31 Mayıs 2016 Salı

001 Güvercinler Kralı

“Güvercinleri ürkütüyorsun!”

Yine başımız belada bu kaçık ihtiyarla. Kaç kere dalaştık.

Güvercinleri kaçırıyorsun, ekmek paramla oynuyorsun diye, geldiğim günden beri kafayı bana taktı. “Koskoca camii avlusu hepimize yer var! Hem, burası senin malın mı?” dedim, diklendim.

Baktım, ben diklendikçe o daha da çirkefleşiyor, bu sefer alttan aldım.

“Teyzeciğim,” dedim, “bak, herkesin ekmek parası. Sen güvercinlere yem sat, ben simitlerimi satayım. Sana ne zararım var benim?”

“Olmaz,” dedi, başka bir şey demedi. Simit, diye bağırdıkça kaçışıyormuş hayvanlar, ben buraya geldiğimden beri avludaki güvercin sayısı yarıya inmiş. Miş de miş. Benimle ne alıp veremediği var anlamadım. Eskisini bilmem ama bir aydır buradayım, güvercinler hep aynı. Çok yani. Belki bin, iki bin. Aman canım, sayısını nerden bileyim! O nerden bilsin! Uyduruyor işte cadı karı.

Nereye gitsen başka bir dert. Bundan önce çay bahçesinin karşısındaki meydanda ne rahattım. Bir yıldan fazla, karışan, ilişen olmadı. İşler de iyiydi. Tabladan kurtulup cam bir el arabası aldım. Şimdi artık rengi solmuş o kuşları kendi ellerimle boyadım. Seyyar satıcıların içinde en afili benim arabamdı. Pamuk helvacı kıskandı da aynısından yaptırmaya kalktı. Artık kime boyattıysa, onun arabasındaki kuşlar benimkilerin yanında bülbülün yanındaki kelaynak gibi kaldı. Şimdi durduk yerde kelaynaklara da kötü laf etmek istemezdim, yazık yani nesli tükeniyormuş ama aklıma başka çirkin kuş gelmedi. Ha buldum, karga diyelim. Onun arabasındakiler aynı kargaydı işte.

Arabam öyle rengârenk, işler de çiçek gibi olunca meydan öyle güzeldi ki, güneşle ay çarpışıp günün rengi iyice kararıncaya kadar, bulunduğum yerden ayrılmazdım.

Sonra ne olduysa, o uğursuz pamuk helvacı, arabayı boyattıktan sonra oldu. Birden belediye zabıtasının biri başımıza bela kesildi. Yeni tayin olmuş, dediler. Hepimizi kovalıyor, bir ona ilişmiyor. Uzaktan akrabası mıymış neymiş.

Bir gün yolunu kestim.

“Bak,” dedim,  “simitle pamuk helva birbirinin yerini tutmaz. Yani insanlar simidi karın doyurmak için alır, pamuk helvayı tatlı niyetine. Önce karınlarını doyuracaklar ki, üstüne tatlı yesinler. Yani ben senin işini azaltmıyorum, aksine faydam var.”

“Git işine,” dedi. Dinlemedi bile.

Ondan sonra, herkes gibi ben de kendime başka bir meydan bakındım. Bula bula bu caminin avlusunu buldum. Baktım, başka da simitçi yok, gidip bir köşede de ben dikildim. Çarşının girişine açılan bir altgeçit var. Vapurdan inip otobüs duraklarına, çarşıya baharat, kahvaltılık almaya gidenler altgeçidin camiye açılan girişinden geçer diye, oraya yanaştım. Merdivenlerin üstündeki sac levhaya güneş vurdu mu, durgun bir gölün yüzü gibi ışığı yansıtıp insanın gözlerini kamaştırıyor. Burada da rızkımızı çıkarırız, diye düşündüm. Evde iki asilzade var ne de olsa. Annemle ablam. Biri kendini kraliçe, öbürü prenses zannediyor. Onlara yiyecek götürmek, gerektiği gibi eylemek gerek.

Şizofreni genetikmiş, öyle dedi doktor. Bir evde iki kişiye birden piyango çıkar mı? Çıkıyormuş demek. Yapacak bir şey yok. Hayat insanın karşısına değiştiremeyeceği şeyler çıkarıyorsa, durumu iyi tarafından görmek lazım; her akşam bir saraya gidiyorum ben. Bir kral gibi karşılanıyorum. Annem eski bir hasır şapkadan yaptığı tacıyla, kardeşim sırtına bağladığı eşarptan bozma peleriniyle evde kraliyet ailesinin birer ferdi olarak yaşıyorlar.

Aklımdan bunlar geçerken, cadı kadın tepemde bitiverdi.

“Bana bak,” dedi elindeki sopayı sallayarak, “sen buraların kralı mısın?”

“Evet,” dedim gülerek, “ben güvercinlerin kralıyım.”

001 Güvercinler Kralı yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Sinek Kral!

Spymonkey huzurunuzda! Ah pardon, Shakespeare demek istemiştik. 20. İstanbul Tiyatro Festivali, bize Tim Crouch’un yönettiği ve Spymonkey topluluğunun dört elemanının sunduğu Shakespeare’in Bütün Ölümleri / The Complete Deaths’i sundu. Kendi devrinin seyircilerinin, komedileri kadar vahşi trajedilerini de sevdiği üstadın oyunlarındaki bütün ölümlerden oluşan bir oyun! 75 tane ölüm…

İnsan böyle oyunları görmeden tam olarak neler olup bittiğini anlamıyor. Ben de her şeye hazır olmama rağmen, Titus Andronicus’taki karasineğin kahraman olduğunu anlamamıştım. Ölümden paçayı kurtaramamış, ama star olmuş! Ölüm sayısı da 74’ten bir yukarı atlayıp 75’i bulmuş. Bunların 14 tanesi, Game of Thrones’a rahmet okutan Titus Andronicus’ta. Hesaplarını da, sahnenin bize göre solunda oturan ve önündeki notlarla meşgul görünen hanım, Lady Death tutuyor. Kırmızı ışıklı bir skorborddaki 75 sayısıyla başlıyoruz, birer birer, bazen müthiş bir hızla, azalıyorlar.

Bütün Ölümler’e büyük beklentilerle gittim, beklediklerimi de buldum. Ama bu kadar komik olacağını sanmamıştım doğrusu. Hele William Shakespeare’in oyunlarını bilenler için daha da komik… Spymonkey kadrosundan Aitor Basauri, Stephan Kreiss, Petra Massey ve oyunun aynı zamanda sanat yönetmeni olan, özgün müziğini besteleyen Toby Park, ülkelerinde niçin bu kadar tanınıp sevildiklerini gösteriyorlar. Toby Park, hani şu ikide bir antikapitalist, burjuva sınıfı karşıtı hayat dersleri vermeye kalkışan ukala entelektüel. Hani arkadaşları en son ondan bıkıp topluluktan atmışlardı da, Aitor’un daha önce sahneye çağırdığı Omar’la Spymonkey Turkey’i kurmasını tavsiye etmişlerdi. Anlaşılmadıysa eğer, Omar birinci sırada oturan bir seyirci. Birinci sırada oturmanın faydaları diyeceksiniz, ama kimimiz de plastik sopayla dayak yedi.

