28 Ocak 2014 Salı

Facebook Virüsleri ve Kurtulma Yolları

Birçok insanın başına bela olan Facebook virüslerinden kurtulmayla ilgili bilgilendirici ve herkesin yararlanabileceği, adım adım görsellerle anlatılan bir içerik hazırlamanın yararlı olacağını düşünerek böyle bir şey hazırladım.

Öncelikle şunu belirtmem gerekir; Facebook virüsleri bulaşma bakımından da, davranış bakımından da farklılıklar gösterebilir. Ben sıkça görülen virüsleri ele alarak, kurtulma yöntemlerini anlatmaya çalıştım.

Facebook Uygulama Virüsü Temizleme

Facebook üzerinde kullandığınız(izin verdiğiniz) uygulamaların sizin istemediğiniz şekilde davranması sonucu oluşan durumlardır. Bunu tespit etmek ve kurtulmak kolaydır.

Eğer paylaşılan gönderiler de resimdeki gibi bir bilgi (.... aracılığıyla) varsa bu uygulama virüsüdür.

facebook virüs

Kurtulmanın yolu ise aşağıdaki gibidir;

facebook uygulama virüsü temizleme

Resimde görüldüğü gibi uygulamayı kaldırabilirsiniz. Adımları yazılı yazacak olursak aynen şu şekildedir;

Hesap Ayarları > Uygulamalar > İlgili Uygulamanın Karşısındaki "x" işaretine bas > Kaldır butonuyla uygulamayı kaldır.

Size tavsiyem, devamlı kullanmadığınız veya güvenli olduğundan emin olmadığınız uygulamaların hepsini kaldırmanızdır.

Chrome Eklenti Virüslerini Temizleme

Bu virüs Chrome kullanan kullanıcılarda görülen, son zamanlarda oldukça yaygınlaşmış bir virüs çeşididir. Chrome virüsleri de farklı farklıdır, ben üç-dört türlü temizleme yöntemi göstereceğim, bu yöntemleri uyguladığınız takdirde sorun kalmayacaktır. 

1. Yöntem

Bu işlemi de herkesin yapabilmesi adına resimle anlatacağım;

facebook chrome virüsü

Resimde görüldüğü gibi eklentiyi kaldırabilirsiniz. Adımları yazılı yazacak olursak aynen şu şekildedir;

Menü ikonu > Araçlar > Uzantılar > İlgili eklentinin karşısındaki sil butonuna basarak kaldır.

Resimde görülen eklenti zararlı bir eklenti değildir, sadece örnek olsun diye onun üzerinden anlattım. Siz bu işlemi kasıtlı olarak yüklemediğiniz tüm eklentilere uygulayın. Kendiniz herhangi bir eklenti yüklemediyseniz, hepsini kaldırmanız yerinde olacaktır.

2. Yöntem

Burada resimle göstermek yerine adım adım anlatmam gerekiyor.

1. Adım: Başlat ikonuna tıklayıp çalıştır/arama alanına "Regedit" yazıyoruz ve karşımıza çıkan programı siliyoruz.

2. Adım: Sol bölmede bir menü var. O menüde klasörler var. Sırasıyla şu dizini takip ederek klasörleri açıyoruz. HKEY_LOCAL_MACHINE > SOFTWARE > Policies > Google > Chrome

Bu dizin siz de mevcut değilse bu işlemi atlayabilirsiniz.

3. Adım: Bu dizindeki klasörü açtığınızda karşınıza "asdadsfclbonhleeank" gibi saçma bir isimde dosya olacaktır. Bu ve bunun gibi dosyaları siliniz ve tarayıcınızı yeniden başlatınız.

3. Yöntem

Eğer yukarıdaki işlemleri yaptınız ve hala virüs silinmediyse, şu adımları izleyip, Chrome'a yeni kullanıcı ekleyiniz;

Yukarıdaki görselde gözüken Chrome menüsüne tıklayın. Sırasıyla; Ayarlar > Kullanıcılar
Bu kısımda çok basit bir şekilde 'Yeni kullanıcı ekle'yin ve önceki kullanıcıyı silerek Chrome'u kapatıp yeniden başlatın. Eski kullanıcıyı silmeden bu kullanıcı ile ilgili tüm hareketlerin ve oturumların silineceğini unutmayın.

Bundan da sonuç alamazsanız Chrome'u bilgisayarınızdan kaldırıp tekrar yükleyiniz.

Firefox Facebook Eklenti Virüslerini Temizleme

Eğer Firefox tarayıcısı kullanıyorsanız ve bu virüs bu şekilde size bulaşmışsa, Chrome için anlatılan işlemleri Firefox için de uygulayabilirsiniz. Bu virüs genelde Chrome üzerinden bulaştığı için, anlatımı onun üzerinden yaptım. Chrome'da "Uzantılar", Firefox menüsünde "Eklentiler" olarak geçer.

Şu ana kadar yaygın olan virüslerinin birçoğunu yukarıda anlatılan yöntemlerle temizleyebilirsiniz. Fakat yukarıdaki işlemlere yapmanıza rağmen virüsten kurtulamadıysanız şifrenizi değiştirin ve iyi bir antivirüs programı ile bilgisayarınızı tarayıp virüslerden temizlemenizi öneririm.

Herkesin anlayabileceği şekilde görsellerle anlatmaya çalıştım. Umarım faydalı olur.

Önemli Not: Gerekli gördüğümde bu içeriği güncelleyeceğim, sizin için de her zaman elinizin altında duracak bir doküman olacaktır. Siz de yorum kısmından deneyimlerinizi yazarsanız, gerekli geliştirmeleri sizin katkılarınızla daha iyi bir şekilde yapabilirim.

27 Ocak 2014 Pazartesi

Bu yazıyı çalın!

