28 Mayıs 2014 Çarşamba

İnternet’in Dili

İnternet kültürü ile beslenen kuşak tarafından yaratılan yeni dil ve jargon, yeryüzünün tüm dillerini ve tabii ki Türkçe’yi de etkilemeye başladı. Peki bu bir tehdit mi, yoksa bir fırsat mı?

Oxford Sözlükleri tarafından 2013 yılının “en popüler İngilizce sözcüğü’ seçilen Selfie’ye ilişkin geçen yıl bolca yazıp çizmiştik. Tabii o zamanlar kabaca ‘kişilerin bir telefon ya da bilgisayar kamerasıyla çektikleri kendi görüntülerini sosyal medya ortamında paylaşmaları’ olarak tanımladığımız Selfie’nin Türkçe karşılıği yoktu. Ancak geçen zaman içinde sözcüğün İngilizce olarak yaygınlaşmasının ardından harekete geçen Türk Dil Kurumu (TDK), kamuoyuna bir çağrı yaparak sözcük için Türkçe karşılık önermelerini istedi. Birkaç aydan beri yapılan 1000den fazla öneriyi değerlendiren kurum, bunlar arasından özçekim sözcüğünde karar kılmış.

Karar kamuoyuna açıklanır açıklanmaz sosyal medyadan yoğun eleştiriler aldı. Eleştirilerin bir kısmı alternatif olarak önerilen görçek, çeklaçek gibi sözcüklerin seçilen sözcükten çok daha fazla benimseneceğini savunurken, diğer bir kısmı da sözcüğün başka dillerde de özgün İngilizce şekliyle kullanıldığını ve bu nedenle türkçe karşılığının bulunmasına gerek olmadığını vurguladı.

Kuşkusuz bu seçimin de ve hatta Türk Dil Kurumu’nun da eleştirilecek epey yanı var. Örneğin; mesleki ve tematik alanlarda türeyen ve dilimize giren yabancı sözcüklerin istilasına karşı uzun yıllar boyunca uygun karşılıklar üretilemedi ve üretilen az sayıda karşılık da yaygınlaştırılamadı. Oysa 70li yıllarda her meslek ya da temanın uzmanlarının katılımı sayesinde toplum tarafından benimsenen başarılı karşılıklar üretilirdi. Bilgisayar, bilgi, iletişim gibi sözcükler hep bu dönemin ürünüydü.

Selfie konusuna dönersek, bence TDK bu defa doğru yaptı ve en azından doğru bir yol izledi. Kişisel olarak toplumumuz tarafından yaygın kullanılan her sözcüğün mutlaka bir Türkçe karşılığının olması gerektiğine inanlardanım. Her gelen sözcüğü dilimize uyarlamayıp doğrudan kullandığımız zaman, Türkçe’nin mantık örgüsünün bozulacağını ve bunun da giderek anlayış ve kavrayışımızı zayıflatacağını düşünüyorum. Bu nedenle Selfie sözcüğünün de, diğer tüm yabancı kökenli sözcüklerin de, Türkçe mantık ve dil yapısına uygun bir karşılıkla sözcük hazinemizde yer almasını gönülden destekliyorum.

Özçekim sözcüğünün uygun karşılık olup olmadığı eleştirilerini ise, uzmanlık alanım olmadığı için vereceğim yanıt isabetli olur mu bilemiyorum ancak kişisel görüşüm, tanımı en fazla kavrayan ve dil yapımıza en uyan önerilerden biri olduğu yönünde. Kuşkusuz benimki de öznel bir değerlendirme ama en azından izlenen “kamuoyundan öneri toplama” yönteminin bundan sonraki karşılık bulma çalışmalarında da izlenmesini ancak seçimin sözcükle ilgili alanlardan uzmanların katılımıyla yapılması gerektiğinin de altını çiziyorum.

İnternet ve mobil ağlar geliştikçe daha çok ete kemiğe bürünecek siber dünyada geliştirilen ortak dil, her dil gibi Türkçemizi de etkileyecek. Aslında bu, kimilerinin iddia ettiği gibi, bir tehdit değil; aksine bir yanıyla sesin ötesinde yazı karakterleri, jest ile mimikleri de içine alan yeni bir dünya dili ve kültürünün bir parçası olma fırsatı, öte yanıyla da siber dünyadaki tüm bu gelişmelere kafa yorarak bunları doğru bir kavrayışla kendi dilimizde uygun karşılık bularak ifade edebilme ve bu sayede toplumun eski ve yeni kuşaklarını bir araya getirecek ortak bir anlayışı yakalayabilme şansı!

Sonuç olarak işin özü, anlayış ve kavrayışta!

27 Mayıs 2014 Salı

Keçi’yle “İnadına edebiyat!”

Literatosfere yeni bir e-dergi katılıyor! 6 aylık ücretsiz elektronik edebiyat dergisi Keçi, 2 Haziran Pazartesi, keciedebiyat.com‘da yayında. 

Okur yaşıyla küçük, yayıncılık kıdemiyle büyük kurucu markamız Günışığı Kitaplığı, yıllardır düzenlediği konferans ve seminerlerin içeriklerini yayımlamak amacıyla yayın hayatına başlattığı Keçi’nin her sayısında kapsamlı bir dosyaya yer verecek. Yaz sayısında, her ilkbaharda eğitimciler ve kütüphaneciler için düzenlenen Eğitimde Edebiyat Seminerleri’nin; kış sayısında ise her sonbaharda düzenlenen edebiyat ve yayıncılık konferansı olan Zeynep Cemali Edebiyat Günü’nün içeriklerini yayımlayacak.

Ancak içerikler bununla sınırlı değil. Kurumsal bir dergi olarak başlamanın ötesinde Keçi, odağına edebiyatı ve insanı alacak. Yayınladığı konferans içeriklerinin yanı sıra ülke ve dünya çapında düzenlenen kitap fuarlarından yansımalara, edebiyatın önemli kalemlerinin değerlendirmelerine yer verecek olan e-dergi, özellikle yayıncılık sektörü, üniversiteler ve kütüphaneler için kaynak niteliğinde içerikler sunmayı hedefliyor.

Sadece bu da değil: Okuma kültürümüzü geliştirecek özgün içeriklere de sıklıkla yer verecek olan Keçi, bizdeniz ON8’in edebiyat alanına ilişkin paylaşımlarına da yer verecek.

Dergi, Günışığı Kitaplığı Genel Yayın Yönetmeni Mine Soysal’ın liderliğinde hazırlanıyor. Editörlüğünü ise, edebiyat üzerine yazılarıyla tanıdığımız genç kalemlerden Halil Türkden üstleniyor. Üstelik Keçi de, tıpkı ON8 kitaplarımız gibi, Huban Korman’ın grafik tasarımıyla biçimleniyor!

Keçi editörü Halil Türkden’in başyazısından bir alıntıyla herkese iyi bir hafta diliyor, Keçi’yle “İnadına edebiyat!” diyeceğimiz 2 Haziran Pazartesi’ye doğru geri sayıma başlıyoruz!

