31 Ekim 2015 Cumartesi

Çok yaşasın Yerdeniz!

SEVİN OKYAY – 31 Ekim 2015

Kara Hafta’mız bitti, 25. Akbank Caz Festivali sonuna geldi çattı. Film festivalleri ise geçen haftalarda kaldı. Yani biz gene kitaplarımız, yazarlarımız, kendimizce kahramanlarımızla başbaşa kaldık. Yazarlarımız derken, geçen hafta çok sevdiğimiz bir tanesinin doğum günüydü. Evet, geç kaldık, ama büsbütün unutmuş olmayalım dedik.

Ursula K(roeber) Le Guin, en sevdiğim yazarlardan biridir. Sadece fantastik âlemin ecesi olduğu için değil; aynı zamanda bir şair ve farklı türlerde yazan iyi bir yazar olduğu için. Bir de, Harry’ye hakaret gibi olmasın ama (ne de olsa, Kutlu ile birlikte altı kitabını çevirdik), büyücüsü Ged fantastik edebiyatın en sevdiğim karakteri olduğu için ki, onu da birkaç parmak arayla, Philip Hoffman’ın “His Dark Materials” üçlemesinin ikinci ve üçüncü kitaplarında yer alan küçük Will izler. Ama “Yerdeniz” kitaplarının kahramanı Ged, olağanüstü yetileriyle, kusurları ve eksikleriyle, ikincil karakterlerini bile unutulmaz hale getirmiş Le Guin’in en başarılı yaratısıdır. Duny – Çevikatmaca – Ged süreci bize heyecan sunar, olağanüstü Ged’e hayran kalırız. Ben bugün de öyleyim.

Ursula K. Le Guin, 1929 yılında Berkeley, Kaliforniya’da doğdu, orada büyüdü. Babası antropolog Alfred Kroeber, annesi de İshi’nin yazarı Theodora Kroeber’di.

Ona yazar olma esini veren şeyin, beş yaşında yazmayı öğrenmesi olduğunu söylüyor. Bir de, annesiyle babası, ne onun yazdıklarına karışmışlar ne de yazma azmini övmüşler. Ama yeteneği varsa çok sıkı çalışması gerektiğine inanmaları, kızlarını teşvik etmiş. Ancak, üniversite çağına yaklaşırken babası, “satılabilecek bir beceri” edinmesini istemiş. “Dilleri seviyordum, ben de üniversitede Fransız ve İtalyan edebiyatı okudum,” diyor. Sonra da bunları öğretti.

1953’te Paris’te, tarihçi Charles A. Le Guin’le evlendi. Evlenince, kocası yazı yazma hakkını hiç sorgulamamış. “Kocalarda ender bulunan bir haslet,” diyor Le Guin. “Genç yazarlara öğüdüm; para sahibi biriyle evlenemiyorsanız, hiç değilse yeteneklerinizi kıskanacak biriyle de evlenmeyin.” Şansına, genç yaştayken tanıdığı, yaşça büyük birkaç yazar da onu teşvik etmiş. “Sanatın şöhret için bir yarışma olduğunu düşünen yazarlardan uzak dururum.”

Hazır genç yazar lafı açılmışken, yazarımızın bu konuda neler düşündüğüne de bakalım bir. Çünkü onlara bir öğütte bulunmuş. “Sokrates,” diyor, “dillerin yanlış kullanımı ruhta kötülüğe yol açar,” demişti. Dil bilgisinden söz etmiyordu tabii. Dili kötüye kullanmak, tıpkı politikacılar ve reklamcıların yaptığı gibi, sözlerin anlamının sorumluluğunu yüklenmeden, onu kâr için kullanmak demektir. “Oysa ona göre, bir yazar kelimelerin ne anlama geldiğine, ne dediklerine, nasıl dediklerine aldıran biri olmalı. Yazarlar, kelimelerin onları hakikat ve özgürlüğe götüren yol olduğunu bilir ve onları özenle, düşünerek, korkuyla, keyifle kullanırlar. Kelimeleri iyi kullanarak ruhlarını güçlendirirler.”

Bir de red mektubu sunmuş. Reddedilen kitap, kısa süre önce 40’ıncı yıl dönümü şerefine yeniden basılan The Left Hand of Darkness / Karanlığın Sol Eli.” “Çok iyi kalpli bir insan olduğum için,” diyor, “Editörün ve yayınevinin adını vermiyorum. Ama mektuptan söz ediyorum ki, kısa süre önce red mektubu almış olanlar neşelensin. Sıkın dişinizi!”

Meçhul yayınevi, Ursula K. Le Guin’in çok iyi yazdığını düşündüğü halde, romanı yayınlamayacaklarını söylemiş. Referans ve bilgi ayrıntıları, aradaki efsaneler her şeyi birbirine karıştırıyormuş. Hikâyede, aksiyonun umutsuzca çıkmaza girdiğini ve kitabın okunmaz hale geldiğini söyleyip, metni iade ediyorlar. Karanlığın Sol Eli, bilimkurgunun en önemli iki ödülü olan Hugo ve Nebula’yı aldı. Yani, sahiden de sıkın dişinizi!

Le Guin, düzyazıya da hakim, şiire de. Gerçekçi kurgu, bilimkurgu, fantastik, küçük çocuklar için kitaplar, genç yetişkinler için kitaplar, senaryo, deneme, vb. yazıyor. Basılmış 7 şiir kitabı, 22 romanı, 100’den fazla kısa hikâyesi var; 12 de çocuk kitabı. En beğenilen kitaplarının çoğu da hep basıldı, kitapçı raflarından hiç eksik kalmadı. “Yerdeniz”in altı kitabı A.B.D. ve Britanya’da milyonlarca sattı. İlk önemli bilimkurgu kitabı Karanlığın Sol Eli (hani editörün beğenmediği), kendi alanında çağ açıcı bir kitap sayılır. Çocuk kitaplarının arasında en beğenileni, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan dört kitaplık “Kanatlı Kediler Masalı” (Catwings) dizisidir, Emma Tekir ile kanatlı dört yavrusunun maceralarını anlatır. Dört yavruya dört kitap…

Bir de, çevirmen olarak, yazmaktan kendimi alamadığım bir şey var. Lao Tzu’nun Tao Te Ching’i üzerinde kırk yıl çalışmış ve büyük övgü almıştı. Kırk yıl ha! Dictionary of Imaginary Places / Hayali Yerler Sözlüğü’ne iki kişi üç buçukar yıl verdik, diye söylenmemizi hatırlıyorum da!

Ursula K. Le Guin iyi ki doğmuş, diyoruz! Ve çok yaşasın onun eşsiz ve eksiksiz dünyası Yerdeniz! Ejderhaları bile bir başka…

 

29 Ekim 2015 Perşembe

Geçmiş Hikâyeler Sokağı

ECE İREM DİNÇ – 29 Ekim 2015

“hayat zamanda iz bırakmazbir boşluğa düşersin bir boşluktanbirikip yeniden sıçramak için…”Attila İlhan

Başlangıcından bu yana, “Düş Kazanı” başlığı altında kaç yazı kaleme aldım bilmiyorum, saymadım. Kimi zaman Antik Yunan’ın masalsı dağlarından, kimi zaman Nil’in esrarlı sularından, bazen yalınayak, bazen de yalınyürek, âlemi bir baştan bir başa dolanan seyyahların ardından, bazen Yugoslavya’nın uzak bir kasabasından öylece geçip gittim. Bir Çigan’ın dilindeki türküye dokunduğum da oldu, Bosnalı bir kız çocuğunun gözündeki yıllanmışlığa da. Masalların sonsuz boşluğunda deveran etmeyi hep sevdim. Yazılmış ve söylenmiş bütün hikâyelerin, dünyayı insanlar için daha yaşanılır ya da hiç değilse daha anlaşılır kılmaya çalışan birer savaşçı olduğuna inandım. Okuduğum her masalın sonunu –birbirlerinden ne denli uzak ve farklı olsalar dahi– Hacı Bektaş Veli’nin şu sözlerine benzetip durdum;

   “Her ne ararsan kendinde ara.    Ve inan iyiliğe, inan iyilere. Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir, hatırla bunu!”