Oyuncularımızdan Stephan (kendi adlarıyla oynuyorlar) Petra’ya âşık. Karşılık bulamıyor, ama “Oh olsun!” diyoruz. Çünkü Shakespeare diye biri olmadığını, onun aslında Kevin Bacon olduğunu söylemişti. Toby de hemen düzeltti: “Francis Bacon!” Aitor ille de iyi bir Shakespeare oyuncusu olma arzusunda. Ekranda görünen Shakespeare ona cesaret veriyor, “Şişman değilsin, sadece şişman görünüyorsun,” diyor. Oysa düpedüz şişman, üstüne üstlük, bir de İspanyol. Petra’nın tek derdi, Bütün Ölümler’de Ophelia’yı oynamak. Ne yazık ki, antikapitalist, burjuvazi düşmanı ve AB karşıtı Toby önünü kesiyor: Ophelia yok! Zavallı Petra, oyunun sonuna kadar Ophelia olmak için debeleniyor. Toby ise, malum, Spymonkey’nin derinliği, anlamı olmayan bir komedi grubu olmasını engellemeye çalışıyor. Aklı fikri mücadeleye davet için anlamlı bir mesaj vermekte: Bir mesaj, bir mesaja krallığımı veririm!

Böylece III. Richard’a değinmişken, hemen intiharlara geçelim, dolayısıyla da Markus Antonius’a. Mısır ve Roma İmparatorlukları’nı birleştirip muradına eremeyen Markus Antonius’in intiharı, oyunun en uzun bölümlerinden biriydi. Onu oynayan Toby Park, uzun süre boğazında hançerle dolaştı. Kabahati yok gerçi, bu Shakespeare’in en uzun intiharıymış, tam 110 dize. Toby vakit geçsin diye susuyor, hepimizi de düşünmeye davet ediyordu.

Shakespeare’in Bütün Ölümleri’nin sahnelerini uyarlayıp oyunu yöneten Tim Crouch (I, Malvolio, An Oak Tree, Adler & Gibb), yapım şirketi Spymonkey ile ilk kez bu oyunda ortak olmuş, oyunun tasarımını da Spymonkey’nin gedikli elemanı Lucy Bradridge gerçekleştirmiş. Crouch, 74 ”insan ölümü”nün hepsini saptamak için her oyunu birkaç defa baştan aşağı taradığını söylüyor. Öyle ki, Titus Andronicus’taki 75. ölüm sahnesinin kahramanı olan karasinek de bu titiz aramadan kurtulamamış.

Öte yandan, Tim Crouch ile Spymonkey, birbirlerinden çok farklı olsalar da, birlikte çalışmaktan hoşnutlar. Oyunun özgün müziğini de besteleyen Sanat Sorumlu Müdürü Toby Park, Crouch’un büyük bir Shakespeare âlimi olduğu görüşünde. Eserler hakkında müthiş bilgisi olduğunu söylüyor. Park’a göre, oyun da müthiş olmuş. Eh, bize göre de öyle. Crouch ise, esas meselenin “iki ayrı tarzın bir araya gelmesi” olduğu görüşünde. Farklı bir iş disiplinine sahip Spymonkey elemanlarıyla çalışmakta başlangıçta hayli zorluk çekmiş. Buna rağmen, dört oyuncunun harikulade fiziksel becerilerini övüyor ve oyunu şöyle niteliyor: “Çılgın bir oyun, alıştığımız hiçbir şeye benzemiyor.” Gerçekten de öyle.

Antonius’un bitmek bilmez ölümü bir yana, kendisini öldürecek birini ararken onların ölümüne kazayla neden olan Brutus’ünkü de hiç fena değildi. Juliet ile Romeo’sunun (Petra ve Aitor) ölümlerini görüp de bu sahneyi gözyaşlarıyla hatırlayacak biri olduğunu sanmıyorum. Kaldıysa da eğer, Stephan’ın sinek kostümüyle gelip sahneye dahil olması, bu duyguları siler atar. Ama bence en iyisi Kleopatra. Mısır’ın incisi, ölümü çağırırken, yan kapılardan sahneye üç kobranın (elleri yılanbaşı makyajlı Aitor, Stephan ve Toby) girip onu sokacaklarını, hatta daha da fazla sokmak için kovalayacaklarını düşünmemişti herhalde.

Shakespeare’in 400’üncü yılını onun Bütün Ölümler’iyle kutlamak harika bir fikir. Tek sorun şu: Artık trajedilerini izlerken, ne kadar vahşi olurlarsa olsunlar, kendimizi tutamayıp güleceğiz.

Sinek Kral! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

26 Mayıs 2016 Perşembe

Hevesli ve zarif kadın hikâyeciler şu taraftan!

Resim yapmaya, yazmaya, akşamları saat dokuzda çay yerine kahve içmeye kararlıydık.Her şey yeni, her şey başka olmak zorundaydı.Her şey denendi.Virginia Woolf

“Yazmak için kendinize nasıl bir ortam hazırlıyorsunuz?” diye soruyor telefondaki kadın sesi. “Hiç…” diye yanıt veriyor Tomris Uyar.

“Her yerde yazabilir misiniz?”

“Her yerde yazabilirim, maalesef. Bunun için çok üzülüyorum çünkü bir odam olsa yani kapısını kapatabileceğim, içinde yığıntılı, döküntülü ya da işte ne bileyim karalamalı şeylerimi bırakabileceğim, çıkıp gidebileceğim fakat sonra döndüğümde aynı şekilde bulabileceğim bir odam olsaydı çok sevinirdim. Oysa benim hiçbir zaman bir odam olmadı.”

Virgina Woolf’ün Kendine Ait Bir Oda isimli kitabını okurken yıllar evvel dinlediğim kısa bir Tomris Uyar röportajı canlanıyor kafamda. “Benim hiç odam olmadı,” diyor Tomris Uyar, buruk bir sesle. “Hâlbuki bir odam olsaydı…”

Hayır, başından söyleyeyim, bu yazımın kadın yazarları irdeleyen feminist hareketle hiçbir ilgisi yok. Ama kitaba başladığımdan beri “Kadınlar,” diye düşünüyorum, “Kadın yazarlar –ki bu söylem bile başlı başına bir tuhaf geliyor kulağa– kendilerine ait bir oda isterler, bu doğru. Yazı yazmak, daha farklı bir meseledir sanki onlar için. Söz gelimi daha bir hazırlıklı başlarlar yazmaya. İyi kitaplar okumuş olurlar ve yazmaya karar verene kadar da ciddi bir hesaplaşma yaşarlar kendileriyle. Bu gerçeği de Tomris Uyar’dan işitmiş, hak vermiştim bir vakitler. Ne var ki, bugün bile hâlâ değişmeyen ve bir türlü dönüşemeyen bazı şeyler var. Öyle ki dünya kadına, erkeklere dediği gibi, “İstersen yaz, umurumda değil,” demiyor. Dünyanın bir yanı hâlâ ve hâlâ, kaba kaba gülerek, “Yazmak mı?” diyor kadına. “Yazman ne işe yarıyor?”…

Kabul etmek gerekir ki, günümüzde kadınların edebiyat dünyasındaki varlıkları gitgide anlam kazanıyor. Ama bu durum onlara tam manasıyla bir kolaylık da sağlamıyor. Eril söylemlerin altında ezilmiş nice konu var çözülemeyen. Tek mesele kendine ait bir odadan ibaret değil yani. Bir erkeğin kaleminden çıkma karakterler, kadınların yarattığı karakterlere nazaran daha özgürler ve kendi kaderlerini gönüllerince çizebiliyorlar. Oysa Aslı Tohumcu’nun da dediği gibi, bugün bile romanda kadının adı yok, hâlâ… Kadının edebiyattan daha gerekli meseleleri olduğu düşüncesi yaygın… Hâl böyle olunca, kendine ait bir oda ne ola ki?