 “Türkiye’de çocukları ve gençleri edebiyatın usta kalemleriyle buluşturan Günışığı Kitaplığı yirminci yılına emin adımlarla yürürken, kitaplığın rafları arasında dolaşan bir Keçi göze çarpıyor. Edebiyat bir havuz problemine nasıl dönüşür? Bir çocuk kitap fuarından ne bekler? İnsan bir kitabı neden yedi defa okusun ki? Kant’ı çocuklara anlatmak mümkün mü? Edebiyat, eğitmek zorunda olmalı mı? Keçi, azık torbasında edebiyata ve insana dair sorularla geliyor. Düşünceye alan açmak için, rahatsız etmek için, edebiyatı insanın odağına alabilmek için sokaklardan ve caddelerden değil, daha zorlu yollardan seke seke geliyor…”

 

 

26 Mayıs 2014 Pazartesi

003 Müzeyyen Senar Çeşmesi

Bizim mahallede büyük pantomim, Bakkal İbram Amca’nın çekiliş ilanıyla kopardı.

Haftalığım 10 liraydı. 7,5 liraya pazartesileri Milliyet Çocuk, gerisi günde 50 kuruştan simit ve haftada en az bir defa çekilişe katılmakla iç edilirdi.

İbram Amca’nın sevilen yanı, çekilişte boş olmamasıydı. En garibanına kâğıtta üçlü çatapat* çıkar, Allah’a yine de daha iyisi için dua edilirdi.

003_1 çatapat*: Bu isim daha sonra değişti. Eskişehir’den gelen bir çocuk –galiba babası polisti– “çıtır pıtır” dedi. Ben herkes kıçıyla güler bu işe diye düşündüm. Ama acayip tuttu. Çok bozuldum. Kırk yıllık çatapat nasıl böyle çıtkırıldım bir şeye dönüştü diye epey huysuzluk yaptım. Birkaç arkadaşımla selamı sabahı kestim. Hâlâ aynı noktadayım. Taşranın suni dengesi böyle bir şey işte: Bir çöp devenin belini kırıveriyor.

İşte bir gün tırnağımla kazıdığım çekiliş kartonundan Tarzan kitabı çıktı. Macerayı hatırlamıyorum. Ama bazı sahneleri bugün gibi aklımda.

Tarzan sarmaşıklar marifetiyle oradan oraya yol alırken, birden bir ses duyuyor.

“Yakında bir şey olmalı! Hımm, bu makine sesi. Ayrıca aslanların ayak seslerini duyuyorum… Evet yanılmamışım. Bu bir uçak. İki kişi çalıştırmak için uğraşıyor. Aboov! İki dişi aslan onlara yaklaşıyor. Saldıracaklar!”

Fuyyyttt! uçma sesi

Aowwrr! aslana girişti şimdi

Aarrgh! erkek aslanın belini kütürdetiyor

Böyle gidiyordu. Kurtardığı kızıl saçlı kadınla uzun uzun konuşuyordu sonra.

Bakkaldan eve kadar çizgi romandaki sesleri bağır bağıra gittim.

Whap! uçak akbaba sürüsüne dalınca pervaneye çarpan zavallılar

Grump! uçak patladı

Click! Tarzan yerden bulduğu silahın horozunu çekiyor

Blam! ateş etti şimdi

Haeeeee! sırtlanlar saldırmaya başladı

Tumph! birisinin karnına yumruk geçirdi

O kadar gürültü yapmışım ki, dedem cama çıktı.

Eliyle beni gösterip, “Getir bakayım o kitabı,” dedi.

Yakın gözlüğünü taktı. Tek tek baktı sayfalara.

“Bu büyük bir yalan,” dedi. “Tarzan böyle değildi.”

“Nasıldı?”

“Göbekli falandı.”

“Atma dede.” 

Tuttu elimden, arkadaşı Sinemacı Yakup’a götürdü. Yakup Amca, Gördes’e ilk film makinesini getirenlerdendir. O da baktı kitaba.

“Deden haklı. Bizim bildiğimiz iki Tarzan var. Birisini Dümbüllü oynadı. Ötekisi de gerçekti zaten. Ahmet Bedevi idi.”

İşte bu tür malumat dipte unutulmuş gemici çıpaları gibi oluyor bende. Yıllar sonra hatırladım bu konuşmayı. Araştırdım. Gerçekten de Dümbüllü’nün bir Tarzan filmi varmış. 1954 yapımıymış. Senaristi ve yönetmeni Muharrem Gürses.  Dümbüllü’den başka Tevhit Bilge, Aziz Basmacı, Zeki Alpan, Nuri Genç, Dursune Şirin, Salih Tozan, Mürüvvet Sim, İhsan Balkır, Mualla Kaynak oynamışlar.

Dedeme anlattırsaydım keşke o zaman filmi. En çok buna üzüldüm. Çünkü filmi izlemekten daha zevkli olurdu dedemden dinlemek. Kendince, olmadık sahneler ekler, beni gülmekten öldürürdü. Filmin sonunda Tarzan’ın Gördes’e kaçarak mutlu mesut bir hayat yaşacağından bile bahsederdi yüzde yüz.

Sinemacı Yakup Amca’nın bahsettiği öteki Tarzan, Ahmet Bedevi, meşhur Manisa Tarzanı işte.

Babam, Manisa Ortaokulu’na giderken, sabahları Tarzan aniden Hükümet’in oradan çıkarmış. Sonra ovaya doğru bakar, uzaktan gelen traktör seslerini dinler ve, “Hepinizi aç bırakacak bunlar sonunda,” diye homurdanırmış.

Babam neredeyse elli yıl sonra GDO’lu tohum haberlerini falan dinlerken televizyondan, “Tarzan haklı çıktı,” demişti.

Tarzan öldü kurtuldu ama biz zor durumdayız asıl.

Manisa Tarzan’ı deyince, Manisalı Şair Hakkı Avan Abi’mizin hakkını yemeyelim. En ayrıntılı Tarzan derlemelerini o yapmıştır.

Hazırladığı kitabın girişi Tarzan’ın şu sözüyle başlar:

“Üzüntü dağın üzerine gelip duran buluta benzer; çok durunca yağmur olur, kar olur, yerleşir kalır. Başında üzüntüyü çok durdurmaya gelmez. Bulutu daha bulut halindeyken kovmak lâzım.”

(Manisa Tarzanı, Hakkı Avan, Ege Derneği Yayını)

Hakkı Abi’ye göre Manisa Tarzanı’nın asıl adı, bilinenin aksine, Ahmet Bedevi değil, Ahmeddin Carlak’tır. Nüfusta böyle geçer yani. Ahmet Bedevi ismini Tarzan kendine yakıştırır. Onun gibi Farsi olan ama ondan 700 yıl önce dine ve bilime adanarak yaşayan Veli Ahmet Bedevi’yi kendine örnek almıştır.

Tarzan’ın hayatına tanıklık edenlerin de en çok anlattıkları durum, Manisa’ya gelen neredeyse bütün artist ve meşhur kadınların onunla bir fotoğrafının olmasıdır.

Tarzan güzel bir kadının Manisa’ya geldiğini haber alır almaz, doğruca Spil’den iner, merkeze gidermiş.

Birisi hariç.

Müzeyyen Senar, Manisa’ya gelince “O güzel adamın ancak ayağına gidilir,” der ve Spil’e doğru yola çıkar. Bir çeşmenin başında buluşurlar. Tarzan abimiz, “Bu çeşmenin adı bundan sonra Müzeyyen Senar çeşmesi olsun,” der.

Manisalılar için o çeşmenin adı öyle kalır.

Bunları nereden mi biliyorum?

Hakkı Abi’yle geçen gün o çeşmenin başında eğlendik –eskilerin değişiyle tevakkuf ettik– de az biraz. Üstünüze afiyet tabii.

Başınızda üzüntüyü çok eğlemeyin siz de.

 

 

23 Mayıs 2014 Cuma

Sınırları zorlayan bir ‘ANLAM’ arayışı

İnsan, hiçliğe uyandığında ya da bunu gördüğünde ne hisseder?