Yazmak, bir nevi azalma hâli. Okumak da öyle… Zira yazdıkça, okudukça, görüyorum ki, bu dünya sarayı, başlıbaşına bir hikâyeler kazanı. Bildiğimi sandığım her şey, aslında kişisel evrenimin içinde küçük, küçücük bir noktadan ibaret. Noktalar birleştikçe ağır ağır beliren çizgiler, ağır ağır uzayıp giderken içimde, okuduğum hikâyeler her defasında birer nokta daha konduruveriyorlar zihnime. Noktalar kümesi genişledikçe, dahası uzayıp gittikçe çizgiler; bildiklerimin azlığı da aynı hızla vuruyor yüzeye. “Daha anlatacak çok şey var,” diyorum kendi kendime. Bir panik havası esiyor kalemimin üzerinde. Daha çok nokta olsun istiyorum beynimde. Sonra bir an durup hatırlıyorum, noktanın tüm çizgilerin esrarı olduğunu…

Dünyayı mitolojik hikâyelerin gözünden anlamlandırmanın ayrı bir güzelliği var bende; başka bir deyişle, çokanlamlılığı… Çünkü “düşlerle yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır,” diyen bir düşünürdür mitoloji. Düşler ile hakikatleri öylesine incelikle ve öylesine zarafetle teyeller ki birbirine, okudukça insanın içine işleyen umut da mitolojinin oyası olur adeta. Hani insanın içine, içinin de içine işleyen bir tarafı da vardır bazen. Bütün o eski masallar, bir bakıma sırlı bir ayna. Sularda aksini aramaksa niyetin, senin payına da bir şeyler yansımış olacak o aynaya. Yeter ki bakmasını bil, yeter ki görmesini… Bu dört heceli sözcüğün içine nelerin sığdığını, nelerin sığmayıp da taştığını ancak bu yolla öğreniyor insan. İyi bir dünyaya açılan kapının tokmağına asılmış, inançla zorlayan insanlar da var orada, tırnakla dağları kazıyan da. Bir dirhem iyilik için cihandan geçen de orada, şahane meclisine çekilip umarsızca uyuyan da… Her efsane, hakikatle düş arasında bir solukluk kasaba. Yolu düşeni içtenlikle buyur eder topraklarına. Umudu, hüznü, boşluğu ve değişen zamanları; ekmek gibi, su gibi içtenlikle pay eder önünüze. Karşılığında istediği bir şey de yoktur hani. Çünkü çıkarsızdır hikâyeler. Çünkü kelimeler; şu dünyadaki en beklentisiz, en koşulsuz şeyler…

Hâsılıkelâm, başta da söylediğim gibi, bugüne dek bu köşede kaç hikâyeye, kaç efsaneye dokundu kalemim, saymadım. Ama şundan eminim ki, her hikâye, her efsane başlı başına bir sevda bu gönülde. Ve Tevfik Fikret’in de dediği gibi, “Hoş geçen her dem-i sevda, ebediyet sayılır bir yerde.” Burası bir köşeden çok daha fazlası bende… Her defasında beni, “Geçmiş Hikâyeler Sokağı”na doğru alıp götüren sevgili “Düş Kazanı”m, içimdeki evrene küçük, küçücük noktalar kondurmaya devam ettikçe, ben de aynı heyecanla yazmaya devam edeceğim.

Okudukça azalarak, yazdıkça eksilerek;

Ama asla yetinmeyerek…

Mitolojinin sırlı aynasında bir görünüp,

bir yiterek…

 

27 Ekim 2015 Salı

Yaşasın Polisiye!

SEVİN OKYAY – 24 Ekim 2015

Çocukluğumdan beri polisiye okumayı severim. Polisiye kategorisine konularak, “edebi” değerden uzak tutulmak istenen pek çok iyi yazar tanıdım bu sayede. Agatha Christie’leri sıradan geçtim, Carter Dickson, Elle Stanley Gardner ve elbette Mike Hammer’leri (hakikisi ve sahtesiyle) okudum. Hep birlikte, “Bizde niye polisiye yazarı yok?” diye dertlenirken karşımıza Türkiye’de polisiyenin bir numarası, “Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes” adı, kendi tabiriyle “tuğla gibi” kitabıyla Erol Üyepazarcı çıktı ve bize çok önemli bir şey öğretti. Ülkemizde yüzyıldır polisiye yazılıyormuş meğer. Üstelik, nasıl ki iyi-kötü yazılmış kitap varsa, iyi-kötü yazılmış polisiye de olduğunu bilmeyene öğretti.

Bu hafta sonu, yüz yıllık tarihi olan polisiyemizin yazarlarımızdan bazıları Pera Palas Oteli’nde bir araya geliyor. Maksat, hem Agatha Christie’nin 125. doğum gününü kutlamak, hem de Kara Hafta geleneğini başlatmak. Merak eden blackweekturkey.com’a girer, bakar. Niye İngilizcesine bakıyoruz derseniz, karahaftatürkiye.com diye bir şey yok da ondan. Umarız, Pera Palace Hotel Jumeirah’nın ev sahipliğinde ve TEB sponsorluğunda gerçekleştirilen bu ilk uygulamanın arkası gelir.

Cuma akşamüstü Pera Palas’ta düzenlenen ilk panel, “Kadın Dedektifler” başlıklıydı ve moderatörü de bir polisiye yazarı, aynı zamanda aktris olan Ayşe Erbulak’tı. Katılımcıları ise, bu dönemin öncü kadın polisiyecisi, Kati Hirşel’in yaratıcısı Esmahan Aykol ile bir efsane: ilk olarak Çitlembik’ten çıkan Bir Numaralı Kadınlar Dedektiflik Bürosu ile tanıdığımız Alexander McCall Smith ki, ayrıca romanları, çocuk kitapları (dört tanesi Günışığı Kitaplığı’ndan çıktı) ve akademik çalışmaları da vardır. Ama biz onun peşine, yukarıdaki kitapla başlayan “Mma Precious Ramotswe” dizisi nedeniyle takıldık. Botswana’da “geleneksel yapıda” (şişman denmiyor) bir hanım, bir dedektiflik bürosu açar, yanına da daktilo kursunun en başarılı öğrencisi Mma Grace Makutsi’yi asistan olarak alır.

Panel boyunca McCall Smith’in eşinin yanında uslu uslu oturdum, konuşmacıları dinledim. Salon tamamen dolmuştu. Ama polisiye etkinlikleri genelde böyle oluyor zaten. Keşke daha çok yapılsa! Edinburgh’da yaşayan yazar, polisiyenin ille de cinayet gerektirmediğini düşünenlerden… Mma Ramotswe hırsızlıklar, aldatmalar ve sair ailevi meselelerle uğraşıyor daha çok. Ona ve yazarın kurulmasına katıldığı üniversitede ders verdiği Botswana’ya bayılacaksınız.

Evet, anlaşılan epeyce zamandır McCall Smith hakkında yazma fırsatı bulamamışım. Ama “Katilin Peşinde” başlıklı ikinci panelde de aynı derecede önemli bir konuk vardı: Burada Everest’in bastığı iki ciltlik ve ‘tuğla gibi’ Açıklamalı Notlarıyla Sherlock Holmes kitaplarını hazırlayan Leslie S. Klinger. Erol Üyepazarcı’nın moderatörü olduğu bölümde ikinci konuşmacı ise, dedektifleri Vedat ve Tevfik ile gönlümüzde yer eden, aynı zamanda iyi bir çevirmen olan Algan Sezgintüredi’ydi. Klinger’in Drakula için de böyle “açıklamalı notlarıyla” cinsinden çok iyi bir kitabı var, aklınızda olsun.

Günün üçüncü panelinde konuşmacılar, Altın Kitaplar’dan çıkan Christie’lerin çevirmeni Çiğdem Öztekin moderatörlüğünde Adli Tıp Enstitüsü öğretim üyesi ve yazar Sevil Atasoy ile heyecan yaratan bir konuktu: Agatha Christie’nin torunu Matthew Prichard. Ne de olsa, bu hafta aynı zamanda üstadenin 125’inci doğum yıldönümünü kutluyor ve bir Agatha Christie odasına sahip, onun kayboluşuyla ilgili sık sık adı geçen, o günlerde burada kaldığı söylenen Pera Palas’tayız. Konu başlığımız da “Agatha Christie Suç ve Ceza”ydı.

Bunları yazarken, bir yandan da bugüne hazırlanıyorum. 15:00’te Metin Celal, Osman Aysu ile Çağatay Yaşmut’a “Popüler Bir Tür Olan ‘Polisiye’”de moderatörlük edecek. 16:00’da Celil Oker, Bir Şehir Anlatısı Olan Polisiye’yi anlatacak. Moderatör, Adnan Özer. 17:00’de Ahmet Ümit, çok sevdiğimiz karakteri Başkomiser Nevzat’ı anlatacak.