Bir tarafta içeriği metalaştırıp paylaşımını engelleyen telif/patent düzeni, öte tarafta herşeyi kuralsızca (ç)alıp paylaşan siber dünya…

Birkaç gün önce, Yeni Medya üzerine yaptığım sunumlarımı paylaşmak için kullandığım Slideshare.net sitesinde, Yeni Medya üzerine farklı sunumları bulmak üzere bir gezineyim dedim.  Hemen her konuya ilişkin sunum materyalinin kullanıcılar tarafından paylaşıldığı sitede ilk rastladığım, ilginçtir, başka hesaplar altında paylaşılmış kendi sunumlarım oldu:)

Bilginin paylaşılarak gelişeceğine ve çoğalacağına inanan bir eğitimci olarak, ismim kullanılmadan da olsa farklı kişilerin hesapları üzerinden sunumlarımın paylaşılmasına üzülmediğimi aksine sevindiğimi belirten bir tweet attım ve kıyamet koptu!

Yanıt veren kimi arkadaşlar, sahibinin en azından ismini koymak inceliğini göstermemelerinin ayıp olduğunu söylerken, bir kısmı da sahibinin izni olmadan böyle bir içeriği kişinin kendisine mâl etmesinin düpedüz hırsızlık olduğundan dem vurup tepki gösterdi. Daha da ileri giden dostlar, söz konusu kişinin hesabının altına ‘yaptığını’ kınayan yorumlar bırakmışlar ve sonunda hesabın sahibi tepkilerin artması nedeniyle sunumu kaldırmış.  Olay biraz durulduktan sonra, konuyla ilgili tartışmaları bir kez daha okudum ve (aynı şekilde düşünmesem bile) kimi görüş ve yorumlara hak verdim.

Bilgi ve içeriğin özgür kullanım ve paylaşımının insanlığın gelişiminde sıçrama sağlayacağına yürekten inanan ve bunun önündeki en büyük engelin mevcut telif/patent düzenlemeleri olduğunu düşünen biriyim. Kişisel olarak ürettiğim bilgi, düşünce ve içeriğin meraklılarıyla en kısa yoldan ve engelsiz ulaşması ve her şekilde paylaşılması için hiç bir kısıt koymuyorum. Bu olayda olduğu gibi, ürettiğim bilgi ve içerikten daha geniş kitlenin faydalanması, benim için o üretim ile ismimin ilintilendirilmesinden önce gelir.

Elbette herkes türlü nedenlerle benim gibi düşünmeyebilir ve düşünmek zorunda da değil. Kimileri için isminin öne çıkması önde gelir, kimileri için ise üretimin ticari boyutu. Ancak tüm bu üretimlerin meraklılarıyla nasıl buluşturulacağı hususu ise, bir düzenleme konusu ve bu düzenleme yapılırken yukarıda saydığım tüm seçenekler göz önünde bulundurularak üreten ve kitle arasında en hakkaniyetli sistem bina edilmeli. Halbuki, mevcut düzenlemeler, tüm üretimleri sadece ticari meta olarak ele almakta ve bunun dışındakileri sistem dışına itmekte. Diyelim bir müzik parçası yaptınız ve sizin için, bu parçanın isminizle anılması ve geniş kitlelerle buluşması, paradan önemli. Türkiye’de sizi bu halinizle kabul edecek bir müzik meslek birliği var mı, bilemiyorum.

Öte yandan, siber dünyadaki paylaşım kültürü öyle bir noktaya geldi ki, bu ortamda sunulan herşey, üreticisini hiçe sayar biçimde pervasızca kullanılmaya başlandı. Kişisel üretimlerimde bunda bir sakınca görmeyebilirim ama üreticiyi bu kadar hiçe saymanın da, hakkaniyetsiz ve hatta etik dışı bir durum olduğunu hepimizin kabul etmesi lazım. Tabii bu pervasızlığı yapan kullanıcılar, bu yaptıklarının etik dışı olduğunun bilincinde mi, o da bir tartışma konusu.

Toparlarsak, bilgi ve içeriğin kullanım ve paylaşımına ilişkin mevcut düzenlemelerle toplumsal bir ilerleme sağlayamayacağı çok açık. Çözüm ise, bilgi ve içeriği üretenlerin maddi-manevi faydası ile kullananların/paylaşanların sağlayacağı toplumsal fayda arasında hakkaniyetli bir denge kurabilen düzenlemelerde. Ama bunun kadar önemli bir diğer husus da, söz konusu hakkaniyeti ve etik anlayışı sağlayacak toplumsal bir  bilinçlendirme oluşturmakta.

Siz en iyisi bu yazıyı çalın ve paylaşın

20 Ocak 2014 Pazartesi

Bi’ hatırlatsana, n’olmuştu?..

Türkiye’nin hüzün ayları meşhurdur. En karalara bağlamışlarından biri de, ortasını biraz geçtiğimiz şu ocak ayı.

Ülkenin en sağduyulu barış bayraktarlarından biri olan Hrant Dink katledildiğinden bu yana yedi yıl geçti. Sayıyla 7. Çok kutsallık atfedilmiş şu ünlü 7. Bir şey çıkar mı adalet adına? Hukuk adına? Akan gözyaşları bir ayrıkotuna bile olsa hayat verir mi bu yıl? Kurutulmuş toprağına inat, onu çatlatıp kökünü derinlere itecek bir yeşilin gücü, az da olsa uç gösterir mi?

Bilmiyoruz. Hatırlıyoruz ama. Unutmamacasına. Hatırlatıyoruz da. Unutturmamacasına.

Hatırlamak demişken…

***

Batı ve doğu arasında yapılan karşılaştırmalar da meşhurdur bizim ülkede.

Bir tarafta neyin daha ileri, diğer tarafta neyin daha geri; hangi iyileme ya da kötülemenin doğru, hangisinin “hayranlık” bazlı bir yüzeyselleme olduğu üzerine bir tartışmaya, en azından kulak misafiri olmuşuzdur.

Elbette böyle bir karşılaştırmaya gitmek ya da yapılan karşılaştırmalar üzerine genel bir eleştiri kaleme almak değil amacım. Kilomun da üstünde okuma yapmam, sabrımın karesi kadar da tartışmaya tanık olmam gerek bunun için.

Ama bir konu var ki, hemen gösteriyor kendini.