Bir gün uyandığınızda değer verdiğiniz, bir anlam yüklediğiniz her şeyin aslında kurmaca olduğunu ve anlamlarınızın hepsinin yok sayıldığını düşünün. Bir “anlam” bulmak için ne yapardınız? Kendinize, anlamı ispatlamak için ne kadar ileri giderdiniz?

(Umut Erdoğan, Aydınlık Kitap, 23 Mayıs 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

22 Mayıs 2014 Perşembe

Garson boy çıplaklık

Ergenliğin en büyük çukurlarından biridir; büyüyünce bu soruların tüm cevaplarını netlikle cevaplayabileceğini düşünmek ve hepimiz en az bir kere bu çukura düşüvermişiz. Sanırım o cevapların asla bütünüyle bulunamadığını anladığımız âna deniyor büyümek. Ama en güzel tarif Sylva’nın babasından geliyor aslında…

(Burcu Arman, Milliyet Kitap, 20 Mayıs 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Acılarımız var, resmi onaya tâbi

Soma deyince, pek de işlemiyor kalem. İşlemeli mi?

İşlememeli de, belki. Gözlerimizin, anlayışımızın, tahayyülümüzün bize çektirdiği acılar, katliamı bilfiil yaşayan ve kayıplarıyla var kalmaya çalışan insanların karşısında konu bile değil, olamaz da. Ahkâm kesişe kayabilecek en minik ifade, en hafif karşılığıyla “kendini bilmezlik”tir böyle durumlarda.

Eh, bilmemek de  çoktur bizde ya. Kendini bilmemekle başlar, bilmemekle övünmeye kadar gider.

Oysa dünyada bazı acılar vardır, böcek kadar küçülürsün karşısında. O kadar derine inmiştir, o kadar devasa ve dağlayıcıdır ki, bir o kadar önemsizdir acılara şahitliğin yarattığı duygular… Ya da şahit olanların dışavurduğu duygu ifadeleri. Ama dikkat. Sadece “duygularımız”dır önem sırasında geriye düşen.  “Şahitlik”in kendisine gelirsek… Evet, o çok ama çok önemlidir. Sıkı da bir sorumluluktur hatta. Yükümlülüktür. Görevdir.

İnsan olmanın, olmazsa olmazıdır.

Soma ayıbını yaşamaya devam ediyoruz. Felaketini ve ayıbını.

Biliyorsunuz, üç günle tanımlandı yas. “Ulusal” olanı tabii, yani resmi yas. Yeterli mi?

Elbette böyle bir yas, en az üç ömür sürer, başka. Ama resmi yas dediğin, el mahkûm, “fıtratı gereği” sınırlı olur. Peki o “resmi” olan için üç gün yeterli midir? Olabilir… di. Belki.

Eğer yas gibi yaşansaydı, acıların hakkı verilseydi, mukadderat söylemleriyle insanlar enayi yerine konmasaydı, “ihmalimiz yoktur” gibi ucuz –bedava–  bir savunuya gidilmeseydi, halkın haklı öfkesine bir alan tanınsaydı, “Şikâyet etme, şehitten sayılmaz sonra,” gibisinde ulvi kılıklı tehditlere başvurulmasaydı, yer altındaki gazla dalga geçer gibi yer üstündekilere de gaz sıkılmasaydı; yangını söndürmeyen su halkın üzerine püskürtülmeseydi, bir devlet büyüğü ve onun bir küçüğü tarafından dayaklar atılmasaydı, avukatlar darp edilip tutuklanmasaydı, yangından mal kaçırır gibi maden yeniden işletilmeye açılmasaydı… bir de madende ölenlerin en azından “sayısına” saygı duyulsaydı… o üç gün yetebilirdi belki.

Yani… zaten resmi yas dediğin nedir ki? “Ulusal” bir simge, bir anlayış. Yasın aslını da sonunu da insan belirler. Acıyı yaşayan insan. Şahitlerin eşliğinde.

Gerçek tarihi yazan şahitlerin.

Kör belirleyicilerin değil.

 

 

Ve bu sırada başka dünyalarda…

Ülkemizin ağır gündemi kara delik misali herşeyi yutup öğütürken dünya dört bir koldan yeni çağın nimetlerini refaha çevirmenin heyecanını yaşamakta

Üzerinde bulunduğumuz coğrafyanın azizliği midir yoksa yetmiş iki buçuk millet olmanın nimetleri yerine külfetlerine odaklandığımızdan mıdır bilinmez, Türkiye’de 21. yüzyılın gelişen dinamiklerine ilişkin iki kelam etmek, analiz yapmak vs. giderek çok lüks ve işlevsiz bir eylem haline geliyor. Örneğin geçtiğimiz hafta yaşadığımız Soma’daki elim maden faciası sürecinde yaşadıklarımıza bakınca değil 21. yüzyıl, 19. yüzyıl Sanayii Çağı’nın teknolojik, ekonomik ve toplumsal gereklerini bile yerine getirmekte zorlanan bir ülkede olduğunuzu hüzünle fark ediyorsunuz.

Yetmiyor, Türkiye’nin en köklü ve yenilikçi İnternet girişimlerinden Ekşi Sözlük’ün kurucusu Sedat Kapanoğlu’nun sözlükte yazdığı bir yorum nedeniyle 10 ay hapis cezası aldığını öğreniyorsunuz ve “dünyanın en hızlı büyüyen iş ortamı İnternet üzerinde girişim yapmak için çabalayan insanlarımız bile türlü zorluklarla karşılaşırken bu konunda dünyaya nasıl entegre olacağız ve ekonomimize can suyu olacak ülke dışı sermaye ve yatırımları nasıl çekeceğiz, ülkenin iş istihdamını İnternet’e bağlı mesleklerle nasıl büyütceğiz?” şeklinde anlamını yitirmiş bir soru soruyorsunuz kendi kendinize.

İç sıkıntısıyla yerel gündemden biraz uzaklaşıp küresel gündeme göz attığınızda ise, bambaşka ve aksi istikamete yol alan bir dünya ile karşılaşıyorsunuz. Siber dünyanın fırsatlarına odaklanan kişi, kurum ve ülkelerin 21. yüzyılın refah toplumuna doğru yol aldığını ve alınan olumlu sonuçlarında etkisiyle motivasyonun ve bu alana yapılan yatırımların da giderek daha fazla teşvik edildiğini ve bu sayede geniş kitlelerin katılımıyla toplumsal kalkınmanın zirvelerine yol aldığını, gıpta ve kederle izliyorsunuz. Bakn, kısa bir ufuk turunda bile şöyle 2 önemli gelişme çıktı karşıma;

* Londra Metrosu’nun işletmecisi TFL’nin, metro ağı kapsamında kullanılan tüm komuta ve kontrol sistemlerini akıllı sensörlerle donatarak metro sistemini “%30 daha az maliyetle maksümum hizmet ve güvenlik” aşamasına taşıyacak bir projeye imza atmış. Londra’yı “akıllı şehir” yapma büyük planının bir parçası olan söz konusu proje sayesinde, metro hatlarındaki tüm gelişmeler hem anında görülebilecek hem de daha önce öngörülemeyen arıza, kaza vb. olayların çözüm senaryo ve önlemleri, olay vuku bulmadan önce hesaplanarak otomatik olarak devreye girecek.

Kenti “internet of things” kavramıyla bütünleştirecek projeye Londralılar’ın da yaratıcı fikir ve yazılımlarıyla katılabilmeleri için bir “açık sistem uygulama geliştirme platformu” planlanmış.

