28 Nisan 2016 Perşembe

Bellek Evi ve Bazı Eşyaların Hikâyesi…

Bu dünyada her şeyin gizli bir anlamı var, diye düşündüm.Her şey; insanlar, hayvanlar, ağaçlar ve yıldızlar hiyerogliftir.Onları heceleyip, ne dediklerini anlayacak kişiye ne mutlu!..Nikos Kazancakis

“İnsanla eşyanın her buluşması bir hikâyedir,” der Orhan Pamuk, Şeylerin Masumiyeti’nde. “Ve hikâyeler zamanda hareket eder…”

Kişiye özel anlamlı bir rastlantı yoluyla toplanarak bir araya getirilen pek çok “şey”, bana kalırsa üst üste, yan yana, alt alta konumlanmış eşyalar bütünü olarak bireysel bir mitoloji yaratma gücüne işaret eder. Yaşadığı mekânın sınırları içinde eşyalar biriktiren, bir koleksiyoncu olsun ya da olmasın, ama yine de kendini biriktirdiği eşyaların sırrına vakıf kılabilen her insanın mayasında derin bir anlayış gizlidir. Bir evin ya da odanın kuşatımı altında buluşan vazolar, resimler, eprimiş fotoğraf kareleri, çay takımları, yıllanmış gazete kupürleri, defterler, elbiseler, kırık biblolar, tütsülükler ve daha birçok eşya… Hepsi bir arada, adeta bütün bir dünyanın tek bir odanın sınırları içine sığdırılabileceği hissini yaratır insanda. Her eşya kendi başına bir iç dökmedir sanki, sahibinin kişisel sırlarını fısıldayan bir ses gibi.

Okumaya meyyal bir gönül için nice anahtar kelime saklıdır o odaların içinde. Benzersiz bir gücü vardır eşyaların. Bir araya gelişleri, küçük birer “bellek evi”ni andırır. Duvarda asılı duran bir tablo, bir nevi zaman kapsülüne dönüşür o vakit. İnsanın gözü, biriktirdiği eşyalardan birine ilişti miydi, bakılan şey her ne ise, yeryüzünün ilk aynası misali bir su olup akar insanın mahcirinden* içeri. Ve gözü aynaya ilişir ilişmez kaybettiklerinden haberdar olur gönül. Bu tür bir koleksiyonculuğa inananlar için eşyaların dünyasından ayrı kalmak demek, kökü sökülüp de meydan genişletildi mi kupkuru, işe yaramaz bir dal misali kalakalmaktır hayatın orta yerinde.

O insanlardan biri de benim. Babamdan el almış, çocukluğumdan bu yana eşya biriktirmeye adamışım kendimi. Yaşadığım evleri görenler, bulundukları bu mekânların içinde neye bakacaklarını şaşırıp kalırlar. Çünkü her şeyden biraz biraz vardır orada. Benim bellek evimdir bu yerler. Her eşyanın bir hikâyesi vardır ve her hikâye benim dönüşümümün bir parçasıdır. Her eşyanın hikâyesinde ince görenlerce bir mana, bir hisse vardır. Sureti ve zahiri sırra kadem basan günlerin nasibi de nazarı da oradadır hep. Mana, maddeyi tutan kuvvettir zira. Zaman, çerçöp gibi yanar da onu anımsatacak bir eşya sapasağlam kalır surette. Ol sebepten insanla eşyanın her buluşması bir hikâyedir ve hikâyeler zamanda hareket eder.

Eşyalarından bir türlü vazgeçemeyen, her gittikleri yere beraberinde onları da götürmek isteyen, kırık bir kedi biblosunu dahi adeta dünyanın en kıymetli incisi gibi başköşede bekleten insanlara iyi bakın. O insanların ve eşyalarının ardında öyle hikâyeler ve öyle hadiseler cereyan eder ki, onları heceleyip, ne dediklerini anlayacak kişiye ne mutlu!..

* Mahcir: Osmanlıca’da “göz çukuru” anlamına gelir.

Bellek Evi ve Bazı Eşyaların Hikâyesi… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

21 Nisan 2016 Perşembe

Oscar, evinin avlusunda

Resimde bir aile var desek yalan olmaz. En ortadaki bey, başlığımızdaki Oscar: Hagerman ailesinin büyüğü, yönetmenin babası, ünlü bir mimar. Annesi Dora da resimde yerini almış. En soldaki şahıs ise, filmin bütün karakterleri arasında beni en çok ilgilendiren kişi: Oscar’ın öğrencisi, beş çocuğu ve yüz manevi evladı arasında mimarlığa heves eden tek çocuk, Enedino Diaz.