Devasa bir şey değil, merak etmeyin. her gün kullandığımız bir fiil aslında. Ama bizim coğrafyada öyle duygu ve korkularla örselendi ki, en çetrefilli konulardan birine dönüştü zavallı.

Hatırlamak.

Unutmamak, ya da.

Hatırlamaya engel olmamak, unutmamayı sağlamak da, onun politik hali.

Basit, di mi?

***

Ama hatırlamamak istedik biz uzun süre. Hatırlamayı sevmedik daha doğrusu. Hele hatırlatılmak, ondan hiç hazzetmedik. Hatırlamak kolay gelmedi çünkü…

E hatırlamak belgedir. Kayıt tutmaktır. Arşivdir.

Sorumlu davranmaktır hatırlamak. Tutarlılıktır. Aynadır. Ders almaktır.

Karşılaştırmaktır. Doğrulamaktır. Gözden geçirmektir bir şeyleri.

Şimdiki zamanı kurgulamaktır. Geleceğe ait olasılıklarla yoğurmaktır eldekileri.

Hayatı kadere bırakmamak, sürekli sorgulamak, bir şeyleri devamlı hesaba katmaktır.

Düşünmektir hatırlamak. Daha fazla düşünmektir.

İştir yani.

***

Batıda bir şeyin ileri olduğunu, mütevazi gözlemlerim ışığında söyleyebilirim: Arşivliyorlar. Sadece tozlu dosyalar gelmesin aklınıza arşiv deyince, kentin size bakan yüzlerini düşünün. Bina cephelerini, kaldırıma kazınmış çalışma kayıtlarını, restorasyonları, meydanları, yazıları muhafaza edebilme gücünü ve anma kararlılığını.

Ölülerin hayaletlerini yaşarcasına capcanlı, duygularla dopdolu tutmalarınız.

Bizde bu yeti topluma yayılamadı, kurumsallaşamadı uzun süre. Acıları yaşayanlar, onların yakınları, kendisine söylenenden daha fazlasını merak edip empati kurabilenler yaşattılar sadece bir şeyleri. Marjinal görülerek, haber edilmeyerek çoğunlukla.

Sosyal medya geldi sonra. Ana medyanın seçimleriyle yaşadığımız kısıt, ciddi bir kesim için sona erdi. Paylaştık, yaydık, toplaştık, dağıtıldık, bir daha buluştuk, sürekli haberleştik. #Gezi’den bu yana da gözlerimizi açıp, hafızamıza neler katacağımızı daha net seçebilir olduk.

Belleksizlik hastalığından her geçen gün biraz daha kurtuluyoruz.

***

Belleğimiz ya da hafızamız, en kolay yönetildiğimiz noktamız. Bu bellek nelerle doluysa, onlarla düşünür, duygulanır, davranırız. Çünkü odur bizim gerçeğimiz.

Biz dediğim kim mi? Hem tek tek biz, hem de bizden oluşan toplum, topluluk. Ha evet, bu belleğin ortak hali de vardır. Hiç de yabana atılmayacak şu ortak bellek. O bellek havuzu ki, her birimize yeni bilgiler ekler, bazılarını siler, kişisel gerçekliği sürekli günceller.

Bazen belleksizleştirir bile.

İktidarlarını yokuşa sürecek hiçbir hatırayı sevmeyenlerin, aynı zamanda bellek mühendisliğine soyunmaları boşa değil. Dünden nefret edenler. Dünün hesabını vermekten sonuna kadar kaçınanlar.

Dünlerden korkup, bugünleri de karartanlar.

***

Hatırlamak düşüyor bize. Devamlı hatırlatmak bir de.

Sözle, sesle, yazı ve bedenle.

Öykülerle, duygularla, dil ve ifadeyle.

Edebiyatla, anlatıyla, kitapla ya da notayla.

Bellek mühendislerine inat. O kadar ehil değiller zira.

***

Bugüne dair bir büyük dileğim, Nejat İşler’i de hatırlamamak bu karalar bağlamış ocak aylarında. Nejat’ı hatırlamamak, Nejat’la birlikte hatırlamak, anmak, unutturmamak bir şeyleri.

Bugün gücüm şu iki duyguya yetebiliyor: #KardesimsinHrant ve #DirenNejat

 

 

18 Ocak 2014 Cumartesi

Pire için yorgan yakmak

Yeni yasa değişikliğindeki maksadı aşan yaptırımlarıyla Türkiye, ekonomisine cansuyu olma niteliğini kaybetmenin yanısıra gençlerini de İnternet’in karanlık yüzüne doğru itme tehlikesiyle karşı karşıya!

“Bu tasarı yasalaşırsa bedelini herkes çok iyi düşünmeli. Nedenleri hepimiz farklı yorumlayabiliriz ama önemli olan sonuçlar. Bunun uluslararası sonuçları olacaktır. Hiç kimse veri akışının bu derece aşırı denetlendiği ortamda yatırım yapmak istediği ülkeyi risksiz olarak kabul etmez.”

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nca, “aile ve çocukları internetin karanlık yüzünden koruma amacıyla” hazırlanan yasa değişikliğini tartıştığımız bu günlerde, olayın en çarpıcı noktalarından birini, yukarıdaki sözleriyle gözler önüne seriyor Türkiye Bilişim Vakfı Başkanı Faruk Eczacıbaşı.