*  Bir diğer ilginç gelişme ise Çin’de; 2013 sonu itibarıyla ulaştığı yıllık 248 milyar dolarlık iş hacmi ve 6 milyar dolar komisyon geliriyle dünyanın en büyük şirketler arası (b2b) e-ticaret ağı AliBaba, Wall Street’e halka arz başvurusu yapmış. Çinli İngilizce öğretmeni olan Jack Ma’nın 1999 yılında kurduğu İnternet girişimini, bürokrasiye yönelik ağır eleştirilerine rağmen, ilginçtir, Çin Hükümeti başından beri destekliyor. Neden mi? AliBaba sayesinde Çinli üreticileri yerlerinden bile kıpırdamadan dış pazarlara açılmasını sağladığı için. Şirketin Çin ekonomisine sağladığı büyük katkılar, bugünlerde ülkede en çok konuşulan konuların başında ve Çin Hükümeti (bile), bunu bir başarı öyküsü olarak halkın gündemine sunup, ülkede İnternet girişimlerini teşvik etmeye çalışıyor.

Amerika, Avrupa, Asya hatta Latin Amerika ve Afrika, kısacası dünyanın dört bir yanında ilgi alanlarıma ilişkin bir sürü güzel gelişme var; Ülkemde ise hüzün, keder, öfke ve bıkkınlık…

Soma’da ölen madencilerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ise sabır ve başsağlığı diliyorum. Sedat Kapanoğlu’na da geçmiş olsun!

 

 

20 Mayıs 2014 Salı

002 Kara

Kara güzel renk.

Zamanın temel rengi. Büyük patlamanın yırttığı an değil mi?

Pasaport iskelesinde kara bir kedi var. Tahta korkuluklara çıkıp yolculara bakıyor uzun uzun. Ne düşünüyor acaba?

“Bu yine gece karısıyla kavga etmiş. Yüzünden düşen bin parça. Önüne ciğer koysan bakmaz artık. Vapurdan iner inmez kıyıda, polis kayığının dibinde saklanmış yavru balıklara bakıyor. Onlara hayret ediyor. Hayret ettikçe sıkıntıları hafifleyecek, uçacak sanıyor. Oysa daralmak öyle bir şey değil. Git deyince gitmez. Benim karalığım gidiyor mu bak?”

Kara kedi karalığından memnun değil.

Can Bonomo’nun şarkısını söylüyor sonra kuyruğunu sallayarak.

“Ben karayım o kara aman da ah karam,Sözler hep uçup gider.

Bir delik açtın şu kalbime kanar yaram,Gözlerim açık gider.”

Pasaport’taki kara kedi yarı şair yarı öykücü sayılır.

Bulmacalarda sorulur bir de: “Kara renkli ardıç kuşu”

İşte onun adı, karabakal kuşudur.

Bizim mahallenin hemen altında boklu dere vardı. Büyük çalılar, dikenler ve ahududularla balta girmemiş bir orman gibiydi. İşte orada en çok karatavuk olurdu.

Siz hiç karatavuk ötüşünü duydunuz mu? İnternette aratın. Özellikle sabaha karşı acayiptirler. Bir de düşman kedi ya da yılan göründüğünde attıkları çığlıklar insanı zıplatır.

Eskiden Karaşın diye anarşist bir fanzin çıkardı. Otobüste okuyan birisine rastlamıştım yıllar önce. Cesaret edip konuşamadım. Çok da yağmur yağıyordu. Kara kaplı defter gibiydi ortalık.

Dünyanın en güzel kitaplarından birisi de Küçük Kara Balık olabilir.

“Oysa küçük kara balık hasta değildi, onun bambaşka bir derdi vardı.

Bir sabah erkenden, daha gün doğmadan, küçük kara balık annesini uyandırdı:

“Anneciğim, seninle konuşmalıyım” dedi.

Annesi, uyku sersemliği içinde:

“Acelen ne sevgili yavrum?” diye sordu “Önce sabah gezintimizi yapalım, sonra konuşuruz.”

“Olmaz anne, artık ben bu gezintilere çıkmak istemiyorum. Buralardan gideceğim.”

“Sabahın bu erken saatinde nereye gideceksin yavrum?”

“Bu derenin bittiği yeri merak ediyorum,” diye karşılık verdi. “Ah anne, bu soru beni aylardır düşündürüyor. Derenin nerede bittiğini öğrenmem gerek. Bugüne kadar bu soruya bir karşılık bulamadım. Geceleri gözüme uyku girmiyor. Sürekli bunu düşünüyorum. Kararımı verdim anne, gidip derenin nerede bittiğini öğreneceğim. Orada neler var, başka yerlerde neler var, görmek bilmek istiyorum.”

….

Küçük Kara Balık’ın yazarı Behrengi Abi, 1939’da Azerbaycan’ın fakirden de fakir bir köyünde doğdu. Babasının adı İzzet Amca, annesinin adı Sârâ Teyze’ydi. Çok kardeşi vardı. Hepsi de ebesiz doğmuş, doktorsuz hayata tutunmaya çalışmışlardı. İlk ayakkabısı ona alındığında ilkokula başlıyordu. Büyük bir saygıyla baktı onlara ve parmaklarının ucunda okuluna yürüdü.

Behrengi Abi hep nazikçe yürüdü insanın kalbine doğru.

Çok çalıştı, çok okudu.

Öğretmen olunca, doğduğu kadar fakir köylere geri döndü. On sekiz yaşındadır ve tek çift ayakkabısı vardır.

Karatahtası bile olmayan yorgun İran köylerinde, çocuklarına masallar anlatarak okuma yazmayı ve hayatı öğretti.

Behrengi Abi iyi sosyalistti. Onu bir su kıyısında boğdurdu Şah.

Behrengi Abi öldüğünde ben daha doğmamıştım.

Sonra yaşayan ve ölecek herkes gibi ben de geldim bu hayata.

Biraz büyüyünce dedem kara lastik aldı bana. Bahçede, çamurun ve otların arasında güle oynaya koşayım diye.

Az daha büyüyünce, İzmir’e, Mimarkemallettin’deki toptancılara, Sümerbank basması ve Çukurova pazeni, mermerşahi, buldan bezi ve top top kefenlik almaya giden babam, dönüşte Küçük Kara Balık’ı getirdi.

“Yavaş oku. Bir gecede kitap bitirilmez,” diye de tembih etti.

Dinlemedim tabii.

Ertesi gün kara lastiklerim ayağımda, bahçenin kara toprağına bata bata koşturdum. Behrengi Abi’yi de hiç unutmadım.

Daha da büyüyünce Anarşinin Kısa Yazı’nı okudum. O zaman anladım ki, kara, renklerin en güzeli.

Parasport’taki kara kedinin bir de sevgilisi var. Tekir ama o.

16 Mayıs 2014 Cuma

Giderim ben de, ben de… Bir arzum kaldı sende…

Çok yakın bir arkadaşımın “Dün akşamdan beri yediğim çikolatayla duruyorum.” lafıyla uyandım/aydım. Saatlerdir televizyon açık. O bağımsız medyadan yana değiştirirken kanalları, ben yalandan da olsa umut umuttur diye düşünerek açıyordum yandaşları. Kelle saymak değildi derdim, ama ölü sayısı ne kadar az gösterilirse içim o kadar az yanacakmış gibi. Bencilim… Güçsüzüm…

Yetkililer konuşmaya kalkınca kanal değişiyor. Çünkü, onlar ne zaman çıksa ekran karşısına ölü sayısı artıyor, bir mezar daha kazılıyordu…

Sonra sosyal medyada akmaya başladı fotoğraflar… Yüzü kömür karası, gözü yaşlı bir işçi; Soma sapağına giren, kasası tabut dolu kamyon… Bir de tekme! Bir de yumruk!

