26 Mayıs 2015 Salı

Akıllı olsun ama basit olsun

Akıllı Şehir, Akıllı Belediye, Akıllı Vatandaş gibi tanımlarla Nesnelerin İnterneti, Büyük Veri, vb. teknolojik araçları eşleştirme çabası, akıllarımızı zorluyor.

Geçtiğimiz hafta konuşmacı olarak davet edildiğim Akıllı Şehirler Zirvesi için sunum hazırlarken fark edebildim ne zorlu bir sorumluluğu kabul ettiğimi. Bir etkinlikte konuşmacı olmak ve birikiminizi sizi izlemeye gelenlere doğru ve anlaşılır biçimde aktarabilmek zaten yeterince meşakkatli bir uğraş. Ancak söz konusu olan açılış ise, işiniz bir kat daha zor. Sunumunuz, hem konuya ilişkin (bazen sizden de fazla) birikimi olan uzman hem de o konuyla belki de ilk kez tanışacak deneyimsiz kişiler için izlenebilir olmalı. Bunun da ötesinde “Akıllı Şehir nedir? Akıllı Belediye nedir?”gibi neresinden tutacağınızdan bile emin olamadığınız çok katmanlı bir oturum başlığını sadece 15 dk. içine sığdırmaya çalışmak, tam bir çılgınlıktı.

Sonuç olarak sunumu yaptım ama izleyicileri memnun edebildim mi, emin değilim. (Hoş, soru-yanıt oturumunda sözü alan bir ‘izleyici’, “Bir akademisyen olarak işin eğitim ve akıllı insan kısmından hiç söz etmediniz. Oysa işin temelinde bu sorunlar yatıyor. Benim de bu konuda şöyle bir projem var….” şeklinde olaya girerek neredeyse benim sunum süreme yakın konuştu!)

Aslına bakarsanız sunumu, “Akıllı Şehir ve ilişkin kavramlar bu karmaşada nasıl sade ve anlaşılır hale getirilir? Yerel yönetimler Akıllı Şehir sürecini nasıl tasarlamalı ve teknoloji seçiminde nelere dikkat etmeli? Akıllı Şehir, Akıllı Belediye, Akıllı Vatandaş, vb. olguların entegrasyonunda kriterler ne olmalı? Akıllı Şehir oluşumda Yeni Medya ve ilişkin kavramları neden önemli? ” sorularını yanıtlamaya yönelik bir “Akıllı Şehir101” dökümanı biçiminde hazırlamaya gayret ettim. Konuya yabancı olanlar neden bu yanıtlara ihtiyaç olduğunu merak edebilir. Nedeni şu; Tıpkı İnternet ve Mobil ağların ilk dönemi gibi Akıllı Şehir kavramı da, daha ihtiyaç haline gelmeden ticari oyuncular tarafından gündeme alınmış ve her ticari kurum kendi Akıllı Şehir kavramını geliştirip bunların müşterilerine sunduklarından masanın müşteri tarafı olan Yerel Yönetimler ile Kamu Kurumlarında bir kafa karışıklığı hakim.

Bunun temelinde ise, Akıllı Şehir’in Çevre, Enerji, Yaşam Endüstrileri, Bilgi-İletişim-Ulaşım Teknolojileri, Yönetişim, Ekonomi ve Beşeri Bilimler gibi birçok sektörü bir arada barındıran bir doğaya sahip olması ve Yerel ve Kamu Yönetimleri hatta bunu pazarlayan teknoloji şirketleri tarafında bu multi-disipliner anlayışa sahip insan kaynağının pek de fazla olmaması yatmakta. Bu nedenle (1-2 istisna dışında) çok katmanlı ve kapsamlı bir Akıllı Şehir vizyon ve uygulaması maalesef ortaya konulamıyor. Mevcut örneklerin çoğu, teknoloji şirketlerinin sunduğu konseptleri üzerine kurulu olduğundan ya kapsamı tek bir sektörle sınırlı, ya işin (kişisel mahremiyet, yurttaş katılımı gibi) sosyal dokusunu dikkate almadan hayata geçirilen ya da teknolojik ömrünü kısa sürede tamamlayacak kadük uygulamalar çöplüğü niteliğinde.

Çözüm ise, öncelikle Akıllı Şehir’in şirket çözümlerine değil kentsel ihtiyaçlara odaklanmaktan ve bunun merkezine de kenti ve insanı koyarak bu ihtiyaçları analitik bir biçimde belirlemekten geçmekte. Bunlar rasyonel biçimde belirlendiğinde zaten kentin ve kentlinin Akıllı Şehir ihtiyaçları da ortaya çıkacak ve söz konusu ihtiyaç listesinin çözümleri teknoloji şirketleri, yerel girişimciler, vatandaşlar, sivil toplum kuruluşları, yerli ve yabancı sermaye, özel ve kamu kurumları gibi bir çok kent paydaşının katılımıyla geliştirilebilecek ve sonuçtan herkes kazançlı çıkacak ve her kesimin katılımı sağlanacaktır. Bu bağlamda Akıllı Şehir sürecine katılacak Akıllı İnsan profili ise, Akıllı Şehir’in ana oyun alanı Siber Dünya üzerindeki VERİyi toplayıp analizini yapabilecek, bunu siber AĞ üzerinden yaygınlaştırabilecek ve burada toplaşan tüm paydaşlarla etkileşime geçip onlarla birlikte İÇERİK üretip bunu yönetecek kadr mülti-disipliner insanlar yetiştirmek. Ki bu da Yeni Medya eğitimi ve okur-yazarlığı ihtiyacını ortaya koyan bir durum.

Sanırım, ben de dahil, resmin tamamı bu şekilde aktarılamadığı için Akıllı Şehir kavramı hala çok karmaşık ve akla zarar biçimde gelişmekte ve Nesnelerin İnterneti, Büyük Veri gibi manzarayı giderek karmaşıklaştıran olgular da işin içine girince ortaya çıkan da, Salvador Dali yapıtlarına benzer biçimde akılları zorlayan sürrealist bir tablo.

Patricia Duncker

1951’de Jamaika’da doğan Patricia Duncker, Cambridge’deki Newnham College’da İngiliz dili ve edebiyatı okudu. Oxford’daki St Hugh’s College’da İngiliz ve Alman Romantizmi üzerine doktorasını tamamladı. Hayatının önemli bir kısmını yolculuklara ayıran yazar, yılın belli zamanlarında Almanya’da ve Fransa’da dersler veriyor. 2007’den beri yaşadığı Manchester’da Romantik Dönem, Victoria Dönemi ve çağdaş İngiliz edebiyatı üzerine dersler vermeyi sürdürüyor. İlk romanı Foucault’yu Sayıklamak’la (Hallucinating Foucault, 1996) hem Dillons İlk Roman Ödülü’nü ve McKitterick Ödülü’nü kazandı, hem de başka ödüllere aday gösterildi. Miss Webster and Chérif (Bayan Webster ve Chérif, 2006), The Strange Case of the Composer and his Judge (Bestecinin ve Hâkiminin Tuhaf Davası, 2010), Monsieur Shoushana’s Lemon Trees (Mösyö Shoushana’nın Limon Ağaçları, 1997) ve Sophie and The Sibyl (Sophie ve Kâhin, 2015) yazarın dikkati çeken kitapları arasında. Aynı zamanda, Sisters and Strangers: An Introduction to Contemporary Feminist Fiction (Kız Kardeşler ve Yabancılar: Çağdaş Feminist Edebiyata Giriş, 1992) ile yazarlık ve edebiyat üzerine yazılarının yer aldığı Writing on the Wall (Duvara Yazmak, 2002) adlı incelemeleri de bulunan, edebiyat üzerine pek çok deneme ve makale yayımlayan Duncker, akademisyenliğin yanı sıra editörlük de yapıyor.