Yasa değişikliğininin bireysel hak ve özgürlüklerle ilgili çok sıkıntı çıkaracak yönleri günlerdir tartışılmakta ve daha uzun zaman da tartışılacak. Ancak biraz onun gölgesinde kalan ekonomik sonuçları da, uzun vadeli olumsuz sonuçları açısından çok ama çok düşündürücü. Yasaya göre, tüm kişisel ve kurumsal İnternet hesaplarının İnternet üzerindeki her türlü hareketi 2 yıl boyunca İnternet Erişim Sağlayıcıları tarafından kayıt altına alınacak ve yasa kapsamında bu kayıtların Erişim Sağlayıcılarının zorla üye yapıldığı Erişim Sağlayıcılar Birliği’ne aktarılması söz konusu. Dolayısıyla Türkiye’de İnternet üzerinde oluşan bütün e-posta, web gezintisi, sosyal medya hareketleri ve iletişiminin kayıt altına alındığı ve 2 yıl boyunca saklanmak zorunda olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bunun insan haklarına aykırılığı bir yana, Eczacıbaşı’nın da vurguladığı gibi, hangi yabanı yatırımcı kendi kişisel ve ticari mahremiyetini bu denli didikleyen bir ülkeye yatırım yapmak ister? Yarın, öbürgün kayıt altına alının bilgilerin ortalığa döküleceği tehdidiyle yaşamak zorunda kaldığı bir ortamda hangi birey ve kurumdan inovasyon, icat ve ilerleme bekleyebilirsiniz? Aksine, İnternet üzerinde aradığı sözcüğün bile ‘başını yakabileceği’ kaygısıyla kendini otosansüre zorlayan, araştırma ve sorgulamadan kaçınan ve giderek edilgenleşen bireylerle Türkiye nasıl ve ne şekilde bir refah toplumu olabilir?

Şunu kabul etmeliyiz ki 21. Yüzyılda ileri ve güçlü bir ekonomi olmanın yolu, her sektörü bilgi-iletişim-medya teknolojileriyle iyi donatarak İnternet’e entegre etmekten ve bu sayede rekabet ve verimlilikte büyük bir sıçrama sağlamaktan geçiyor. 2013 yılında 3,6 Trilyon dolara ulaşan Bilgi-İletişim-Medya tabanlı dünya İnternet ekonomisinden 63 milyar dolarlık katma değerle yaklaşık %2 pay alıyor ülkemiz. Son yıllarda ete kemiğe bürünmeye başlayan inovasyon ve girişimcilik ekosistemi ile giderek ivme kazanmaya başlayan ve yabancı İnternet fonlarının yatırım kararlarını arttırdığı bir noktada iken, böyle bir yasa halihazırda burada yatırım yapmış olan yabancı ve hatta yerli tüm İnternet Girişimlerini kısmen ya da topyekün ülkeden kaçırabilir. Örneğin; geçtiğimiz yıllarda Ulaştırma Bakanlığı tarafından açıklanan ‘Türkiye’nin dünyanın en büyük Veri Barındırma Merkezlerinden biri olma’ hedefi, her türlü dijital verinin kayıt altına alınacağı bir yasanın olduğu bir ülke için geçerli olmaz, olamaz!

Son olarak bu yasa değişikliği ile amaçlanan “aile ve çocukları internetin karanlık yüzünden koruma” hedefininin aslında tam aksi istikamette seyredeceği tehlikesine de dikkat çekmek isterim.  Özellikle genç kuşak, bu engelleme ve izleme mekanizmalarına tepki  olarak ve biraz da bunların birer merak nesnesi haline gelmesi nedeniyle, daha önceki Youtube yasağında olduğu gibi alternatif erişim yollarını deneyecekler. Bu yollar zorlaştırıldığı için de İnternet’in yeraltı olarak kabul edilen ‘karanlık web’ kısmına doğru gidecekler ve suç, illegal işlerin de döndüğü İnternet’in bu karanlık sokaklarında asıl tehlikelerle yüzyüze gelecekler. Her zaman yazıp çizdiğimiz gibi, İnternet’in karanlık yüzünden korumanın yol yasaklardan değil eğitimden ve bilinçlendirmeden geçmeli.

“Aile ve çocukları internetin karanlık yüzünden koruma” hedefiyle yola çıkan bir yasanın sonuçları itibarıyla ülkemizi, hem ekonomik, hem de toplumsal bir karanlığa doğru götürmeden, elbirliğiyle bu gidişe dur diyelim!

17 Ocak 2014 Cuma

Son akşam yemeği

İki sene önceydi. Her şey, “Neden kedi yemiyoruz?” diye sormamla başlamıştı.

Küçük küçük kuzuların, danaların, tavukların suçu neydi? Mesela martı etinden döner yiyoruz, diye üzülüyorduk ya hani, martının eti tavuğunkine göre neden değersizdi bu kadar? Martınınki candı da tavuğunki, hindininki neydi? Bir de eşek eti, at eti muhabbetleri vardı. Adeta hepsi birer skandal…

Bu düşüncelerim, sorularım tabii ki fazla “kadınsı” bulunmuştu; çünkü duygusaldı ve duygusallık güçsüzlüktü; çünkü eskiden beri erkeklikle özdeşleştirilen avcılığı reddetmiş, toplayıcılıkla yetinebileceğime karar vermiştim. Hem “güçsüz” hem “ilkel” olmuştum bir anda. Daha “kadın“ olamazdım herhalde.

Bu kararı verdiğimde sucuğun, pastırmanın, mantının başkenti Kayseri’deydim bir düğün için. Kayseri’ye varana kadar Jonathan Safran Foer’den Hayvan Yemek’i bir çırpıda okuyuveriştim. İçimden o kadar gelmemişti ki o etleri yemek. O günden sonra da içim el vermedi zaten et yemeye. O günden beri, aynı sorulara tekrar tekrar cevap veriyorum.

Hepçillerle, özellikle de etçillerle (et yemeden doymam diyengiller) yenilen yemekler hemen bir savaş alanına dönüşüyor. Hayvan yemek o kadar normal ki herkesin gözünde, ben bir anda anormal oluyorum. Bir canlının kaslarını, bacağını, kalbini yemek istemediğimi söyledim diye iğrençlikle, hatta bel altı vurmakla suçlanıyorum. Peki aslında yapılan tam olarak bu değil mi? Gerçekten de kuşların kanatlarını, büyükbaşların iç organlarını yemiyor muyuz insanlar olarak? Acaba asıl sorun insanların duymak istemediklerini söylemem olabilir mi diyorum tam. Sonra karşı bir atak geliyor: “Peki o zaman bu canlılar neden var?” Biz yiyelim diye var olmadıklarını biliyorum. Şimdilik cevabım bu kadar.