Yurdum insanı bilmek ister. Ölüsünü de dirisini de. En azından bir mezar taşı ister. Yakınını her zaman ziyaret edeceği iki metrekarelik bir alan. Orada olduğunun, orada yattığının güvencesidir lazım olan onlara. Canları gitse de bedenleri yanlarındadır, gösterebilecekleri bir toprağın altında. Yoksa iki yeğeni ve üç komşusu yerin iki bin metre altında ölü mü, diri mi bilinmez bir haldeyken bekleyen bir adam, öfkelenmeyecek de ne yapacak? Yani, sadece umut değildir onu bekleten, bunu hepimiz çok iyi biliyoruz.

Yetkili var orada ama neyin yetkilisi anlaşılmaz. Halk sorar yakınını, cevap gelmez. Kendileri iş dağılımı yapıp bekler hastanelerde, soğuk hava depolarında, maden ocağında. Yetkili söylemez, halk sorar yakınını gazeteciye “Biliyor musun?” diye. Gazeteci yahu o, insan neden ona mecbur kalır/bırakılır? Aslında yetkili de bilir de, bilmez.

Her şeyi geçiyorum, canımın yanığıyla mücadele ediyorum; ama bana tee 1860′lardan örnek veriliyor, üç ömür öncesinden. Boğazımı acıtıyor bu açıklama, yutkunamıyorum.

En azından içimdeki acıyı yazarak kusayım diyorum, onu da beceremiyorum.

 

12 Mayıs 2014 Pazartesi

001 Serçeler ve Bahçıvan Hasan Efendi

Bu maddeyi yazmaya oturduğum gün, serçelerin yavrulama zamanının başlangıcıymış.

Serçeler.

Bizim mahallede serçe değil serçe kuşu derdik onlara. Karga kuşu, şahin kuşu denmezdi, ama serçeyi tanımlamak için yanına mutlaka “kuş” getirmek gerekiyordu, çünkü yanlışlıkla melek sanılabilirlerdi.

Ayrıca sapanla sığırcık vurulabilirdi fakat kumruya taş atmak günah, serçeye ise hem günah hem de çok ayıptı.

Belki de bizim mahalleye biz doğmadan önce Necati Cumalı gelmiş ve bütün bunları herkese belletmişti. Çünkü onun da “Serçe Kuşu” isimli bir şiiri vardı ve ondan ürken serçe kuşu için şöyle demişti:

Sen hiç korkma serçe kuşu,Suyunu rahat rahat iç,Sıhhat afiyetle uç,İnsanoğlu çeşit çeşitBeş parmağın beşi bir mi?

Bunlar hep Allah’ın işleri işte. Bilinmez.

Biz serçelerle çok mutluyduk.

Büyüyünce onlar hakkında okudum biraz. Mesela, yaz mevsimi boyunca 3-5 defa kuluçkaya yatarlarmış. Her defasında on gün kadar yumurta üzerinde kalırlarmış. Başlarına bir dert gelmezse 20-25 yıl yaşadıkları olurmuş.

Yani bizim evin alnı çatısına yuva yapanlarla, bildiğin beraber büyümüşüm.

Ha, bir de en büyük düşmanları, yırtıcı kuşlar, kediler ve sapanlı çocuklarmış!

Boşuna Necati Cumalı mahalle mahalle gezmemiş.

Sonra benim aklıma bir şey takıldı bu konuda. Aslında aklım sürekli karışıktır. Yani sadece bir şey değil, birbirine bağlı ya da gayet ilgisiz bir sürü ayrıntı çorbası içinde yüzerim.

Yani demem o ki, serçelerle ilgili kafam karıştı. Acaba Sait Faik’e “hişt hişt” diyenler de serçe kuşu olabilirler mi?

Gerçi hikâyesinde onların adını anmıyor.

“ Hişt hişt hişt, dedi.

(…) Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.

Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.

Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.”

Üstelik, serçe kuşları “hişt hişt” demez. Ama Ada’nın kuşlarını bilmiyoruz.

Kuşları bilmediğim gibi, balık isimlerini de ezberleyemedim. Çünkü bizim Gördes Çayında bir tek nazlı, nazik çay balığı olurdu.

Bu cahilliğim yüzünden öykücü olamayacağımı biliyorum. Sait Abi öyle demiş zira: Balıkların isimlerini bilmeyen, hikâyeci olmayı unutsun!

Yıllar sonra en az Sait Abi kadar, hatta belki de ondan daha iyi, balıkları tanıyan başka birisini okudum.

“Ah buraya kışın gelmeliydi: Civarinalar tozu dumana katarken, bir yelken bezine bürünüp, yavru orkinosları, kaplan postlu, dört dikenli dıragonyaları beklemek… Hapı yutan kılıcın nazlı nazlı salınması, gitgide iflahtan kesilmesi… Siyah sarı al benekli minakoplar, taş balıkları isperkolar… Kadınca edalı kupesler…”

İşte böyle tüm edasıyla yazmış Metin Eloğlu.

Benim büyük yazarlarım arasındadır o.

Şair ve ressamlığıyla tanınır daha çok, ama harika –bence benzersiz– hikâyeleri de vardır.

Metin Eloğlu’nun benim için bir ilginç sosyal ayrıntısı da ilk şiirinin –yıl 1942 galiba– Kovan Dergisi’nde yayınlanması.

Kovan Dergisi, İzmir’de aynı adla kitapçısı ve yayınevi olan Besim Akımsar’ın emeğiyle çıkar. Besim Akımsar da dönemin iyi öykücüleri arasındadır. Mehmet Efendi Tuhaf Adamdır isimli bir kitabı var ama ben bulup okuyamadım, heyhat!

İşte edebiyata ilk adımını İzmir’de atan Metin Eloğlu aslında tam bir İstanbullu’dur. Yaşadığı Üsküdar’ı da harika anlatır metinlerinde.

Serçeler dedik ya, serçeler en çok parkları sever bir de. Oralarda çok daha mesut ve rahattırlar.

Bence serçe kuşları Necati Cumalı kadar Metin Eloğlu’nu da çok sevmişlerdir.

Neden derseniz, cevabı Metin Eloğlu’nun babası Hasan Efendi’de saklı.

Hasan Efendi, Boyabat’ın Perinçek köyünden çıkıp İstanbul’a gelmiş. Kendine uygun bir iş ararken, Osmanlı’nın son şehzadelerinden Yusuf İzzeddin Efendi’nin konağına bahçıvan olarak girmiş. Yaptığı işe o kadar âşık olmuş, o kadar sevilmiş ki, İstanbul Belediyesi Bahçeler Müdürlüğü’ne de alınmış.

Hasan Efendi’nin elinin değdiği parklar arasında Taksim (Gezi) Parkı da var.