Carlos Hagerman, 35. İstanbul Film Festivali’ne, NTV Belgesel Kuşağı’nda oynayan filmi El Patio de mi Casa / No Place Like Home / Evimin Avlusu ile katıldı. NTV bu yıl kuşağın 11. kez sponsoru oldu ve kuşağa filmleriyle katılan yönetmenlerden bazıları da kanala gelip söyleşi yaptı. NTV Radyo Köşe Bucak programını hazırlayan kişi olarak benim de payıma, çok sevdiğim Evimin Avlusu’nu yöneten Meksikalı Carlos Hagerman düştü.

İnternet’te Hagerman’la ilgili bilgileri kovalarken iki ya da üç kez Juan Carlos Rulfo ile ödül paylaştıklarını öğrendim. Bu sefer de hemen Rulfo’ya baktım. Acaba çok sevdiğimiz Meksikalı yazar Juan Rulfo’yla bir ilişkisi var mı diye… Meğer senarist ve yönetmen Rulfo, yazar Rulfo’nun oğluymuş. Carlos Hagerman stüdyoya gelince ona da anlattım. Baba Rulfo’yu ne kadar sevdiğimizi söyledim. “Öyle,” dedi gülümseyerek. “Çok büyük bir yazardır. Juan da benim çok iyi arkadaşım. Aynı zamanda, oğlumun vaftiz babası.”

Hagerman filminde, seyirciyi kendi avlusuna davet ediyor. Aslında 15 yıl öncesine kadar Mexico City’de oturur, hafta sonları buraya gelirmiş. Yol arabayla iki saat diye vazgeçmiş, kırsal kesimdeki bu güzel eve yerleşmiş. 15 yıldır orada. Evin mimarı da filmin karakterlerinden babası Oscar Hagerman. Meşhur bir mimar, aynı zamanda uzaklarda, dağlardaki insan topluluklarına kendini adamış, pek çok yerde evler yapmış biri. Annesi Dora da, aynı amaçla çalışan bir eğitimci. Çok mutlular, yaptıkları işi severek yapıyorlar. Yerliler de onları seviyor. Kendilerine ulaştırılan eğitim de, bilgi de çok makbule geçmiş, toplumlarında büyük değişikliklere yol açmış.

Dolayısıyla Carlos Hagerman bizi sadece evinin avlusuna, ailesinin konukseverliğine değil, onların ulaşabildiği yerlere de davet etmiş oluyor. Oscar’ın peşine takılıp dolaşıyoruz biz de. Sadece onun yaptığı binaları görmekle kalmıyoruz, söyleşilere de kulak veriyoruz. Dora’nın söyleşilerine de. Sonra Enedino var. Enedino Diaz, Oscar’ın hem öğrencisi, hem yardımcısı. Kendisi de çok çalışan bir mimar.

Yönetmen Hagerman, ona Enedino’yu merak ettiğimi söyleyince, gerçekten ilginç bir adam olduğunu söylüyor. “Enedino’yu 13-14 yaşından beri tanırım. Babamın peşinden ayrılmazdı. Biri nereye, öteki de oraya. Okula gitmezdi, annesi kaçıyor diye şikayet ederdi ama sonunda mimarlık okudu, mezun oldu. Dört-beş yılda 200 bina yaptı. Buna ne dersin?”

Pes derim. Enedino Mimarlık Fakültesi’nin yolunu şöyle bulmuş. Önce liseyi bitirmiş, iki yıl Kırsal Okullar Programı’na dahil olmuş. Hagerman, burada okunan her yıl için iki yıl burs verildiğini söylüyor. Enedino da böylece dört yıllık burs almış. Mimarlık Fakültesi’ni bitirmiş. Bir kez daha Oscar Hagerman’ın peşine takılmış.

Filmin izleyiciyi duygulandıran bir yanı da, Super8 kamerayla çekilmiş aile filmleri: Yaşlılar, gençler, çocuklar… Nefis siyah/beyaz homemovie’lerle birbirini izliyor. Evimin Avlusu bir yönüyle de tatmin edici bir aile belgeseli. Ama o aile her zaman kırsala, doğaya açılmış. Kırsal alanda yaşamayı, hiç değilse ziyaret etmeyi seçmiş. Şehir dışında ev yapmayı seven Oscar Hagerman, “En iyisi kırsal mimari,” diyor, “Peyzajla bütünleşir. Bugünün mimarisi çevresine karşı çok saldırgan.” Doğrudur, biz bunu şehirlerde de yaşıyoruz.