Bunların yanında bir de karşıma şöyle çıkanlar var: “İçinde kıyma var, ama onları kenara ayır et yemiyorsan.” Oldu o zaman, görüşürüz.

Adım adım veganlığa geçtiğim şu günlerde yepyeni bir soruyla karşılaşıyorum: “Yumurta neden yemiyorsun?” Hamur işine dayalı bir mutfağımız var. Her şeyin içinde yumurta olması gerçekten anlaşılabilir bir durum. O yüzden yeni diyetimin sınırlarını çizmek benim için de zor ve kafa karıştırıcı. Ama artık pişmiş yumurta görmek istemediğimi biliyorum mesela. Çünkü yumurtayı öyle görünce artık hayata gelme ihtimalleri bile kalmamış olan o civcivler geliyor aklıma. Sonra bir kez daha ilk kareye dönüyoruz: DUYGUSALSIN!

Mesela geçen gün birisi biz yemeyeceksek tavuklar neden yumurtluyor, diye sordu. Cevap veremedim… Aslında iki üç ay önce baba olmuş bu adama, sen neden çocuk yaptın o zaman, diye sormak istemiştim. Kibarlığımdan sustum. Zira ben bu adamcağızın çocuğunu da yemek istemiyordum, diğer kimsenin yavrusunu yemek istemediğim gibi.

Böyle tartışmalar sonunda sadece şunu düşünüyorum. İnsan okumadan vejetaryen ya da vegan olmaya karar veremiyor. Bu deneyimi anlatmaktan ziyade, okumak daha etkili oluyor; bazen de izlemek (Earthlings bu konuda çekilmiş başarılı belgesellerden biri). Ne kadar sağlam argümanlar öne sürersem süreyim, aldığım karar gençliğime, tecrübesizliğime, bilmemişliğime, bazen de çok bilmişliğime bağlanıyor (anarşist diyeni bile duydum). Bu durumda kalmak artık kendimi açıklamama engel oluyor. “Neden vejetaryensin*” diye sorana, “vicdani bir karar” diyorum sadece.  Hayvanları seviyorum, diyorum. Neden et yemeyi reddettiğimi anlamayan insanlarla yedikleri etin nereden geldiğini konuşmuyorum.

Ve bu, onlarla genelde son akşam yemeğim oluyor.

16 Ocak 2014 Perşembe

Küçük beyaz yalanlar

Kitabın açılışını Nance şu cümlelerle yapıyor: “İç dünyam uyuşmuş durumdaydı. Düşünemiyor, çalışamıyordum. Hiçbir şey hissedemiyordum. Derken, sonunda patladım işte.” Kendini evlat edinen ailesiyle küçük bir İrlanda kasabasında mutlu yaşayan, seven ve sevilen bir genç kız için dikkat çekici olarak düşünülebilir bu cümleler.

(Buket Öktülmüş, Milliyet Kitap, 15 Ocak 214)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

14 Ocak 2014 Salı

Offline Dersler

 

İnternet ve mobil iletişimle ilgili kimi sözcüklerin farklı ve yanlış kullanımı, kimi geleneksel sektörlerin geleceğini etkileyecek önemde

Geçen hafta , otomotiv sektörünün satış-pazarlama ve iletişim alanındaki en başarılı çalışmalarının değerlendirildiği Otomotiv Distribütörleri Derneği’nin (ODD) 2013 Gladyatörleri için ödül toplantısındaydım.  Gazete, Dergi, Outdoor, TV, Radyo gibi kategorilerde otomotiv markalarının birbirinden değerli çalışmalarını, tüm gün süren sunumlarının ardından  ve epey tartışmalı geçen bir sürecin sonunda sektör uzmanları ile akademisyenlerden oluşan jüri olarak notlandırdık. Bu süreçte dijital kategorisindeki birkaç sunumda kullanılan ‘offline mecra’ deyimi dikkatimi çekti. Biraz soluklanmak için verilen arada bu deyimi kullananlardan birinin yanına gidip ‘offline mecra’ deyiminden neyi kastettiğini sordum. Yanıtı “İnternet dışındaki gazete, TV, radyo gibi geleneksel mecralar” oldu. Durumu biraz daha açmak için bu sefer “Peki offline ne demek o zaman?” şeklinde bir devam sorusu sordum. Ona verdiği yanıt ise “İnternet’in dışında olan” oldu.

Meraklanıp hafta boyunca sektörün içindeki çeşitli kişilere yönelttiğim bu iki soruya çoğunluk benzer yanıtları verdi. Aslında ismi Dijital Pazarlama olarak belirlenen meslek dalında çalışan hemen herkesin bu mecrayı etkin kullanmak adına mutlaka idrak etmesi gereken kilit sözcüklerin başında geliyor offline. Türkçede (pek de içselleştiremediğim) çevrimdışı şeklinde bir karşılığı var ancak tanım olarak ‘bir ağ üzerinde kapalı konumda bulunan’ anlamında kullanılmakta. Her nasılsa bu sözcüğü pazarlama dünyasında ilk kullanan öncülerin özensizliği ve yanlış algısı nedeniyle ‘İnternet’in dışında olan’ gibi yanlış bir konuma doğru evrilmiş.  İşin ilginç tarafı, sektör de bunu kabullenmiş ve hiç kimse sorgulamak gereği duymadan bu yanlış algı böyle sürüp gitmiş. Hatta reklamcılık sektörünün ‘alamet-i farikası bir guru’ tarafından offline marka gibi bir kullanım bile dolaşıma sokulmuş.