Şimdi, yazımın tam da bu dönemecinde, özellikle hevesli ve zarif kadın hikâyecilerimizi şöylece buyur edivereyim konuya. Bakın, Woolf nasıl sesleniyor bizlere, biraz yorgun fakat çokça hevesli kalemlerimize;

“Sevgili Hanımlar,

Siz siz olun, hiçbir insanın manzaranızı kapatmasına izin vermeyin. Asıl gerçeğinizin erkek ve kadın dünyasıyla değil, sözcüklerin dünyasıyla olduğunu daima ama daima hatırlayın!”

Yazı yazmanın çoğu zaman soyut manada insanın belli ve sabit bir evi, yurdu olmadan durmaksızın gezinmesi, dünyanın başka başka kavşaklarında ikamet etmesi olduğuna inandım hep. Değil mi ki düşünceler gibi sözcükler de gezgindir ve bu yolculukta herhangi bir güzergâh, belirli bir mecra yahut öyle keskin sınırlar falan da yoktur. Toplumların ve kültürlerin dayatmaları her ne olursa olsun bu hikâye kadın kalemler için de böyledir, değişmez. Ve inanıyorum ki, dünyanın neresinde olursa olsun kadın kalemler, daima ama daima direngendir. İşte bu yüzden sevgili hanımlar; biz biz olalım, hiç kimsenin manzaramızı kapatmasına, bizleri evcil haritalar içine gömmesine izin vermeyelim. Bizim gerçeğimiz ne kadın ne de erkek dünyasıyla. Bizim yegâne gerçeğimiz sadece sözcüklerin dünyasıyla…

Zaman zaman eril söylemlerin gölgesinde öfke nöbetlerine tutularak, içimizdeki kırgınlıkları hiçe sayarak yola devam etmeye çalışıyor olsak da bizler gene de ama gene de kalemlerimizin uçlarını parlatmaya hazırız her daim. Kim ne derse desin, gelin, biz bir kalemde boş verelim bütün bunları. Tomris Uyar’ın deyişiyle, hiç olmadı çekelim kapıyı gidelim, ya da ne bileyim evdeki bütün patlıcanları kızartalım gitsin, düşünmeyelim…

Şimdilik bana müsaade. Zira ocakta yemeğim, zihnimde hikâyeleşmeyi bekleyen sözcüklerim ve tarladaki ekinler gibi biçilip harmanlanmaya hazır düşüncelerim var.

Dilerim gün, güneşli ve umutlu bir perşembe olarak konuversin burnunuzun ucuna. Muhabbetle…

Hevesli ve zarif kadın hikâyeciler şu taraftan! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Plazanın camlarından görünen

Geleneksel sektörlerin dijital dönüşüm olgusuna yaklaşımları, mahallede olan biteni evinin penceresinden kayıtsızlıkla izleyen bir apartman sakini kıvamında

Geçtiğimiz günlerde başkanlığını yapmakta olduğum Dijital Dönüşüm Derneği olarak düzenlediğimiz Siber Ödeme Forumu etkinliğinde ödeme sistemlerindeki yenilikçi trendleri konuştuk, tartıştık. Önümüzdeki dönemde finans sektörünü radikal biçimde etkilemesi beklenen son yılların en tartışmalı finansal inovasyonu BitCoin ve türevi siber ödeme alternatiflerinin de ele alındığı etkinlikte, özellikle BitCoin gibi arkasında herhangi bir finansal kurum bulunmaksızın tamamen kullanıcılar arası güvene dayalı işleyen kripto para sistemlerinin mevcut finansal düzen içinde nasıl kullanılabileceği ve finansal kurumlara ne avantajlar sağlayabileceği teknolojik, finansal, düzenleme ve hukuksal yönleriyle konuşuldu, tartışıldı. Etkinlikteki sunum ve tartışmalarda aldığım notlardan bana ilginç gelen ve önümüzdeki dönemde hayatımızda etkili olabileceğini düşündüğüm kimi hususları sizlerle da paylaşmak isterim.

Öncelikle, BitCoin’in gelişim sürecini yakından izleyen dünya finans sektöründeki büyük oyuncuların, sistemin güvenliğini mevcut ödeme sistemlerin hemen hepsinden çok daha güvenli hale getiren BlockChain şifreleme altyapısını kendi sistemlerine uyarlamak üzere R3 CEV adlı bir proje konsorsiyumu oluşturulmuş. Aralarında Barclays, Bank of America, Deutsche Bank, INGBank gibi bankacılık ve Societe General ile J.P. Morgan gibi finans devlerinin bulunduğu 42 sektör oyuncusunun bir araya gelerek kurduğu bu konsorsiyum, “kullanıcılar için güvenli, aracısız ve ekonomik bir ödeme süreci” için tüm sektöre yönelik kurumlar arası standartlar oluşturmak için kolları sıvamış durumda. İstanbul Finans Derneği Başkanı Oğuzhan Çetinkaya’ya göre, gelen Tsunami’yi deniz kenarında kamerayla kaydetmek için bekleyen turist misali, günümüz dünyasında bu konuda hala bir strateji oluşturmamış kurumların  bu dev inovasyon dalgaları karşısında tutunabilmeleri giderek zorlaşacak.

Bir diğer önemli gelişme ise, BitCoin’in aracısız ve güvenli işleyişi, sadece para transferi ya da ödeme ile sınırlamadan onun da ötesinde alıcı ile satıcı arasındaki tüm ürün ve hizmet alışveriş için olanaklı hale getiren Ethereum adlı akıllı hizmet sistemi. Coin Turk kurucusu Levent Kurt, Ethereum ve türevi sistemleri sayesinde alıcı ile satıcının İnternet üzerinden aracısız buluşup herhangi bir finansal kuruma ihtiyaç duymaksızın aynen nakit ödeme gibi alışveriş yapabileceklerini ve bu sistemlerin ödeme dışında kimlik, pasaport gibi güvenlikli kişisel bilgi denetimi yapılabileceğini, müzik, film gibi telif ödemelerinin izleyici ile sanatçı arasında doğrudan ve anında gerçekleşeceğini ve telefon, elektrik, su, vergi gibi tahsilatlarının ne çok önce ne de çok sonra değil ama tam kullanım anında ve mikro seviyede yapılabilmesinin olanaklı hale geldiğini söylüyor.

Kuşkusuz Ethereum ve türevleri, sadece ulusal değil, onun da ötesinde küresel ürün ve hizmet alımlarında da kullanılacak. Alıcı ile satıcı arasında akıllı kontrat denen ve basit bir siber alım anlaşması gerektiren işleyiş sayesinde, alıcı tarafına “tam zamanında ve kullanım oranında ödeme”, satıcıya da “sattığı kadar ve anında tahsilat” avantajları sağlayan bu inovasyonlar, halihazırda tüm bu alım-satım sürecine aracılık eden ve hala mobil cüzdan gibi hızla eskiyecek teknolojilere odaklı kredi kartı firmaları, bankalar, telekom operatörleri ve hatta Apple Store, Amazon gibi firmalara bile rakip olacak; hem de kısa bir zaman içinde…

Peki finans ve bankacılık sektörü bu gelişmeler karşısında ne yapıyor?

