29 Mart 2016 Salı

4,5G’nin iş planı

Kısa bir süre sonra tanışacağımız yeni nesil mobil şebekeler günlük hayatımızı radikal biçimde dönüştürecek potansiyele sahip. Türkiye için en kritik husus ise, bu dönüşümün tüketim ağırlıklı mı yoksa üretim ağırlıklı mı gerçekleşeceği.

Şu günlerde eğer cep telefonu arama ve görüşmelerinizde sıkıntılar yaşıyorsanız bilmelisiniz ki, bunun ‘mantıklı ve makul’ bir sebebi var; Tüm operatörler 1 Nisan’da hizmete açmayı planladıkları yeni nesil 4,5G mobil şebekelerin kuruluşu ve mevcut GSM/3G şebekeleriyle entegrasyonu için yoğun çaba içinde.

Tabii 1 Nisan’dan sonra kendilerini bundan çok daha zorlu bir uğraş bekleyecek; Devlete ödenmesi gerekli toplam 4 milyar euro lisans ile tedarikçi firmalara ödenmesi gerekli tahminen aynı miktarda şebeke yatırım bedelleri olmak üzere toplam 7-8 milyar Euroluk bir maliyeti çıkarmaya çalışacak 3 mobil operatör.  Türkiye’deki mevcut 73,6 milyon mobil abonenin mevcut arama, mesaj ve İnternet kulllanım alışkanlıkları sayesinde bu maliyetin önemli bir kısmı kısa ve en kötü olasılıkla orta vadede karşılanabilir. Ancak uzun vadede karlılığı ve sürdürülebilirliği yüksek bir iş planı için böyle bir strateji yeterli olmaz.

Halihazırdaki duruma bakarsak, bir tarafta 3G şebekeleri üzerinden ayda ortalama 1,3 GB data kullanan 37,5 milyon mobil internet abonesi ve diğer yanda ise ayda ortalama 58 GB data kullanan 9 milyon ev/ofis sabit yüksek hızlı İnternet hattı* (hat başına ortalama 3 kişilik kullanım olduğu tahmin ediliyor).

Bu tabloya bakarak mobil operatörlerin ilk aşamada sabit İnternet abonelerine mobilizasyon avantajı sağlayan mobil abonelik teklifleri sunması beklenebilir ve böylece aylık data paketi satışlarını kişi başı 1,4 GB’tan 15-20 GB’a çıkartmaları mümkün olabilir ki zaten kampanyaların bu yönde gideceğinin ilk işaretleri belirmeye başladı. Kuşkusuz sabit operatörler için ciddi bir tehdit olacak bu hamle, mobil operatörler tarafından kaçınılmaz olarak yapılacak. Ancak, zaten her birinin hem sabit hem de mobil şebekeleri olan ülkemiz operatörleri için gelirlerin bir cepten öbürüne geçmesi anlamına gelecek ki aralarındaki değişim bile pastayı büyütmeyecek aksine regülasyon şikayetleri minvalinde dönecek bir rekabet düzenini körükleyecek.

Peki ne yapmalı?

Öncelikle operatörlerin daha büyük düşünerek, ülkede data kullanımını arttırmanın yollarını yeni baştan planlamaları ve halihazırdaki eğlence ve tüketim ağırlıklı pazarlama kampanyası ağırlığını ülkeyi data kullanımı üzerinden daha üretken hale getirecek sosyal sorumlu bir anlayışa doğru taşımaları gerekmekte. Bunun için gerek bireylerin gerekse KOBİ ve büyük kurum ve kuruluşların mobil şebekeleri iş ve sosyal üretimin bir parçası haline getirecek dijital dönüşüm stratejilerini benimsetecek daha vizyoner bir plana ihtiyaç var. Ancak ve ancak bu başarılabilirse, Türkiye uzun vadede kişi başına ayda değil 20 GB belki 100 GB’ın üzerinde data tüketen ama tükettiği bu data sayesinde sosyal ve iş üretkenliği yüksek bir toplum yaratabilir ve bundan da hem operatörler, hem birey, kurum ve kuruluşlar ve hem de ülkemiz kazançlı çıkar.

Böyle bir bakış açısı operatör ve düzenleyici kurumlarımızda hakim olduğu takdirde, ülkemizin yıllardır süregelen Fiber İnternet altyapı eksikliği ve adil kullanım kotası gibi her türlü sorunun üstesinden de, hep birlikte gelinir. Yani ülkemizin 4,5G’den azami istifde etmesinin yolu, her alanda olduğu gibi bu alanda da, birlik olmaktan geçiyor.

Sözün özü; 4,5G’nin iş planı rekabetten ziyade dayanışma ve tüketimden ziyade üretim!

26 Mart 2016 Cumartesi

Perde açılsın!