İşte hepsini duyurduk, isteyen kalkıp gelir. Mekânımız, bir daha hatırlatalım, Pera Palas. Salon kalabalık oluyor, geç kalmayın. Eğer panellere gelemezseniz, yazarlarımız saat 18:00’den itibaren Mephisto (Leslie S. Klinger, Algan Sezgintüredi, Ayşe Erbulak, Onur Akhan), İnsan Kitabevi (Alexander McCall Smith, Sevil Atasoy), ve Türk-Alman Kitabevi’nde (Ahmet Ümit, Esmahan Aykol, Celil Oker) kitaplarını imzalayacak. Yaşasın polisiye!

 

22 Ekim 2015 Perşembe

ON8, 34. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nda!

ON8, 7-15 Kasım’da, Büyükçekmece TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde        düzenlenen, bu yılki ana teması “Mizah: Hayata Gülümseyerek Bakmak” olup, Tan    Oral’ı onur çizeri, Romanya’yı da onur konuğu olarak ağırlayan 34. İstanbul Kitap    Fuarı‘na, Salon 2, 2102 no.lu standında katılıyor.

Fuar kapsamında düzenlediğimiz etkinlikler:

 Programın pdf dokümanı için tıklayınız.

 

 

7 KASIM 2015, Cumartesi

İMZA SAATLERİ – ON8 standında Salon 2 / 2101 C12.00-14.00 Sevgi Saygı

8 KASIM 2015, Pazar

 

İMZA SAATLERİ – ON8 standında Salon 2 / 2101 C12.00-13.00 Müge İplikçi

14 KASIM 2015, Cumartesi

SOHBET: Bir Blog Macerası: İnsan Kendine De İyi GelirKonuşmacı: Semih Gümüş, Ahmet Büke13.00-14.00  Heybeliada Salonu

İMZA SAATLERİ – ON8 standında Salon 2 / 2101 C12.00-14.00  Mine Soysal, İrem Uşar15.00-17.00  Ahmet Büke

 

 

17 Ekim 2015 Cumartesi

Yüreğinin yerini bilirdi…

SEVİN OKYAY – 17 Ekim 2015

Kırk yıldır basın camiasının içinde yer alan biri olarak, Sennur’u şairliğinden de önce düzeltmenliğiyle, ayrıca yanlış bulduğu fikirleri sözlü olarak da düzeltmesiyle tanıdım. Bir kısmı kulaktan dolma, bir kısmı tanık olma şeklinde. Şairdi, bir yazarın eşiydi. Eşi de düzeltmendi. Babıali’nin edebiyat dolu yıllarıydı. Daha sonra  bir başka vesileyle tanıdım. Her iki kardeşi de ayrı ayrı arkadaşımdı. Sema’lara sık sık uğrardım, Aynur ise çok sevdiğim bir mesai arkadaşımdı. O da düzeltmendi. Sennur’un çocukları Ayşe ve Ahmet ise, eh, onlar da arkadaşımdı desem yanlış olmaz. Eniştesi ise sinema dünyasının içindeydi. Belki de farklı isimlerle yazdığı senaryoların bir kısmını ona yazmıştır. “Buruk Acı” hikâyesini aşağıda yazacağım.

Sennur’un arkasından yazanlar, özellikle de genç arkadaşları, tecrübesiyle bilgisini hiç duraksamadan aktardığı arkadaşlar, onun azarlarından muhabbetle söz ediyor. Asıl korkutucu olan azarların kendisi değil, onu daha önceden tanıyan arkadaşların tehditleri: “Sennur abla gelince görürsün.” Azar korkutucu değil, çünkü Sennur biraz sonra azarladığı o gence kalbini açar, gönlünü alırdı. Eşi, ardından yaptığı konuşmada, “Yüreğinin yerini bilen insanlardan biriydi,” demiş. Elhak öyleydi.

1943’te Eskişehir’de doğmuştu. Annesi evde okumayı öğrettiğinden olsa gerek, ilkokula ikinci sınıftan başladı. İstanbul Kız Lisesi’nde öğrenimini yarıda bırakıp Taşkızak Tersanesi’nde ikmal ve muhasebe memuru olarak işe girdi. Taşkızak’ın onun üzerinde büyük etkisi oldu. Yirmi yıl önce Evrensel Gazetesi’nde kendini tanıttığı yazı “Ben Sennur Sezer”de (o köşede yazarları tanıtırdı hep),

“Düşlediğim eğitim dalının gerektirdiği para, lisenin bana artık verecek bir şeyi kalmadığına inanç, para kazanırsam daha özgür olabileceğim kanısı, bu kararda rol oynadı. Ailemle bunları tartışamazdım,” demiş. Sonuna kadar Türkiye sosyalist hareketinin ve işçi sınıfı mücadelesinin içinde yer almasında, mutlaka Taşkızak yıllarının payı vardır. Sennur Sezer, gençliğinde burada çalışırken giriştiği politik mücadeleyi, hayatının sonuna kadar sürdürdü.

1965 yılında Varlık Yayınları’na girdi, düzeltmen olarak. İki yıl sonra genç yazar Adnan Özyalçıner ile evlendi. 1982 yılına kadar çeşitli yayınevlerinde ve ansiklopedilerde düzeltmenlik, metin yazarlığı yaptı. Gerçek ve müstear isimle, özellikle Yeşilçam’a çok sayıda senaryo ve şarkı sözü yazdı. Bunlardan biri de, “Buruk Acı”ydı. Evet, hani şu “Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı, / Hayat öyle bir han ki, acı içinde hancı.” diye başlayan…  Teoman Alpay’ın bestesiyle, Yeşilçam’ın en bilinen şarkılarından biri olmuştu. Daha sonra, aynı adlı romanın yazarı Adnan Özyalçıner, şarkının sözlerinin de eşine ait olduğunu açıkladı.

Şiir ve yazıları Varlık, Yeditepe, Hürriyet Gösteri, Yazko Edebiyat, Hürriyet Gazetesi Avrupa baskısı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki, Elele, Beaute adlı dergi ve gazetelerde yayımlandı. Bunları Evrensel ve Cumhuriyet gazeteleri ile Radikal Kitap, Varlık, Evrensel Kültür dergileri izledi. Bu yıl ise, Tudem Edebiyat Ödülleri jürisindeydi. Habib Bektaş, Şeref Bilsel, Betül Avunç ve Zarife Biliz ile birlikte yarışmaya katılan eserleri değerlendirmişlerdi.

Aldığı pek çok ödülün birinden, Evrensel’deki yazısında tevazu ile şöyle söz ediyor: “1980’de şiir ve yazılarımda kadın haklarını savunduğum için 8 Mart ödüllerinden birini aldım.” Doğan Hızlan ise, “Kimi yazarlar, kadın duyarlığı sözünün üstüne basa basa yazılmasına karşıdırlar. Sezer onlardan değil, kadın duyarlığının, kargaşa içinde yaşayan bir toplumda kadın olmanın sorumluluğunun şiirini yazıyor.”

Doğrudur, hem kadınların, hem emekçilerin haklarını korumuştur, hepsi adına mücadele etmiştir Sezer. Adnan Özyalçıner, veda konuşmasında “Sennur bir şairdi,” demiş. “Şiir yüklü, yaşam yüklü, sevgi ve ümit yüklü bir defter kaldı ondan geriye. İnsan hakları, kadın hakları, işçi hakları savunucusuydu. Savunucumuz gitti.”

Yazmanın herkes için bir kendini ifade biçimi olduğunu, on altı yaşlarındayken anladığını söyleyen Sennur Sezer, yüreğinin yerini de o sıralar öğrenmiş olsa gerek. “Size kendimi, konuşmalarımda yaptığım gibi bir şiirimle de tanımlayabilirdim:” diye yazmış. “Evliyim / İki çocukluyum / Ozanım /… / İnsanın insandan korkmasına karşıyım / İşte bunun için / Yazıp / Altına imza attıklarım.”

İlk şiiri, o lise sıralarındayken 1958’de, Sanat Dünyası dergisinde yayımlanmıştı. İlk şiir kitabı Gecekondu ise 1964’te. “Çalışan bir kadının, bir kadın işçinin günlüğü sayılabilir şiirlerim,” diyor. Şiirin yanı sıra çocuk kitapları, denemeler, inceleme-araştırmalar, anlatılar ve antolojiler var. Kimisi, Özyalçıner ile birlikte.