Yanıtım “hiç bilmiyorum” şeklinde. Bilemiyorum çünkü ne bu son etkinlikte, ne de son birkaç yıl içinde yapılan ilişkili herhangi bir etkinlikte ilgili sektörlerden çok sayıda katılımcı göremiyorum. Onlar kendi geleceklerini tayin edecek bu yıkıcı gelişmelere kayıtsız kalırken bu ve benzeri etkinlikler ise, bu yeni dünyayı iyi bilen ve oradaki geleneksel işleyişi yıkıcı biçimde yenileme azmindeki genç kuşak girişimciler tarafından doldurulmakta. Evinin konforlu havasına kapılıp mahalledeki kentsel dönüşümün geç farkına varan apartman sakini misali olup biteni ofislerinin penceresinden kayıtsızlıkla izleyen finans ve bankacılık sektörü, zamanının çoğunu sokakta geçiren işte bu genç girişimcilerin inovasyonlarıyla sarsılacak.

“Aç kapıyı, buradayım.”

Bir bahar gününde dünya büyük bir yazardan yoksun kaldı. Romantik Çağ’ın şair, romancı ve oyun yazarı Victor Hugo, 22 Mayıs 1885’te Paris’te öldü. Ülkesinde esas olarak şiirleri ve oyunlarıyla tanınırdı. Pek çok şiir kitabı arasında en iyi eleştiriyi alanlar Les Contemplations ile La Légende des siècles’ti. Fransa dışında ise en sevilen romanları Les Misérables / Sefiller (1862) ile Notre-Dame de Paris / Notre Dame’ın Kamburu oldu (1831).

Hugo’yu en çok neyle tanırsınız? Notre Dame’ın Kamburu’ndan, belki de onun çizgi romanı ya da anime filminden mi? Hugo hakkında yazan pek çok kişi, en iyi romanının, toplumsal sorunları en fazla deşen kitabının bu olduğunu düşünüyor. Quasimodo, kendisinin olduğu gibi, tüm yoksulların, hatta o dönem Paris’inin toplumsal sorunlarını ortaya serer diyorlar.

Ama belki de Hugo’yu, Sefiller / Les Misérables’ın Hugh Jackman’lı müzikal uyarlamasından hatırlıyorsunuzdur… O kitap da toplumsal sorunlar konusunda hiç fena değildir. Yazar kendisi şöyle demiş: “Toplumsal sorunlar sınırları aşar… İnsanların cahil ya da umutsuz olduğu, kadınların ekmek parası için kendini sattığı, çocukların bilgi edinecek bir kitapları ya da sıcak bir ocakları olmadığı her yerde ‘Sefiller’ kapıyı çalar ve der ki: ‘Aç kapıyı, buradayım.’”

Romanın dörtte birinden fazlası (bir baskıda 2,783 sayfanın 955’i) ahlâki bir konuyu ele alan ya da Hugo’nun ansiklopedik bilgisini ortaya seren, ama olay örgüsünü, hatta bir alt-örgüyü ilerletmeyen denemelere ayrılmıştır. Oysa Hugo, hem Notre Dame’ın Kamburu’nda, hem de Les Travailleurs de la Mer / Toilers of the Sea’de bu yönteme başvurmuştu.

Biz gene de Sefiller’e dönelim isterseniz. Belki de hiç durmaksızın uyarlamaları yapıldığı için, Victor Hugo deyince aklımıza hemen o geliyor. Oysa Hugo, ülkesinde hem romanlarından fazla şiirleriyle bilinir, sevilir; hem de bir numaradaki romanı Sefiller değildir. “Filmler sayesinde,” diyecekseniz hemen hatırlatalım ki, kitabın uyarlamaları arasında, TIME dergisinin ilk 10’unun ikinci sırasında bir radyo uyarlaması var. 9. sırayı ise YouTube ve The Simpsons parodileri almış. Fransız, İngiliz, Amerikan filmleri, televizyon filmleri ve bir tane de “Sefiller Konseri, 1995 performansı ve TV şov” var ki, TIME listesinde 3. sırada. Bir müzikal de var, ama 2012 yapımı bu film ilk 10 listesinde yok: Tom Hooper’ın Les Misêrables’ı. Çünkü TIME’ın eleştirmeni de bu filmi beğenmeyenler arasında yer alıyor.

Bütün bunların arasında benim aklım en çok, 2 ve 3. sırada kaldı. 3’te, bir konser-performans-şov DVD’si var. İzleyen herkese, Sefiller’in şarkı söyleyen aktörler değil, gerçek şarkıcılar gerektirdiğini hatırlatıyormuş. Özgün Barbican ekibinden Colm Wilkinson (Valjean), Michael Ball (Marius) ve Alun Armstrong (Thénardier); ilk Broadway kadrosundan Judy Kuhn (Cosette) ve Michael Maguire’a (Enjolras) ek olarak çeşitli milletlerden müzisyenler yüreklere ferahlık veriyormuş. “İşte,” diyorlar, “Özgün Sefiller bu!” Oyun bittikten sonra alkışlar üzerine sahneye gelen, dünya prodüksiyonlarından 17 Jean Valjeans da cabası!

İkinci ise, büyük Orson Welles’in bir radyo uyarlaması, 1937 tarihli radyo serisi Sefiller. Welles’in en meşgul olduğu yıllar. Bir önceki sezonda Broadway’de dört oyun sahneledi. 1937-38 sezonunda dört oyunla daha TIME’da kapağa çıktı. Sonra, gene radyoda, The War of the Worlds / Dünyalar Savaşı ile insanları uzaylıların geldiğine inandırarak olay çıkardı. 23 yaşındaydı. 22 yaşındayken de, yaz aylarında, 23 Temmuz’dan 3 Eylül’e kadar pazar akşamları sunulan yarım saatlik yedi bölümde Sefiller’i sundu ve Jean Valjeans’ı oynadı. Rollerin çoğunu kendi tiyatrosu Mercury’den oyuncular üstlenmişti. Listenin bir numarasını merak ettinizse, o da 1933-34 yapımı bir Fransız filmi: Les Misérables.

Hepimizin üzerinde buluştuğumuz Hugo eseri olduğunu düşündüğüm Sefiller’de yazarın hayatından da yansımalar var. Hugo 1841’de, bir fahişeyi saldırı suçlamasıyla tutuklanmaktan kurtarmıştı. Valjean’ın romanda Fantine’i kurtardığı bölümde, kendisinin polisle diyaloğundan da kısa bir bölüm kullandı. 22 Şubat 1846’da, Sefiller üzerinde çalışmaya başladığında, bir ekmek hırsızının tutuklanmasına tanık olmuştu. Bir düşes ve çocuğu da olayı arabalarından acımasızca izliyordu. Bir kez tatile gittiği Montreuil-sur-Mer, romandaki kenti için Hugo’ya model oluşturdu.