Şimdi anladınız mı neden serçelerin ve güzel gözlü çocukların içi gidiyor orası için…

–Hamiş: Metin Eloğlu’nun öyküleri Turgay Anar’ın büyük çabasıyla İstanbullu ismiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından basıldı. Ama kitap tükenmiş. Hiçbir yerde bulunmuyor. Belki yayınevine serçeler için tweet atmak istersiniz: @YKYHaber

9 Mayıs 2014 Cuma

Festivaller ve ticariversiteler

 

6-9 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Teknik Üniversitesi Ayazağa Yerleşkesi’nde İTÜ FEST adı altında birtakım etkinlikler düzenleniyor. Programda, hafta boyunca devam edecek olan yarışmalar, workshoplar ve oyunların dışında her gece, adını herkesin aklına ev sahipliği yapmak üzere kiralandığı büyük bütçeli konserlerle duyuran İTÜ Stadyumu’nda, popüler kültürün mihenk taşlarından olan kimi sanatçıların konserleri var. Örnekse 9 Mayıs akşamı Tarkan sahne alacak ve biletler biletix’ten temin edilebiliyor.

Okuduğunuz paragraf size festivalin “tanıtım yazısıymış gibi” gelebilir, ama ben sadece neler olduğunu anlatıyorum. Nereden bakılsa ticari bir etkinlik olduğu için “tanıtım yazısı değilmiş gibi” aktarmak mümkün değil. Tam da bunun üzerine yazacağım.

Yukarıda bahsettiğim, İTÜ Stadyumu’nda gerçekleşecek olan konserlere gidebilmek için, İTÜ öğrencisi olsanız dahi bilet satın almanız gerekiyor. “Bahar Şenlikleri”nden “festival”e evrilen bu yolda değişimin ne denli korkunç olduğunu ve karşı karşıya kalınan durumun “bahara hiç de yakışmadığını” göstermek için bilet fiyatlarına bakmak yeterli: Kombine fiyatı 86,50 lira olarak belirlenmiş. Bu tutarı ödeyip bilet aldığınız takdirde İTÜ Stadyumu’nda konserleri seyredebiliyorsunuz. Bunun için İTÜ öğrencisi olmanız da gerekmiyor.

Yılın herhangi bir zamanında kampüs sınırları içine girebilmeniz neredeyse imkânsızken, festival günlerinde güvenlik görevlilerine “konser için” geldiğinizi söylerseniz, güler yüzle karşılanıyorsunuz. Öte yandan, kombine değil de günlük bilet alacak olursanız, her geceki konserler için 20 lira ödemeniz gerekiyor –Tarkan dahil değil! Tarkan konserinin biletleri yalnızca Biletix üzerinden temin edilebiliyor ve en ucuz bilet 58,50 lira. Sırf bu ayrıcalıktan ötürü bile festivalin asıl amacının “bahar”la ilgisi olmadığını kestirebilirsiniz.

6 Mayıs günü, güneşin batmasına yakın, kampüs içinde yürürken “Alternatif Sahne” adı verilen ve “bedava” konser izleyebildiğiniz yerin yakınından geçiyordum. İşittiklerim ve sonrasında düşündüklerimi yazmalıyım:

Alternatif sahne adı verilen mekân, eskiden kulüp odaları olarak kullanılan, fakat bu senenin başında “Simmit” adında bir ticarethaneye çevrilen kafenin önündeki yeşil alana kurulmuş. Sahnedeki amatör müzik topluluğu, birkaç kişilik gruplar halinde çimlere yayılmış –sayıları yaklaşık 100-150 olan öğrencilere Rage Against The Machine’in “Killing in the Name of” şarkısını çalıyordu. (Bilmeyenler için, RATM etkin olduğu dönemde sosyalist fikirlere sahip –ülkemizde alışık olunmadığı üzere– yalnızca müzik yapmayan bir topluluktu.) Her neyse, şarkının bir yerinde grubun vokalisti, Zack de la Rocha’ymışcasına ve söylediği şeyin ne anlama geldiğinde bihaber şöyle diyor ve ne tesadüf ki, ben de tam oraya denk geldim: “They use force to make you do what the deciders have decided you must do.” Festivalin nitelik ve niyetini göz önünde bulundurarak ister sahnedeki müzik grubu, ister dinleyiciler, isterse benim açımdan değerlendirin durumu, sonuç sabittir: Tam bir karmaşa –belki de komedi.

Ben bir İTÜ öğrencisi olarak festivali boykot ediyor ve konserlere katılmıyorum. Okul içinde arkadaşlarımla bu yazı paralelinde konuştuğumda, “O paraya o kadar adamı başka nerede dinleyeceksin?” ya da “Tarkan bu olm!” gibi şeyler işitiyorum. İşe bakın ki, aynı kişiler İTÜ Ayazağa Kampüsü’ne kurulmuş ve işyerleri olarak şirketlere kiralanan “Teknokent” binalarından da rahatsız değil.

Bütün bunlar “sindirmek”le alakalı olaylardır. Zamanında üniversite içine şirket binası kurulmasına yeterince tepki gösterilmediği için, bugün ücretli festivaller yapılabilmekte, üniversitelerin ticarethaneye çevrilmesinde bir sakınca görülmemektedir. Şimdi ses çıkarmazsak, bu işin sonu en iyi ihtimalle üniversitelere polis girmesi olabilir.

Son olarak, üniversitelerin ticarethaneye çevrilmesine ve rantçı rektörlere, HAYIR!

Kerem Görkem

6 Mayıs 2014 Salı

YAKINDAÇıplaklar

Hayatla çıplak temas… hem çok güzel, hem çok acıtıcı

“Yaşın ilerledikçe, giyinmeye başlarsın. Giderek daha fazla tabaka edinirsin, bunlar seni duyarsız kılar. Bütün toplum çıplak kalsaydı, önce birbirimizi kucaklar, sonra da toplu harakiri yapardık.”“Kendini çıplak hissetmiyor musun artık?”Babası yavaşça ve üzgün bir ifadeyle başını iki yana sallıyor.“Belki de o kadar çok tabakam yoktur, ama doğrudan temas benim için bir mucize olurdu.”“Yani bütün bunlar… şimdi yaşadıklarım… geçecek mi?”“Büyük ihtimalle evet. Maalesef.”

Çıplaklık dediğin nedir? Giysisizlik mi? Alenilik mi? Gençlik mi? Ayıp mı?.. Giysilerimizden boşanmak, çıplaklığın tek hali mi? Kumaşlara sarındığımız anda geçiyor mi çıplaklığımız? Hayat bizi tüm gerçekleriyle çevreler, toplumun gözünde tanımlar, kurallarıyla kısıtlar, normlarıyla biçimler, sistemleriyle düzenler, tenimize nüfuz etmeye çabalarken, mücadeleye çırçıplak girişmek midir zor olan, katman katman, zırh zırh giyinmek mi? Peki ya geçince çıplaklığımız; sona erer mi üşümemiz?

Kendin olmak, tenine temas eden hayata karşı ne kadar giyineceğini keşfetmekten, bu hayatın içinde kendini bulmaktan geçer. Belki bulanık bir nehirde, yakınlaşamadığın bedenlerde, yaşama pamuk ipliğiyle bağlı bir dostun varlığında, özüne erişemediğin bir rüyadan uyandığında ya da kendine çizdiğin sınırların ötesine baktığında… Çek yazar Iva Procházková, ergenliğin kaçınılmaz “çıplaklığını” ve hayatın yakıcı “soğuğunu”, Berlinli beş gencin kesişen yaşamları üzerinden anlatıyor.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

000 Yüklük

Mevzu eski. Bir grup eski arkadaş kurmuştuk bu ansiklopediyi. Çok da eğlendik zamanında. Unutulmuş, kıyıda köşede kalmış, bizim için –belki insanlık için de hâlâ– enteresan ayrıntılar adına ne varsa topluyorduk. Sonra hayat gailesi, o işler hep kesintilere uğradı.