Önümüzde hareketli, heyecanlı günler var. 35. İstanbul Film Festivali, Nisan ayının en güzel sürprizi. Gerçi Festival bu yıl eski yıllara göre kısa. 7 Nisan’da başlayıp 17 Nisan’da sona eriyor ama, bu nispeten kısa sürede gene de bizi 180 film bekliyor. Üstelik, tiryakisi olduğumuz festival bölümlerine bu yıl yenileri de eklendi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) bahar ve yaz aylarında bize arka arkaya festivaller sunacak: 3-18 Mayıs arasında 20. İstanbul Tiyatro Festivali, 1-24 Haziran’da 44. İstanbul Müzik Festivali ve 11-24 Temmuz’da 23. İstanbul Caz Festivali… Her ayda bir başka festival.

Gelin biz şimdilik en yakındaki festivalde bizi neler beklediğine bakalım. Önce yarışmalar var: Uluslararası Yarışma, FACE Sinemada İnsan Hakları Yarışması, Ulusal Yarışma, Ulusal Belgesel Yarışması, Ulusal Kısa Film Yarışması. Ayrıca, Seyfi Teoman adına en iyi ilk yerli filme ödül verilecek, FİPRESCİ jürisi de Uluslararası ve Ulusal Yarışma dallarında ödüllerini sunacak. Ama İstanbul’da bu yılın en ilgi çekici ödülü, sinemada cinsiyet eşitliğini geliştirmeyi hedef alan Eukimages Audentia Ödülü. Avrupa Konseyi ortak yapım fonu Eurimages, bir kadın yönetmene bir sonraki projesinde kullanılmak üzere 30 bin avro ödül verecek. İlk kez İstanbul Film Festivali’nde verilecek olan ödül için bu yıl programdaki 15 kadın yönetmenin filmleri değerlendirilecek. Audentia için yılın Türk yönetmen adayları Aslı Özge, Ahu Öztürk, Çiğdem Sezgin, Senem Tüzen ve Görkem Yeltan. Görkem’i ödüllü oyuncu ve çocuk kitapları yazarı olarak da tanıyoruz.

İstanbul Film Festivali her yıl, restore edilmiş klasik bir Türk filmi gösterir. Bu yılın klasiği, çok sağlam bir restorasyondan geçmiş olan, senaryosu Yılmaz Güney’e ait, Zeki Ökten’in yönettiği Sürü. Tuncel Kurtiz ve Yaman Okay’la da hasret gidereceğiz bu filmde. Yılın Onur Ödülleri ise, yapımcı Şerafettin Gür, yönetmen Ülkü Erakalın, aktris/dublajcı Jeyan Mahfi Tözüm, ve iki aktris: Vampir rolleriyle tanınan Suzan Avcı ile komedi yıldızı Perran Kutman’a ait.

Yarışmalarda hangi filmlerin olduğunu festival kataloğundan, hatta iksv.org adresindeki Film Festivali sitesinden görebilirsiniz. İki ana yarışma bölümü dışında neler olduğuna da ben dikkatinizi çekeyim. Türk Sineması’nda keşifler yapmak için yarışma dışı filmleri, özel gösterimleri ve özellikle Yeni Türk Sineması bölümünü ihmal etmeyin. Kötü Kedi Şerafettin de, onu yaklayamamış olanlar için buralarda dolaşıyor. Belgeseller, malum, bütün festivallerin yerli-yabancı bölümlerinin gözbebeği artık. Hatta, kurmacalarla aralarındaki farkın bazen silindiği bile söylenebilir.

35. İstanbul Film Festivali’nin bu yılki en büyük sürprizi ise, ilk kez kısa filme açılması. Festival Direktörü Kerem Ayan, Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’a, kısa filmi Koza ile girişi örneğinden yola çıkarak, yönetmenleri daha başlangıçta, ilk filmleriyle tanımak, destek olmak istediklerini söylüyor. On filmin yarışacağı Kısa Film bölümünün jürisinde de, uzun metraja kısa filmden gelmiş bir yönetmen, Can Evrenol var.

Her ne kadar festivalin süresi kısalmışsa da, film sayısı olarak çok da azalmadı demiştik. Hal böyle olunca, seçmek de zorlaşıyor elbette. Şunu söyleyelim: Çok sevilen Akbank Galaları’ndaki filmler, genellikle sonradan gösterime giriyor. Altyazısı olan yabancı filmleri bir yana yazın, çünkü festivalden sonra sinemalarda izleme ihtimali var. Belki de en iyisi, bir katalog edinmek…

Bazılarının tiryakisi olduğumuz aşina bölümlere bir göz atalım. Dünya Festivallerinden ve Genç Ustalar, bu bölümlerin başında geliyor. Yılın umut veren filmlerini, ödüllü filmleri avlamak için birebir. Yıllardan beri (11 yıl) devam eden NTV Belgesel Kuşağı’nda bu yıl gene çok iyi belgeseller var. Portreleri (Allende, Ingrid Bergman, Brian De Palma) tavsiye ederiz. Ancak,  bu yıl kaybettiğimiz Chantal Akerman üzerine Hiçbir Yere Ait Değilim ile müthiş Hitchcock/Truffaut buluşmasını anlatan aynı adlı film, gerçekten eşsiz. Michael Moore’u da unutmuyoruz elbette: Şimdi Nereyi İşgal Edelim?