Onun dönemindeki olayları adeta Fransız Yeni Dalga’sının barikatlarına bağlayan deneyimleri de var. 1832 isyanı sırasında Paris sokaklarında yürürken birkaç noktada yolunu kesen barikatları görmüş ve silah ateşinden kaçıp sipere sığınmak zorunda kalmıştı. 1848 Paris Ayaklanması’na ise daha doğrudan katkıda bulundu. Ne de olsa, şair, yazar ve ressam olmanın yanı sıra (çok beğenilen 4 binden fazla çizimi vardı), idam cezasının kaldırılması gibi toplumsal sorunlar için kampanyalar yürütmüş birinden söz ediyoruz. Gençliğinde kraliyet yanlısıyken, zamanla görüşleri değişti ve tutkulu bir cumhuriyet destekçisi oldu.

Victor Hugo, Sefiller’in anlatıcısına bir ad vermemiş ama bu anlatıcı ile roman yazarının aynı kişi olduğunu düşünmemize izin veriyor. Hatta, anlatıcı zaman zaman kendini anlatıya dahil ediyor. Ya da, tarihsel olaylar da naklettiği anlaşılsın diye, kendi zamanı dışından olayları hikâyeye dahil ediyor.

İster kitap, ister film, neyle isterseniz olsun ama, şu güzel mayıs gününde Hugo’ya bir selam yollayalım, hadi!

“Aç kapıyı, buradayım.” yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Müzeler el çırpıyor!

Bu hafta Dünya Müzeler Günü var. 18 Mayıs’ta hem dünyanın her yanındaki müzeler, hem de müzeleri ziyaret etmekten mutluluk duyan insanlar bu günü kutlayacak. Her yıl bu gün için bir tema da belirleniyor. Uluslararası Müzeler Konseyi ICOM tarafından 2016 yılı için belirlenen Müzeler Günü teması “Müzeler ve Kültürel Peyzajlar”. Bu tema, aynı zamanda 3-9 Temmuz arasında Milano’da gerçekleştirilecek ICOM Genel Konferansı’nın da teması olacak. Oysa bizim çocukluğumuzda, müzeleri sevip sevmeyeceğiniz, biraz da sizi götüren, birlikte gittiğiniz kişilere bağlıydı. Şimdi bu tema müzelerin sadece koleksiyonlarına değil, çevrelerine, şehirlerine, köylerine ve ait oldukları topluluklara karşı sorumluluklarının da altını çiziyor. Diyor ki, bütün müzeler insanlar ile çevreleri arasındaki bağları güçlendirsin.

Böyle toplantılar, konferanslar, temalar bize çok da gönül çelici gelmeyebilir ama, bu tür ulusal ve uluslararası çalışmalar sonucunda müzelerin geldiği yeri seviyoruz. Şehrimizin bir parçası olmalarını, bizimle birlikte büyümelerini de. Onları ziyaret edemeyeceğimiz kadar uzaktaysalar eğer, dünya kültürüne, dolayısıyla bize yaptıkları katkılar için sevinip el çırpıyoruz. Hemen yanımda bir Liverpool limanı resmi var. Topal topal dolaştığım o güzel, koca liman ve içindeki sevdiğim, andaçlar edindiğim müze: Tate Liverpool. Gündelik hayatın her parçasına ait bir şeyler içeren, restoranını da çok beğendiğim müze. Biraz da, hep Liverpool ile aynı nefeste anılan dört genç müzisyen yüzündendir belki. Liverpool, Beatles’ı bugün de yaşatıyor.

Hiç görmeden çok sevdiğim müzeler de var ama. Gerçi hiç görmemiş sayılır mıyım, bilmiyorum. Görselliğin bunca baskın olduğu bir dünyada; sinema, televizyon, internet kanalıyla bazen öyle bir görüntü sağnağında kalıyoruz ki, adım atmadığımız yerleri tanıdığımızı sanıyoruz. Örneğin, ben Londra’ya ilk gidişimde tanıdığım, adım adım dolaştığım bir yerdeyim sanmıştım. Yağmur inatla yağmadığı halde. St. Petersburg’u görünce böyle bir duyguya kapılmam herhalde. Ancak, Alexander Sokurov’un harikulade filmi Russian Ark sayesinde, herhalde Hermitage Müzesi’ni çocukluğumdan beri ziyaret ediyormuş gibi olurdum. Ama en aşina olduğum müze Louvre olsa gerek. Sadece hareketli görüntüler değil, kitaplar ve resimler sayesinde ve çok sevdiğim eski ressamları yaşatan tablolar hürmetine… Dünyadaki diğer müzelerin başında ise, İKSV’nin tasarım mağazasındaki ürünlerin de etkisiyle, MoMA gelir benim için. Kendimi basbayağı MoMA ile canlı bir ilişki içinde gibi hissederdim. Ne yazık ki, artık mağaza yok, internet kanalıyla ulaşılıyormuş. MoMA, yani Museum of Modern Art / Modern Sanat Müzesi yaratıcılığa alkış tutan, bize esin sağlayan bir müze. Olağanüstü sergileri ve modern eser koleksiyonu, ona diğer büyük müzeler arasında farklı bir yer sağlıyor. Hem de eğlenceli…

Buralara gelince, herhalde okuldayken Ayasofya’ya ve özellikle de Topkapı’ya götürülmemiş çocuk yoktur. Öğretmenleri ya da ailesi tarafından. Benim şansıma, annem de, ilkokul öğretmenim İhsa Hanım da insanı böyle yerlere düşman etmeyip, tam tersine güzelliklerin ve tarih mirasının kıymetini bilmeyi öğretebilen insanlardı. O sayede de, buralardan suratımı buruşturup çıktığım olmadı hiç. Daha ileri yaşlarda gittiğim Arkeoloji Müzesi’ne, tarih, güzel, sanatlar ve edebiyat seven bir çocuk olarak, hayranlık duyarım.

Çocukluğumdan beri birkaç kez ziyaret ettiğim iki müze de, semtim Beşiktaş’taki Resim-Heykel Müzesi (aslında, Akaretler) ile merkezdeki Deniz Müzesi’dir. Denizi ve denizcileri severdik, en çok da çocukluğumuzun kahramanlık romanlarının eksikliği hissedilmeyen denizci kahramanları… Deniz Müzesi’ni nedense Beşiktaş’ın özel müzesi sayardım. Bazen hemen yanındaki Barbaros Meydanı’nda oynadığımız için belki. Şimdi ise, aramızda daha da derin bir bağ oluştu. Çünkü Deniz Müzesi artık seçkin klasik konserlere de mekân oluyor.

Kapılarını son yıllarda aşındırdığımız müzeler de var. Önce, özel bir müzeden, Rahmi Koç Müzesi’nden söz edeyim. Neler bulmadık ki burada! İcatlara hayat veren koleksiyon parçaları, çocukluğumuzun dükkânlarını hatırlatan dükkânlar, bir Türk filminde karada ve suda gittiğini gördüğümüz otomobil, vagonlar ve hepsi bir yana, Harry Potter’ın uçan arabası. İkinci kitaptan sonra müzeye geldi, hatta söyleşi yapmak için beni arabaya bile bindirdiler. Bir de uçsaydı daha iyi olacaktı ama, bu da yeter, dedim.