22 Mayıs 2015 Cuma

Zita’nın Hikâyesi

ECE İREM DİNÇ – 21 Mayıs 2015

“Ben,” diye yanıt vermiş Zita, sakin ve ehliz bir edayla. “Bir tür masal ressamıyım, Hanımefendi. Yalnız, sizin bildiğiniz ressamlara hiç mi hiç benzemem…” (Resim: Orlando Agudelo-Botega, Paraiso, The Dream Maker)

 Zaman… Nedir o?Büyükbabam diyor ki; zaman bir çocukmuş,deniz kenarında, deniz kabuklarıyla oynayan…Theo Angelopoulos, “Sonsuzluk ve bir gün”

Efsane olur ki, çok, çok eski zamanlarda, bin bir çeşit işkence sonucu dehşetengiz bir biçimde öldürülmüş olan bir masal ressamı varmış. Tanrı, kullarının çamurunu yoğurup da onlara birer alın yazısı tasdik ettiği sırada, bu dil dibeği genç kıza da böylesi bir kader biçmiş. İsmi Zita olan bu masal ressamı, tıpkı gök seyyahları misali toprak kürenin her bir yerini köşe bucak dolaşarak, bakışlarında mutsuzluk sezdiği insanların rüyalarına gizlice sızmak ve onlara bir avuç umut sunmakla vazifelendirilmiş.

Zita’ya göre insanların rüyalarına girmek pek kolay işmiş doğrusu; ne ki, her rüya bitiminde bu insanların gönüllerine bir avuç olsun umut ve mutluluk serpiştirebilmek, işte zor olan tam da buymuş. Zita, masallarını kâğıtlara yahut gergeflere nakşedebilecek türden bir ressam değilmiş çünkü. O, insanoğlunun rüyalarına ve dahi hayallerine güneşler boyamakla yükümlüymüş. Kendini mahrumlardan sanan insanlara gerçekte makbullerden olduklarını gösterebilmek için didinir dururmuş zavallı. Rüyalarında Zita’nın o güzelleri güzeli suretiyle rastlaşan halklar, bu mahir ressamın gelişini muratlarının hâsıl olacağına dair bir beşaret sayarlarmış kimi zaman.

Günlerden bir gün Zita, dönemin en yüce imparatorlarından birinin karısı olan, hayli mutsuz ve hayli bıkkın bir kadının rüyasına sızıvermiş gizlice. Namı, dört iklim yedi bucak bütün bir yeryüzünü saran bu masal ressamını karşısında gören kadın, başlangıçta görünürle görünmezin, hayalle gerçeğin sınırları arasında bir yerde donup kalmış adeta. Kısacık, sonsuz bir düş ânı içinde bir şeyler mırıldanacak gibi olduysa da, hemen sonra vazgeçmiş. Duralayan, yalpalayan, sendeleyen bakışlarla bir süre sadece durup bakmış karşısındaki genç kıza. Nice sonra, içindeki ses ona bir imparatoriçe olduğunu kibirli bir tebessümle fısıldayıvermiş ve o vakit mutsuz kadın, kendinden beklenmeyecek bir gururla başını dikleştirerek, sanki karşısındakinin kim olduğunu bilmezmiş gibi, “Kimsin sen, ey çocuk!” diye haykırmış.

“Ben,” diye yanıt vermiş Zita, sakin ve ehliz bir edayla. “Bir tür masal ressamıyım Hanımefendi. Yalnız, sizin bildiğiniz ressamlara hiç mi hiç benzemem. Kâğıtla, kalemle, fırçayla, boyayla işim olmaz benim. Ben resimlerimi insanların hayal gergefleri üzerine nakşederim. Böylelikle, sonsuzluğun eşiğini adımlarım, hiç ölmem, yok olmam. Çünkü bütün kâğıtlar er ya da geç eskirler; boyalar çatlar ve dökülür, çizgiler bir gün mutlaka silinirler; ama bir insanın hayalleri üzerine ince ince dokunarak işlenmiş bir umut zerresini hiçbir kuvvet yok edemez.”

Bu sözler karşısında şaşıp kalan imparatoriçe, sesine iliştirdiği alaycı bir tonla, “Pekâla,” diye buyurmuş. “Bu işi nasıl yapıyorsun bakalım, Haydi! Anlat, biz de öğrenelim.”

“Ne yazık ki bunu size söyleyemem Hanımefendi,” demiş Zita. “Zira bu, ilahi bir sırdır.”

O anda neredeyse bütün bir evreni yerinden oynatacak denli kuvvetli bir kahkaha patlatıvermiş mutsuz imparatoriçe, hemen sonra da eklemiş, “Şu dünyada her şeyin bir bedeli vardır çocuk! Umudun ve mutluluğun bile. Söyle, bu ilahi sır karşılığında ne istiyorsun? Sana dilediğin her şeyi verebilecek güçteyim. İçimdeki mutsuzluğu, mutluluğa boyamanın bedeli nedir?”

Bu sözler üzerine hüzünle gülümseyen Zita, karşısındaki bu zavallı kadının gözlerinin içine bakmış ve şöyle demiş; “Çok üzgünüm Hanımefendi ama yeryüzündeki hiçbir masal, sizin yüreğinizdeki mutsuzluğu ve yalnızlığı üstlenemez. Ve ki şu âlemde gezinen hiçbir masal ressamı; sizinki kadar titrek, yitik bir düş gergefi üzerine umut nakşedebilecek güçte değildir…”

Bu olaydan günler sonra bir sabah, güneşin kâinata bol bol ışık saçtığı parlak bir tanyeri vaktinde Zita, nedendir bilinmez, yedi parlak göğü ve dünyayı yaratanın kutsal kitabına ant içmiş onlarca celladın ellerinde, korkunç bir şekilde can vermiş. Söylenenlere göre, rüyasına sızdığı son kişi Romalı bir kız çocuğu olmuş. Bu küçük kızın, henüz ne anlama geldiğini bile bilmediği zaman kavramıyla ilgili bir takım sorunları varmış. Öyle ki, geçip giden her dakikanın ardından gözyaşları döker ve “Zaman… bir gün bizi öldürecek baba!” diye feryat figan bağırırmış. Zita, onun uzun, siyah saçlarını şefkatle okşayarak, “Biliyor musun,” diye mırıldanmış, “büyükbabam, zamanın da tıpkı senin gibi küçücük bir çocuk olduğunu söylerdi hep. Deniz kenarında, deniz kabuklarıyla oynayan mutlu bir çocuk…”

Zita, bir vakitler sahiden yaşadı mı bilinmez, ama bugün, şayet böylesi bir masal ressamı yaşıyor olsaydı, eminim ki her birimiz uzak, mutsuz rüyalarımızdan birinin tam orta yerinde ona rastlamayı arzu ederdik. Yine de hep söylerim, bu dünya böyle bir yer işte. Gerek neşeden raks etmek, gerek teessürden gözyaşı dökmek… Hepsi de bu gök kubbenin altında gelip geçici şeylerdir. Kimi zaman şarabın safı güzelse, kimi zaman da tortusudur güzel olan. Bütün bunları Zita da biliyordu muhtemelen. Ve bildikleri yüzünden şu hayatta zulme uğrayan yalnız o değildi… Bu dünya perdesinde, bunun gibi hikâyeler ve oyunlar çok yaşandı, yaşanacak da.

Dilerim masalların ve efsanelerin gök bahçelerinden süzülen bütün o yıldızlar, her daim sizinle olsun.

 

16 Mayıs 2015 Cumartesi

İşte özgürlük!

SEVİN OKYAY – 16 Mayıs 2015

Sevgi Saygı’nın yeni çıkan kitabı Gezgin‘in isimsiz kahramanı, yol çizgilerini özgürlükle bir tutuyor. Sevgili motosikletiyle dağları aşarken, kendini garip bir köyde buluyor.

Aslında Gezgin‘in özetini çıkarmak, karakterlerinin tahlilini yapmak, kitap üzerine ahkâm kesmek hem zor, hem de böyle bir işe kalkışmak yersiz. Emsalsiz Peri Efsa ile tanıdığımız Sevgi Saygı, anlatısının rüzgârıyla bize yol çizgilerini aştırırken, o yapamadığımız karakter tahlillerini de hiç üstünde durmazmış gibi yapıveriyor.

Hadi bir özet çıkarmaya çalışayım.