Mayınlı Bölge, Anti-Depresan (günümüz koşulları icabı, eğlenceli on film bulmakta zorluk çekmişler), Geceyarısı Çılgınlığı, Anılarına (Christopher Lee, Albert Maysles, Başar Sabuncu, Ettore Scola, Memduh Ün, Andrzej Zulawski); hâlâ formda olan usta yönetmenlerin son filmlerini içeren Yıllara Meydan Okuyanlar, tiryakilerini hoşnut edecek. Vicdan Filmleri, Yan Gösterimler bölümünde. Gelelim, kısa yerli film dışındaki yenilere.

Festival, daha önce hiç retrospektifini yapmadığı özel bir yönetmeni, sinema tarihinin en önemli adlarından Otto Preminger’i otuzuncu ölüm yıldönümünde, 10 filmiyle anıyor. Eskiye doğru da keşifler yapılabilir, tabii. Ben kendi payıma en az 3-4 tanesini yeniden görmeye niyetliyim. Burak Çevik küratörlüğünde hazırlanan Işığın Peşinde: 70’ler Amerikan Avangard Sineması, dönemin öncülerini bize ilk kez sunuyor. Orijinal formatında, yani 16mm kopyalar, 16mm projektörlerle.

Gömülü Hazineler de yeni bir bölüm. Az bilinen, yasaklanmış, kaybolmuş dört filmden oluşuyor. Sabrınız varsa eğer, kayıp denecek bir Rivette filmi de  Festival’de su yüzüne çıkacak. 29 Ocak’ta yitirdiğimiz Jacques Rivette’in 12 saatlik başyapıtı Out1: Spectre, Başka Sinema ve Fransız Kültür Merkezi işbirliğiyle 2-3 Nisan’da gösterilecek. Altışar saatlik iki bölüm halinde… Yok, dayanamam diyorsanız, o zaman da yönetmeni tarafından kısaltılmış olarak, 4,5  saatlik versiyonu için Festival’e buyurun.

En merak ettiğimizi en sona sakladık. Bir başka yeni bölüm: Musikişinas, müziği hayatın anlamı sayanlar üzerine filmleri içeriyor. Doğuştan Kederli, Ethan Hawke’ın oynadığı Chet Baker filmi. Mutlaka duymuş olduğunuz Miles Ahead’de ise Miles Davis rolünde Don Cheadle’ı izleyeceğiz. Viyolonsel virtüözü Yo-Yo Ma’nın müzik aracılığıyla kültürlerarası diyalog projesi The Silk Road Ensemble’ı merkezine alan Yabancıların Müziği de bölümün filmlerinden. Nijer yapımı İçinde Biraz Kırmızı Olan Mavi Renkte Yağmur, Prince’ın Purple Rain’ine bir saygı duruşu. Nijer dilinde “mor” kelimesi olmadığı için adı böyle olmuş. Ve son olarak da Spike Lee’nin yönettiği bir film: Michael Jackson’ın Yolculuğu. Lee, Michael’ın yola çıkış hikâyesini anlatıyor.

İyi seyirler!

Perde açılsın! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

19 Mart 2016 Cumartesi

Rengarenk, tanıdık, hayat dolu

Civan Canova’nın sergi açtığını duyunca çok sevindim. Çünkü bir vakittir Facebook’ta yaptığı resimleri yayınlıyordu. Ben de arada bir, “Sergi aç, Civan!” diye mesaj yolluyordum ona. Sonra bir baktım, açıyor: Civan Canova’nın ilk sergisi. Köşe Bucak için söyleşi yapmaya gittik. Teşvikiye, Ahmet Fetgari sokakta Erinç Galeri’de açılmış. Bu sergi, galerinin de ilk sergisi. Sahibi Hüseyin Coşkun. DSO’dan emekli bir müzisyen, bir kornocu. Sabah sabah bize piyanoda “Misty” ve “My Way” çaldı. Hatta oğlu Erinç de müzisyenmiş.