Diğerleri ise, adlarıyla bile bizi heyecanlandıran sanatçıların, geniş kapsamlı, uzun süreli sergilerini sunan Sabancı Müzesi (köşkün bahçesine de hayranım) ve İstanbul Modern ile Pera Müzesi. Bu ikisi, rahatlıkla özel film gösterim mekânları listesinin de tepelerinde yer alır. Özenle seçilmiş sergi konularıyla da öne çıkıyorlar. İstanbul Modern, özellikle gençleri müzeye ve sanata yaklaştıran mağazaları ve restoranıyla da dikkati çekiyor. Ama en çok, koskoca salonlarını, ışığını ve duvarlarını seviyorum. Öte yandan Pera Müzesi’nin modern sergi konularının, örneğin duvar yazıları sergisinin (hayranı olduğumuz genç-yaşlı sanatçı konuklarını unutamam) yanı sıra, Giorgio de Chirico gibi zengin sergiler ile müzik projelerinin de ayrı bir yeri var. Çok sevdiğimiz kafesi de ayrı bir artı.

Peki, müzecilik anlayışı genelde nereye gidiyor? “Müzelik” lafı bizi hâlâ korkutmalı mı? Yok, bambaşka bir dönemdeyiz. Modern müzeciliğin artık dört ana yaklaşımı var: Sanal Müze, Dokunulabilir Müze (Philadelphia “Lütfen Dokun” Müzesi; çocuklar için bir cennet), Mobil Müze (geçici sergiler, rehberli geziler, atölye eğitimleri vb.) ve Vakıf Müzesi (aklımıza hemen Smithsonian ve Guggenheim geliyor).

Herkesin seveceği bir müze mutlaka vardır. Müzecilik anlayışı geliştikçe müzeler de değişiyor zaten. Kendinize vakit yaratıp “Müzeler ve Kültürel Peyzajlar” temasını yerinde incelemeye ne dersiniz?

Müzeler el çırpıyor! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

10 Mayıs 2016 Salı

Plazanın camlarından görünen

Geleneksel sektörlerin dijital dönüşüm olgusuna yaklaşımları, mahallede olan biteni evinin penceresinden kayıtsızlıkla izleyen bir apartman sakini kıvamında

Geçtiğimiz günlerde başkanlığını yapmakta olduğum Dijital Dönüşüm Derneği olarak düzenlediğimiz Siber Ödeme Forumu etkinliğinde ödeme sistemlerindeki yenilikçi trendleri konuştuk, tartıştık. Önümüzdeki dönemde finans sektörünü radikal biçimde etkilemesi beklenen son yılların en tartışmalı finansal inovasyonu BitCoin ve türevi siber ödeme alternatiflerinin de ele alındığı etkinlikte, özellikle BitCoin gibi arkasında herhangi bir finansal kurum bulunmaksızın tamamen kullanıcılar arası güvene dayalı işleyen kripto para sistemlerinin mevcut finansal düzen içinde nasıl kullanılabileceği ve finansal kurumlara ne avantajlar sağlayabileceği teknolojik, finansal, düzenleme ve hukuksal yönleriyle konuşuldu, tartışıldı. Etkinlikteki sunum ve tartışmalarda aldığım notlardan bana ilginç gelen ve önümüzdeki dönemde hayatımızda etkili olabileceğini düşündüğüm kimi hususları sizlerle da paylaşmak isterim.

Öncelikle, BitCoin’in gelişim sürecini yakından izleyen dünya finans sektöründeki büyük oyuncuların, sistemin güvenliğini mevcut ödeme sistemlerin hemen hepsinden çok daha güvenli hale getiren BlockChain şifreleme altyapısını kendi sistemlerine uyarlamak üzere R3 CEV adlı bir proje konsorsiyumu oluşturulmuş. Aralarında Barclays, Bank of America, Deutsche Bank, INGBank gibi bankacılık ve Societe General ile J.P. Morgan gibi finans devlerinin bulunduğu 42 sektör oyuncusunun bir araya gelerek kurduğu bu konsorsiyum, “kullanıcılar için güvenli, aracısız ve ekonomik bir ödeme süreci” için tüm sektöre yönelik kurumlar arası standartlar oluşturmak için kolları sıvamış durumda. İstanbul Finans Derneği Başkanı Oğuzhan Çetinkaya’ya göre, gelen Tsunami’yi deniz kenarında kamerayla kaydetmek için bekleyen turist misali, günümüz dünyasında bu konuda hala bir strateji oluşturmamış kurumların  bu dev inovasyon dalgaları karşısında tutunabilmeleri giderek zorlaşacak.

Bir diğer önemli gelişme ise, BitCoin’in aracısız ve güvenli işleyişi, sadece para transferi ya da ödeme ile sınırlamadan onun da ötesinde alıcı ile satıcı arasındaki tüm ürün ve hizmet alışveriş için olanaklı hale getiren Ethereum adlı akıllı hizmet sistemi. Coin Turk kurucusu Levent Kurt, Ethereum ve türevi sistemleri sayesinde alıcı ile satıcının İnternet üzerinden aracısız buluşup herhangi bir finansal kuruma ihtiyaç duymaksızın aynen nakit ödeme gibi alışveriş yapabileceklerini ve bu sistemlerin ödeme dışında kimlik, pasaport gibi güvenlikli kişisel bilgi denetimi yapılabileceğini, müzik, film gibi telif ödemelerinin izleyici ile sanatçı arasında doğrudan ve anında gerçekleşeceğini ve telefon, elektrik, su, vergi gibi tahsilatlarının ne çok önce ne de çok sonra değil ama tam kullanım anında ve mikro seviyede yapılabilmesinin olanaklı hale geldiğini söylüyor.

Kuşkusuz Ethereum ve türevleri, sadece ulusal değil, onun da ötesinde küresel ürün ve hizmet alımlarında da kullanılacak. Alıcı ile satıcı arasında akıllı kontrat denen ve basit bir siber alım anlaşması gerektiren işleyiş sayesinde, alıcı tarafına “tam zamanında ve kullanım oranında ödeme”, satıcıya da “sattığı kadar ve anında tahsilat” avantajları sağlayan bu inovasyonlar, halihazırda tüm bu alım-satım sürecine aracılık eden ve hala mobil cüzdan gibi hızla eskiyecek teknolojilere odaklı kredi kartı firmaları, bankalar, telekom operatörleri ve hatta Apple Store, Amazon gibi firmalara bile rakip olacak; hem de kısa bir zaman içinde…

Peki finans ve bankacılık sektörü bu gelişmeler karşısında ne yapıyor?

Yanıtım “hiç bilmiyorum” şeklinde. Bilemiyorum çünkü ne bu son etkinlikte, ne de son birkaç yıl içinde yapılan ilişkili herhangi bir etkinlikte ilgili sektörlerden çok sayıda katılımcı göremiyorum. Onlar kendi geleceklerini tayin edecek bu yıkıcı gelişmelere kayıtsız kalırken bu ve benzeri etkinlikler ise, bu yeni dünyayı iyi bilen ve oradaki geleneksel işleyişi yıkıcı biçimde yenileme azmindeki genç kuşak girişimciler tarafından doldurulmakta. Evinin konforlu havasına kapılıp mahalledeki kentsel dönüşümün geç farkına varan apartman sakini misali olup biteni ofislerinin penceresinden kayıtsızlıkla izleyen finans ve bankacılık sektörü, zamanının çoğunu sokakta geçiren işte bu genç girişimcilerin inovasyonlarıyla sarsılacak.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Perdeler bir ay açık