İnternet’teki özetlerden birinde “yolu kesişenler, sert mizaçlı bir kadın olarak hatırlıyor onu,” denmiş. Değil oysa; daha kitabın başındayken kavrayacağınız nedenlerle, onu hatırlamaları mümkün değil. Gözbebeği motosikletine atlayıp yola koyuluyor Gezgin. Motosikletini o kadar seviyor ki, bakım ya da tamir gerekirse büyük bir zevkle yere oturup, parçaları birer birer çıkarıp etrafına diziyor. Sonra da aynı keyifle hepsini birer birer topluyor. Motosiklet ağızsız, dilsiz arkadaş. Ona karışmıyor, soru sormuyor. Böylelikle tatlı canını da kurtarmış oluyor. Gezgin’in nereden gelip nereye gittiğini bilmiyoruz. Ona bakarsanız, kendi de bilmiyor. Neden bir yerde oturmayıp hant hant dolaştığına gelince, eh, gezgin olduğu için yolu seviyor, bu bir. İkincisi de, peşine düşmüş ya da peşine düştüğüne inandığı birilerinden kaçıyor. Belki birilerini de kovalıyordur, kim bilir?

Sonunda, “çaylarını bile içmem” dediği yolüstü köylerinden geçip, bir kuş sürüsünün ve bir tilkinin oyununa geliyor. Ona işaret ettiklerini düşündüğü yola giriyor. “Yolun başında durdum ve hikâyesini algılamaya çalıştım. Yaprak dökmeyen, ağaçlaşmış çalılarla örtülmüştü neredeyse. Kimse yolu ‘düzenlemeye’ tenezzül etmemiş.” Yola girip keyfini çıkarmaya karar veriyor.

İleride, sağ yanı uçurum olan incecik bir patika var. Ona dönüş şansı bile vermeyen bir yol. Devam eder ama. Çünkü, “Yolları hedefe gitmek için araç olarak kullananların tersine, gezgin, yolu yaşamayı öğrenir.” Bizim gezginimiz de, donmuş burun mukozası ve kıçıyla, penceresinden ışık sızan bir evin önünde durur. “Şeytanın kulağını sağır edercesine” kapıyı vurur. Kapıyı açan genç kıza, “Buralarda sıcak yiyecek bulacağım ve uyuyabileceğim bir yer var mı?” diye sorar. Kız kapıyı biraz daha açıp kenara çekilir. Gezgin içeri girer ve aniden başlayıp diz boyuna çıkan karla mücadele edemeyeceğini anlayınca, bu genç kız, yaşlı bir adam, sonra aralarına katılan bir terzi ve Şiva adını verdiği küçük kediyle bahara kadar, kendini mahsur hissetse de, burada kalır.

Bir de, sadece aç olunca saldıran “gururlu” kurtlarla mücadele eder…

“Sis kalınlaştı ve ben kör oldum. Ayaklarımın altında ezilen karın gıcırtısını duyuyordum; körük gibi soluğumu, rüzgârın ıslığını… Vücudumdaki tüm kıl, tüy adına ne varsa hepsini ayaklandıran hırıltıyı… Çok yakınımdaydı. Belki az sonra nefesini ensemde duyacağım.

 Durdum. Beş santim ötesini görebilsem keşke. Şalı sıyırdım, elime doladım.

 İşe yarayacağından değil, kendimi teselli etmek için. Dönüp durmaktan ayağımın altında bir çukur oluşmuştu. Aman ne iyi! Kendi mezarımı kazıyorum.”

Sevgi Saygı fevkalade akıcı bir dille yazıyor. Karakteri Gezgin kendi kendine düşündüğünde de, başkalarıyla konuştuğunda da, hep bir konuşma dili akıcılığına sahip. Peri Efsa‘yı okuyanlar, Gezgin‘in fantazya sınırında dolaşmasına şaşırmayacak. Zaten Saygı, iyi bir fantazya yazarı olduğunu FABİSAD’dan hikâye dalında bir GİO ödülü alarak kanıtlamıştı. Normal akışıyla giden bir hayatın içindeki gerçek ile hayali adeta birbirine yapıştırıyor, bazen hangisinden hangisine geçtiğinizi, hatta geçtiğinizi bile anlamıyorsunuz.

Yazarın akıcı dilinin yanı sıra bir diğer özelliği de, karakterlerinin, siz kitabı okuyup bitirdikten sonra da yanınızda kalması. Issız bir yerde, evdeki üç kişiyle bir kediden başka tek canlının görünmediği bir yerde geçen günleri, sabırsız Gezgin’in gözünden, parlak bir gerilim gibi yazmış. Belki sinema eğitiminin ve bir süre sinema alanında fiilen çalışmasının da temposuna katkısı olmuştur.

Gezgin, bu evin dışındaki hayatında da kendine, suni de olsa bir heyecan yaratmış. Yollarda ve konakladığı yerlerde onu istenmedik heyecanlar beklemiş hep. Biz onun karakterini çözmeye çalışırken, bir bakıyoruz ki, bizi bir yana itip bu işi o ele almış ve kendine yönelik bir keşif yolculuğuna çıkmış.

Gezgin’i elinize aldıktan sonra bırakmanız biraz zor. Şahsen ben, araya mecburen birkaç saat uyku girse de, bir hamlede okuyup bitirdim. Beni üzen, kitabın işleyişine müdahale etmemek, inceliğine saygı göstermek için ister istemez “suskun tanık” durumuna geçmiş olmak.

Hani hep söylenir ya, “Bir sonraki kitabını bekliyoruz,” diye. Kitabı elimden bıraktığımdan beri hakikaten bekliyorum. Şiva kedi için de hayvan dostu Saygı’ya bir kedisever olarak gönülden teşekkür ederim. Bir küçük kedi ve onunla kurulan dostluk ancak bu kadar anlatılır.

 

Şiirler

Şiirler her zaman insanların en derinlerine hitap edebilen ve onları başka diyarlara götürebilen yazılardır. Her insan en azından bir şiirde hissettiklerinin kaleme alınmış hali ile karşı karşıya kalabilmektedir. Şiir sayesinde birçok insan içinde yaşadıklarını en güzel şekilde kağıda dökebilmekte ve bu durum insanlara büyük bir haz verebilmektedir. Web sitemiz siirvesoz.com üzerinden sizler de en güzel şiirleri dinleyebilir ve bu Şiir dinleseçenekleri ile kendinizi başka diyarlarda bulabilirsiniz. Şiirlerin yanı sıra birçok güzel sözü de web sitemizde bulmak mümkündür. Boş bir zamanınızda aklınıza güzel şeyler kazımak ve kendinizi yaşadığınız dünyadan başka yerde bulmak için sitemizde yer Söz ya da şiir seçeneklerinden kolayca faydalanabilirsiniz.

15 Mayıs 2015 Cuma

Hermes ve Sırlar Okulu

ECE İREM DİNÇ – 14 Mayıs 2015(Resim: Luc-Olivier Merson, Le Repos en Egypte, 1880)

 Bir insan, kendisini kendi zihninde görebildiği anyeniden doğuşa hazır demektir…Hermes Trismegistus

Benim adım Hermes Trismegistus, zira ben; bütün bir kâinatıhükmü altına almış olano üç yüce bilginin efendisiyim…

 

Hermes; eski Mısır metinleri üzerine çalışan araştırmacılara göre hem bir ilahtı, hem yaşamış bir bilge, hem de bir rahip. Efsaneye göre, bu eski Mısır ilahı, ölülerin ruhlarının yargılanması sırasında ölüm tanrısının katipliği görevini üstlenmişti. Hakikat karşısında günahları tartıyor ve aynı zamanda insanda vicdan ve sezgi tarzında beliren kelâmı simgeliyordu. Hatırı sayılır bir simyacıydı. Ezoterik felsefenin kurucusu, Nil Deltası’nın değişmez koruyucusuydu.

Mitolojiye göre, dünya onun sesinden yaratılmıştı. Çünkü Hermes, her şeyden evvel ses ve sözün etkileme gücüne sahipti. Eski Mısırlılar, onun sesinin kendi kendine yoğunlaşarak maddeye dönüştüğüne inanmışlardı; zira bütün bir kâinat, onun nefesiyle can bulmuştu.