Carlos Hagerman, yıllarca bu filmi en iyi nasıl çekebilirim diye düşünmüş. “Kolay iş değil, insanın anne-babasını çekmesi. Onların yanında ne olursan ol, çocuksun. Ama içeri, film ekibinin yanına geçtiğinde de yönetmensin. Onları doğru yansıtabilmek için çok araştırdım, çok uğraştım.” Annesiyle babası sonuçtan memnun mu, bilmiyoruz. Ama yaşlanmaktan, ölüme yakınlaşmaktan hoşnut değiller. Konuğuma, ben de yaşlı olduğum için ikisini de çok iyi anladığımı söyledim. Özellikle Oscar, sıkıntı içinde. Hâlâ öğrenebileceği çok şey kalmış, bunları öğrenmek istiyor. Ancak 77 yaşında ve vakti kalmadığından endişeleniyor. Dora’yı üzen ise, enerjisinin azalması. Artık aynı yoğunlukla çalışamıyormuş.

Super8 filmlerden anladığımıza göre annesi zengin bir ailenin kızıymış. İngiltere’de okumuş, harika tatiller yaşamış ve 15 yaşındayken herkesin kendisi gibi avantajlı olmadığını, geriye bir şeyler vermesi gerektiğini fark etmiş. Oscar ile birlikte yerli topluluklarını ziyaretlerinin altında bu farkındalık da yatıyor. Oscar, yerli halkın kadim bilgeliğini mimariye yansıtmak istiyor. Enedino ise, mesleğinden, yaptığı evlerden memnun. “İnsanın evi bir dost gibidir,” diyor. “Bir ev sahibi olma rüyası nerede olursa olsun, kendine ait bir yere sahip olmakla ilintilidir. Seni barındıran ikinci bir deri gibidir. İçinde büyüdüğün bir yuva gibi.” Peki avlu? “Hem içerisidir,” diyor, “Hem de dışarısı.”

Carlos Hagerman, ailesinin, yakınlarının ve Meksika’nın yerli halkının hikâyelerini başarıyla perdeye aktarmış. Evimin Avlusu’nu izlerken, kendinizi orada hissediyorsunuz, o güzel ülkede ve o güzel evde…

Oscar, evinin avlusunda yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

14 Nisan 2016 Perşembe

Bir şey gibiydi, bir şey gibi kötü…

Mümtaz hayatının anlattığımız kısmıyla bir macerası olan adamdı.Bir faciayı, bir roman gibi ve tesirleri daima taze kalacak bir yaşta yaşamıştı.Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur

Ahmet Hamdi o meşhur romanında, “Madem ki okuyorsun, en iyisini oku,” der. Ben ise kendi kendime şöyle diyorum şimdi: “Madem ki yazıyorsun, en iyisini yaz.” Sahi, en iyisi nedir? Otuz yıllık ömrümün en zor yazısını yazmaya çabalarken hem de, kelimelerin en iyisi hangileri olabilir benim için? Bilemiyorum… Tıpkı hikâyede adı geçen Mümtaz gibi, bir faciayı, bir roman gibi ve tesirleri daima taze kalacak bir yaşta yaşamış ve payıma düşen acıyı katbekat üstlenmişken en iyisini yazmak mümkün müdür bugün? O hâlde madem ki yazıyorsun, en acısını yaz, diyorum kendime. Yazmak, bir nevi dertleşmekse hiç görmediklerinle, o hâlde dök dökebildiğince içini. Şayet, kelimeler hissi bir duruştan ibaretse; hissini, fikrini, derdini, kederini yaz şimdi gönlünce. Çünkü bugün yazamazsan, bir daha asla yazamayacaksın bu yazıyı.

“Sizin hiç babanız öldü mü?” diye sormuş bir şiirinde Cemal Süreya. Ve şöyle demiş hemen sonra:

“Benim bir kere öldü, kör oldum. Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak. Şöylemesine maviydi.

Bir şey gibiydi, bir şey gibi kötü. Babamdan ummazdım bunu.

Kör oldum.”

Babam gideli tam bir hafta oldu. Henüz hiçbir şeyin olmadığı, henüz kimsenin ölmediği ve babamla bu dünyadaki son günümüz olan o kara cumartesiye geri dönebilseydim eğer, şüphesiz ki, ben bambaşka bir ben olurdum. Söylediğim her sözü, sanki babama söylememe izin verilen son cümleymişçesine özenle seçerek konuşurdum. Eve daha erken gelir, babamla karşılıklı bir bardak daha çay içmek isterdim mesela. Yazık ki, babam giderken çay demlenmiş, ama bardaklarımız öylece başıboş kalakalmışlardı mutfakta.