Her şey Godot’yu bekleyerek başladı. Beckett’i çok severim, Şahika Tekand’ı da. Ama onun ve Studio 1990’da başlayan Beckett deneyimine rağmen, Godot’yu Beklerken’de “yeni” bir yorum ummuyordum. Ne de olsa, lise yıllarından beri zaman zaman izlemişim (yarım yüzyıldan fazla ediyor ama şimdi kafa karıştırmaya gerek yok), burada göremediklerime de YouTube’den yetişmeye çalışmışım. Ne kadar da yanılmışım. Açılıştaki seyircilerin büyük bölümü de oyundan çok hoşnut kaldı. Oyunculara, Şahika’ya, Esat’a ve sahnedeki ağaca sevgilerimizle…

İKSV festivalleri birbirini izliyor. Film bitti, tiyatro başladı. Arkadan müzik, en son da caz… Biz de bu sayede kaliteli filmler, oyunlar görüyor, dinletilere gidiyoruz ve dünya çapında sanatçıları karşımızda live performanslarda izliyoruz. İstanbul, dezavantajları bir yana, dünyanın en büyük kültür merkezlerinden biri. Biz de, bazen bilet bulamasak, bazen paramız yetmese de, en sevdiğimiz sanatçıları er geç sahnede izleme fırsatına kavuşuyoruz.

13-14 Mayıs’ta ise, edebiyat ve tiyatroseverlerin bir başka gözdesi var. Bertolt Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sı, seçkin Berliner Ensemble’ın prodüksiyonu ve emsalsiz Robert Wilson’ın yorumuyla İstanbul’da. Gerçi festival şemsiyesi altında değil, ama İKSV evsahipliğinde, ENKA Vakfı sponsorluğunda, Zorlu PSM’de. Epik Tiyatro’nun kurucusu, yaratıcısı Brecht de pek kıymetlilerimizdendir ama, doğrusu benim için Üç Kuruşluk Opera’da (sahnede ve perdede onca izlediğim halde) Robert Wilson’ın varlığı. Philip Glass ile birlikte çalıştıkları Brighton Beach’den beri uzaklardan peşindeydim diyebilirim. Kurt Weil’ın müziği ise, tek başına insanı baştan çıkarabilir.

Festivalin saygın yabancı konukları, onların da çok düşündürücü oyunları var bu yıl. Bir tanesi, insana hemen Don Cheadle’lı Rwanda Hotel’i hatırlatan Hate Radio / Nefret Radyosu. Konsept ve metin, son yılların dikkat çeken yönetmeni Milo Rau’ya ait. Oyunu yöneten de o. Nefret Radyosu, 1994’te Ruanda’da Tutsiler’e yönelik soykırımın kışkırtıcısı, ırkçı radyo kanalı RTLM’yi, aslına sadık kalarak kurgulanmış bir arka planla tekrar yayına alıyor. Radikal görüşlü üç Hutulu’nun katıldığı, bir beyazın sunduğu bir RTLM programı yeniden canlandırılıyor. Bir telkin çılgınlığı! Oyundan sonra, oyuncuların katılımıyla söyleşi var.

Guy Cassiers Merhametliler’de Jonathan Littell kitabı Les Bienveillantes’ı sahneye uyarlıyor. Oyunun en vurucu tarafı olayların SS subayı Max Aue’nin gözünden anlatılmış olması. Yazar üstelik izleyici ile fail arasında empati de kurmuş. Yönetmen Cassiers, tarihi hatırlamaya devam etmenin önemine inanıyor. Bir söyleşisinde, en önemli şeyin “seyircide geçmişle bir bağlantı oluşturacak kadar kişisel bir duygu uyandırmak” olduğunu söylemiş. Cassiers, “…hafızayı kullanarak sorumluluk üstlenmeliyiz. Siz tarihi sadece beraberinizde taşımakla kalmazsınız; daha sonrası için ondan dersler çıkarırsınız,” diyor. 7 Mayıs’taki temsilden sonra yönetmen ile söyleşi var.

Bir başka ilgi çekici oyun, Shieveh Theater Group’un Farsça olarak oynadığı ve Afsaneh Mahian’ın yönettiği Her Gün Biraz Daha. Üç kadın: Savaş kahramanının dul eşi Mahnaz, tanınmış bir futbolcunun metresi Shahla ve geleneksel aile kızı Leyla, küçük bir mutfakta günlük işlerle meşgul. Oyun, 1981’den 2013’e kadarki bir dönemde, tarihten bir kesit sunuyor. Arzu edenler oyun sonrası Afsaneh Mahian ile söyleşiye katılabilir.

Hepsi bu kadar değil ama, bir tane daha yazıp bitirelim en iyisi. Tim Crouch’un Shakespeare oyunlarından uyarlayıp yönettiği, Spymonkey grubunun oynadığı Shakespeare’in Bütün Ölümleri. Yaratıcılarına göre, Shakespeare’in Bütün Ölümleri, Ozan’ın ölümünün 400’üncü yılına yakışan ciddiyette, karamsar, ama aynı zamanda komik bir anma olacak. Crouch, 74 “insan ölümleri”nin hepsini saptamak için her oyunu birkaç defa baştan aşağı taradığını söylüyor. En fazla ölüm sahnesi ise 14 kişiyle Titus Andronicus’ta. Burada bir de ölen karasinek var ama, onu hesaba dahil etmemişler. Elizabeth Devri seyircileri, komediye olduğu kadar kan revan içinde sahnelere de bayılırlarmış. 24 Mayıs’taki ilk temsilden sonra, bütün ölümleri dört oyuncusunun (üç erkek, bir kadın) oynadığı Spymonkey oyuncuları ile söyleşi var. Kaçırmayın!

Perdeler bir ay açık yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

3 Mayıs 2016 Salı

Bir yönetmenden bir yönetmene…

Alfred Hitchcock, bugün de bir önceki yüzyılın başında olduğu gibi, hayranlık duyulan bir yönetmendir. Yıllarla bu hayranlığın düzeyi arttı, derken üstadın ölümsüz olduğu anlaşıldı. Tıpkı filmleri gibi. Derken, bizim gibi Hitchcock hayranı olan, Fransız Yeni Dalga’sının en sevilen yönetmenlerinden François Truffaut, onunla üç gün süren ve kitap haline getirilen bir söyleşi yaptı. Bu söyleşi daha sonra da beyazperdeye aktarıldı. Hatta önümüzdeki hafta da gösterime giriyor. Yönetmen ve senarist Kent Jones günümüzün önemli yönetmenlerine soruyor: “Bu kitap sinemaya bakışınızı nasıl etkiledi?”

Cevapları merak etmemek mümkün mü? Filmlerinin kontrolünü elden bırakmayan, en nefis gerilimlerin yaratıcısıdır. Obezliğinin daha da dayanılmaz kıldığı yalnız bir çocukluk geçirmiş. Daha çok küçükken babası onu söz dinlemediği için, ceza olarak birkaç dakika içeri kapatılmasını talep eden bir notla karakola yollarmış. Kötü muamele gören, yok yere suçlanan karakterlerinin kaynağı budur belki.

Ama Birinci Dünya Savaşı’ndan da, obezliği sayesinde kurtuldu. Henley Telegraph’ta yazarlığa başladı. Sürprizli finalleri olan hikâyelerinin ilki, yayının ilk sayısında çıkan Gas’di (1919). Sinema âlemine de adım attı. Film çalışması nedeniyle Almanya’dayken, F. W. Murnau’nun filmi The Last Laugh’ın (1924) çevrilişini izledi ve çok etkilendi.