Hermes’in öğretileri zaman içerisinde adına “Hermetizm” denilen bir felsefe hâline geldi; öyle ki, bunlar, sırrına vakıf olmanın neredeyse imkânsız olduğu gizemli ve mistik bir takım öğretiler dizisiydi. Yeryüzündeki pek çok büyü ve kehanet, temelini Hermetist öğretilerden alıyordu. Bilhassa bazı Rönesans sanatçıları Hermes’in dilbilimsel sırlarını iyi biliyor ve onları resim ya da heykelleri üzerine gizlice kodluyordu. Simge bilimciler için büyük bir muamma hâline gelen bütün bu eserlerin sırları bugün bile yeterince anlaşılabilmiş değil.

Peki Hermes’in sözünü ettiği ve bütün bir kâinatı hükmü altına almış olan o üç yüce bilgi neydi? Dahası, onlara ulaşmak için ne tür bir yoldan gitmek gerekirdi?

İşte tam da bu noktada devreye Hermetik Rahipler giriyordu. Sırlara erişmek için evvela kendini bu felsefeye tümüyle adamış olmak şarttı. Devrisinde ise bir dizi sınav yer alıyordu. “Hiyerofant” adı verilen başrahip tarafından yönlendirilen bu sınavlar, bir insanın aklını kaçırması üzerine sistemlendirilmişti. Akıl sağlığını korumayı başarabilen Hermesçi rahip adayları, en nihayetinde bu üç yüce bilgiye erişebiliyordu. Ne ki, sınavda başarısız olan yahut bu işten temelli vazgeçen adaylar dehşetengiz bir biçimde öldürülüyordu. Şimdi, meraklısı için, bir dönemin en baba büyücülerinin yetiştiği o mistik ve sırrı çözülemeyen rahipler okuluna giriş sınavının kısa bir özetini sunmak isterim.

İlk sınav; Hava…

Bu sınava başlamak isteyen adayın eline bir yağ kandili verilirdi. Demir kapı açılır, aday içeri girdikten sonra ardından gürültüyle kapatılırdı. Aday kendini zifiri karanlık bir koridorda bulurdu. Elindeki kandilin verdiği cılız ışığın yardımıyla ilerlerdi. Kısa bir süre sonra koridor daralmaya ve alçalmaya başlardı ve aday ancak dizlerinin üzerinde sürünerek ilerleyebilirdi. Çok geçmeden, aday kendini derin ve dibi görünmeyen bir kuyunun ağzında bulurdu ve orada gördüğü basamaklardan aşağı doğru inmeye başlardı. Ancak birkaç basamaktan sonrasının olmadığını görürdü. Elindeki yağ kandiliyle çevresini incelediğinde kuyunun karşı duvarında bir başka oyuğun bulunduğunu fark ederdi. Ancak oraya tırmanabilmesi için elindeki yağ kandilini bırakması gerektiğini kavrardı. Yaşamını bu derin kuyuda yitirmekten kurtaran aday, bundan sonraki yolculuğunu zifiri karanlıkta sürdürürdü. Kuyunun öte yanında tırmandığı oyuktan ötesi bir labirent biçiminde düzenlenmişti. Şansı yoksa ve hangi köşeleri döndüğünü sırayla aklında tutmazsa, çıkış yerini bulabilmek için saatlerce uğraşması gerekebilirdi. Sonunda içinde ancak sürünerek ilerleyebildiği koridorların çıkış yolunu bulabilirdi. Fakat burada demir parmaklıklı bir kapıyla karşılaşırdı. Aday daha ilk deneyişinde bu kapıyı açma olanağının bulunmadığını anlardı. Labirente dönüp başka bir çıkış yolu bulmaya çalışan ya da kapıyı açmaları için nafile yere seslenen adaylar da olurdu. Kimi zaman buradan çıkmak isteyen adayın hiç sesini çıkarmadan oturup saatlerce beklemesi gerekirdi.

Ateş…

Ateş sınavında, adayı yanına alan bir rahip, onu her yanından alevler fışkıran, zemini korlarla kaplı fırın gibi bir koridorun girişine götürür ve adaya buradan geçmesi gerektiğini söylerdi. Aday irkilecek olursa, ona kendisinin buradan her zaman geçtiğini, eğer kendine güveni varsa buradan yanmaksızın geçmeyi başarabileceğini söylerdi. Bu koridordaki ateş, dıştan bakınca çok korkunç olmakla birlikte aslında aldatıcıydı. Önemli olan, adayın ateşin içinden geçebilecek kadar yürekli olabilmesiydi. Yeterli yürekliliği gösterebilmesi için kendisine destek olunurdu. Fakat bunun göründüğü kadar tehlikeli olmadığı gösterilmezdi. Adayın, başka birisinin bunu başardığını görmeden deneyebilmesi gerekli görülürdü. Ateş sınavı su sınavına bağlanarak tekris (kabul) yolculuğu devam ederdi.

Su…

Ateş koridorundan çıkar çıkmaz, aday bulanık su dolu bir havuzla karşılaşırdı. Bunu aşabilmek için suya girmesi gerektiğini anlamakta gecikmezdi; girer girmez suyun buz gibi soğuk, havuzun ise bir bataklık gibi olduğunu fark ederdi. Telaşa kapılarak çırpınan bir adayın, çamura gömülerek boğulması işten bile değildi. Soğuk kanlılığını korumasını bilen bir aday ise bu sınavı da başarıyla bitirebilirdi. Bu sınavdan sonra rahipler, adayı göstermiş olduğu başarıdan ötürü kutlayıp kendisine kuru giysiler giydirirlerdi. Yatması için büyük bir odaya götürürler, oturup kendisiyle biraz sohbet ederler, onu tüm sınavların sona erdiğine inandırmak için ellerinden geleni yaparlardı. Sonra da uyuyup dinlenmesi için onu yalnız bırakırlardı.

Buyrultu…

Aday, uykusundan uyandığında, karşısında çok güzel bir genç kız bulurdu. Genç kız adaya, bundan böyle onun hizmetinde olduğunu söyler, ona ender yiyecekler sunar, onun için raks eder, kendisiyle yatması için isteklendirirdi. Eğer aday bu genç kıza kanacak ve kapılacak olursa, onunla yatabilmek için önce bir kadeh içki içmesi gerekirdi. Bu içki de, içindeki uyuşturucu nedeniyle adayın yeniden uykuya dalmasına neden olurdu. Bundan sonra aday bir mahzende uyanırdı. Adaya tüm bedensel güç ve yeteneklerine karşılık buyrultusuna egemen olmayı bilemediği için rahip olmaya hak kazanamadığı, ancak mabedin gizemlerine yaklaşmış olduğu için de ölmeden buradan çıkamayacağı anlatılırdı. Bundan sonra, yaşamının sonuna dek, gün ışığı görmeksizin bir hizmetçi olarak çalışmak zorunda kalır, mabedin asıl gizemlerine hiçbir zaman ulaşamazdı.

Toprak…

Buyrultu sınavını başarıyla geçen aday, Toprak sınavında sabaha karşı elleri ve gözleri bağlı olarak mabetten çıkarılır, kuytu bir vadiye götürülürdü. Orada, yalnızca başı dışarıda kalacak şekilde, daracık ve derin kazılmış bir çukura gömülürdü. Göz bağı çıkarılır ve yalnız bırakılırdı. Burada aday, önce kızgın güneş altında tam bir gün ve açık fakat aysız bir gece boyunca olduğu yerde bırakılırdı. Öncekilere oranla pek basit gibi görünmesine karşılık, bu sınav adayın çıldırmasına neden olabilirdi. Bundan sonra da adayın hâlâ aklının başında olup olmadığının anlaşılabilmesi için sınavdan geçirilmesi gerekirdi. Bu sınavdan sonra ise karşılama töreni yapılırdı.

Tüm bu sınavları hakkıyla vermiş olan aday, karşısında Hermetik sırlara vakıf bir rahip bulurdu. Ketumiyet, yani sır saklama yeminini ettikten sonra, rahip ona şöyle seslenirdi;

“Bu noktaya kadar gelmeyi başaran sen, büyük sırların da eşiğine dayanmış oldun Bundan önce sana verilen sırlar küçük sırlardı. Şimdi ise büyük sırları yani Hermes’in sırlarını elde edeceksin.”