Oysa ‘bir ağ üzerinde kapalı konumda durmak’ ile ‘İnternet’in dışında olmak’ birbirinden çok farklı iki yaklaşım. ‘Ağ üzerinde olup da kapalı durabilme’ özelliği sayesinde bireyler ve kurumlar örneğin sosyal medyada iletişim tempolarını istedikleri gibi ayarlama şansına sahip olabiliyorlar. Offline; iletişimi geciktirebilme, kibarca ‘şu anda meşgulüm’ diyebilme ve hatta bloklama gibi bir özellik üzerinden iletişimi kapatabilme gibi fiziksel iletişimde  oldukça zor kazanabilen avantajları sağlayan, ezcümle birey ile kurumları bir görünür, bir görünmez kılabilen bir anahtar adeta.  Bu bağlamda Offline sözcüğünü mecra ya da marka gibi kavramların önüne gelen bir sıfat değil yüzyüze ve geleneksel kitle iletişimine göre çok daha oylumlu ve avantajlara sahip bir iletişim biçimi olarak düşünmek gerekir. Şimdi bütün bu özellikleri bir kenara iterek offline sözcüğünü ‘İnternet’in dışı’ gibi bir algıyla idrak etmenin sektöre ne kazandıracağı tartışılır ama neler kaybettireceği ise sadece yukarıdaki örneklerden yola çıkarak bile aşikâr.

Offline gibi yanlış ya da farklı kullanılan o kadar çok sözcük ve kavram var ki! Zaten öyle olmasa pazarlama ve reklamcılık sektörünün bir kısmı dijital pazarlama, bir başka kısmı ise interaktif pazarlama gibi aynı alanı farklı ama kendi pencerelerinden gördükleri sınırlardaki çerçevelere oturtan ikircikli tanımlar nereden çıkabilir ki? (Bu arada şu bol bol her yerde kullanılan djital sözcüğünü de bir gözden geçirseler iyi olacak)

Sözün özü, konunun temeline inip rasyonel bir sorgulamaya dayalı kendi kavramlarını oluşturamayan sektörler, sözkonusu kavramların bayraktarlığını yapamayacakları gibi, rekabette de geri planda kalmaya mahkum olacaklar.

‘Peki bu konunun temelinde ne var?’ diye soranlara, işe siber sözcüğünden ve siber mekan kavramından başlamalarını öneririm! 

9 Ocak 2014 Perşembe

Atamadığımız adımların yorgunluğu

Koşarsın ya da kaptırır yürürsün ya hızlı hızlı… Varırsın bir noktaya; ya amaçladığın noktaya ya da bir öncesine. Nefes nefese kalırsın, şöyle bir geriye bakarsın ve sadece oturup soluklanmaktır ihtiyacın. Sana kalan en büyük dertse, idmansız bacaklarında birkaç gün sürmesi olası bir ağrının ve kasılmanın sızılarıdır. Hoş, onu da dağıtacak ikinci bir koşu şansını hayat mutlaka yaratır sana. Hiç gecikmez.

Bazen de koşmazsın. Yürümezsin bile. Lök gibi oturur, zihnindeki dişlilerin sesini dinlersin. Varman gereken noktaya uzaktan bakar durur, nabzını sayarsın. Olur da araya hayatın türlü türlü sisleri girmezse, o noktayı görmekten alamazsın kendini, koşacağın günü düşünüp durursun. Öfkenin metalik tadını, daha doğru dürüst kurulmamış hayalin kırıklığını duyumsarsın dilinde. Koşmadan yorulur, yorgunluğun fikriyle daralır ve varış noktasının sana işkence etmesine izin verirsin. İçinde yükselip göğsünü yakan asit bile senden daha kararlıdır.

İşte bu ikinci yorgunluk, bacaklarını değil ama, sırtını muhakkak ağrıtır. Kasılır kalırsın. İşin fenası, dinlenmeyle geçmeyen ağrılardır bunlar. Durgunluğun idmanı yoktur. Sadece ağrısı vardır.

Bir Adım Daha’yı okuduğumda, hayatın bu açıdan ne kadar zor olabileceğini değil de, hayatı ne kadar kolayca zorlaştırabildiğimizi düşünüp gülümsedim boş boş. Bize aydınlığı şamdan, hayatı zindanla sunan, parkları girilmez sokakları solunmaz kılan, metinleri okunmaz fikirleri duyulmaz eden baba devletlerin “dinlemezliği” yetmiyormuş gibi, bizi dinlemeye hazır kulakları da yok saymamız ne gereksiz bir yorgunluk aslında.

90’lı yıllarda White Lies adıyla yayımlanan bu haza İrlandalı roman, Mark O’Sullivan’ın, gençtir ebeveyndir ayırmadan, karşısındakiyle köprüleri atmaya teşne her huzursuz-durağanı omuzlarından tutup sarsmayı amaçlamış, belli. Bir şeyleri çok bildiğimize emin olduğumuz o yanılgı anlarına kurban giden aklımızı yerine getirmek için genç bir kurgu tasarlamış. O çok gerekli, bazen de en zoru olan “adımı” atıp da meseleyi tüm açıklığıyla ortaya dökmeden, karşımızdakiyle yüzleşmeden, ne dolambaçlarda zaman ve insan harcayabildiğimizi yumuşak, ama kararlı bir öyküyle dökmüş sayfalara.

Üç genç var bu romanda: Nance, OD ve Seanie. Hatta ben bu ekibe Beano’yu da katar, üç buçuktan dört karakter derim. Zira Beano, adının ait olduğu Kelt bayramını kodlamasa da doğrudan, içinde patlayan fişekleri duymayı ihmal ettiğimiz gölge insanlardan biri. İrlanda’nın farklı sosyoekonomik katmanlarından ve aile yapılarından gelme bu dört büyüme yolcusu farklı birer içsel mücadelenin, bireysel isyanın ya da sessiz kabullenişin öyküsünü barındırıyor. Farklı kırılma noktalarından sonra hayatlarındaki suyun akış yönünü değiştirmeye çalışıyor ya da bunun için ne yapması gerektiğini bilmeden bocalıyor, bekliyor ya da tekliyor. Bu kırılma bazen aşkta ve kararlarda, bazen ailevi ya da kimliksel konularda, bazen geçmiş sıkıntısı ya da gelecek endişesinde gösteriyor kendini. Konunun sıhası ne kadar geniş görünürse görünsün, çözüm ya da düğüm tek noktada toplanıyor: Bende. Benim atacağım ya da atmayacağım adımlarda.