Talihsiz deneyimlerin ardından, 1926’da ilk gerilim filmiyle şansı döndü. The Lodger: A Story of the London Fog 1927’de gösterime girdi, hem çok iş yaptı, hem çok beğenildi. İlk işlerinin çoğunda olduğu gibi bu filmde de Alman ekspresyonizminin etkileri görülüyordu. Öte yandan, pek sevdiği “yanlış adam” temasını ilk kez bu filmde kullanmıştır.

1926 Aralık’ında reji asistanı Alma Reville ile evlenmişti. Tek çocukları Patricia 1928’de doğdu. Alma, Alfred Hitchcock’un sağ kolu, en büyük yardımcısı olacaktı. Ancak Hitchcock bu katkılardan başkalarının yanında söz etmeyi sevmezdi, Alma da kendisinden söz edilmesini sevmezdi. Meçhul bir kahraman olarak kaldı. Ta ki, iki Hitchcock filminde iki usta oyuncu, Helen Mirren ve Imelda Staunton ona yeniden can verene kadar: Hitchcock ve The Girl.

1929’da onuncu filmi Blackmail / Şantaj’ı çekerken, stüdyo sese geçme kararı aldı. İlk sesli filmlerden biri olan Blackmail film eleştirmenlerince çığır açıcı sayılmıştır. Filmin doruk noktasının British Museum’ın kubbesinde geçmesiyle birlikte de, Hitchcock, tanınan yerleri gerilim sekanslarına mekân etme geleneğini başlattı. 1933’te Gaumont-British Picture Corporation için çektiği ilk filmi The Man Who Knew Too Much / Çok Şey Bilen Adam (1934) büyük başarı kazandı, ikincisi olan The 39 Steps / 39 Basamak (1935) bu dönemin en iyi filmlerinden biridir. Yükselişini The Lady Vanishes (1928) ile sürdürdü. Dilden dile dolaşan “Oyuncular sığırdır,” cümlesini de bu filmin çekiminde kullandığı söylenir. Michael Redgrave buna tanıklık ediyor. Kendisi ise, bu sözleri ilk kez 1920’lerin sonunda, sinemayı küçük gören züppe tiyatro oyuncuları için kullandığını iddia etmişti. Sonunda da, “Ben oyuncular sığırdır demedim, sığır gibi güdülmelidir dedim,” açıklamasıyla işin içinden çıktı.

Sonunda “Büyük Alfred” diye anıldığı İngiltere’den ayrıldı, ABD’ye göçtü. 1955’te Amerikan vatandaşı oldu. İlk Amerikan filmi Rebecca, En İyi Film Akademi ödülüyle onurlandırıldı. 50’den fazla film yapmıştır, neredeyse yarısı “unutulmaz” filmlerdir. İlk akla gelenler Rear Window / Arka Pencere, 39 Steps / 39 Basamak, Psycho / Sapık ve The Birds olabilir ama bunun hemen ardından, belki Vertigo ile başlayan ve aynı derecede akıldan çıkmayan bir beş film daha sayabilirsiniz.

Sapık ve Kuşlar hariç, hiç korku filmi yapmadı, bıçak sırtı gerilimlerle, işlemediği suçların faturasını ödemek zorunda bırakılan erkeklerle; güzel, soğuk ve mesafeli kadınlarla ilgilendi. Amacı korkutmak değil, darbe öncesi gerilimi yaratmaktı. Zekice olay örgüleri ve esprili diyaloglara iki ölçüde esrar ve cinayet katarak, herkesi gerçekten de koltuğun ucuna ilişmiş, nefesini tutmuş halde onun filmlerini izlemeye mahkum etti. Çok zekiydi, hatta bazen biraz fazlaca zeki. Seveni kadar nefret edeni de vardı.

Neredeyse altmış yılı kaplayan meslek hayatında Hitchcock hemen tanınabilen bir yönetmenlik üslubu geliştirdi. İnsan bakışı gibi hareket eden kamera kullanımının öncülüğü onundur, hepimizi röntgenci yapıp çıkardı. Bizi diken üstünde tuttu, çekimleriyle korkumuzu, endişemizi pekiştirdi. Kahramanın peşinden koştuğu şeylerle bizi yanıltmayı sevdi. Onlara “MacGuffin” derdi, ilk kez 1935 yapımı The 39 Steps’te kullanmıştı. François Truffaut ile söyleşisinde bundan söz etmişti.

Genellikle en büyük İngiliz yönetmen olarak tanınır. Sight and Sound dergisinin çok etkili eleştirmen anketinde, onlarca yılın birincisi, Orson Welles’in Citizen Kane / Yurttaş Kane’ini sonunda Vertigo ile geride bırakmayı başarmıştır. Ama Rebecca ile başlayarak beş kez aday gösterildiği halde (diğerleri Lifeboat, Spellbound, Rear Window, Psycho), yönetmen olarak Oscar almadı hiç. Neyse ki, Amerikan Film Enstitüsü, 1979’da ondan Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü esirgemedi. 1980’de kendisine şövalye unvanı layık görüldü. Aynı yıl Los Angeles’ta hayata gözlerini kapadı.

Çok şükür ki, Sir Alfred Hitchcock sadece filmleriyle değil, o filmlerdeki kameoları ile de yaşıyor. Onu filmlerinin hemen hemen hepsinde görebilirsiniz. Kendine kısacık roller yazardı: The Lodger / Kiracı’da (1926) önce haber merkezindeki masada, sonra tutuklanma olayını seyreden kalabalığın arasında yer alır. Blackmail / Şantaj’da (1929) metroda kitap okurken küçük bir oğlanın rahatsız ettiği adamdır. 39 Steps / 39 Basamak’ın (1935) yedinci dakikasında, Robert Dont ile Lucie Mannheim tiyatrodan kaçarlarken, çöp döker. Kaybolan Kadın / The Lady Vanishes’in (1938) sonlarına doğru, Victoria İstasyonu’nda siyah paltosuyla sigara içer. Rebecca’nın finalinde, George Sanders telefon ettikten biraz sonra telefon kulübesinin yakınından geçer. Suspicion / Şüphe’nin (1941) ortalarına doğru, köy postanesinde bir mektup atar. Saboteur / Sabotör (1942) başladıktan bir saat kadar sonra, sabotajcının arabası, New York’ta Cut Rate Drugs’ın önünde durur. Lifeboat / Yaşamak İstiyoruz’da (1944), içinde sayılı insan olan tekneye giremediği için, gazetedeki bir reklamda “önce” ve “sonra” olarak boy gösterir. Spellbound / Öldüren Hatıralar’da (1945), elinde bir keman kutusuyla ve sigara içerek, Empire Oteli’ndeki bir asansörden çıkar. Şaheserlerinden Notorious / Aşktan da Üstün’de, Claude Rains’in evindeki büyük partide şampanyasını içip kaçar. Ölüm Kararı / Rope’ta apartman penceresinden görünen neon reklamda yanıp söner. Nüfus dairesi kapısından silüetini gördüğümüz 1976 yapımı Family Plot / Aile Oyunu da dahil, filmlerine görünümüyle imza atar. Öyleyse, bu dünyayı 29 Nisan 1980’de terk etse de, çok yaşasın Sir Alfred Hitchcock diyoruz!

Bir yönetmenden bir yönetmene… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.