Şüphesiz ki, bir evlat için hayatının en zor anıydı bu veda. Kucağımda babamın kıyafetleri ve bir çift ayakkabısı, soğuk bir hastane koridorunda durmuş onun ölüm kağıtlarını imzalarken, imzamın hemen altına büyük harflerle şöyle yazdırdılar: Kızı… Ve sonra alıp başımı gittim…

Fakat şu an anlıyorum ki, aslında ben yitirmiş olduğumdan daha çoğunu şimdi buldum, babamın ardından… Altmışyedi yıllık ömrünü sanatla ve türlü inceliklerle geçirmiş olan babam, geride sayısız tablo, fotoğraf ve aşkla yazılmış onlarca mektup bıraktı bizlere. Onun yaptığı resimlerde ve yazdığı yazılarda nice hikâye buldum. Sanki yeniden tanıştık babamla. Ve gitmeden evvel son bir öğüt vermiş oldu küçük kızına. Meğer gitmenin bir vakti yokmuş. Meğer gitmelerin eli kulağındaymış hep. Meğer hayat hakikaten küçücük, basit an’larla mayalanırmış. Meğer bazı fırtınalar öylesine sessiz gelirmiş ki, geliyorum bile demezmiş insana. Meğer bazı acıları kelimelere çevirebilmenin mümkünü yokmuş. Meğer ölümün bile bir hacmi, ağırlığı, hatta kokusu varmış. İnsanın kalbine temas ettiğinde, adeta damarlarını kesermiş birer birer, lime lime doğrarmış etini.

Bir zaman, bir kitapta okumuştum. Bir kadın, eskimiş bir şapka saklıyordu odasında. Adam soruyordu kadına: “Anısı var mı? Yani, bir şapkanın içine ne kadar anı sığabilir ki?”

Babamın öldüğü sabah, başından hiç çıkarmadığı haki renkli ressam şapkasını göğsüme bastırıp saatlerce ağladım. İnanır mısınız, o şapkanın içinde en azından beş ömürlük anı vardı. Çocukluğum, gençliğim… Hepsi el ele vermiş, o şapkanın içine gelip oturmuşlardı adeta. Babamın anlattığı masallar vardı orada. Balıkçının oltasına takılan kırmızı balık da şapkanın içinden başını uzatıverdi o an. Babam kıyamazdı hiç o küçük, kırmızı balığa. Her masalın sonunda yeniden salıverirdi onu sulara. “Her canlı, kendi yuvasında güzeldir prensesim,” diye fısıldar, içtenlikle gülümserdi bana ve bütün bir dünyaya.

Her ikimiz de birbirimizi en çok anlayacağımız yaştaydık. Yepyeni bağlar kurmuş, baba kızdan öte, iki iyi dost olmuştuk son birkaç yılda. Ama benim babamın bir yaşam müziği vardı. Aşkla, sanatla, inceliklerle doldurduğu bir ömrün müziğini bıraktı kulaklarımızda. Sanırım bu, büyük bir şans.

Şairin dediği gibi, sizin hiç babanız öldü mü, bilmem. Benim bir kere öldü, kör oldum…

Ve son bir not; siz siz olun bir şapkanın içine ne kadar anı sığabilir ki, demeyin.

Ben babamı aldım, o haki renkli ressam şapkasının içine koydum. Bir de baktım ki, ufacık bir şapkanın içine koca bir dünya sığdırmışım.

Babam ve ben, beraberce koskocaman bir dünyaymışız.

Bir şey gibiydi, bir şey gibi kötü… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

9 Nisan 2016 Cumartesi

Bir Çerkes kızı

Size bir arkadaşımı anlatmak istiyorum. Çocukluk arkadaşım değil, zaten yaşı da buna müsait değildi ama, onu kendimi bildim bileli tanıyormuşum sanırdım. Hem ruh, hem cüsse olarak heybetli, hafiften otoriter, ama aslında çok şeker bir büyüğümüzdü, yaşı bizden çok küçük olsa da. Bende, çocukluk dönemindeki aile içi ast-üst ilişkilerine (kabaca, anne kız) dönme eğilimi uyandıran kişilerden biriydi. Yani, zaman zaman sözünü dinlerdim. Ama onun istediği kadar çok değil.