Civan uzakta oturduğu için o gelene kadar üst kattaki resimlere baktım. Aslında sergi hakkında bir fikrim var. Hem resimlerin epeycesini, hem de açılış fotoğraflarını Facebook’ta gördüğüm için. Civan, “Gelsen sıkılmazdın,” dedi. En sevdiğim resimlerden biri de, sağdan itibaren Vincent Van Gogh, John Lennon, Nur Subaşı (Nur Bey) ve Levent Öktem’in sıraya dizildikleri fotoğraf. Levent biraz boş bakıyor, Nur Bey besbelli lider konumunda (hep öyledir), John Lennon’ın alnında bir kırmızı delik. Van Gogh da kulağı kesmiş olmalı, çünkü bağlamış sıkıca.

Civan resmi yapmasına neden olan bir anekdot da nakletti hemen. Gümüşsuyu’nda Park Kafe’de oturuyorlarmış. Civan, Nur Bey, Levent. Civan, Subaşı’na o anda kapı açılıp içeri kesik kulağıyla Van Gogh girse ne yapacağını sormuş. “İlk Yardım’a götürürdüm, çocuğum,” demiş Nur Bey. Civan bu sefer, ya gene kapı açılıp içeri alnından kurşunlanmış John Lennon girse ne yapardı diye merak etmiş. “Onu da İlk Yardım’a götürürdüm,” demiş Subaşı. “Seni de Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne. Facebook’ta aktör/ressam Civan Canova ile aktör Nur Subaşı’nın yanyana fotoğrafları var. Aynı zamanda unutulmaz bir dublajcı olan Subaşı, “O duvardaki ben miyim çocuğum?” diye soruyor.

Civan Canova’nın naif resimlerinin çoğu rengarenk, tanıdık insanlarla dolu, hayat dolu. Bir binanın önünde duran bir kadın, bir erkek, bir çocukluk üç kişilik gruba bakıyorum. “Biz,” diyor. Babası tiyatro yönetmeni Mahir Canova, annesi Gündüz Hanım (sonraları, Gündüz Tibet) ve küçük bir oğlan, Civan. Gerçi Bodrum, İstanbul (örneğin Tarabya Oteli) resimleri de var ama, bunlar daha çok Ankara resimleri. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu önünde pek kalabalık olmayan bir grup var. İçlerinde İsmet İnönü ile Mevhibe hanım göze çarpıyor. Her Cuma akşamı gidip birinci sıradaki yerlerine otururlarmış. Hiç ihmal etmemişler. Sonradan koltuk gene dolmuş mu, bilmiyoruz.

Garın önü, aktörü ve yönetmeniyle, müzisyeniyle pek çok arkadaşının yetiştiği konservatuvar, caddeler, sokaklar… Ankara işte.

Ha, bir de Gümüşlük, tabii. Yıllar önce ONE dergisindeki bir söyleşisinde kendini özetlerken, Gümüşlük’ü de katmıştı işin içine: “Anlayacağınız koskoca bir sektörün bir yerlerindeyim ben de herkes gibi. Kimileri için Artiz Celal, kimileri için oyun yazarı, bazıları için hiçbir şey, Gümüşlük sakinleri içinse pimpirikli, aylak bir yazlıkçıyım. Bu malın toplamı bu işte.” Çiçek Taksi dizisindeki Artiz Celal’i hatırlarsınız herhalde. Sanırım Canova, hâlâ ‘Celal ağbi’ hitaplarıyla karşılaşıyordur.

Bir Gümüşlük resmi var: Jazz Kafe karşıda. Ortaya doğru bir hanım elinde torbalarla yürüyor. “Bu Müge,” diyor Civan. “Müge Gürman. Pazardan geliyor. Bu da kocası Cengiz.” Babası da verandada oturuyormuş. Herkesi tek tek gösteriyor. Sol ortada bir karakter var, o da garsonmuş. “Geldi, ‘Beni de çizmişsin ağbi’ dedi,” diyor. Dostane resimler, dost dolu, gençlik yıllarıyla dolu.

Aşağıda da resimler varmış. Merdiven inerken hâlâ biraz topallıyorum ama, dayanamadım, indim. İyi ki de inmişim, belki daha bile çok resim vardı burada. Bir kısmı da evin duvarlarında kalmış. Aslında bunlar sadece Civan’ın gençliğini anlatmakla kalmıyor. Benden neredeyse on beş yaş küçük ama, bunlar benim de gençlik yıllarım sayılır. Babamın oturduğu Ankara, benim için bir tür tatil şehriydi. O oyuncuları, yönetmenleri, müzisyenleri ben de gördüm, dinledim. Yaşıtı olan arkadaşlarının bir kısmı benim de arkadaşlarım. Nur Bey’li resimdeki Levent Öktem gibi.