Ben şans eseri, bu sırları içeren özel bir kitap buldum. Günler, haftalar boyu her satırı bir bir çevirip okudum. Gözle görülür bir aydınlanma yaşadım mı bilinmez, ancak hayat yolumun keskin bir yön değişikliğine uğradığını açık bir aydınlıkla söylemek isterim. Burada, tam da bu yazının sonunda, öğrenmiş olduklarımı en azından sizlerle de bir nebze olsun paylaşabilmeyi isterdim bittabi. Ne var ki, elimdeki kitabın son sayfasına nakşedilmiş olan notta şöyle yazıyordu;

Şimdi sen bu sırları öğrenmiş olduğuna göre,Söz vermelisin sessiz kalacağınaVe asla açıklamamaya…

Herkese bahar tadında bir hafta dilerim;

Hermes’in deyişiyle; sözün ve sözcüklerin büyüsü hayatınızdan hiç eksilmesin.

 

Ezoterik ve Okült Kaynaklar Sitesi 

                 The Hermetic Museum, Alexander Roob, Taschen, Köln, 2014

14 Mayıs 2015 Perşembe

İki soluk arası yeni bir “ben” buluşu

Sevgi Saygı’nın ilk romanı “Gezgin”, yazarın ON8’de yayımlanan ikinci kitabı. Yazar, okuru bir “gezgin”in motosikletiyle sarsıcı bir yolculuğa çıkarıyor.

(Yurt Kitap, Dilara Korzay, 9 Mayıs 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Canım annem kolonyası

SEVİN OKYAY – 9 Mayıs 2015

Anne-kız ilişkisinin (ki, pek merak edilen bir ilişkidir) her iki yanına da vakıfım. Ancak, anne olarak da, kız olarak da normlara uymayı beceremediğimi itiraf etmek zorundayım. Belki de uymaya pek çalışmamışımdır.

Anneler günü gene geldi çattı. Gözümün önüne de hemen ellerini kucağında kavuşturup yan oturmuş bir anne silüeti taşıyan bir şişe geliyor: Galiba ilk olarak Hürriyet’te görmüştük: Canım Annem Kolonyası. Kızım Elif, malum gün yaklaştığında beni çoğu kez onunla tehdit etmiştir. “Bak, çocukla iyi geçin, yoksa sana Canım Annem kolonyası alırım.” Neyse ki henüz başımıza böyle bir felaket gelmedi.

Ya ben anneme ne alırdım acaba? Hiç hatırlamıyorum, belki de bir şey almazdım. Belki çiçek miçek götürürdüm. Kitap falan da alınmaz ki, çok okuyan kadındı, beğendiyse kendi almıştır zaten. Ama bizim çocukluğumuzda, ilkgençliğimizde bu âdet böyle dal-budak sarmamıştı. “Anneme ne alsam yarabbi?” diye günler öncesinden düşünüp alışveriş merkezlerini aşındırmak da mümkün değildi, çünkü alışveriş merkezi diye bir şey yoktu. Sanırım annem sağ iken, bir tek Galleria açıktı. Oraya da birlikte gitmiştik, yeni şeyleri merak ederdi.

O genç yaşta vefat ettikten sonra yıllar boyu Anneler Günü’nde, bana hep kızı muamelesi etmiş olan kayınvalidemi ziyaret ettim. Hediye meselesi o zaman da böyle baskın bir hal almamıştı. Onun vefatından sonra kendimi gerçek anlamda öksüz hissettim. Hele Anneler Günü’nde gidecek annem kalmadığını kavradığım o ilk yıl… Ortadan bir şey yazayım dedim ama baktım da gene annem hakkında bir şeyler yazmışım.

Halbuki, ben bu olaya iki yönden bakıyorum: hem annesini ziyaret eden çocuk, hem kızının ve oğlunun ziyaret ettiği (daha doğrusu, birlikte kahvaltı ettiği) anne olarak. Hediye meselesi ise insaflarına kalmış. Bana sorarlarsa her seferinde “Komik bir şey al,” dediğim için artık bıktılar, sormuyorlar bile. Neyse ki cömert çocuklardır. Elif geçenlende bana olan hediye borçlarını biriktirip araba almaktan söz ediyordu. Nasip!

Yani ben, anne-kız ilişkisinin (ki, pek merak edilen bir ilişkidir) her iki yanına da vakıfım. Ancak, anne olarak da, kız olarak da normlara uymayı beceremediğimi itiraf etmek zorundayım. Belki de uymaya pek çalışmamışımdır. Genelde bu gibi resmi sayılacak durumlarda, ilişkilerde, benden beklenenleri yapmakta isteksizlik gösteririm.

Belki de “anne-kız ilişkisi” deyince doğan o merak, o beklentiler beni daraltıyordur. Yıllar önce yazdığım bir yazıda şöyle demişim:

“Anne-kız ilişkisi, anne-çocuk ilişkisinin belki de bir ileri adımı olarak görüldüğü için (aynı cinsiyete mensup olma, halden anlama, vesaire), hep mukaddes bir ilişki sayılmıştır. Oysa annelerle kızların, özellikle o kızlar ergenlik çağındayken, kedi-köpek gibi atıştığı cümlenin malûmudur. Frenkler’in İngilizce konuşan cenahı buna “women in the kitchen/mutfaktaki kadınlar” şeklinde, alt dereceden bir rekabet yaftası yapıştırmış. İki cambaz bir ipte oynamaz, iki kadın aynı mutfağı paylaşmaz misali. Ne var ki, dört dörtlük ev kadını olarak yetişip mahalleden hayırlı bir kısmet bulmak yolunda bir emelleri yoksa eğer, o yaştaki kızların zaten mutfağa hakim olmak, hatta o mutfakta herhangi bir iş yapmak gibi bir arzuları olmadığını hatırlayacak olursak, bu deyimdeki “mutfak” lafını, bir simge olarak kabul edebiliriz. Neyse ki, ileri yaşlarda durum biraz düzeliyor. İki kadın, hem aynı mutfakta daha rahatlıkla birlikte kalabiliyorlar; hem de genç olanı artık ister istemez o mutfakta fiilen işe başlamış oluyor.”

İtiraf etmek gerekirse, ben düpedüz nankör bir evlattım. Anneme köle sürücü gözüyle bakardım (otoriter ve mükemmeliyetçi bir kadındı). Babamı daha çok severdim. Annemin de benden on yaş küçük erkek kardeşimi benden çok sevdiğine iman etmiştim. Şimdi bile, allah gecinden versin ama, hani son sözünü söyle deseler, “Oğlunu benden çok seviyordu,” derim. Annemle aramdaki tek kıskançlık olayı da bu yüzden ortaya çıkmıştır. Anneannesini çok seven kızım ise, erkek kardeşi hakkında aynı şeyi sık sık söyleyerek, bir önceki kuşağın intikamını alıyor. Bu konuda beni öyle canımdan bezdirmiştir ki, ilahi bir adalet mekanizmasının işlediğine inanıyorum.

Oysa herkes bilir ki, hele aranızda epeyce bir yaş farkı varsa ve o güne tek çocuk olarak geldiyseniz, kardeş düpedüz baş belasıdır. Kardeşine bağırma, iyi davran, eriklerinden ona da versene gibi laflardan kurtulamazdın. Halbuki o kardeşi burnumu çeke çeke, hıçkıra hıçkıra ben istemiştim. Herkresin kardeşi vardı, benim yoktu vesaire. Elif de aynı şekilde ısrarla bir kardeş talep etmişti. Aynı şekilde de o kardeşi kıskandı.

Öte yandan, çok komik bir anne olduğumu düşünüyordu ki, bu konuda annemle hiçbir benzerliğimiz olamaz. Komik bir anne olmadığı gibi, kendisine böyle bir şey söyleyenin de canına okurdu. Birkaç yıl önce Ayça Damgacı’nın bir bayram üstü reklamında oynadığı, kızına kaşıyla gözüyle talimat veren bir anne karakteri vardı. Reklamı izleyen bütün eski kız çocuklar, kendilerini anne kucağında hissetmişti, hatırlıyorum. Hele o, “Ben evde sana sorarım,” bakışı yok mu, insanın ödünü koparmak için birebir. Ayıptır söylemesi, biz eskiden dayak yerdik, hatta atardık. Ne günlermiş!