Ama fark ettim ki, benim içimdeki sosyal ayrıntı toplayıcılığı hiç durmadı.

Normal hayatta son derece hımbıl olmama karşın kafamda uçuşan hayaller, görüntüler, bilgi kırıntıları, başkalarının anıları, atılmış eski fotoğraflar yığınıyla çok mutluydum – mutluyum.

Üstelik zaman zaman onlardan bir tutam çekip öyküler de yazıyorum.

Şimdi bu sosyal ayrıntı yüklüğünü hatırladıkça ve yeni yastık ve yorganlar eklendikçe madde madde yazayım diyorum.

Evet, çoğu son derece yüzeyde şeyler, bir kısmı kurgu ve rahmetli dedemin dediği gibi uzvu nazikten doğuyor.

Ama haylazlığın estetiği ile hikâye arasında sihirli bir bağ olduğuna inanıyorum.

Bütün bu anlatacaklarım benim sevgili çöplüğüm.

Hepsi de yüklükte yığılı.

*

Yüklük derken, babaannemin yüklüğü bir ömre bedeldi galiba. Evin en büyük odası ona aitti ve kapısının ardında bir tırkaz vardı. Yani kilitsiz sürgü. Ama odasının anahtarı yoktu. Yani çıktığı zaman kilitli kalmasını istemezdi ama içerideyken, istediği zamanlarda yalnız kalmayı garantiye alırdı.

Odanın mevcudu, çeyizliği cevizden aynalı konsolu, büyük pirinç yatağı, pencere önünde yumuşak minderli divanı ve gömme yüklüğünden mürekkepti.

Bütün bu ağırlık benim için müthiş keşifler kıtası kadar büyüktü.

Aynalı konsolun kilitli bölmesinde tahta kutuda kokulu Ali Galip lokumları olurdu her zaman. Babaannem yokken odaya sızmak ve o hazineye ulaşmaya çalışmak en büyük uğraşlarımdandı. Kilit tornavidaya dayanıklıydı. Üstelik iz bırakmak müthiş bir baba tokadına sebep olurdu. En iyi yol, bir parçası kırılmış camdan iki parmağı uzatıp lokumları teker teker çekmekti. Acılı ve zor dakikaların sonunda mutluluk gelirdi. Ya da iyice uzağa itilmiş lokum kutusunun hüznü kalırdı.

Sonra pirinç yatağa atlar, biraz zıplardım.

Yorulunca uzanıp tavana uzun uzun bakardım.

Sıva ve badana izlerinden doğan şekiller her defasında acayip gelirdi bana. Aynen bulutlar gibi: Savaşan devler, okul yolunda düşürülmüş bir mendil, annemin eşarbı, dedemin köylü kasketi, iri memeli Hatçam Teyze, Hatçam Teyze’nin iri horozu, horozun ibiği, Kıprıs haritası, Amerikanya, Çelik Bilek’in tokalı kemeri: Çelik Bilek ile Kinowa arasında başlayan müthiş mücadeleyi bu hafta Çelik Bilek mecmuasında okuyunuz. Ben vahşiler gibi senin kafa derini yüzmeyeceğim. Sana ve senin gibilere ders olsun diye maskeni yırtacak ve bazı masum insanları öldürdüğün için senin kafanı kıracağım… Kolla kendini! Kinowa ve ben; müthiş kavga başlıyor. Kinowa’yı nasıl yakaladım ve dövdüm? Bu inanılmaz macerayı size ben anlatacağım. Çünkü Kinowa anlatamaz!

Böyle böyle uykum gelirdi: Kinowa! Aslında çok güzel ata biniyor. Benim Kemal Amcam da müthiş süvariymiş. Ben görmedim ama babam anlatır hep. Ciritte birinciymiş. Eğer boşaltmada, değneği karşısındakinin atına değdirmeden fırlatmada mahirmiş. Ah Kinowa, Gördes’e gelsen de annem sana kapama yapsa…

–Uykuya düşmeden hemen önceki saniyeler öykü için büyük malzemedir ama neredeyse hiç hatırlanmaz–

Kapama için annem tencere içinde ters kapadığı bir tas kullanır. Üstüne de hafif ağır bir çay taşı koyar. Damarlı ve buğulu bir çay taşı. Onlar neden öyle hüzünlü olur bilir misiniz? Sudan kopardıkları için.

Çay dediğin Kum Çayı işte. Eski Gördes’in orada kıvrıla kıvrıla akar. Yıkık köprünün dibinde –mahpushanenin karşısında– söğüt köklerinin açığına serpme atardı büyük abiler. Biz de kaçışan çay balıklarını izlerdik.

Ağırlık bastı iyice: Uyku girdi bedene / gözler döndü bademe / uyuyacağız biz / kalkın gidin siz…

İşte tam koynuna düşerken rüyaların, dış kapı sesine sıçrardım.

Babaannem geliyor!

Yakalanmak –ağzım yüzüm lokum tozu ve dağınık bir yatağın üzerinde– ölümden ziyade idi.

Derhal yüklüğe sızardım. Yatakların ardına, yastıkların ve hanımeli kokan çarşafların altına.

Yaramazlıklarım unutulana kadar orada uyurdum.

Rodi, kim daha kuvvetli?

Tabii ki, Çelik Bilek. Kinowa’yı haklayacaktır.

Bok!

Kinowa’yı daha çok seviyorum ben aslında. Damalı donlu atı var. Baltasının sapına kınnap sarmış. Öğle yemeğinden sonra onunla uçurtma salıyor gökyüzüne…

___

Fotoğraf: Şekercibaşı Ali Galip

 

 

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Yazıyor yazıyooor!

ABD’de son açıklanan 2013 yılı reklam harcamaları raporuna göre, İnternet tüm mecraları geçerek zirveye kuruldu. Basılı mecrada ise alarm zilleri çalmaya başladı.

Interaktif Reklamcılık Bürosu (IAB), 1996 yılında İnternet ve mobil iletişim ortamlarındaki reklamcılığın geliştirilmesi amacıyla ABD’de kurulmuş ve (aralarından Türkiye’nin de bulunduğu) reklamcılık alanında dünyanın en gelişmiş 43 ülkesinde faaliyet gösteren bir Yeni Medya oluşumu. 2007 yılından beri düzenli olarak bu ülkelerin reklamcılık harcamalarına ilişkin raporlar yayınlayan kurum, kimi gelişmiş ülkelerde geleneksel ve yeni medya reklamcılığına ilişkin karşılaştırmalı analizler de yapmakta.

İşte IAB’nin geçtiğimiz günlerde Price Waterhouse Cooper’ın bağımsız denetiminden geçirerek yayınladığı “2013 ABD Reklamcılık Harcamaları Raporu”, reklamcılık tarihinde bir ilke sahne oldu ve geçen yıl toplam 175 milyar dolarlık harcama yapılan ABD reklamcılık sektöründe İnternet 42.9 milyar dolarlık yıllık harcamayla tüm mecraların önünde zirveye kuruldu.

Kuşkusuz bu gelişmede, toplam 74.5 milyar dolar olan televizyon reklam harcamalarının raporda karasal ve kablolu olarak ikiye ayrılmasının da payı var ancak son 3 yılın oransal artışlarına bakıldığında İnternet zaten son 3 yılda her yıl ortalama %15 büyüyerek zirve tırmanışındaki gücünü ortaya koymuş durumda*. TV mecralarındaki artış oranı ise 2012de %7 iken bu yıl %3,5a düşmüş*. Diğer geleneksel mecralara baktığımızda ise radyo reklam harcamaları 16 milyar dolarla yerinde sayarken basılı mecra olan gazete ve dergilerde sırasıyla %7 ve %41lik dramatik düşüşler var.