Evet, Meral Okay benim çok sevdiğim bir arkadaşımdı. Yaman ile Meral ikilisi de, favori çiftlerimden biri. Hakiki bir aşk yaşamışlardı. İkisi de genç yaşta kanserden öldü, hele Yaman çok gençti. Bu sevgiyi anlatırken, “Aşk bir kıyamama halidir,” demiş Meral. “Aşk bir sızma halidir…” Bir gün evi düzenlerken fark etmiş ki, evde ondan çok Yaman’ın eşyası var. “Küçük küçük poşetlerle sızmıştı”. Başka ne halidir aşk? Kendinden vazgeçme hali. Bazen de bir kıyamama hali. “Yaman’la her günümüz sevgililer günüydü,” demişti. “Eşine bu kadar çok çiçek getiren bir adamı daha analar doğurmamıştır…”

Bizim payımıza da, sevginin yanında nasihatlar düşmüştü. Sözünü dinleyelim isterdi, çünkü iyiliğimizi isterdi. Neyse ki, onun iyilik isteme şekli, insanı ömrübillah iyilik görmeye tövbe ettirecek, gıcık iyilik isteme zorbalarınınkine benzemezdi. Anlayışlı bir abla gibiydi. Asker babadan gelme tanrı vergisi disiplini bile terbiye etmesini bilmişti. Yıllar boyunca arkadaşlarının yediği haltları temizlemelerine yardımcı olmuş, hatta bazen bizzat temizlemiştir. Onun bilumum melekelerine hakim olduğu, bizim maymuna döndüğümüz gecelerin sabahlarında, “pişman ve şerefsiz” ruh halimizi de okşamıştır. “Yok bir şey,  çocuğum,” demeye getirmiştir. “Sen kötü bir çocuk değilsin, hem olsan da ben seni gene seviyorum.”

Bazen tatlı tatlı azarlardı, her şeye boynumu uzatıyorum diye, çıkarımı kollamıyorum diye, bir de sağlığıma dikkat etmiyorum diye. Kendisi de bunların hepsini, bazen beş fazlasıyla, yapardı. Yıllar önceki bir işyerinde çok koşuşturuyor, bu yüzden de zaman zaman çarpıntılar geçiriyordu. Hakikaten zılgıt atmak zorunda kaldım. Dinledi mi? Ne gezer! Bildiğini okudu. Ama biz yapacak olsak hemen haddimizi bildirirdi. Her işe evet diyorum diye benimle inceden inceye alay ederdi. Oysa bizzat kendisi, akla gelebilecek her sorumluluğa, göreve boynunu uzatırdı: yazarlık, senaristlik, oyunculuk, şarkı sözü yazarlığı, menajerlik, müdirelik, Marko Paşa’lık, vesaire vesaire.

Çıkarını kollama işine gelince, doğru dürüst para istemesini ve almasını bilmiyorum diye benim için o kadar üzülüyor, hatta kızıyordu ki, yıllar önce menajerliğimi yapmayı teklif etti. Sonra bir süre sesi sedası kesildi. Bir gün karşılaşınca, menajerlik işi ne oldu diye sordum. “Vazgeçtim,” dedi. “Söyle bakalım: Ben birinden doğru dürüst para istesem, o da ağlayarak seni arayıp, ‘bu para çok, biz veremeyiz, sen bize dost işi bir şeyler yap’ dese, yapar mısın, yapmaz mısın?” Boynumu büküp, “Yaparım,” dedim. “Eh,” dedi, “Beni niye arada rezil ediyorsun ki!” Doğru söze ne denir? Buna karşılık, kendisinin herhangi bir iş için para istemeyi akıl ettiğini (hafif bir “zül addetme” durumu da vardır) pek sanmıyorum.

Menajerlikten vazgeçmiş olsa da, bana zaman zaman iyi paralı yazılar/çeviriler, kısa süreli kurtarıcı işler bulmuştur. Başım her sıkıştığında borç vermiştir. Onda para varsa eğer, arkadaşınızı kendinizden koruma içgüdüsü haricinde, hiçbir sorununuz olmaz. Daha siz cesaret edip isteyemeden, para vermeyi teklif ettiği görülmüştür. Esas zor olan, o parayı iade etmektir. Tabir caizse, kan kusturur. Yalvar yakar olursunuz, paranızla rezil olursunuz. “Vallahi bana lazım değil, verebilecek durumdayım, sen şimdi al, sonra gene isterim,” diye ağlamaklı hallerde yalvarırsınız.