Eskiden resimlerin çoğunu sonradan beğenmeyip yok edermiş, alay konusu olmamak için. Bir ressamın yaşama biçimine sahip olmadığına göre, ressam da olmadığını düşünürmüş. Doğru, her şeyden önce tiyatro oyuncusuydu. Sonra oyun yazarı oldu.  Sonra da ressam. “Evet, çok severek resim yapıyorum. Ama korka korka paylaştığım resimleri dostlarım beğenip de beni yüreklendirmeseydi onlar da öncekiler gibi yersizlik ve yetersizlik gibi nedenlerle yok edilecekti,” diyor. İyi ki cesaret vermişiz.

Sergi kataloğunda, “Şu an yazı makinemin başında ama resimlerimin tam karşısındayım,” diyor. “Onlara bakarken yaşanan anların ötesine geçtiğimi hissediyorum. Yaşadıklarımı, yazdıklarımı, oynadıklarımı, sevdiklerimi, yitirip özlediklerimi, zaman karşısındaki acziyetimi, acemiliğimi, yası tutulmamış ölümlerimi, çocuksu ve aceleci hallerimi. Kısacası tüm hayatımı ve içimi görüyorum.”

Rengarenk, tanıdık, hayat dolu yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

Amcaoğlunun tanıdığı Emniyet Amiri

Son dönemde peşpeşe yaşanan terör saldırılarının olumsuz hava, toplumun ruh haline yansırken sosyal medyada yaygınlaşan kirli bilgi, bu havayı daha da gerginleştirmekte. Peki bu tür bilgi kirliliğini etkileri nasıl azaltılabilir?  

“Amcaoğlunun tanıdığı bir Emniyet Amiri söylemiş; Perşembe günü büyük olaylar çıkacakmış. Aman çocuklarınızı evde tutun. Bu sefer durum ciddi.”

“Arkadaşlar, bu haftasonu filan yerde yeni bir patlama olacakmış. Bu bilgi konsolosluktan konuyu duyan birileri tarafından duyulmuş. Sosyal medyaya yazmayın deniyor. Planlanan yeri değiştirirler diye. Lütfen herkese ulaştırın.”

Son günlerde cep telefonları ve bilgisayarlarımızın ekranlarına art arda düşen mesajlaşma ve sosyal medya platformlarındaki paylaşımlardan sadece birkaçı…

Dahası da var. “RESMİLEŞTİ DİKKAT!!” başlıklı ve “Facebook’un güvenlik açığından ötürü hesap üzerinde bulunan tüm verilerin başka kişilerce kullanılmasından ve doğabilecek tüm zararlardan Facebook’un sorumlu olduğunu ve gereğinin yapılmasını ‘arz eden’ bir sanal dilekçe de bir süreden beri hemen her gün zuhur ediyor Facebook ekranlarımızda. Normal zamanlarda gülüp geçilecek bu vb. modern arzuhallerin altındaki yorumlara bakınca gerçekten hayret ediyor insan. Kopyalayıp kendi duvarına yapıştıranlardan olaya kendi ‘duyumlarını’ da ekleyenlere kadar uzanan bir kalabalık. Üstelik içlerinde son derece eğitimli ve hatta büyük kuruluşlarda üst düzey yöneticilik yapan kişilerin bile olması, her gün hatırı sayılır bir zaman vakfettiğimiz bu yeni iletişim ve paylaşım ortamına ne kadar bilinçsiz yaklaştığımızın göstergeleri. Hatta bunun da ötesinde, paylaşımın altına “böyle bir şeyin olmadığını/yalan olduğunu ve dayanağının da bulunmadığını” yazma ‘cüretini’ gösterenlere karşı takınılan negatif tavır da, toplum olarak içine girdiğimiz mantık ve sorgulamadan uzaklaşan ruh halimizin vahim bir sonucu.

Ve ne yazık ki bu ruh hali, toplumun zaten azımsanmayacak bir kısmında hakim olan komplo teorilerine meyilli ve gerçeklerle bağlarını koparmaya hazır anlayışı sosyal medya eliyle arttırır ki, asıl vahim olan da budur.

Peki ne yapmalı?

Kuşkusuz içinde bulunduğumuz durumla ilgili yapılması gerekli çok şey var ama mesleki alanımız gereği “sosyal medyada yayılan bilgi kirliliğinin etkilerini nasıl azaltabileceğimiz” konusuna odaklandığımızda, iki temel yaklaşım etkili olabilir. İlk olarak, toplumda kargaşayı ve kaygıyı arttırabilecek gelişmelerle ilgili etkin bir Kamu Diplomasisi stratejisinin oluşturulması şart. Yanlış, çarpıtılmış ya da manipüle paylaşımların takip edilerek onlara karşı samimi, hakkaniyetli ve ikna edici söylemler geliştirilmeli ve bunlar geciktirilmeksizin sosyal medya kanalları üzerinden dolaşıma sokularak konuya ilişkin bilgi kirliliğinin önüne geçilmeli. Ek olarak bu söylemler, kamu kurum temsilcilerinin geleneksel medya açıklamalarıyla da desteklenmeli ve hatta bu iletişime de kamuoyunda güven tesis edilinceye kadar hakkaniyetli, nesnel ve istikrarlı bir biçimde devam edilmeli. Bu konuda güvenilirliği yüksek ana akım medya kurumları ile işbirliği yapmak da etkiyi arttıracaktır.