O’Sullivan, belki de zamanında Pedro Almodóvar’ın söylediğine benzer bir şekilde “Konuş Onunla” diyor okuruna. Sadece farklı öncelik ve biçimlerle. Romanda, yüzleşmeye imtina ettiğin konular tek değil, çeşitli; aralarındaki sınırları koyu renklerle çizmek zor olsa da. Konuşmaya çekindiğin kişilerse, filmdekinin aksine, komada falan değil, her türlü cevabı verebilir durumdalar. Ama cevaplara hazır olmak, bambaşka bir mesele. Sadece duyan için değil, veren için de. Zira o da bu cevabı kendi ağzından duyacak ki, bazen en zoru bu.

Uluslararası Genç Kütüphaneciler Birliği’nin 1998’de Beyaz Karga Ödülü’ne değer gördüğü bu roman, gençler kadar gençliğe de dair. Hatalar yapmanın, adımları belki bilinçsizce ve hoyratça atmanın, duygulara yenik düşmenin ama bundan çıkan toplam sonucu, günü geldiğinde açıklıkla ve sonuna kadar konuşabilmenin herkes için ne kadar zor olabileceği üzerine. Çünkü iş bu noktaya geldiğinde, herkes epey genç, herkes biraz ergen.

Bir Adım Daha’yı elimden bir kez daha bırakırken, hayattaki bazı titrek adımları atmak için sorduğum şu soruyu yeniden hatırlıyorum: Konuşmaya çekinerek, üşenerek, uzak durarak harcadığım enerji, acaba konuşarak ve yüzleşerek harcayacağımın kaç katıdır?

Bununla ilgili net bir rakam çıkmaz belki, ama tahmini bir ortalama bile ciddiye almaya değer.

6 Ocak 2014 Pazartesi

sıfır beş yüz otuz üç, dört yüz… – II

başını okumadıysanız…

ankara’ya vardığımızda saat sekizdi, hava istanbul’dan soğuk, bense zıpkın gibiydim. çaresizlik duygusunu geride bırakmıştım, yine kendimi bir macera filminin içinde hissediyordum.

servisle kızılay’a gittim. wifi olan bir kafe aradım, taş fırın kafe diye bir yer buldum. oturdum, çay ve tost söyledim. laptopu çıkarttım ve tor’la bağlandım. kimseden bir şey gelmemiş. herkes mi sıkışık yoksa tedbir olsun diye mi sessizler. diğer yandan ses çıkmaması hâlâ gidecek bir yerimin olmadığı anlamına geliyor. bağlantıyı kapattım. bir internet kafeye gitmeye karar verdim.

kızılay’da internet kafe ara ki bulasın. nihayet clup karanfil diye bir yer buldum. basını, polisin cirit attığı siteleri falan taradım. bizimle ilgili bir şey yok, belli ki benim adım da bilinmiyor. acaba birden ortadan yok olarak gereksiz yere dikkat mi çektim. aslında fake bir hesap açıp facebook’a da girilir ama ne lüzum var şimdi. güçlü bir pelin’in-fotoğraflarına-bakma-arzusu duyduysam da başıma iş alırım diye vazgeçtim.

bir durum değerlendirmesi yapmaya karar verdim. elimdeki parayla birkaç ay daha böyle gezebilirim. ama bir gün daha yıkanmazsam, dikkat çekmemem imkânsız. bu kimlikle otellere gitmek akıl kârı değil… macera filmi uzak, aptalca, hatta utanılacak bir duygu haline geldi.

yine kazım abiyi hatırladım ve yürümeye başladım.

annemi mi yoksa pelin’i mi daha çok özledim fikriyle oyalandım bir süre. sonra annemi daha az özlemiş olmamın nankörlük olacağına karar verdim. derken zaten annemi çok daha fazla özlediğimi anladım. ardından, böyle giderse uzun bir süre, istediğim gibi, doya doya ağlayabileceğim bir yerimin de olmayacağını düşündüm. ve bu bana her şeyden fazla koydu, inanır mısınız.

sonra, belki de boşu boşuna kaçtığımı, sefer’in tesadüfen gözaltına alınmış olduğunu ve ona bizimle ilgili bir şey sorulmamış olabileceğini düşündüm. ama gözaltı süresi doldu ve salınmış olsa iki satır bir şey yazardı.

biraz daha yürüdüm. tunalı’da buldum kendimi. bir gazete bayiinde, bir gazetede kendi fotoğrafımı gördüm. çok büyük bir fotoğraf değil, sanırım liseden almışlar, saçlarım kısa, sakal falan da yok tabii. tanınmam mümkün değil. peki ben neden görmedim internette?

gazetenin başlığı görünmüyordu ve uzun uzun bakma riskini göze alamadım. sakin olmalıyım. bu yepyeni bir durum. bu şartlar altında bu gece istanbul’a dönmek iyi bir fikir olmaz. burada nerede kalabilirim? bir başka gazete bayiinin önünden geçtim, yine aynı fotoğraf. kapüşonu takıp gazeteyi satın almaya karar verdim. benim lisedeki halime çok benzeyen bir oğlan önemli bir fizik bursu kazanmış. gazeteyi sırt çantasının yan gözüne koydum. evet, sinirlerim bozuk benim.

o kadar uyudum, yine yorgunum. ama yürümeye devam ettim. bir yere mi girsem acaba. baktım, dikmen’e gelmişim. “ya o kapsül pelin’ime…” diyen oğlanın mahallesi değil mi burası? caddede yürümeye başladım. akşam istanbul’a döneyim. yok, en iyisi izmir’e gideyim. hem yol uzun hem de oradan bodrum’a falan geçerim belki. bodrum’dan kos’a kolay geçildiğine ilişkin bir bilgi zihnimin gerisinden bir yerden fırladı. ama pasaport gerekiyor galiba. ya da belki yardımcı olacak birini bulabilirim orada.