Nankör ve içten içe asi bir çocuk olarak aradan bunca yıl geçmişken bakıyorum da, hayatıma tamamen annemin değerleri, öğrettikleri hakim. İnsan da böyle tuhaf bir yaratık işte. Dışarıda yemek yedik diyelim, kalkarken iskemlemi ileri iterim. Çünkü kimse benim babamın uşağı değil. Sadece ellerimizi yıkayıp havluya bileklerimizi de sildik diye çok azar işittiğimizden, bazen neredeyse dirseklerime kadar yıkanırım. Kitapta kaldığım yeri zinhar kıvıramam, kitaba zarar veririm çünkü. Ancak okumayı çok sevmesi, benim de sevmemi sağlaması, ders çalışıyorum diye üst kata çekilip ders kitapları içinde Jules Verne okunurken yakalanınca hadimin bildirilmesini önlememişti. Kitap sevgimi ona borçluydum ama, kutsal ders saatlerinin, değil Jules Verne ya da “İki Çocuğun Devriâlemi”, Dostoyevski ile bile ihlâline rızası yoktu.

Bugünden geriye bakınca ise bütün bu azarların, öğütlerin aslında beni annemin deyişiyle “adam” ettiğini görüyorum. Anneme yıllar sonra gönüllü olarak itaat ederken, aslında farkında olsam da, olmasam da, bir kültürü ayakta tutmaya çalışıyorum: insanlara insan gibi muamele ettiğimiz, böyle muamele gördüğümüz, her şeyi doğru yapmaya çalıştığımız, haktanır bir dünyanın, bir kültürün kalıntıları bunlar. Onları korudukça, ben yaşadığım kadar annemi de yaşatırım hem. Neden olmasın?

 

8 Mayıs 2015 Cuma

DÜŞ KAZANI | İyi İnsanlar Ülkesi’nde Bir Bahar Vakti

ECE İREM DİNÇ – 7 Mayıs 2015

Efsane olur ki, bir vakitler, Boşnaklar da tıpkı dünyanın pek çok ülkesindeki insanlar gibi büyük bir sevinçle kutsarlarmış hıdrellezi. 

Haykırın şimdi Bosna Dağları’na!Ederlezi kızlarım… Ederlezi…

(Fotoğraf: Çingeneler Zamanı, 1990)

Sevince kıyısı yoktur bu toprakların. Nehrin gölgesinde dinlenen süsengilleri vardır yalnız, bir de süzgün bakışlı orkideleri… Hüzün, bu toprakların bir türlü sırtından çıkarıp da atamadığı bir fistan gibidir adeta… Avrupa’nın güneydoğusunda, sarp dağların çevrelediği dümdüz bir ovadır burası. Biraz Balkan, biraz Slav, biraz Osmanlı, biraz Avrupalı belki… Ama kesinlikle İyi İnsanlar Ülkesi’dir o, sevdalinkaların ve tutkulu sevdaların yurdu.

Hemen herkes bilir, az çok mırıldanır Ederlezi türküsünü. Goran’ın Boşnak kızları sarıdır hep; mavidir, yetimdir. Her yıl hıdrellez vakti geldiğinde hüzünle haykırırlar Bosna Dağları’na; “Ey Ederlezi, Canım Ederlezi… Bizden aldıklarını geri ver, hiç olmazsa bu bahar bari…”

Hıdrellez kelimesinin Hızır ile İlyas isimlerinden mürekkep olduğunu söylerler. Hızır, karadaki biçarelerin imdadına yetişir, İlyas ise denizdekilerin halâsına sebep olur. Biz buna, “Kul bunalmayınca, Hızır yetişmezmiş,” deriz. Hızır ki bir yürüyüş yürüdü mü, peşi sıra yemyeşil otlar biter. Bizzat görmedim, bilemiyorum. Derler ki, yeri yurdu yokmuş onun. Ab-ı Hayat iksirini içti içeli bu âlem ile öbürü arasındaki berzahta gezinir dururmuş. Hem zahir, hem bâtın imiş. Mübarek nefesiyle dilediği kulun ömrüne amberler bahşeder, kudretiyle yıldızları vazifelendirir, hilkatleri yüreğindeki iyilikle süslermiş. Ne ki, kör tesadüflerin kurbanı olan ademoğlu onun suretini görse dahi tanımaz, sunduğu nimetlerin farkına bile varmazmış. Kelimenin tam manasıyla bir Ederlezi kızı olan, yüz bir yaşındaki Boşnak Zambilla nine bir defasına şöyle demişti; “Ah kızım; şu arzın sathında ne, verenin ne için verdiğinden haberi vardır, ne de alanın, ne için aldığından… Ne ateş, kendisinin yakıcı olduğundan haberdardır; ne de su, kendisinin hayatbahş bulunduğundan… Eğer kâinatın sırrını okumaksa dileğin hepsi sendedir ve sen, onun levhasındasındır. İşte, her şey bu kadar basit aslında…”

Yıllar, yıllar önce; Bosna’nın yemyeşil ovalarında düzenlenen bir bahar ayinine rast gelmiştim. Biz Türkler’in aksine orada, baharın gelişi pek de sevinçli türkülerle kutlanmıyordu. Dört bir köşede yankılanan Ederlezi’lerin içinden hayli buruk ve özlem dolu sözcükler yükseliyor, dinleyenlerin boğazında çözümü güç, müşkül düğümler vuku buluyordu. Bir an, baharın tomurcuklandırdığı bütün çiçek dallarını unutup, burada, tam da bu topraklar üzerinde baharın siyah, geceden bir şemsiye gibi açıldığı hissine kapıldım. Öyle ki, etrafta ne o şakrak sesli kuşlar vardı, ne de neşeyle dansa tutuşan insanlar. Fakat gece usul usul güne doğru devrilirken, bahçe duvarlarının kıyısında biten gül ağaçlarının dalları arasında bir yığın dilek mektubu gördüm. Yüreklere çöreklenen o bitimsiz hüzün, gene de ama gene de umuda devşiriyordu kendini; bu iyiye işaret olmalı, diye geçirdim içimden. Gülümsedim.

Efsane olur ki, bir vakitler, Boşnaklar da tıpkı dünyanın pek çok ülkesindeki insanlar gibi büyük bir sevinçle kutsarlarmış hıdrellezi. Hızır’ın kendilerine şans ve sevinç getirdiğine inanır, özellikle de beş mayıs gecesi rüyalarına süzülüversin diye yastıklarının altına karanfil otları ile tarçın çubukları bırakırlarmış. Ateşlenen fırınlarda bol mayalı ekmekler pişirilir, evlerin kapı eşiklerine dualar eşliğinde kırk bir kere üflenirmiş. Ateşler yakılır, danslar edilir, sevinçli şarkılar söylenirmiş. Bahar hep güzelmiş o zamanlar, umutluymuş ve ki var olan tüm kötülüklere karşı da dirençliymiş. Sonra bir gün, adına “savaş” denilen o vahşet, kan ve acı çemberleri içinde kıskıvrak sarıvermiş Boşnakları. Bir hıdrellez vaktiymiş geldiğinde. Baharın cevherini kırıp, çiçeklerin boynuna sımsıkı bir hüzün kementi dolayıvermiş. Ederlezi, hüzün ve hasret olup öylece kalakalmış yüreklerde. Gözlerde yaş, kalplerde yara… Geride bir tek Hızır’dan umulan medet varmış artık.

Tuhaftır ki, efsanelerde adı geçen Hızır, kendisine bahşedilen nitelikleriyle mitolojik tanrıları andırır bir parça. İlahi boyutta bir elçidir o. Baharın, baharla birlikte vücut bulan taze hayatın ve yeni başlangıçların sembolüdür. Yersiz, yurtsuz bir gök seyyahıdır kimi zaman. Lamekân bir yolcu… Uğur ve kısmet, mucize ve keramettir Hızır.