İkincisi ise, Kamu Diplomasisi’nden çok daha kökten bir çözüm olarak, İnternet, sosyal medya ve (daha geniş biçimiyle) Yeni Medya konusunda Okur-Yazarlık ve bilinçlendirme eğitimleri süratle devreye sokulmalı. Kısa vadede bireylerin sosyal medya paylaşımlarına nasıl yaklaşması gerektiğini, bilgiyi nasıl doğrulayacağını benimsetecek mesela “Sosyal medyada bilgi kirliliğiyle başetmenin 10 yolu” gibi bir liste, infografik veya viral video tarzı içeriklerin de etkili olacağı kanaatindeyim. Hatta geniş kitlelere ulaşabilirse, bu yöntemin bilgi kirliliğiyle baş edebilme gücünü önemli ölçüde arttıracağına da inanıyorum.

Dijital Çağda Doğrulama – YMK2 from Mehmet Atakan Foça

Ve elbette en etkili ve kalıcı çözüm, Yeni Medya okur-yazarlığının okullarda ayrı bir hassasiyet ve odakla ele alınması. Tabii, herşeyi kısa yoldan elde etmeye alışık kimi zihinlerde eğitim sözcüğü çözüm değil de çözümsüzlük gibi bir algı oluşturuyor ancak en kalıcı sonuçlara her daim en uzun ve çileli yollardan ulaşıldığını da unutmamalı.

17 Mart 2016 Perşembe

Aşklara meftun, hikâyelerden mecnun!

Sayfa arkadaşım Ahmet Büke’nin yeni kitabı ON8’den çıktı: Gizli Sevenler Cemiyeti. FABİSAD’ın (Fantazya ve Bilim Kurgu Sanatları Derneği) kurucuları arasında hasbelkader yer almış biri olarak, fantastik yazarı gördüğüm yerde tanırım. Ne zamandır Ahmet’te de bunu seziyordum. Üstelik de, Kayıp Dua Kitabı’nı okumadığım ve bu kitapla Xsasiork yarışmasında ödül aldığını bilmediğim halde… Zaten bizim dernektekiler de onu ilk bizim keşfettiğimizden dem vuruyor.

Hoş, fark etmezmiş. İnsan Kendine De İyi Gelir’i okumak yeterdi, mesela. Ama Gizli Sevenler Cemiyeti’ni okumak öte bile geçer. “Çalışmak Kötüdür”, bolca mizah içerdiği halde, korku’nun kıyısına gelip dayanıyor. Öte yandan, karakterlerini unutmak da mümkün değil. Önce anlatıcımız, sonra Berber Kâzım (baş karakter olmasa da, işi karıştıran o) ve nihayet Ressam Ruhan. Yanında iş bulduğu kişi: “Bu defa torpille iş buldum,” diyor kahramanımız. “Ne yapabilirdim? Buna mecbur bırakanlar utansın”.

“Beni Ahmet Büke yazdı,” cinsinden bir giriş işte. Ama asıl Büke imzası, hikâyenin diğer üç kahramanına yazılı. Ressam Ruhan’ın beslediği, elemanı da onlara baksın diye işe aldığı iki sincap. Anlatıcımızla öyle uğraşıyorlar ki, onların içinin nefret dolu olduğuna karar veriyor. Bir de hayvanat bahçesi kaçkını atmaca var, adı Ustura. Aklı fikri bu iki sincapta. Kitapta en sevdiğim hikâyelerden biri.

Eski bir Büke okuru ve nenesiyle dedesinin gözü kara bir hayranı olarak, kitaba başlayışına da bayıldım tabii: “Nenem ve Dedem İçin Sözlük”. Uzun bir sözlük, kırk sayfayı aşıyor. Bölüm bölüm: Baykuş, giz, korporasyon, memur, nef, pişi, piyes, rastık, tayga ormanları, zemberek, aşk. Ama onlar kadar sevdiğim bir eski aşina hikâyesi daha var: Hissikablelvuku Yemenisi. Yemeninin sahibi Arap Hatçam Teyze, edebiyattaki en sevdiğim karakterlerden biri. Karşımıza her gelişinde de, kendisi hakkında yeni bir sırrı açığa veriyor.