Siz çocuk değilsiniz ama, “Çocuklarımdır, bütün çocukları dünyanın,” diyen bir kadını, anneyi, şairi tanımak istersiniz diye düşündüm. Gene de noktamızı Adnan Özyalçıner’in veda konuşmasıyla koyalım:

“Sevgilim, sen benim her şeyimdin. Karım, sevgilim, annem, elim ayağımdın. Şimdi elim ayağım koptu.” Evet, bağrına bastığı ama arada bir de silkelediği bütün genç arkadaşlarında aynı öksüzlük duygusu yaşar şimdi.

 

Yüreğinin yerini bilirdi…

SEVİN OKYAY – 17 Ekim 2015

Kırk yıldır basın camiasının içinde yer alan biri olarak, Sennur’u şairliğinden de önce düzeltmenliğiyle, ayrıca yanlış bulduğu fikirleri sözlü olarak da düzeltmesiyle tanıdım. Bir kısmı kulaktan dolma, bir kısmı tanık olma şeklinde. Şairdi, bir yazarın eşiydi. Eşi de düzeltmendi. Babıali’nin edebiyat dolu yıllarıydı. Daha sonra  bir başka vesileyle tanıdım. Her iki kardeşi de ayrı ayrı arkadaşımdı. Sema’lara sık sık uğrardım, Aynur ise çok sevdiğim bir mesai arkadaşımdı. O da düzeltmendi. Sennur’un çocukları Ayşe ve Ahmet ise, eh, onlar da arkadaşımdı desem yanlış olmaz. Eniştesi ise sinema dünyasının içindeydi. Belki de farklı isimlerle yazdığı senaryoların bir kısmını ona yazmıştır. “Buruk Acı” hikâyesini aşağıda yazacağım.

Sennur’un arkasından yazanlar, özellikle de genç arkadaşları, tecrübesiyle bilgisini hiç duraksamadan aktardığı arkadaşlar, onun azarlarından muhabbetle söz ediyor. Asıl korkutucu olan azarların kendisi değil, onu daha önceden tanıyan arkadaşların tehditleri: “Sennur abla gelince görürsün.” Azar korkutucu değil, çünkü Sennur biraz sonra azarladığı o gence kalbini açar, gönlünü alırdı. Eşi, ardından yaptığı konuşmada, “Yüreğinin yerini bilen insanlardan biriydi,” demiş. Elhak öyleydi.

1943’te Eskişehir’de doğmuştu. Annesi evde okumayı öğrettiğinden olsa gerek, ilkokula ikinci sınıftan başladı. İstanbul Kız Lisesi’nde öğrenimini yarıda bırakıp Taşkızak Tersanesi’nde ikmal ve muhasebe memuru olarak işe girdi. Taşkızak’ın onun üzerinde büyük etkisi oldu. Yirmi yıl önce Evrensel Gazetesi’nde kendini tanıttığı yazı “Ben Sennur Sezer”de (o köşede yazarları tanıtırdı hep),

“Düşlediğim eğitim dalının gerektirdiği para, lisenin bana artık verecek bir şeyi kalmadığına inanç, para kazanırsam daha özgür olabileceğim kanısı, bu kararda rol oynadı. Ailemle bunları tartışamazdım,” demiş. Sonuna kadar Türkiye sosyalist hareketinin ve işçi sınıfı mücadelesinin içinde yer almasında, mutlaka Taşkızak yıllarının payı vardır. Sennur Sezer, gençliğinde burada çalışırken giriştiği politik mücadeleyi, hayatının sonuna kadar sürdürdü.

1965 yılında Varlık Yayınları’na girdi, düzeltmen olarak. İki yıl sonra genç yazar Adnan Özyalçıner ile evlendi. 1982 yılına kadar çeşitli yayınevlerinde ve ansiklopedilerde düzeltmenlik, metin yazarlığı yaptı. Gerçek ve müstear isimle, özellikle Yeşilçam’a çok sayıda senaryo ve şarkı sözü yazdı. Bunlardan biri de, “Buruk Acı”ydı. Evet, hani şu “Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı, / Hayat öyle bir han ki, acı içinde hancı.” diye başlayan…  Teoman Alpay’ın bestesiyle, Yeşilçam’ın en bilinen şarkılarından biri olmuştu. Daha sonra, aynı adlı romanın yazarı Adnan Özyalçıner, şarkının sözlerinin de eşine ait olduğunu açıkladı.

Şiir ve yazıları Varlık, Yeditepe, Hürriyet Gösteri, Yazko Edebiyat, Hürriyet Gazetesi Avrupa baskısı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki, Elele, Beaute adlı dergi ve gazetelerde yayımlandı. Bunları Evrensel ve Cumhuriyet gazeteleri ile Radikal Kitap, Varlık, Evrensel Kültür dergileri izledi. Bu yıl ise, Tudem Edebiyat Ödülleri jürisindeydi. Habib Bektaş, Şeref Bilsel, Betül Avunç ve Zarife Biliz ile birlikte yarışmaya katılan eserleri değerlendirmişlerdi.

Aldığı pek çok ödülün birinden, Evrensel’deki yazısında tevazu ile şöyle söz ediyor: “1980’de şiir ve yazılarımda kadın haklarını savunduğum için 8 Mart ödüllerinden birini aldım.” Doğan Hızlan ise, “Kimi yazarlar, kadın duyarlığı sözünün üstüne basa basa yazılmasına karşıdırlar. Sezer onlardan değil, kadın duyarlığının, kargaşa içinde yaşayan bir toplumda kadın olmanın sorumluluğunun şiirini yazıyor.”

Doğrudur, hem kadınların, hem emekçilerin haklarını korumuştur, hepsi adına mücadele etmiştir Sezer. Adnan Özyalçıner, veda konuşmasında “Sennur bir şairdi,” demiş. “Şiir yüklü, yaşam yüklü, sevgi ve ümit yüklü bir defter kaldı ondan geriye. İnsan hakları, kadın hakları, işçi hakları savunucusuydu. Savunucumuz gitti.”

Yazmanın herkes için bir kendini ifade biçimi olduğunu, on altı yaşlarındayken anladığını söyleyen Sennur Sezer, yüreğinin yerini de o sıralar öğrenmiş olsa gerek. “Size kendimi, konuşmalarımda yaptığım gibi bir şiirimle de tanımlayabilirdim:” diye yazmış. “Evliyim / İki çocukluyum / Ozanım /… / İnsanın insandan korkmasına karşıyım / İşte bunun için / Yazıp / Altına imza attıklarım.”

İlk şiiri, o lise sıralarındayken 1958’de, Sanat Dünyası dergisinde yayımlanmıştı. İlk şiir kitabı Gecekondu ise 1964’te. “Çalışan bir kadının, bir kadın işçinin günlüğü sayılabilir şiirlerim,” diyor. Şiirin yanı sıra çocuk kitapları, denemeler, inceleme-araştırmalar, anlatılar ve antolojiler var. Kimisi, Özyalçıner ile birlikte.

Siz çocuk değilsiniz ama, “Çocuklarımdır, bütün çocukları dünyanın,” diyen bir kadını, anneyi, şairi tanımak istersiniz diye düşündüm. Gene de noktamızı Adnan Özyalçıner’in veda konuşmasıyla koyalım:

“Sevgilim, sen benim her şeyimdin. Karım, sevgilim, annem, elim ayağımdın. Şimdi elim ayağım koptu.” Evet, bağrına bastığı ama arada bir de silkelediği bütün genç arkadaşlarında aynı öksüzlük duygusu yaşar şimdi.

 

15 Ekim 2015 Perşembe

Zerre ile Güneşi Kim Örtebilmiş Ki?