Çerkes kızıdır dedik ya, temizdi, tırandazdı, becerikliydi. Çok iyi yemek yapardı. Evinde, en sıradan yemeği çırpıştırırmışcasına bir rahatlıkla, işi hiç büyütmeden, “Bakın, ne usta işi yemekler biliyorum!” demeye getirmeden kotardığı ziyafetlerin tadı halen damağımızdan silinmemiştir. Bilmiyoruz, belki bel hizamızdan da silinmemiştir. Açıkçası, tam da orta yaşın kalıcı kilolarına geçiş devriydi. Abla nasihatleri bir yana, yaşamayı, gülmeyi, eğlenmeyi seven, neşeli, esprili bir insandı; dostluğu keyifliydi. Sonuçta, güleryüzlü bir karagün dostu da kolay bulunur bir şey değil. Yani, kıymetini bilirdik demek istiyorum, onu çok severdik. Arkadaşı olup da onu sevmeyen var mıydı, bilmem. Bence yoktu. İnsan o gümleyen, gamdan azade kahkahaya, sıcak ilgiye, o kadar sevecen olmasa bazen neredeyse kıyıcılık sınırına dayanabilen muzipliğe nasıl direnir ki?

Meral, toplantıdan toplantıya koşup, yeni projeler üretir, bir kısmını da oracıkta şekillendirirken, masanızın yanından geçti ve halinizi beğenmedi diyelim. “Senin bugün neyin var?” diye sorardı. Bakmasını, görmesini, hemencecik derde deva olmasını bilen bir arkadaşımızdı. Kendi hastalandığında ise, beş yakın arkadaşı hariç, kimsenin yanına gitmesini istememiş. Hastane ziyaretlerini falan kaldırmış. Beş kız, bir Paris sefaları da vardır ama (aslında, tedavi umutlu bir gezi), yanında en çok Melek kalmıştır, Melek Taylan Ulagay. Yatağında televizyon izlerken, benim ödül aldığımı görünce (SİYAD ya da İKSV) çok sevinmiş. Beni sevdiğini de söylemiş Melek’e. “O da benim gibi tırnaklarıyla kazıyarak bu yerlere geldi,” demiş.

Tırnaklarıyla kazımak da iyi bir süreçtir ama. Hele çalışmayı seviyorsan. Benim arkadaşım da çalışmayı çok severdi.

 

Bir Çerkes kızı yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

2 Nisan 2016 Cumartesi

Her dem genç bir tür

Şiiri herkes bilir. Seveni de vardır, tutkunlukla seveni de… Kitapları o kadar çok satmasa da, gençken herkes şiir yazmaya heves eder. Çevirmenler şiirden biraz çekinir, çünkü şair dünyasına girmek zordur. Hem ille de hayatın güzelliklerini ya da aşk acısını yansıtması gerekmez, şiir hayatın ta kendisidir.

Neden şiirli bir hafta sonuna girdik böyle derseniz, şiir seçkisi yüzünden. İshak Reyna’nın derlediği şiirlerden oluşan Gece Uçuşları, Günışığı Kitaplığı’ndan çıktı: “Gençlere Çağdaş Edebiyatımızdan Şiirler”.  Şiirin her dem genç bir tür olduğunu söyleyen Reyna’yı daha önceki antolojilerinden de tanıyoruz. Ayrıca, “….diğer ‘kısa mesafe’ yazınsal türler arasında bile, bünyede etkisini en çabuk göstereni”ymiş, öyle diyor. “Şiir, türler arasında kana en hızlı karışanıdır.”

Doğrudur, kandan da en geç çıkanı. Hatta, belki de hiç çıkmayanı. Çocukken, Doğan Kardeş dergisini okurdum. Okumamın onaylandığı dergi oydu. Neyse ki, aynı zamanda en çok sevdiğim dergiydi. Pek beğenilmeyen dergiler ile çizgi romanları Aral Ağbim’den alıp okuyordum nasıl olsa. Ama Doğan Kardeş’te tefrika çizgi romanların (Tenten) yanısıra, çok sevdiğim karikatüristler (Selma Emiroğlu) ve kıskandığım çocuk şairler de (Eser Tunçbilek) vardı. Sonuncusu, hikâye anlatan, komik şiirler yazardı, pek beğenirdim. Doğan Kardeş’in kitaplarını da okurdum. Bunlardan biri de, içinden bugün de bir iki şiirin ezberimde olduğu, Şükrü Enis Regü’nün Bayram Yeri’dir: “Atlı karıncalar üstünde / Dönüp duruyor çocuklar.”

Ama esas olarak, küçük yaştan beri büyüklerin yazdığı şiirleri okurdum. Ben küçükken, İshak Reyna Hoca’nın üstadı olduğu bir tür çok makbuldü. Hemen hemen her yıl, her şeyin antolojisi çıkar, bazen de daha geniş kapsamlı seçkiler yapılırdı. O zamanlar en sevdiğim şiirler, Orhan Veli Kanık’ın, Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte düzenlediği Fransız Şiiri Antolojisi’ndeydi. Türk şiirinde ise, okulda “eski” şairleri okurduk. Yahya Kemal’i, şiirinin müziğini severdim. Ama asıl sevdiklerim, Garip Akımı’nın şairleriydi, en çok da biraz çocuğa benzettiğim Orhan Veli Kanık. “Gemliğe doğru / Denizi göreceksin / Sakın şaşırma.”