Ancak, yazarımızdan bir şikayetimiz olacak. Epeyce vakittir ON8 Blog’daki köşesinde yeni bir hikâye görmüyoruz. Olmaz ama… Gerçi Can Yayınları’ndan iki kitabının, Alnı Mavide ile Ekmek ve Zeytin’in üçüncü baskıları yapıldı, üstelik farklı kapaklarla. İyi de, biz onları zaten okuduk (Yeniden almayacağımız anlamına gelmiyor, tabii. Sincaplar kapakları sever belki). Yenilerini istiyoruz, “aşklara meftun, hikâyelerden mecnun” mahallede neler olup bitmiş bakalım… Büke bunlarda ille de kronolojik bir sıra izlemediğine göre, olur mu olur. Ne yapıp yapalım, yenilerini yaratalım. Yürüyelim anacım. (Başka bir yerde kullanınca biraz şaşkınlık yaratmış şu cümleciği hemen açıklayayım: o da bir başka hikâyenin adı.)

Mizahla karışsa da en acı şeyleri çekinmeden yazan, politik olmaktan asla çekinmeyen (adım atmanın bile politik bir yanı olduğunu düşünüyor) Ahmet Büke, yazmak için ille de bir etiket, tarz, ekol falan istemiyor. Geldikçe yazıyor, sonra bakıyor ve severse tutuyor, sevmiyorsa atıyor. Ne de olsa, bilgisayar devri. Gözlemekte usta, öylesine otururken de gözlüyor insanları. Yazmak için özel bir yere ihtiyacı yok, nerede olursa, ne zaman olursa (kahvede mesela, veya öğle tatilinde) oturup yazabiliyor. (Bu vesileyle, yukarıdaki paragrafa da dönüyoruz: Yürüyelim anacım. Yazalım biraz.) Hem hayatın en küçük ayrıntılarıyla ilgili, hem de en kaçınılmaz gerçekleriyle. Ve de hayallerle elbet, hayalsiz hikâye olur mu?

Ahmet Büke benim çok sevdiğim bir hikâyeci. Hem anlatış biçimi, hem de anlattıkları nedeniyle. Nasıl yazdığını da herkesin anlayacağı şekilde yazdığı için. Bir de, okuru ve arkadaşı Haluk Kalafat’ın bir yazıda anlattığı o emsalsiz ekonomi nedeniyle: “Sözcüklerde tasarrufu yavaş yavaş mükemmelleşti, özün vuruculuğu artıkça arttı. Kısaldı, kısaldıkça keskinleşti, dokunduğu yerde daha çok iz bırakır oldu.”

Bir de, iki yıl önce Notos’un Sait Faik dosyasında yazara yazdığı mektup var Ahmet’in. Şiiri tarif ettikten sonra, hikâyeye/öyküye geçiyor:

“… öykü çolak kolunu saklayan bir çocuk hüznünde geliyor insana. Geliyor ve şurana konuyor. Gitmiyor. Kovmaya da gönlün razı olmuyor. Çünkü senden uçup gitse, bir başka nefese çarpmadan solup düşecek. (…)

“Öykünün zayıflığında bir güç, zorluğunda bir kolaylık olduğunu görüyorum. Onu çok az insan önemsiyor ama belki de bu yüzden dünyayı etkiliyor hissettirmeden. Başarmak çok zor ama sadece ilk cümle ile aşılıyor her şey.”

Müsaadenizle üstat. O kadar da kolay değil hani…

Aşklara meftun, hikâyelerden mecnun! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

5 Mart 2016 Cumartesi

Ödül mevsimi bitmez…

Birkaç yıl önce, bilumum ödüllerle, özellikle sinema ödülleriyle meşgul olması uygun görülmüş bir gazeteci olarak, ödül mevsimini tedirginlik içinde beklemeye başlardım. Yolda çevirip fikir soruyorlardı, her şeyin önüne geçiyordu, tahminlerden insana fenalık geliyordu, alınan ödüller de genellikle kısa bir süre sonra unutuluyordu. Film afişleri hariç, tabii.

Ama hiç değilse mevsim diye bir şey vardı ve o bitince bir soluk alıyordun. Gerçi çalıştığım gazeteler, festivallerle de ilgilendiği için Cannes, Venedik, Berlin, Sundance, vs. önemli festivaller gene da küçük çaplı heyecanlar yaratıyordu ama Oscar ve Altın Küre kadar değil. Emmy kadar da değil. Şimdi TV ödülü Emmy durduk yerde nereden aklıma geldi diyeceksiniz. Oscar Ödülleri verildikten iki gün sonra, saygın bir yabancı gazetenin internet sitesinde şu başlığı gördüm: “Emmy Adayları”. Kendileri de bir tuhaflık olduğunun farkındalar herhalde, çünkü “Şunun şurasında birkaç ay kaldı,” diye mazeret belirtmişler. Eh, geçen yılki ödül töreni sonbaharda düzenlenmişti.