ECE İREM DİNÇ – 15 Ekim 2015

“Ateş, en üstün yaratılış unsurudur.Ateşin sınırı, ancak onun kendi kendisinde tekrarıyla anlaşılır.Onunla bir kez karşılaşanın eskisi gibi olmasıartık mümkün değildir. ”Nazan Bekiroğlu, “Lâ- Sonsuzluk Hecesi”

(Resim: Pablo Picasso “Guernica”)

Hikâyeye göre, Prometheus, ateş tanrısının alevler saçan ocağından bir kıvılcım çalar ve onu insanoğluna armağan eder. Bunun sonucunda, Tanrıların tanrısı Zeus’un emriyle, zincirlere vurularak cezalandırılır ve geceden bile daha kara bir akbaba tarafından her gün, her ân organları ağır ağır kemirilir. Kafkas Dağı’nın zirvelerinde yaşanan bu korkunç işkence, Herakles’in Prometheus’u kurtarması ile son bulur. Oysa engin yürekli Prometheus, kurtulduğuna sevinmek bir yana, Herakles’in gözlerinin içine hiddetle bakar ve ona şöyle der; “Zeus, tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur…”

Ve böylelikle, o güne dek ağır ağır kaynamakta olan kelimeler kazanına yepyeni bir kelime eklenir: Özgürlük… Öyle bir kelimedir ki bu; içine düştüğü kazanın sularını bir anda bulandırır. Rengini, en üstün yaratılış olan ateşten almıştır. Saftır, katışıksızdır. Sınırsız ve gözü karadır. Tıpkı, teni ateşe değen bir âdemoğlu gibi, dili “özgürlük” kelimesine dokunan, yahut gönlü bir defa olsun bu kelimenin hikmetiyle dolan bir âdemoğlu da, o ândan sonra asla eskisi gibi kalamaz.

Yarattığı bu yeni kelimenin etkisine kuvvetle inanır Prometheus. “Ya, zulüm?” der buna karşılık Zeus; “Kin, Kan, Öç, Kibir, Korku ve Ölüm… Kazanın içinde bu kelimeler de kaynıyor. Hem bak, tam şurada; senin yarattığının yanı başında.”

“Peki ama hangi vakte kadar?” diye sorar Prometheus. “Bilmez misin ki, bu kelimeler özünde koskoca birer hiç. Hem zerre ile güneşi kim örtebilmiş ki?…”

Hikâyenin ezcümlesi, Zeus ile Prometheus’un arasındaki savaş uzun yıllar sürüp gider. Tanrıların tanrısal serüvenine karşılık, insanlığın insani mücadelesi de Prometheus’un cesareti ile yön bulur. En nihayetinde kazanan Prometheus olur. Galibiyetinin ödülü olarak “Özgürlük” kelimesinin yanında “İnanç”, “Cesaret” ve “Başkaldırı” kelimelerini de sallandırıverir kazanın orta yerine.  Elbette kaynamaya devam eder kelimeler kazanı. Gel zaman git zaman, içine daha nice harf karışır. Ne ki, bir araya geldiklerinde dizilişleri “Karmaşa” olur bazen. Zira, “Zelil” de aynı kazanın içindedir, “Ahsen” de. “Ayân” da oradadır, “Beyân” da. “Merhamet” de aynı kazanda pişmektedir, “Kıyam” da. Kazanın içi, bir nevi tezatlar teknesi. Bu teknede “Kıvam”, kelimelerin en yücesi…

Demem o ki, insanlar gibi, kelimelerin de yaradılışı bir nevi zıtlıklar meclisi. Yeri gelir bu mecliste “Buse” ile “Zahmet”; “Zindan” ile “Saray”, “Özgürlük” ile “Bukağı” yan yana denk düşer. Öyle ya; şu dünya dükkânında bir tek iplik bulunmaz ki ona takılı bir de iğne olmasın.

Son olarak, hikâyeye göre kelimeler kazanı’nda yalnız iki kelime yan yana denk düşmezmiş. Biri “Felaket,” diğeri ise “Sükût” imiş… Zira “Felaket” kelimesinin yanında “Sükût”; zilletin bir neviymiş.

Fazla söze ne hâcet…

Dilerim serancâmı aydınlık, güzel bir gün olsun her birimize…

 

13 Ekim 2015 Salı

Çift kaymaklı kadayıf

SEVİN OKYAY – 10 Ekim 2015

Geçen hafta yazı yazmadım, çünkü zaten Günışığı Kitaplığı kutlamaları sayfaları doldurmuştu. Biz, ON8’in iki kıdemli yazarı, Ahmet Büke ile ben de orada hazır ve nazırdık. Günün konuşmacılarından Kutlukhan ile de orada buluştuk. Bizden önce gitmiş, yetişip yakaladık. Kutlukhan Kutlu, benim kan hısımım, meslektaşım ve Harry Potter kitaplarında çeviri eşim. O gün de çeviri üzerine bir konuşma yapacaktı. Güzel bir konuşma oldu.

Ama daha önce yemeğe yetiştik. Daha doğrusu, neşeli masamıza. Geçenlerde Caddebostan’da buluşan ve gül gül ölen ekipten Müren, Ahmet, Haluk Kalafat vardı masada. Mine de oradaydı ama hiç oturmadı galiba. Masamızın hatırlı konukları Latife Tekin ile Karin Karakaşlı’ydı. Karin’i, Ahmet Büke’nin ON8 Kitap’tan çıkan kitabı İnsan Kendine De İyi Gelir için yazdığı yazı nedeniyle kutladım. Kitabın sahibi kadar, yazıyı yazan hakkında da ruh bilgileri veren, çarpıcı, sıcak bir yazıydı. Karin, bu kitabın öyle bir yazıyı hak ettiğini söyledi.

Başlıktaki çift kaymaklı kadayıftan kasıt ise, o gün hem Zeynep Cemali Öykü Yarışması 2015 ödüllerinin verilmesi, hem de Günışığı Kitaplığı’nın yirminci yılının kutlanmasıydı. Orda burda gördüğünüz vecizemsi levhalar da kitapların isimlerinden yola çıkarak yaratılmıştı. Mesela, benim elimde gördüğünüz “Soğuktan korkmayan tek kuş” gibi. Oysa ben asıl, Behçet Çelik’le birlikte güleryüzlü bir poz veren Ahmet Büke’nin seçtiği kedili vecizeye niyetlenmiştim ama, “Bu kadın da her yere kedi ismi-resmi koyuyor,” demesinler diye kuşa fit oldum. Onları da çok severiz gerçi. Bu arada, Behçet’le tanışmıyorduk. Ben bu konularda beceriksiz olduğum için halen de öyleyiz.

Yemekten sonra Kutlukhan’ı dinledik. Sabah konuşmacılarını kaçırmıştık ama, Latife Tekin neyse ki öğleden sonrayı seçmişti. Müren Beykan da öykü yarışmasının ilginç ayrıntılarını iletti bize. Kızlar ne kadar yazarmış, ne yazarmış? Gerçek hayattaki roller öykü kahramanlarına da yansır mıymış, gibi. Sonra da, yarışmaya katılan öğrencilerin heyecanla beklediği an geldi: ödül töreni. Tören’de; Latife Tekin, birinci Ezgi Akar’a; Feyza Hepçilingirler, ikinci Bengisu Belen’e; Behçet Çelik, üçüncü Cem Demir’e ödüllerini verdi. Yarışmacılar aydınlık yüzleriyle sahneyi aydınlattı. İki tanesinin öğretmeni yanındaydı. Birinin öğretmeni aynı zamanda babasıydı. Herkes resimler çektirdi, birbirine sarıldı.

Bir de kaybetme fasılları vardı, tabii. Necati Tosuner’le kısacık konuştum, sonra izini kaybettim. Bir seferinde yakaladım, ama başka biriyle konuşuyordu. Necati eski arkadaşımdır, çok değerli bir edebiyatçıdır. Böyle vesileler de olmasa hiç görüşemeyeceğiz. Aslında benim iki ameliyatım da dolaşabilirliğimi epeyce törpülemişti. Tören sonunda salonda çıkarken boynuma sarılan Müge’yi de bir daha bulamadım. Ama Müjgan’ı bir buldum, bir daha bırakmadım. Yan yana oturduk (benimle arkadaşlık eden kazanır. Yorulmayayım diye beni oturtuyorlar, arkadaşım da nasibini alıyor). Yalnız Müjgan’a itibar gösterilmesinin bir başka nedeni de vardı. Eksik olmasınlar, beni Facebook’tan ya da yazılarımdan, radyo programlarından tanıyıp da resim çektirmek isteyenler oluyordu. Yanımıza geldiklerinde, kibar Müjgan, “Ben kalkayım,” diye hamle edince, “Yok, yok,” diyorlardı. “Oturun, çok güzelsiniz.” Hâlbuki Müjgan onu operacı ya da tiyatrocu diye tanıdılar sanmış. İtiraz etmemesini, gerçekten güzel olduğunu hatırlattık.