Yıllarla birlikte başka şairler de sevdim. Mahzun Cahit Sıtkı Tarancı, Behçet Necatigil hocamız, Ece Ayhan Ağbim… Uzun bir listedir, günümüze kadar gelen. Gece Uçuşları’nda neredeyse hepsi var. Gözüm en çok hem şiirini, hem düzyazısını, hem de kişiliğini sevdiğim Ziya Osman Saba’yı aradı. Ama öyle zordur ki, binlerce şiirin arasından şiir seçmek. Yüz film seçeyim derken 120’yi buluşumun kanıtı, 120 Filmde Seyri Alem kitabımdır. Anlayışlı editörüm de, İshak Reyna’ydı.

Şiir seven insanların şiir defterinde en az 100 şair vardır. Onun için en iyisi hızlanalım biraz: Gülten Akın’dan Murathan Mungan’a atlayalım, oradan Haydar Ergülen’e geçelim. Ve iyi şairlikleriyle beni çok etkileyen “kadın”lara: Lâle Müldür, Nilgün Marmara, sadık editörüm Birhan Keskin, Bejan Matur, Gonca Özmen, çok erken kaybettiğimiz Didem Madak… İshak Reyna, genç şair Gonca Özmen’le başlayıp Yahya Kemal Usta’yla noktalanan kitaptaki 53 şairle sahiden de “hem genç hem de köklü bir ‘milli takım’ kadrosu” sunmuş. Her birinden üçer şiirle, doyurucu bir seçki… Amerika ve Avustralya yerlileri “üç”ü, “çok” anlamında kullanırmış. Ve özellikle kısa türlerde üç, o şair ya da yazar için “bir”den çok daha iyi fikir verir.

Reyna, “İlk şimşek çakımı ve gök gürültüsüyle ürkmekten, ölüme karşı başkaldırıya; büyük cesaret, arkadaşlık ya da dayanışma anlarından, sevginin aktarımına şiir, uzun süre salt bilicilikle, büyüyle, aşkınlık ve bozulmamışlıkla söylenen söz sayılagelmiştir,” diyor. Öyledir de. Bu yakınlarda bunu, yabancı bir seçkiyle bir kez daha yaşadım. Gece Uçuşları’ndan önce, Kafekültür’ün Dünyanın En Güzel 100 Şiiri seçkisini okumuştum. İçinde, yukarıda sözü geçen Fransız Şiiri Antolojisi’nden şiirler vardı. Örneğin, yıllar önce büyük bölümünü ezbere bildiğim “Sarhoş Gemi”. Arthur Rimbaud’dan, Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle: “Bordamda gürültüler, patırtılar kesildi; / Sular aldı gitti beni can attığım yere.” Sonra, Melih Cevdet’in Türkçe’siyle, ilk aşıkların dilinden düşürmediği Poe şiiri “Annabel Lee” ve William Blake’in ürkütücü şiiri “Kaplan! Kaplan!” (Selahattin Özpalabıyıklar).

Şiir, müziktir, hayaldir, gerçektir. Gece Uçuşları, bizi bu şiir diyarına çekerek en yenilerden başlıyor ve geriye, aruzun ustası Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”sine  kadar götürüyor. Rüya gibi bir yolculuk olsun!

Her dem genç bir tür yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

4,5G: Sorular ve Sorunlar…

Bugünden itibaren Türkiye’de de hizmete başlayan 4. nesil mobil şebekeler birçok fayda sağlayacak ama mevcut soru ve sorunlara bakılırsa bu, hemen değil zaman içinde gerçekleşebilecek.

Yaklaşık 1 yıldan beri 4. nesil mobil şebekelerin bireylere, kurum ve kuruluşlara sağlayacağı sosyal ve ticari faydaları yazıp çizmeye ve dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum ki ilgili herkes konu üzerine düşünsün taşınsın ve kendi fırsatını yaratsın. Elbette 3G gibi 4.5G de, hayatımızda bir çok yeniliğin kapısını aralayıp bizi çok daha zengin bir yaşam alanı ile tanıştıracak ve kimilerimize sosyal, kimilerimize ise ticari fırsatlar sağlayacak.