Oscar’lara gelince, 88. Akademi Ödül Töreni, başarısız törenler arasında kendine parlak bir yer edinerek yapıldı. Neyse ki, Leonardo DiCaprio’nun herkese dert olan ödülsüzlük meselesi halloldu da, dünya halkları olarak rahat bir nefes aldık. Aktör, altıncı aday gösterilişinde, belki rol arkadaşı ayının da katkısıyla, nihayet bir Akademi Ödülü sahibi oldu. DiCaprio’yu severim, gençlik filmlerinden beri hep iyi bir oyuncu olduğunu düşünmüşümdür. Gerçi This Boy’s Life ile What’s Eating Gilbert Grape’e gençlik filmi de denmez. Büyük ustalarla çalıştı, Martin Scorcese’nin kanatları altına girdi. Sonunda The Revenant / Diriliş ile beklediği ödülü aldı. Çok sakindi, efendiydi. İklim değişiminden de söz eden kabul konuşması da anlamlıydı. Artık aynı nedenlerle (sarışın ve güzel olmak) Oscar’dan uzak kalmış Brad Pitt’in sırası gelir mi diye bekliyoruz. Pitt, yapımcı olarak da sinemaya hizmet etmiştir. Onun adaylık sayısı da 5.

İnsanlar DiCaprio heyecanına kapılmış sürüklenirken, Ennio Morricone’nin de altıncı kez aday olduğu unutulmuş. Yaklaşık iki yüz filme müzik yapan İtalyan usta, ödülünü almak için sahneye çıkınca ona bu şansı tanıdığı için Hateful Eight’in yönetmeni Quentin Tarantino’ya teşekkür etti. Biz de Morricone’ye teşekkür ederiz, bütün o müzikler için…

Deniz Gamze Ergüven’in burada Oscar’a yeterince layık bulunmayan filmi Mustang ise, Fransa adına son noktaya kadar gelmişti. Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinde aday ve Son of Saul’un ardından ikinci favoriydi. Ancak, görenler eminim aynı fikirde olacaktır, Macar yönetmen László Nemes bu ilk filminde, kamera karşısına ilk kez geçen şair aktörü Géza Röhrig gibi çok başarılıydı. Son of Saul belki de yılın en iyi filmiydi.

Sharmeen Obaid-Chinoy’un bir töre cinayetinin sonuçlarını anlatan filmi A Girl in the River: The Price of Forgiveness, Kısa Metraj Belgesel’de Oscar’ı aldı. Kısa Metraj Animasyon’da ise, favorilerden The Bear Story ödüllendirildi. Gabriel Osorio ve Pato Escala aile birliği üzerine kurulu filmin ödüllerini almaya sahneye eşleriyle geldiler. Oscar gecesinde en fazla sayıda ödül Mad Max: Fury Road’un  (yani, Çılgın Max: Öfkeli Yollar!!!) oldu. Keşke bu ödüllerden iki tanesinin heykelciğinde En İyi Film ve En İyi Yönetmen yazsaymış. Neyse ki, filmin izleyicileri gibi, sinema eleştirmenleri de hakkını vermişti. SİYAD da, FİPRESCİ de George Miller’ın filmini yılın en iyi filmi seçti.

Beden olgunlaşırken bir yeniyetmenin beynine hangi duyguların hakim olduğunu anlatan Inside Out, zaten animasyonun favorisiydi. Eleştirmenlerin de… Pixar’ın filmlerinin en az üçte biri, çocukluktan çıkmak üzerinedir. Inside Out da bunların en iyilerinden biri. Gerçi, Nick Park’ı çok seven biri olarak Shaun the Sheep’in kazanması beni çok memnun ederdi ama, bu konuda azınlıkta kalacağım kesin.

Emmanuel Lubezki ise The Revenant ile arka arkaya üçüncü yıl En İyi Görüntü Yönetmeni Oscar’ını aldı. 2014’te Gravity / Yerçekimi, 2015’te Birdman (ya da Cehaletin Beklenmeyen Erdemi) ve The Revenant / Diriliş (2016). Hepsinde de yönetmen Alejandro Gonzalez İñnarritu ile çalışmıştı.

Gecenin tek gerçek sürprizi, Tom McCarthy’nin “hakiki gazetecilik” filmi Spotlight’ın En İyi Film Ödülü’nü alması oldu. Birdman ile hak ettiği bir En İyi Erkek Oyuncu ödülünden yoksun kalan Michael Keaton (nedense “iyi oyuncu” sıfatı ona da pek layık görülmez) koltuğun kenarınaydı galiba, bir zafer yumruğu indirerek dosdoğru sahneye çıktı.

Oscar furyası bitti ama fazla üzülmeyin. Emmy gecesinin ertesi günü “aday adayları” muhabbeti başlar.

Ödül mevsimi bitmez… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.