Törenden birkaç gün sonra Kutlu bana bir resim yolladı. Elimdeki levhada “Korsan kızlardır” yazıyor. Hemen cevap yazıp, “Yok böyle bir şey,” dedim. Meğer yanımıza gelip onu biraz tutmamı rica etmişler. Sonra da fotoğraf çekmişler. Ne yazdığını bile görememişim. Ondan sonra da, beyaz saçlarım, (katarakta karşı) güneş gözlüğüm, siyah bastonum ve kazağımla moda ikonu olduğumu iddia etti. Ben de komiklik olsun diye yazdım ki, ne göreyim? Arkadaşlarım hiç utanmadan “Olursa bu kadar olur,” demezler mi? “Senden âlâsı mı olurmuş?” Kör-topal dolaşmaya çalışan bir zavallıyla bu kadar kafa bulunur mu?

Sonunda, bu ‘moda ikonu’ rezilliğinin mimarı olan beyefendiyle kendimizi Sahaflar Festivali’ne attık, ama ikimizde de dolaşacak hal kalmamış. Pera Müzesi’nin Kafe’sine gittik ama masada çöküp kaldık. Sonunda kendi yakamıza geçtik. Kutlukhan biraz oturup gitti, ben de yatıp bir güzel uyumuşum. Ama gece rüyamda bile arkadaşlarımla buluşmuş, hoşça vakit geçirdim. Buluşmanın edebi bir buluşma olması da cabası. Edebi dedim de, Sahaflar Festivali, Tepebaşı’nda daha iki gün açık. Kasım başında da Kitap Fuarı başlıyor. Yeni yazarlar, kitaplar, arkadaşlar aramaya ne dersiniz? Korsan kızların da, çocukların da keşif yolu daima açık kalsın!

 

10 Ekim 2015 Cumartesi

Medya Dijitalleşirken…

Gelişmiş ülkelerde birkaç yıldan beri başgösteren kaçınılmaz dijital dönüşüm, ülkemizde de etkilerini göstermeye başladı ve tarihte ilk kez Yeni Medya reklam gelirleri, yazılı basını geçti. Peki şimdi ne olacak? Yıkılmaz gibi görünen reklamveren- reklamcı-medya üçlüsünü neler bekliyor? Kim, ne yapmalı?

Reklamcılar Derneği malumu ilan etti ve açıkladığı 2015 yılının ilk yarısında yapılan reklam harcamaları çalışmasına göre, Yeni Medya reklam gelirleri ülke tarihinde ilk kez yazılı basını geçti. Toplam 4.282 binTL’lik reklam pastasının yüzde 52’sini televizyon, yüzde 20.62’sini ‘dijital’, yüzde 17.38’ini yazılı basın, yüzde 6.7’sini açıkhava, yüzde 1.95’ini radyo ve yüzde 1.28’ini ise sinema reklamları oluşturdu. Yeni Medya yerine dijital terimini kullanmayı tercih eden Dernek, her ne kadar bu toplama “arama motorları gelirlerinin dahil olduğunu” söylese de, bu alanın tekel oyuncusu Google’dan veri alınamadığı için bu rakamın sağlıklı olmadığını ve kişisel olarak söz konusu gelirlerin tahmin olarak yazılanın çok üzerinde olduğu kanaatimi belirtmek isterim.  

Tabii üzerinde asıl durmamız gereken niceliğin çok ötesindeki nitel değişim. Yaklaşık altı yıldan beri çeşitli vesilelerle yazdığım bu dönüşüm, yazılı basın için artık uzak bir gelecek değil kapısının önündeki kabus. Kuşkusuz geleneksel medya, gerek Türkiye’de gerekse dünyada bu gelişmeleri fark etmekte ve harekete geçmekte geç kaldı ama bunların içinde Guardian gibi erken davranıp Yeni Medya’ya stratejik öncelik verenler, New York Times ya da Wall Street Journal gibi güçlü içeriklerini Yeni Medya’ya abonelik modelleriyle taşıyabilenler, sonunda çabalarının meyvelerini yemeye başladı. Bizde de son birkaç yıldır Hürriyet ve Zaman gibi ana akım gazetelerinde bu konuya stratejik öncelik verip rasyonel iş ve dönüşüm modelleri arayışında olanlar ya da Radikal gibi zorunlu olarak Yeni Medya’ya taşınmak zorunda kalanlar belli bir mesafe kaydetti ancak bu zamana kadar taşıma suyla döndürülen değirmenin artık sistematik bir akışa ihtiyacı var. Bu nedenle tüm bu sürecin artık genel panoramayı köklü bir şekilde farklılaştıracak bir büyük resme dönüşmesi lazım. Bunun için de dönüşümü salt önde görünen medya değil iş ve gelir bağlamında medya-reklamveren-reklamcı üçlüsü bağlamında ele almak lazım.

Öncelikle ülkemizde ve dünyada açıklanan rakamlar, reklamverenin de ilgisini Yeni Medya’ya daha fazla çevirmesine ve şimdiye kadar geleneksel mecralara ayırdığı (evet, kısa zamanda TV’de bu drama dahil olacak) reklam harcamalarını kaydırmasına yol açacak. Bu da doğal olarak Yeni Medya platformalarındaki reklam birim fiyatlarını arttıracak ve hem medya hem de reklam sektöründe bu alana daha fazla teknoloji ve insan kaynağı yatırımının önünü açacak. Bu doğrultuda, medyanın, reklamcıların ve hatta reklamverenlerin yaptıkları yatırım ve harcamalardan etkin bir geri dönüş alabilmeleri için iş süreçlerinde ciddi bir dönüşüme girmeleri gerekli. Medya sektörü biraz ilerlemiş görünüyor ama Buzzfeed, Vice.com, SnapChat ve Netflix gibi küresel ve Ekşi Sözlük, Onedio, Ensonhaber, Maçkolik gibi yerel Yeni Medya oyuncularının da pastadan pay kaparak kendilerinin hareket alanlarını daraltmaya başladıklarını da göz önünde bulundurmalı ve Yeni Medya usulü iş yapmayı en ince detayına kadar öğrenmeliler.

Bu dönüşümde en çok zorlanan grup ise reklam sektörü. Köklü biçimde değişen mecra karakteristiği, iş sürecinden çalışan profiline köklü dönüşüme girmesi gereken  reklamcıları da endişelendirmesine karşın bir-iki satın alma dışında konuda kayda değer bir gelişim görünmüyor. Google gibi bambaşka alanlardan gelen yıkıcı yenilikte reklam teknoloji ve modelleri geliştiren oyuncular da göz önüne alındığında sektörün durumu ne yazık ki parlak değil ve ciddi bir küçülme kaçınılmaz gibi. Kişisel olarak, önümüzdeki dönemde dünyada ve ülkemizde bu alana girecek yenilikçi oyuncuların kısa sürede büyüyeceğini düşünüyorum.

Son olarak, reklamveren tarafı ise, reklam satın almadan planlamaya ve hatta (daha da geniş bir rekabet ve verimlilik perspektifinden bakarak) organizasyonel iş süreçlerine kadar her birimini dijitalleştirmek zorunda.

Kuşkusuz böylesi bir dönüşümü gerçekleştirebilmek için de işe öncelikle bu üçlünün tüm yönetsel işleyişinden yani yönetimlerinden başlamak gerek. İşte konunun can alıcı ve belirleyici noktası da burası!

Yazımızı son dönemin popüler bir repliğinin türevleriyle bitirelim;

“Yaaa gazeteci (reklamcı) kardeş, çok rahat konuşuyordun” 

Medyanın dijital dönüşümü konusunun meraklıları için güzel bir değerlendirme: https://www.linkedin.com/pulse/newsroom-evolution-from-digital-denial-first-david-brewer?trk=hp-feed-article-title-like

8 Ekim 2015 Perşembe

Müziğin ruhu; ruhun rengi…

ECE İREM DİNÇ – 8 Ekim 2015

“Müzik, duyguların uğultusudur…”

Oscar Wilde

Yıl, 2010. Berlin’de soğuk, kasvetli ve kısa bir gün. Yüzümde katılaşıp kalmış bir kızıllık, eksi bilmem kaç derecenin etkisinde donmak üzere olan uzuvlarım ve içimde, hiç durmadan aynı cümleyi tekrarlayan bir ses – “Müziğin ruhunu aşktan başka bir şeyle anlatamam…” – yekpare olmuş, hevesli hevesli yürüyoruz. Ortalık yavaştan kararıyor, saatler henüz erken. Yüzümdeki kızıllık, üşümüş uzuvlarım ve aynı cümlede mıhlanıp kalmış içsesim; beraberce giriyoruz opera binasından içeri.