Özellikle gazetecilik sektöründe basılı mecra gelirlerinin 18 milyar dolarla 1950den beri en düşük seviyeye inmesi ve bunu telafi edecek bir Yeni Medya dönüşüm modelinin bir türlü geliştirilememesi, önümüzdeki 1-2 yılda gazetelerin ölüm-kalım mücadelesine gireceğinin sinyallerini veriyor.

Oysa İnternet gelirlerinin kırılımlarına bakıldığında geleneksel medyaya ve özellikle gazetelere can suyu verecek dönüşüm fırsatları yine IAB’nin raporundan görülmekte. İnternet harcamalarında her ne kadar aslan payını arama ve “display/banner” reklam türleri alsalar da her iki mecrada da son 3 yıldır düşüş trendi görülmekte. İnternet harcamaları altında görünen en büyük çıkışı yapan mecra ise, mobil. Geçen yıl %9 olan harcamalar bu yıl %17 seviyesine çıkmış  ve özellikle 2013 yılının son çeyreğinde bu oran %19a çıkarak “display/banner”i yakalamış durumda.

Sonuç olarak IAB raporu, reklam veren bütçelerinin rotalarını hızla Yeni Medya’ya kaydırdıklarını, artık gazete, radyo ve TV dahil geleneksel medyanın tüm oyuncuların eski hinterlantlarında güvende olmadıklarını ve Yeni Medya’ya göç etmelerinin vaktinin geldiğini söylüyor. Bunu söylerken de Yeni Medya denen siber toprakların başıboş bir yer olmadığını, oraların da yavaş yavaş parsellendiğini ve geç kalanların yaşam kavgalarının daha büyük olacağının altını çiziyor ama ayakta kalmak için de hala fırsatlar olduğunun da ipuçlarını veriyor.

Türkiye mi? Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim!

* 2013 Advertising Revenue Report- Highligts from IAB

 

2 Mayıs 2014 Cuma

“Bir Adım Daha”

Rastlantılar veya beklentiler, aynı şehirde ancak çok ayrı dünyalarda yaşayan bu üç genci zaman zaman bir araya zaman zaman karşı karşıya getirir. Müren Beykan‘ın başarılı çevirisi de bunca derin ilişkilerin ortaya serildiği romanın bir solukta okunmasını sağlıyor.

(Cumhuriyet Kitap, 1 Mayıs 2014)

 

1 Mayıs 2014 Perşembe

Herkes ağaçtaki yerini alsın!

Zira deliler dallardan sarkmış, gülüyorlar yüzümüze!

Deli, yani doğruları beyaz gömleklemeden söyleyen şu dili sopalı. Gerçekleri “klinik güvenlik”ten azade bağıran muhterem zat. Nereyi dürtükleyeceğini en iyi bilen oklavacıbaşı. Stratejisizce atış yapıp deprem yaratan sinir hoplatıcı. Yüzleştirici. Maruz bırakıcı. Nefretle ihtiyaç duyulan.

Hani mahallenin delisi deyip geçesimiz olan o, dili bilenmiş, cesurlukla cüretkârlık sarkacına binmiş, kahkahalar atarak –bazen hoyratça-  sallanan “ayna-insan”lar. Sevilmez, istenmez yaratıklar. İlk kuytuda bir temiz dövülen, birkaç dişi itinayla dökülen; gözünden morluk, kafasından şişlik eksik olmayan, alnında pıhtısıyla gezen laf sapanları.

Tarotun da en güçlü kartı olan şu ünlü Deli. 0 numara Deli. Namıdiğer Ozan, hatta Joker veyahut Soytarı… Hepimizin “Aman aman, uzak dur,” diye ötesinden yürüdüğü o Deli. Tanımlı iktidarları, sistemleri ve düzenşeri bile sırf “tanımayarak” bertaraf edebilen –bir tür– özgürlük simgesi.

Ama deli mi? E deli. Onun gibi olunası mı? Yeterince “deli”rdiysen, kaçınılmaz.

Pierre Anthon’la tanışmayanlar için bu yazdıklarım biraz genel kaçmış olmalı. Ama içinde yaşadığımız ülkenin “genel”inden yakalanacak şey çok. “Deliler” adlı oyunu bizle zamanında buluşturup da, “delirmeye çalışan akıllı” karakterini ülkenin gerçeğine cuk diye oturtan Devekuşu Kabare’ye, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’a selam ederek, Danimarka’ya uzanıyorum.

Danimarkalı yazar Janne Teller’ın romanı Ağaçtaki bugünlerde elde ele, dilden dile, blogdan bloga geziyor. Yeni kitabımız İzmir Kitap Fuarı’nda çok sevildi, çok konuşuldu. İlk yazıyı Milliyet Kitap’ta, Elif Türkölmez, yazdı. Gülenay Börekçi, Janne Teller’la bir söyleşiye hemen yer verdi Egoistokur’da. Twitter ve Facebook hesaplarımızı takip edenler görmüşlerdir: Blog’lar teyakkuzda; okudukça okuyor, yazdıkça yazıyorlar.

Çünkü Ağaçtaki, insanı bir güzel silkeliyor. Haneke’nin sakalından birkaç teli sürtüyor yanağımıza.

Başkarakter Pierre-Anthon, tam da yukarıda söz ettiğim anlamda bir “deli”. Hayatın anlamsızlığına çoktan ikna olmuş da, sıra “bir şey yapmanın anlamsızlığını” fark edip aydınlanmaya gelmiş. Bunu da anladığı gün, ayağını yerden kestiği gibi tırmanmış bir erik ağacına, başlamış hayatın “niçin” anlamsız olduğu üzerine argümanları sıralamaya.

Sen misin hayatın anlamını insanların elinden çekip alan… Sen misin onları, düşünmek dahi istemedikleri bakış açılarına zorlayan… Altlarındaki halıyı zeminle birlikte çekip, onları boşlukta bırakan… Nasıl susturmalı bu “deli”yi? Anlamın varlığını kanıtlamak için ne yapılabilir? Sınıf arkadaşları bir “yöntem” düşünüyor ve uygulamaya koyuyor. Ve ipler bir noktada kopuyor…

Biz de deliyiz, malum. Anormaliz. İlle tırmanmasak da, hakikatimizin özünden koparılamaz “birkaç ağaç” için neler yapıyoruz. Adına “özgürlük” dediğimiz o iktidar tapulu arazi için ne patırtılar koparıyoruz. Kendini kandırmakla yetinmeyip insanını uyutan “ninnici” kılıklı karabasanlara karşı, boğazımızı sıkan ellerine rağmen bağırıp duruyoruz. Tarihimizi ve gerçeğimizi “şımarıklığa” indirgeyen normal’lere bakıp, “hâlâ tanık” olduğumuzu hatırlatabiliyoruz.

Deliyiz, evet. Pierre-Anthon değiliz belki, ama deliyiz, o belli.

Mayısta, Ahmet Büke’yle tekrar bir arada olacağız. 1 Mayıs’a saatler kala, ondan iki cümleyle dönüştürüyoruz bugünü:

“o kadar güzel kitaplar geliyor ki ardı ardına, memleketin havası ağırlaştıkça edebiyat kalkıp pencereleri açıyor sanki. (29.04)”

“bir fenalığın anlatılarak ortadan kalktığı ya da tekrar etmediği görülmedi bizde. belki çok sonrası için ilaç olacak edebiyat. (27.04)”