sağımdan, solumdan bankalar, mağazalar sanki hafifçe solarak akıyor. tam seymenler parkı’nın orada bir adam koluma girdi, aman demeye kalmadan bir diğeri öteki kolumdan tuttu. anladım. annem görüşüme gelir, peki pelin bekler mi? bir daha onun boynunu koklayamayacağım fikri varlığımı esir alırken arka arkaya defalarca, “ben mustafa kalkanlı, gözaltına alınıyorum,” diye bağırdım. orta yaşlı bir adam, “bırakın çocuğu,” diye tutturdu ama bir yerlerden çıkan bir başka adam onu itekledi. yaşlıca bir kadın, “kimsiniz siz, bırakın çocuğu, allah belanızı versin,” diye bağırdı. kızın biri, “mustafa, ailenin telefonunu ver,” dedi. bak bu iyi fikir. sanki bir sloganmış gibi,  “sıfır beş yüz otuz üç, dört yüz altmış beş, kırk bir, kırk bir,” diye bağırdım. kolumu arkaya büken denyo, “kırk bir kere maşallah,” dedi. o karmaşa içinde, biraz geride duran bir kadının telefonuyla bütün olanları kaydettiğini ve bana belli belirsiz gülümsediğini gördüm. bir saat önce içimi kaplamış olan kimsesizlik pılısını pırtısını toplayıp gitti. son bir kez, “ben mustafa kalkanlı…” diye bağırmaya çalıştım.

başıma gelen macera filminde ağzımı kapatıp başıma bastırarak arabaya itekliyorlardı. ulan, keşke zafer işareti yapsaydım.

 

---------------------------

Bunu okuyan bunu da okudu

sıfır beş yüz otuz üç, dört yüz… – I“Bir gün Lizbon’a trenle gideriz belki…”Sessiz kalamayız!

1 Ocak 2014 Çarşamba

Ne gidiyor belli de, ne geliyor acaba?

Sorulara soru eklemek, herhalde bugünlerde kimseye çekici gelmiyordur. Felsefe, sorgulama, sora sora hakikate varma, derken varamama, derken zırt!

2013 çok şey getirdi. #Gezi’yi getirdi her şeyden önce. Bir korku, küskünlük ve atalet duvarının yıkılışıydı 2013. Ama giderken, ardında birçok sızıyı bırakmayı da ihmal etmedi, sızıya bağlı öfkeyi de.

Yaşam alanımız çevremizde olup bitemeyene ilişkin boşluklarla dolmuşken, kimsenin yeni bir şeyi merak etmeye hâli kalmadı, muhtemelen. Hele de ufuktaki 2014’ü. Bir es, bir mola.

Ne getirecek acaba şu yeni yıl? Ya da ne götürecek bizlerden? 2013 kadar götürecek mi? 2013’te yıkılan duvarın bir yenisini örmeye çalışacak mı? O da götürdüğünün ardından pişkin pişkin gerinecek mi? Hatta bir güzel geğirip, “pardon” bile demeyecek mi?

Gözyaşı dindirmek yerine, doğadan gasp ettiği Fön rüzgârlarını üzerimize üfleyip, ne kadar pınarımız varsa kurutmaya devam mı edecek, önceki yıllar gibi?

Kulak boşluğumuza, “Aman imajımız sağlam olsun,” kıvamındaki “piar” şiarından cümle dolgularını tıkanlara mı yarayacak daha çok, insan gibi söyleyecek sözü olanlara mı?

Zira o kulaklar “pop” etti artık, beyler.

Sizin yürekler hâlâ hop etmedi mi? Yeterince etmemiş, onu anladık.

***

Çok şeyden korktu bu yıl da bu eril otorite. Hele de edebiyattan. Korkusuna karşılık korkutmayı koydu gündeme, yine ve yine.

Ne haksızdı oysa. Ne saçma hezeyanlar içindeydi. Ne gereksiz kaygılarla tokatladı şu güzel insanları ve güzel cümleler kurma olasılıklarını… Sözle, edebiyatla tadil etmek dururken gergin ve bozuk ruhları, cümleleri ve kurucularını bozmayı tercih etti abiler, babalar, enişteler.

Mesela ahlak üzerine laklak ede ede ne ahlaksızlıklara mahal verildi de, siyasi atarın iler tutar yönü kalmadı.

Ama edebiyat, yenilmenin çok uzağındaydı yine. Edebiyat sayfalardan taşalı çok olmuştu. Gerektiğinde yine sokağa çıkmayı bildi. Kıvrak sözleri, cin bakan gözleri, şiiri ve dizeleriyle duvardaydı, kaldırımdaydı, kumaşta ve asfalttaydı.

Edebiyat, korkma hiç, dedi. Korkuyorsan, git bir ayıcığa sarıl, dedi. Olmadı karşındakine uzat kollarını, dedi. Ama o kolu kır ya da o gözü çıkar, hiç demedi. Okumayan, duyumsamayan, bunu hiç bilemedi.

***

2014, birbirimize doğru aştığımız yolda bir adım daha atmanın yılı olsun.

Konuşmayınca, hayatlar temas edemiyor. İfadeler susunca, beyzadeler giriyor devreye. Bu çağda olmuyor artık, “beylik” hiçbir şeye ihtiyacımız kalmadı. Daha iyi fark ettik.

Birbirimizi görmek, anlamak ve var etmek için aramıza koyduğumuz haklı mesafe, ilk yakınlaşmayı mümkün kılan o güven kıvılcımı çakmadan kapanmıyor. En iyi ihtimalle, uzaktan izliyoruz birbirimizi. Uzağımızdaki gerçeğin bizi ırgalamaya başlamasıysa, çoğumuzun henüz bünyesine yedirmediği bir duyarlılık. 2013’te bu duyguyu ilk kez tadanlarımız var, çok da yakınımızdalar.

2014’ün 2013’ü hafızalardan silmemesi için çaba göstermemiz şart.

O yüzden bu yıl bir adım daha atalım. Başta kendimize, sonra da ötekine doğru. Yakınlaşalım.

Söylemlerin önüne anlayış koyma egzersizlerini eksik etmeyelim. Temas arttıkça, tutarlılık da artacak. Kesin bilgi.

O tutarlılık da, yaşama daha güçlü tutunmamızı sağlayacak. Bu güç, iyi güç.

Ve geriye şunu demek kalacak: Herkese mutlu yıllar.