Şimdi bu bahar yine, Hızır’ın ruhuna dokunsun diye dileklerimiz, nice gül ağacını baştan ayağa süsledik kim bilir. Ne mektuplar yazdık ona, ne resimler çizdik ki, onun lahuti gözlerine görünsün diye. Bilirim ki, hepsi özünde insan evladının içindeki iyilikten. Ne geçerse geçsin başımızdan, biz yine de tebessümle çaputlar bağlamaya devam edeceğiz bahar dallarının hatırına, ömrümüzün karanlık yollarına bir tutam nazar olması umuduyla.

Ey insanoğlu! Nasıl da anlaşılmaz bir tılsımsın, onlarca kere düşüp kırılsa da umudun, sen her bahar yine, yeniden canlanırsın.

Madem öyle;

Ey Ederlezi, Canımız, cancağızımız Ederlezi…

Bizden aldıklarını geri ver, hiç olmazsa bu bahar bari…

 

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Faşizmin sessiz adımları…

Buraya Kadarmış adlı gençlik romanıyla tanıdığımız Alman yazar Daniel Höra, Vahşi Sürü’de aşina olduğumuz bir konuyu gündeme getiriyor: Hiç beklemediğimiz bir anda, biz daha nasıl olduğunu bile kavrayamadan taraf olmak! Peki, faşizm kol gezerken “tarafsızlık” mümkün mü acaba?

(İyi Kitap, Demet Elkâtip, 1 Mayıs 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

4 Mayıs 2015 Pazartesi

İçerik ve Ötesi

    Fotograf: Ulaş Tosun (@elulas)

Bireyin elindeki telefondan yaşamın her anını paylaşabildiği bir ortamda, medya ve haber kavramlarının özellikle üretim süreçlerinin yeniden ele alınması, tartışılması ve genişletilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk.

Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya Bölümü olarak 4 yıldan beri İnternet ve mobil ağların çeşitli alanlarla dönüştürücü etkileşimini konuşmak ve tartışmak amacıyla her nisan ayında bir Yeni Medya Konferansı düzenliyoruz. Geçtiğimiz hafta gerçekleşen bu seneki konferansın ana konusu, Yeni Medya alanının en temel unsuru içerik idi.

Moderatörlüğünü içerik uzmanı Dilara Eldaş‘ın üstlendiği etkinlik geçtiğimiz senelerin ötesinde bir katılıma sahne oldu ve hatta konferans alışık olmadığımız biçimde sosyal medyanın en çok konuşulan konuları (TT) arasına bile girdi. Sanırım bunda konferans boyunca yapılan ve binlerce kişinin izlediği profesyonel canlı yayının yanısıra onlarca katılımcı tarafından bireysel Periscope canlı yayınlarının da katkısı var.

Etkinliğin açılışını yapan Rektör Prof. Dr. Mustafa Aydın‘ın konuşmasında, Yeni Medya’nın temelini oluşturan 3 yapı taşının veri, ağ ve içerik olduğunu ancak bu üçlü içinde içeriğin kullanıcıya en çok dokunanı olduğunun da altını çizerek konferans programında içeriğin süreçleri itibarıyla daha iyi anlaşılabilmesi adına üretim, yayıncılık, pazarlama ve yönetim boyutlarıyla ele alınmasını tercih ettiklerini de sözlerine ekledi.

Konferansın ilk bölümünde içeriğin yaratılması, geliştirilmesi ve sunumu süreçleri “üretim ve yayıncılık” başlığı altında ele alındı. İlk konuşmacı Hürriyet Dijital Yayınlar Koordinatörü Bülent Mumay bir geleneksel medya kuruluşu olarak yeni medya dönüşümlerinde,

* Gazetenin kuruluşundan beri yaptıkları sıcak haber üretim süreçlerine yeni medyayla birlikte zamana dayanlıklı (evergreen) içeriklerin üretimini de eklediklerini,

* Tüm içeriklerini paylaşılabilir ve yeni medya platformlarını da olabildiğince etkileşimli hale getirdiklerini,

* Yeni medya ortamından topladıkları devasa veriyi (big data)  analiz ederek içerik üretimini bu veriye göre biçimlediklerini,

anlattı ve artık yeni çalışan ihtiyaçlarını gazeteciliğin ötesinde içeriği tüm süreçleriyle analiz edip uygulayabilecek adeta bir içerik mühendisi olarak tanımladı.

Ardından sahne alan Kaan Kayabalı ise, 2,5 yıl önce kurdukları Onedio.com’un halihazırda Türkiye’nin en çok ziyaret edilen 10 sitesinden biri olduğunu ve bu noktaya gelmelerinde Onedio’yu genç kuşağın dinamiklerine uygun bir içerik üretim, tüketim ve paylaşım platformu olarak geliştirmelerinin ve yönetmelerinin önemli olduğunu, bu sayede artan kullanıcı trafiklerinin sonucu ilgisi artan reklamverenler için “sponsorlu içerik” kavramını  geliştirdiklerini ve bu iş modeliyle büyümeyi yakaladıklarını vurguladı.

Konferansın ikinci bölümünde ise içeriğin dağıtım, yaygınlaştırma, tanıtım, geri bildirim ve stratejik planlama süreçleri “yönetim ve pazarlama” başlığı altında ele alındı.

Bu bölümün ilk konuşmacısı Batuhan Apaydın, artık markaların da birer yeni medya yayıncısı olabildikleri ortamda, her türlü kurum ve kuruluşun kendi ticari içeriklerini nasıl üretip yaygınlaştıracaklarının ilginç ipuçlarını, Yemek Sepeti firması olarak kurdukları yemek.com sitesi üzerinden örneklerle anlattı.

Onun ardından sahne alan ContentUS içerik ajansı kurucusu Serbay Arda Ayzit ise, kurum ve kuruluşların ürettikleri içerikleri nasıl bir Yeni Medya pazarlama stratejisiyle yaygınlaştırmaları gerektiğini arama motorları ve sosyal medya platformları üzerinden örnekleriyle sundu.

Bölümün son konuşmacısı ise Türkiye’de içerik konusunun duayenlerinden Ersan Özer‘di. Özer, İnternet ve mobil mecrada giderek ağırlığını arttıran video içeriğe ilişkin ipuçları ile bu alandaki fırsatları, artık video içeriğin küresel cazibe merkezi haline gelen Youtube üzerinden anlattı ve girişimcilere bu bağlamda geçerli olabilecek iş modeli seçeneklerini anlattı.

Konuyu farklı yönleriyle ele alsalar da tüm bu konuşmacıların altını çizdiği ortak noktalar ise şöyleydi;

* Yeni Medya’da içerik üretim ve tüketimin ağırlığı hızla mobil cihazlara doğru kayıyor. Hürriyet.com.tr için bu rakam %50’ye yaklaşmış. Onedio.com’da ise %70.

* İçerik, ister kamusal yayıncılık isterse ticari amaçlarla üretilsin, veri unsuru ile birleştirilmez ve ağ üzerinden yaygınlaştırılma stratejileri ile eklemlenmezse, Yeni Medya’da etkin bir rekabet gücüne sahip olunamaz.

Kapanış panelinde ise, Yeni Medya’ya zenginlik katan ListeList, Zaytung, Bobiler gibi yeni nesil biçimlerin nasıl yaratıldığını, kurucuları Ahmet Kırtok, Hakan Bilginer ve Ozan Tüzün‘den dinleme ve onlarla tartışma şansını elde ettik ve ünlü iletişim bilimci Marshall McLuhan’ın “Ortam mesajdır-Medium is the message” önermesinin Yeni Medya alanında da geçerli olduğunu ve (Türkiye’deki sansür, tepki, vs. onca olumsuz faktöre rağmen) biçim ile içerik ilişkisinin birbirinden ayrılamayacağını son tahlilde teyit ettik.

Sonuç olarak, 20. yüzyılda habercilik üzerine oturan medya olgusunun 21. yüzyılda daha geniş kapsamlı bir içerik kavramı üzerine oturan yeni bir medyanın evrilişine tanıklık ediyoruz. Geçmişte okumak, dinlemek ve izlemek eylemleriyle sınırlı olan medya oldusu, bugün akıllı cihazlarımız üzerinden ürettiğimiz ve tükettiğimiz içerikler sayesinde adeta içinde yiyip içtiğimiz ve soluk alıp verdiğimiz yeni bir yaşam alanına dönüşmekte. İşte içerik dediğimizde, burada yaşayabilmek için gerekli gıdamız ve hatta oksijenimiz!