Kar durmaksızın yağıyor. Üstümde bir ağırlık, kırıklık, minik bir bahçenin orta yerinde ayaza tutulmuş dal parçasından hallice, tir tir titriyorum olduğum yerde. Çok değil, biraz sonra karı da soğuğu da unutuveriyorum, ve zaman, önümde açılıveren perdeyle aramızda eriyip gidiyor adeta. Zaman… Eriyor mu, parçalanıyor mu, yoksa tam aksine var olan her şeyi kendi içinde tortop ederek derliyor mu, emin değilim. Bildiğim tek şey, 2010 yılının o karanlık Berlin akşamında bir adam, bana ait olan ve dahası benimle kalmasını dilediğim bir zaman dilimini cebren ve hileyle söküp alıyor benliğimden. Geride; haftalar, aylar ve yıllarca zihnimin içinde hiç susmayacak bir uğultu ile baş başa kalıyorum. İşittiğim bu çılgın müzik, bu canhıraş tema insanın insanlığını anımsatıyor bana. Dört ayrı bölümden oluşan eser, dört ayrı mevsim tadında. Hem köpüren bir zehir, hem alçalan sular misali. Bittiğinde, fırtına sonrası bir kül gibi avuç avuç savruluyor içimde. Kar beyaz örtünün yukarısında en harlı notalarla tutuşuyor müzik, Wagner… Ağır ağır devleşiyor zihnimde.

Yıl, 2010. Berlin’de soğuk, kasvetli ve kısa bir gün. Ömrümde ilk defa bir Wagner operası izliyorum. Nibelung’ların Yüzüğü… Germen efsanelerinden esinlenerek bestelenmiş, antik motiflerle dantel dantel işlenmiş bir eser. Sahnede Walhalla; savaşta ölenlerin cenneti… Uzun tülden, uçuş uçuş elbiseleri içinde bir görünüp bir kaybolan savaş bakireleri Walkiriler, düşmanların kafatasları içine gömülü ölüm saatinin tik takları, kahraman savaşçıların ruhlarını sevindirmekle vazifeli, Ölü Seçici peri kızları… İnsan, her birinin sesine ayrı ayrı dokunmak istiyor o an. Yazık, sesler kelimelere dönüşmüyor bir türlü. Bazı anlar, bazı hisler hiç yazılamıyor. Wagner Operası da o anlardan biri olarak kişisel tarihime geçiyor. Müzik, içten içe eşlik ediyor bu yazıya.

Müziğin ruhunu aşktan başka bir şeyle anlatamam…

Adına, “Lirik Dram” denilen bir türün babası olan Wagner, eserlerini bestelerken tarihi kostümler giyer ve daimi olarak mitoloji okurmuş. Müziğin dili, efsanelerin dilindeki melodiyi kapsın diye akıl almaz zamanlarda, akıl almaz yerlerde hem okur, hem de beste yapmaya çalışırmış. Hafızasına kaydettiği Germen masalları, zaman içinde onun müziğine kişilik kazandırmaya başlamış. Zira Wagner; müziğin hamurunu, hikâyelerin teknesinde karmış. Devler ile cüceleri, periler ile cinleri, tanrılar ile tanrıçaları ve dahi topyekûn hepsini, müziğine hemdem kılmak suretiyle nihai muaşaka makamına varmış.

Yaratıcı özgünlüğün salt delilere has olduğunu düşünen insanlar tanıyorum. Öte yandan, yaratıcı özgünlüğü ile adını dünya tarihine yazdırmış külli dâhiler biliyorum. Benim nazarımda Wagner de onlardan biri. Külli bir dâhi, tümel bir deha. Ya da tek derdi masallar anlatmak olan çocuk ruhlu bir hikâye sarrafı… Kim bilir… Ruhu şad olsun, diyelim.

Müziğin, yaşamın rengi olduğunu, söyler Fazıl Say. “Aydınlık, doğal, sıcak bir melodi mi dediniz? O vakit sarıdır o satırlar… Mozart’ın 40. Senfonisi Pembe, Bizet’nin Arlezyen Suiti Kırmızı, Beethoven’ın 9. Senfonisi Mavidir mesela.”

 Ve eğer her sesin bir rengi, her müziğin bir duygusu, her duygunun bir mesajı, her mesajın bir menzili varsa şayet, benim için Wagner’in rengi beyazdır; duygusu, masalsı. Mesajı, sözcükler; menzili geçmişin silueti…

Yıl, 2010. Berlin’de soğuk, kasvetli ve kısa bir gün.Hava yine karlı, hava yine karanlık.Dışarıda gürül gürül bir zemheri.Berlin radyosunda Wagner çalıyor,Germen perileri karanlıkta çılgınca dans ediyor.

 

6 Ekim 2015 Salı

Çok neşeli, çok kederli, çok garibiz

Ahmet Büke’nin bir yıl boyunca ON8 Kitap’ın sayfasında yayımlanan öyküleri kitaplaştı. İnsan Kendine De İyi Gelir adını taşıyan kitaptaki kısa ve etkileyici öyküler, okuru 1970’li yıllarda İzmir’in bir kenar mahallesine götürüyor.

(Zaman Kitap, Serdar Güven, 5 Ekim 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

Akıllanan nesneler, karışan kafalar

Son dönemde hayatımıza giren ve radikal dönüşüm vaadeden çok sayıda kavram kafalarımızı allak bullak etmekte. Peki bu karmaşayı nasıl çözmeliyiz?   

Büyük Veri (Big Data), Nesnelerin İnterneti (Internet of Things), 4. Endüstri Devrimi (devrim olgusu da nasıl numaralanıyorsa artık), 3 boyutlu yazıcılar, akıllı şehirler, yapay zeka ve akıllı robotlar, giyilebilir teknolojiler, vs.

Son birkaç yıldır hayatımıza giren tüm bu cilalı kavramların etrafında yaratılan gerçeküstü atmosferin büyüsüne kapılmış sürüklenip gidiyoruz. Özellikle iş dünyasının rekabet ve verimlilik adına şu yukarıda saydığım sözcük öbeğine devasa bir iştahla saldırması ve önlerine sürülen bu devasa yığına adeta büyülenmiş gibi dalması ve içinde kaybolması, hem söz konusu kavramların içini boşaltıyor hem de bu yığından işlevsel bir mekanizma çıkmasını zorlaştırıyor. Büyük şirketlerin gözü yükseklerdeki hırslı yöneticilerin oynamayı pek sevdiği bu’ kariyer oyunu’, (az sayıda istisna dışında) genellikle kör topal giden ama istenilen rekabet ve verimlilik seviyesine ulaşamayan yüksek bütçeli projelerin er ya da geç ama usulca çöpe atılmasıyla sonuçlanmakta ve bu “kariyer oyunu” başka ‘yenilikçi’ projelerle ya da en kötüsünden başka şirketlerde ama aynı kafa karışıklığıyla sürüp gitmekte.

Geçtiğimiz hafta Intel ve Cisco’nun işbirliğiyle düzenlenen Nesnelerin İnterneti Zirvesi’nde özellikle iş dünyasının yaptığı konuşmaları dinlerken aklımdan geçen düşüncelerdi bunlar. Açılış bölümünde konuşan Intel Türkiye Genel Müdürü Burak Aydın, yazının girişinde ardarda sıraladığım kavramları etkin biçimde kendi iş süreçlerine eklemleyebilen firmaların sağlayacakları yüksek verimlilik ve rekabet gücü sayesinde kendi sektörlerinde neden olacakları yıkıcı (disruptive) etkileri somut örnekleriyle anlatırken Cisco Türkiye Genel Müdürü Cenk Kıvılcım da,  “10 yıl içinde bu salonda bulunan firmaların üçte ikisi Nesnelerin İnterneti ve beraberinde ortaya çıkacak konseptler ile rekabet edemeyerek ayakta kalamayacak!” sözleriyle bakışlarını akıllı telefonlara kaydırmış izleyicilerin dikkatlerini bir anda konuşmaya çevirmelerine neden oldu.   

Peki gidişata bakıldığında gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel bu öngörüler karşısında ayakta kalabilmenin sırrı ne?

