burun kıvıracağı bir oyuncak bebek, onun hayallerine dokunmuş olabilir.

***

Ferit Karahan Cennetten Kovulmak’ı esasen Ayşe’nin çocukluğunu anlatmaya mı çekti, Şule’yi neden yarattı, ya da, İlhan Berk’in sapanla hiç kuş vurmadığını nereden bilyorum?

Yanıt: Bilmiyorum.

Sadece, yazının başında bahsettiğim, o bir anda olan şey sebep oluyor bütün bunları düşünmeye, beylik laflardan imtina etmemeye. Dokunduğum her şeyde çocukları duymayı, anlamayı ve anlatmayı deniyorum.

2 Haziran 2014 Pazartesi

004 Han

– Arda Türker’e…

Hayır, “Han Duvarları” şiirinden bahsetmeyeceğim.

Lise edebiyat dersleri ve öğretmenleri sonsuza kadar unutmak istediğim anılarımın arasında. Hep son anda geçer not alırdım, o da kompozisyon yazılısı sayesinde. Ama bir defasında ikmale kaldım. Sağlam çaktım yani.

Hoca, genelde kompozisyon sorusunu –kesinlikle Atatürk’ün milyar tane özlü sözünden birisi olurdu– tahtaya yazardı. Bu kez yazmayacağı tuttu.

“Ben söylüyorum, siz kâğıdınızın en tepesine yazın,” dedi.

“Milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlerin şikârıdır (avıdır).”

En arkada, cam kenarında ve yalnız oturduğum için, o sözü şöyle duydum: “Milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlerin şekeridir.”

Eh be yavrum, bir sor öğretmenine, değil mi!

Atatürk, dediyse bir hikmeti vardır deyip, mesirle başlayan, Ali Galip’le şahlanan Türk şekerciliğinin milli devlet akidemiz için ne denli kıymetli olduğuna ve komşu bakkala kadar sızan İsviçre markalı çikolata tehdidinin…

Of çok acayip bir kompozisyon olmuştu!

Edebiyat hocam Onur Ünlü olsaydı, beni hemen senaryo ekibine alırdı. Ama bizimki bana sıfırı çaktı.

O nedenle “Han Duvarları” şiirinden de nefret ediyorum şimdi.

“Otel Odaları”nı daha sonra okudum. Çok da sevdim. Gülden Karaböcek söylemeli ama o şiirli şarkıyı…

Otel odaları deyince, taşra otelleri unutulmazdır. Hepsi ayrı bir muamma ve korku öyküsü konusu gibi geliyor bana. Ya da ben öylelerinde kaldım hep.

Karapınar’daki otel bir numaraya oturabilir ama.

Resepsiyondaki çocuk –hep iyi çocuklar olur aslında orada– anahtarımı verirken, “Abi ben burada, resepsiyon masasının hemen altında yatıyorum, bir ihtiyaç olursa çekinme ara,” dedi.

Baktım. Gerçekten yorgan yatak, YURTKUR işi bir battaniye hazırlamış, çoraplarıyla ayakta duruyordu.

Tam o anda yatsı okunuyordu. Anadolu’da yatmak için ideal vakit. Tarla tapan işleri için erken uyumak şart. Ama bizimkinin pek uyumaya niyeti yok gibiydi çünkü uzanacağı yere özenle yerleştirdiği 33 ekran televizyonda Gerçek Kesit oynuyordu.

Karapınar, gece, 256 gündür yağmur yağmamış bir ova, dışarıda eli kulağında kum fırtınası, otelde tek müşteri, tek çalışanı pijamalı olan otel ve Gerçek Kesit!

Siz bunun ne demek olduğunu bilemezsiniz…

Yine de hakkını yemeyeyim. Merdivenlerdeyken bütün gerilimimi aldı çocuk.

Arkamdan seslendi.

“Abi, gece interneti kapatıyoruz. Bilgin olsun.”

“Neden?”

“Bütün gün modem şişiyor abi. Dinlendiriyoruz aleti. Of yani şimdi sistem…”

Modem şişiyor ve sistem of…

Ah, güzel memleketim benim.

–Bu madde hiç kurgu içermez, dikkat!–

Toplam bir aya yakın kaldım orada. On beş günden sonra, geceleri interneti açtırmayı başardım. Sonuçta deneyerek öğrenmek bize mahsustu. Üstelik Alman malı modemler meme yapmıyordu.

Ama alışamadığım bir şey oldu.

Her akşam odama döndüğümde yatağımı toplanmış ve Karapınar Oto Doğrultma reklamlı takvimin altında duran masanın üzerinde bir paket Etimek buluyordum.

Etimek kısmına uzun süre anlam veremedim ama benim gibi taşra otellerinde çok kalmış bir arkadaşımın tweet’ine rastladım geçenlerde: “sivas’ta otel odasında etimek kemiriyorum. yarın güzel bir gün olacak. kesin bilgi”

Bu konuyu sonra uzun uzun araştıracağım. Belki öyküsünü bile yazabilirim.

Haksızlık etmeyeyim, Karapınar’da çok güzel günlerim de oldu. Özellikle gece gelen internetle tarihçesini okurken:

“1500 yılının başlarında Cilali Eşkıyaları ile Levent (Çiftbozan) eşkıyaları soygun yapmağa en uygun bulduğu bu boş ve tenha yerde yuvalanmışlardı. Çevredeki yerel halk eşkıyaların zulmünden korkmuş, Karacadağ eteklerine çekilmiş ve burayı tamamen boşaltmıştır. Karapınar boş, tenha, korkulu ve korunması güç bir yer halini almıştır…”

Bu coğrafyada yaşadığım Meke Gölü Jandarma Hatıra Ormanı sahnesini yazmadan geçmemem lazım galiba.

Meke Gölü, 4-5 milyon yıl önce sönmüş bir volkan kraterinden oluşmuş doğa harikası.

Ben de o patlamadan 4-5 milyon yıl sonra, bir gece uyku tutmayınca, otel önündeki kiralık arabama atlayıp oraya gittim.

Her şey gayet gerçeküstüydü.

Çölün ortasında bir volkan gölü ve ayak bileklerime kadar tüf içindeydim.

On dakika geçmeden arkada bir jip durdu. Bir astsubay ve iki er indiler. Arabanın üzerinde şöyle yazıyordu: Karapınar Çevre Koruma Timi

Az ilerideki jandarma hatıra ormanı gece devriyesiymişler. Gün doğana kadar muhabbet ettik. Astsubay hemşerim çıktı.

“Bu çölde ne işin var toprağım. Gece vakti ya sıksaydık sana,” diye sızlandı durdu.

Otele dönüp Cazibe İstasyonu’na başladım.

Evet, “Han Duvarları” kötü, “Otel Odaları” harika şiirdir.