Not: Kaçıranlar için bu dolu dolu etkinliğin tamamını YouTube kanalımıza kısa bir süre sonra yükleyeceğiz.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Pardon, kaç mezunuydunuz?

SEVİN OKYAY – 2 Mayıs 2015

Lise yaşındayken bu arkadaşları ister bir daha hiç görmeyeceğinizi, ister onlardan ayrılamayacağınızı düşünün; bilin ki, yıllar yıllar sonra size gene de herkesten yakın bu (artık) yaşlı insanlarla şen kahkahalar atarak küçük kutlamalar yapıyor olacaksınız.

Seres bize e-mail atıp Bursa’ya gideceğimizi söyledi. Tıpkı Edirne gibi olacakmış. Sınıf arkadaşmız Filiz (ki kendisi şimdi tanat Tarihi profesörü) Bursa’da kendi seçtiği yerleri bize anlatacakmış. Doğrusu Filiz’i dinlemenin tadına doyum olmuyor. Külliyeleri, camileri, türbeleri hem eksiksiz, yanlışsız anlatıyor, hem de o dönemin incelikleriyle süslüyor. Tarihi dedikodular da cabası.

Tabii bu sefer favorimiz, Muhteşem Süleyman’dı. Arkadaşlarımın Şehzade Mustafa konusundaki hassasiyetleri beni çok memnun etti. Gerçi Filiz’in eline su dökemem ama, biz de, has bir Abdullah Ziya Kozanoğlu okuru olarak, şehzadeyi onun adını alan kitapla, Sarı Mustafa namıyla tanımıştık. Çocukluk yıllarımın en unutulmaz kahramanlarından biridir. Tarihi gerçeklere pek uymuyormuş diyorlar kitap için. Hangisi uyuyor ki?

Kısacık bir yolculuktu, bir gün başladı, ertesi gün bitti. Mayıs sonunda Karadeniz’e gidecek olanlar, daha ilk günden kaynatmaya başladılar. On yedi kişiydik, hiç de az değil yani. Böyle bir grupla, iki yıl önceydi galiba, bir Karadağ-Hırvatistan-Bosna/Hersek gezisi yapmıştık, tadı damağımızdadır. En çok da Dubrovnik’te kalmıştık. Şehir halen gözümün önünde. Eski şehir, tabii. Benim gene bacaklarımın, özellikle sağ dizimin marifetlerini gösterdiği bir dönem olduğu için, oradaki mekân ziyaretlerinde, hele yer biraz yüksekteyse, arkadaşlarımı şöyle uğurluyordum: “Siz gidin, dönüşte beni kafeden alırsınız.” Onlara da pes yani. Dubrovnik surlarında bile keçi gibi koşturdular.

Aslında 1963 mezunlarına göre, hiç fena sayılmayız. İki yıl yetiştirici, bir yıl da fazladan lise okuduğumuzu hatırlatmak isterim. Bir kısmımız ilkokulu bitirip koleje, prep’e girdi (toplam beş yıl); bir kısmımız da başka bir ortaokuldan sonra liseye girdi (intro hariç, dört yıl). O zaman aramızda ayrı gayrı var mıydı, hatırlamıyorum. İlk dönemde mutlaka bir gruplaşma olmuştur ama bu da bir tahmin sadece. Uzun yıllar sonra, Seres sayesinde bir araya gelmeye başladık. Ben geç kaldım, aralarına katıldığımda hayli gezi yapmışlardı. İlk olarak Hilton’daki bir yeni yıl partisine (yılbaşından bir hafta kadar önce nezih bir kutlama yapıyoruz) bir hafta erken gitmişim. Zamanı hiç tutturamam zaten, ya erken, ya geç… Bir garsona, Seres Hanım’ın grubundan olduğumu söyledim. “Yalnız o grup önümüzdeki hafta geliyor hanımefendi,” dedi. Sonra da halime acıyıp bana çay ikram etti. Ama ondan beri, pek çok yeni yıl buluşmasına, kimi gezilere ve muhtelif yemeklere katıldım: Doğum günü yemekleri, yurt dışından gelen bir arkadaş şerefine verilen yemekler, Kadıköy yakası kızlarının yemekleri…

Bazen de, okuldaki grupların kendi aralarında buluşmaları. Bizim de dört kişilik bir grubumuz vardı. Bu gruptan Leyla’yla geziler ve yemeklerde genelde birlikteyiz Ama bir gün Zeynep’in evinde bütün grup buluştuk. Bu sayede, çok uzun yıllardır görmediğim Senar’ı da gördüm. Senar benim ilk okul arkadaşımdır. Kimse korkmasın ama, 1949’da tanışmıştık demek istiyorum. Beşiktaş Şair Nedim İlkokulu’nda… Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne (adeta şimdiki Robert Lisesi) ilk girdiğimizde, ilkokulu birlikte okumuş epeyce arkadaş vardı sınıfımızda. Ancak bunların bir kısmı, Şişli Terakki gibi öğrencilere İngilizce de öğretilen okullardı. Biz ise, yes, no, tenk you, ay lav yu veri maç’tan (ona da ‘meri maç’ derdim) ötesini anlamayan zavallılardık. Üç ayda falan durumu düzelttik.

Kaç yaşında olduğunuza bağlı olarak, aranızdan bazıları bu durumu hayretle karşılıyor olabilir. Bizim kaç yaşında olduğumuzu vurgulamak istemiyorum, bu konuda hassas olan arkadaşlar var. Kendim için söyleyeyim: İlkokulu 1954’te, ortaokulu 1959’da, liseyi de 1963’te bitirmişim. Hassas olsan ne yazar? Ancak, okuldayken de, mezuniyetten sonraki ilk yıllarda da, arkadaşlarımı bu kadar özleyeceğim, dahası “Bana teyze dediler!” çağını çoktan aşmışken onları eskisinden daha çok seveceğim aklımın köşesinden geçmezdi. Biraz da ileri(ce) yaşın sükûnetine, hoşgörüsüne bağlıyorum.

Oysa yemeklerde, gezilerde, bir araya her gelişimizde, yaşını başını almış hanımlardan ziyade ortakul çocuklarına benzediğimiz bir gerçek. En son Bursa’da, Rayiha’nın doğum gününü bir restoranda kutlarken o kadar güldük ki (İlahi Suzi!), hiç tanımadığımız iki kişi gelip ‘genç’ masamızı kutladı, biri garson destekli bir sözümona selfie bile çekti. Mezuniyet yılımız, kimden kaynaklandığını anlamadığım bir hatayla 1989 olarak belirtilmiş. Birkaç saat keyfini sürdük doğrusu. Yanlışı düzelttikten sonra da 1989 dilimizden düşmedi. Bulunduğumuz yere göre, insanlar bize ya, “Ne mutlu size!” ya da, “”Yakışıyor mu?” bakışlarıyla bakıyor. Evet, ne mutlu bize. Bir araya her gelişimizde ortaokul/lise çocuklarıyız. Erken gelen, okuldayken en iyi arkadaşı kimse ona yer tutuyor. Bu toplantıların bizi gençleştirdiğine, en azından olduğumuz yerde tuttuğuna inanıyorum. Yakışıyor mu? İster yakışsın, ister yakışmasın. Eskiyle yeniyi karıştırıp kaynatıyoruz: Beyhan, sonra kediyi bulduk muydu? Leyla, nisanda nasıl denize girmiştik ama? (Ben az daha kalpten gidiyordum.) Füsun, sen de Hazım Ağbi’nin arabasındaydın, değil mi? vs. Bu arada bazılarımız; en çok da Fatoş, Seres, Leyla, Suna telefonlara çat çat basıp buluşmaları tarihe mal ediyorlar.

Onun için diyorum ki, lise yaşındayken bu arkadaşları ister bir daha hiç görmeyeceğinizi, ister onlardan ayrılamayacağınızı düşünün; bilin ki, yıllar yıllar sonra size gene de herkesten yakın bu (artık) yaşlı insanlarla şen kahkahalar atarak küçük kutlamalar yapıyor olacaksınız.