Aslında bunca bilgi ve kavram bombardımanı altındaki şirket yöneticileri için kafa karıştırıcı gibi görünen bu sorunun yanıtını ise “basitlik” olarak verebiliriz ki zaten açılış konuşmalarının ardından yapılan paneldeki kimi sektörlerin yöneticileri de bunun ipuçlarını ve başarılı örneklerini de verdiler. Söz konusu panelde konuşan Sütaş YKB Muharrem Yılmaz’ın “süt veren ineklere taktıkları bir akıllı kolye sayesinde topladıkları verileri analiz ettiklerini ve bu analiz sayesinde onlardan azami süt alabiliyoruz. İnekler akıllandıkça doğallı ve lezzeti de aynı oranda artıyor. Bu yüzden yem ambarından daha büyük bir veri ambarımız var.” şeklinde özetleyebileceğim “akıllı inek” örneği, aslında rekabet ve verimlilik yolunda en önemli olgunun basitlik olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Bence Yılmaz’ın konuyu son derece basit biçimde anlatmasının altında yatan da, kendisinin ve şirket ekibinin de bu kavramları son derece basit biçimde ele almalarında ve belki de bu basitliği sağlayacak şekilde mikro ölçeklemelerinde. Bu sayede, küçük fakat büyüyebilecek potansiyelde bir proje yol haritasının çıkartılmış olması da güçlü bir olasılık. Yani, ister Nesnelerin İnterneti, ister akıllanan ve giderek dünyamızdaki her alanı işgal edecek robotlar olsun veya başka yıkıcı kavramlar olsun, bizi ayakta tutacak şey, teknoloji değil veri-bilgi birikimi-içgörü (data-knowhow-insight). Bu üçlüyü teknolojiden ve kavramlardan bağımsız düşünebilecek durulukta bir zihine ve zihniyete sahip olduğumuz takdirde artacak verimlilik ve rekabet gücümüz. Ve işte ancak o zaman karşımıza değil yanımıza alabileceğiz nesneleri…  

1 Ekim 2015 Perşembe

Bir Palyaço Neden Yalan Söylesin Ki?

ECE İREM DİNÇ – 1 Ekim 2015

“Belki de dünyadan geriye çöplüklerle kaplı belli belirsiz bir yer,bir de Yüce Han’ın sarayının asma bahçesi kaldı.Onları birbirinden ayıran bizim gözkapaklarımız,ama hangisi içeride, hangisi dışarıda belli değil. ”

Italo Calvino

(Fotoğraf: Noviembre, 2004)

Bir gün, tiyatronun perde arkasında yangın çıktı. Palyaço gelip salondakileri uyardı. Oysa izleyiciler bunun bir şaka olduğunu düşünüp alkış tuttu; palyaço söylediklerini tekrarlayınca alkışlar arttı. Bana sorarsan dünya böyle sona erecek: Her şeyin bir şakadan ibaret olduğunu sanan insanların tezahüratları eşliğinde…

Bundan tam yüz yetmiş iki yıl evvel, “Dünya nasıl sona erecek dersin?” diye soran bir dostuna, Kierkegaard, böyle yanıt vermişti. “Her şeyin bir şakadan ibaret olduğunu sanan insanların tezahüratları eşliğinde…”

Başlangıç ve Bitiş… Ünlü filozofa göre, her ikisi de aynı şeydi özünde. Yunan tragedyalarının dediği gibi, başlangıçta her şey bir kaostu çünkü ve evren, kendi kendini yok ederken de geride yalnızca kaos kalacaktı… Boğuk bir uğultu, daha ne olduğunu, nerede olduğunu bile kavrayamamış insanlar, “Ne demek dünyadan ayrılmak?” diye soran yığınlar ve olan bitenden habersiz, kendi yıkımını delicesine alkışlayan kalabalıklar… Antik Çağ oyunlarının pek çoğunda izleyiciye şunu sorarlar, “Peki ne kalacak geride? Her şey sona ererken… Sizden, bizden ne kalacak sonraya?”

Sahi, hayatın büyük yangınından kurtarabildiğimiz bir şey olacak mı o gün geldiğinde?

Evinde yangın çıktığında, şaşkınlıktan evdeki şömine maşalarını kurtarmaya çalışan bir insandan farkımız olacak mı?

İlkel insanın doğa olayları karşısındaki davranış biçimi ve yorumları neticesinde oluşturulmuş pek çok mitosa göre evet, henüz yeryüzü var olmadan evvel de evrende büyük bir kaos vardı. Her şey birbiri içine geçmişti, karmakarışıktı, düzensizdi. Kimileri buna “Tanrısal Düzensizlik” ismini verdi. Yunanlılar’sa ona Khaos dedi. Kaos, beraberinde geceyi ve yer altını getirdi, başka bir deyişle karanlığı… Ardından Gaia doğdu. Gaia, topraktı, yeryüzüydü. Bir vakit sonra, kendinin peşi sıra gelecek olan gökyüzü ile yollarının neden ayrılacağını öğrendi Gaia, zira dünyanın iki sapak noktası hâline dönüşecekti onlar, yer ile gök. Aralarındaki “ile” hem ayıracak, hem birleştirecekti. Öyle de oldu ve hemen sonra sıra sıra, dalga dalga denizler geldi, dağlar, ormanlar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar… Bütün bir yer âleminde saf olup birbirlerine dolandılar. Henüz sayıca azdılar, çoğalmamış, bozulmamıştılar. Hâlbuki bu hâliyle bile her şey bir kaostan ibaretti aslında. Karmakarışıktı, düzensizdi… Ama bu hikâyede Tanrısal Düzensizlik, her yanıyla bir başka güzeldi.

Bugün dünyanın her köşesinde başka türlü de olsa, sürgit devam eden bir kaostan söz etmek mümkün. “Karmaşa” başlangıçtan beri bizimleydi, öyle de olacak. Evrenin değişmez yasası; “Her şey kendi kendini tekrar eder…” Karmaşa, bir imtihan.  Öyleyse, kaostan kaçış yok ama ya şu bedenlerimizin içinde sadece bir uzuv olma hâli, her türlü karmaşaya bilinçsizce alkış tutma hâli… İşte bu değişebilir, kanaatimce. En yakın vakitte bu değişime örnek teşkil edebilecek bir tragedya bulup, okumalı. Kendime bir not…

“Dünya, günün birinde kendi kendini temizleyecek ve karmaşa her daim devam edecek. Yine de o an gelene dek, en azından sahnedeki oyunun her ânını doyasıya yaşamak gerek,” diyor Kierkegaard. “Çünkü her ânın önemi var…” Filozofa hak vermemek elde değil, ne var ki dünyanın halleri öyle garip, alışkanlıklar ve içsel boşluklar her şeyi, herkesi öylesine ele geçirmiş ki, yanından geçip gittiklerimiz ve gözden kaçırdıklarımız çoğunlukta. Daimi bir şaşkınlık hâli sinmiş kalmış gibi üstümüze. Mutlak ve eksiksiz bir hoşnutluk elde etmek sanıldığı kadar kolay değil. Bırakın sürekli ve tam bir hoşnutluğu, münferit anların tadını çıkarmak bile pek güç iş şu zamanda. Shakespeare’in dediği gibi, bir meyhaneci çırağının matematiği bile, bu anların azlığını hesaplamaya yeterlidir.

Başlangıç kadar, bitiş de ciddi bir merak konusu. Mesele, insanın kendi kendine inşa ettiği yaşam yolunda, farkındalığını arttıracak denli gözü açık olabilmesi ve tiyatronun perde arkasındaki yangını kokusundan tanıyabilmesiyle ilgili. Tabii bir de palyaço var; onu da es geçmemek lazım. Ne demiş şair: “Bir palyaço neden yalan söylesin ki? Ben palyaço olsam söylemezdim. Marangoz olsaydım da söylemezdim. Ben insan olsaydım, yalan söylemezdim.”[1]

Dünya nasıl sona erecek, emin değilim. Bilim adamlarına göre, belki yeni ve daha güçlü bir big bang ile. Kimilerine göre, bir borunun üflenmesiyle. Antik Çağ felsefelerinin çoğuna göre, başlangıçtakine benzer bir karmaşanın, yani kaosun patlak vermesiyle. Şimdilik ne olacağını bilemiyoruz. Ama tek bildiğim, şayet o an yaklaşırken sizi uyarmak isteyen bir palyaçoya rastlarsanız, alkış tutmadan evvel ona kulak verin. Bu, hayatın büyük yangınından kurtarmak isteyecekleriniz adına yararlı olabilir.

Fakat o âna dek, en azından “anların” tadını çıkarmak gerek şimdi. Dünya hâlâ bizimle ve biz de onun kalbinde. Özetle, her ânın önemi var.

Ya, işte öyle palyaço…

[1]Turgut Uyar, “Palyaço” şiiri

Metin içindeki “Kierkegaard” alıntıları;

Fergusan, “Kierkegard’dan Hayat Dersleri”, Sel Yayınları, İstanbul, 2015