Ancak ülkede sokaktaki vatandaşından bakanına, operatöründen düzenleyici kurumuna her kesimin gündemine giren 4.5G’ye ilişkin kafalarda o kadar çok soru var ki, sanırım bu fırsatlar dünyası ile tanışmamız zaman alacak. Üstüne üstlük kimi mobil operatörler, bu soruları yanıtlamak yerine tanıtımlardaki çeşitli vaatlerle  sokaktaki vatandaşın ya da daha mobilize ve rekabetçi iş çözümleri geliştirme beklentisindeki işletmelerin 4.5G düşlerini daha da cilalamanın peşinde.

Bu doğrultuda biz görevimizi yapalım ve kamuoyunda tartışılan başlıca soru ve sorunları buradan ilgililerin dikkatlerine sunalım.

Öncelikle lansmanlarda zikredilen 300 megabit ya da 1 gigabit  (halihazırdakinden neredeyse 100 kat daha yüksek) gibi hızları vatandaş her koşulda ve kesintisiz deneyimleyebilecek mi? Yanıt hayır ise (ki öyle!) vatandaşın ortalama deneyimleyeceği bir hız aralığı telaffuz etmek daha doğru olmaz mı? Hadi bunu operatörler yapamıyor, bu konuda haber yapan medya kuruluşları neden ‘vatandaşa gerçekleri anlatma” görevlerini yerine getirmez ve operatör basın bültenlerinin ötesine geçemezler? (Ki Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın “Hız 3G’ye göre yaklaşık 10 kat artacak” sözleri, vatandaşın 4.5G ile mobil cihazlarında göreceği ortalama hıza ilişkin en doğruya yakın açıklama.)

Hız konusuna ek olarak açıklanan mobil İnternet tarifeleri de, geniş kitleleri 4.5G’ye geçirecek cazibede değil aksine 4.5G’ye geçtiğine pişman edecek pahalılıkta. 3g döneminde akıllı cihazlarından ayda ortalama 2-3GB data tüketen bir bireysel abone, yüksek hızın cazibesine kapılıp bunun 10 katını tüketmeye başladığında şu andaki faturasının en az 2-3 katı bir meblağı ödemek zorunda kalacak ve 4,5G’yi en heyecanla bekleyen bu öncü kitlenin daha ilk furyada canı yanacak.

Kişisel olarak, 4.5G üzerinden ilk aşamada en yoğun kullanılacak hizmetlerin, Periscope, Youtube, SnapChat, Facebook gibi sosyal medya platformları üzerinden yapılacak kamuya açık ya da kapalı devre canlı yayınların olacağını düşünüyorum. 3G’deki düşük yükleme (upload) hızı nedeniyle halihazırda kesintili ve kötü görüntü kalitesiyle yapmaya çalışılan bu yayınların, beklentileri karşılaması amacıyla 4,5G şebekelerinde birey ve kurumların dengeli iletişimine olanak sağlayacak bir indirme-yükleme (dowload-upload) ayarlamasının yapılması şart.

Tüm bunların ötesinde, tamamlanmamış yeni nesil şebeke ve uzun yıllardır süregelen fiber İnternet altyapısının eksiklikleri yüzünden, beklentileri karşılayamaması da söz konusu olabilir. Bu bağlamda, 4,5G şebekelerinin yüksek sayıda aboneye her yerden kaliteli hizmet verme beklentisi de, operatörleri zorlayabilir. Bu konuda fiber altyapı kuruluşuna zorluk çıkartan yerel yönetimlerin, düzenleyici kurum ve makamlar tarafından süratle ikna edilmesi gerekli. Ve daha SIM Kart ile cep telefonlarının adaptasyonu, Adil Kullanım Kotası’nın ne olacağı gibi bu listeye eklenebilecek ve bu yazının uzunluğunu zorlayacak pek çok soru ve sorun var çözülmesi gerekli. (Bir de Türkçe yazım kurallarına göre 4,5G’nin arada virgülle yazılması gerekirken neden operatörlerin tanıtım kampanyalarında 4.5G olarak arada nokta ile kullanılıyor, birileri açıklarsa mutlu olurum.)

Özetle, abonelerin ilk aşamada yüksek beklentiler içine girmemeleri ve 4. nesil şebeke hizmetlerinin sağlanmasında rolü olan tüm karar merciilerinin de  iş planlarını bu sorunlar çerçevesinde gözden geçirmeleri gereken bir başlangıç dönemindeyiz. Ve bu aşamada en önemli husus, ilgili tüm kurum ve kuruluşların böyle büyük yatırımlara yaraşacak ve ülkeye gerekli katma değer ve üretim anlayışını getirecek sorumlulukla hareket etmesi.