30 Mart 2015 Pazartesi

Küçük Prens geri geldi

SEVİN OKYAY – 29 Mart 2015

Küçük Prens aniden geri döndü. Her tarafta, her vitrinde karşımıza çıkmaya başladı. Bazen aynı kılıkla, bazen de farklı farklı kılıklarla. Meğer Saint-Exupéry’nin 70 yıllık telif süresi sona ermiş. Artık Küçük Prens’i çevirmek için kimseden izin almak gerekmiyormuş.

Öyle severdim ki Küçük Prens’i… Bir kere, küçüktü. Pek akıllıydı, prensler gibi giyinmişti. Bir gülü, bir de tilkisi vardı. Üstelik de sadece bana aitti. Demek annemin ben daha okuma yazma bilmeden bana okuduğu kitaplar arasında değilmiş. Hayret! Çünkü güzel Fransızca kitapları da çevirirdi bize. Bahçıvan Matyö Baba’nın tarlalarını talan eden, havuçlarıyla turplarını çalan tavşan Jano’yu çok iyi hatırlıyorum mesela. Onun ilk kitabı bana okunduktan sonra, bütün boylu boslu büyükçe tavşan oyuncakların adı Jano oldu (en güzeli, doktorum İhsan Hilmi Bey’in muayenehanesindeydi), küçüklerin de Pofuduk. Tavşanlarla aram hep iyi olmuştur.

Ama tilkileri de severim. O da çocukluk kitaplarının bir armağanı olsa gerek. Küçük Prens’in tilkisi evcilleştirilmek istiyordu. Hayatı çok monotondu çünkü. O tavşanları avlıyordu, avcılar da onu. Sıkılır elbet. Evcilleşince onun için bir şey ifade etmeyen buğday tarlaları ona, kendisini evcilleştiren arkadaşının altın sarısı saçlarını hatırlattı. Tilki de ona gülünün dünyada bir eşi benzeri olmadığını söyledi. Artık evcilleştirilmiş bir tilkisi, eşsiz bir gülü vardı. Bunlar bana nedense onun kendi gezegeninden ayrılıp başka gezegenleri dolaşmasından daha önemli gelmişti.

Önceleri İki Çocuğun Devriâlemi’ndeki (Jean de la Hire) iki çocuğu, yani Jano ile Yanik’i Küçük Prens’ten daha fazla severdim. Maceracı çocuklardı, oradan oraya gitseler de hep dünyada kalıyorlardı. Ne tehlikeler atlatıyorlardı! Ders kitaplarının içinde gizli gizli okuduğum için bu kitap başıma çok iş açmıştır. Hep yakalanıyordum çünkü. En üst kata ders çalışacağım diye çıkıp da üç dört saat sesi çıkmayan çocuktan haliyle şüphe ediyorlardı. Ama yıllar geçtikten sonra gene, defalarca okuduğum Küçük Prens’i hâlâ eskisi kadar sevdiğimi, kaç yaşında olursam olayım benim kardeşim olduğunu keşfettim. Bugün de öyledir.

Onu tanıyanlar, sevenlerle aramızda konuşuyorduk. Yazarı Antoine de Saint-Exupéry’nin (gene uçaklı, çöllü) başka kitaplarını okuyorduk. Sonra Küçük Prens aniden geri döndü. Her tarafta, her vitrinde karşımıza çıkmaya başladı. Bazen aynı kılıkla, bazen de farklı farklı kılıklarla. Meğer Saint-Exupéry’nin ölümünden sonraki 70 yıllık telif süresi sona ermiş. Artık Küçük Prens’i çevirmek için kimseden izin almak gerekmiyormuş (Bugüne kadar telifini almış olanlara da, “Yetmedi mi?” diyeceğiz herhalde). Bu süre sona erince de, “Ah şunu bir bassak,” diye bekleyen pek çok yayınevi (en azından 30 tane oldukları anlaşılıyor) bir telaş, vitrinleri doldurmuş.

Ondan sonra da çeviri tartışmaları başladı. Kitap ilk kez Bilgi Yayınları’ndan çıkmıştı. (Necati Güngör yeşil bir kapağı olduğunu söylüyor). Cemal Süreya-R. Tomris imzalarını taşıyordu. Can Yayınları’ndan çıktığında imzaların sırası değişip, Tomris Uyar-Cemal Süreya olmuş. Güngör, şairin buna alındığını söylüyor. Acaba şimdiki çevirileri görse ne derdi? İyi ya da kötü anlamında demiyorum. İnsan kendi çevirisini sahiplenir, korumak ister. Bir de çocukluk kitaplarını neredeyse kelime kelime hatırlar. Sonradan farklı şekilde çevrilmeleri de onu rahatsız eder.

Ben, mesela, küçükken Pal Sokağı’nın Çocukları’nı (Ferenc Molnár) da çok severdim. Şimdi kimin çevirdiğini hatırlamıyorum, belki bakmamışımdır bile. Küçüktüm. Ama ufak tefek terzinin küçük oğlu Nemeçek’i ve arkadaşlarına ihanet edip sonra geri dönen Gereyb’e Pal Sokağı Çocukları’nın başındaki Boka’nın, “Gene de iyi çocuksun, Gereyb,” demesini hiç unutmadım. Gereyb buna biraz kızmıştı, “Gene de,” dedi diye. Ben de ona kızardım. “Ne yapsalardı yani? Seni sırtlarında mı taşısalardı? Hainin birisin işte,” diye söylenirdim. Tarık Demirkan’ın YKY’den çıkan o güzelim çevirisi de sırf bu cümle birazcık farklı diye içime sinmemişti. Oysa o zaman büyümüştüm de.

Demem o ki, çocukken okunan çevirilerin iyiliği ya da kötülüğünden çok, çocukların onları nasıl hatırladığı önemli oluyor. Büyüdükleri zaman bile. Ben bugün de Alice Harikalar Diyarında (Lewis Carroll) ile Su Bebekleri’nin (Charles Kingsley) ben çocukken piyasada olan hallerini, çevirilerini özlerim. Hatta bir arkadaşım fıldır fıldır aranmış, Alice’i olmasa da Su Bebekleri’ni bulmuştu benim için. Sağol Selo’cuğum… Ama kitapları büyükken okuyorsanız, çeviriye önem veriyorsanız, o zaman çeviriler arasında bir mukayese yapmaya girişebilirsiniz. Hatta, bir konferansa önce şalvarlı, fesli gittiği için kimsenin keşfine inanmadığı, devrimden sonra ülkesindeki bir diktatör öyle giyinenlere ölüm cezası verdiği için modern, şık bir kılıkla gidip keşfi kabul edilen gökbilimcinin geldiği ülke Türkiye’yse eğer, malum liderin diktatör olmayacağı düşüncesiyle kitabın bu kısmı da epey değiştirildi. Hatta bazen bu bölüm atlandı.

Ne olursa olsun, herkes hangi vitrine baksa Küçük Prens’i görüyor. Artık dünyada birçok arkadaşı olabilir. Dolayısıyla, tilki ile gülün de… Şimdi düşündüm de, ben aslında sarı, incecik gövdeli yılanı da severdim.

 

 

28 Mart 2015 Cumartesi

OKULDA BÖYLE ÖĞRETMEDİLER | Haberi başka dile çevirmek

Konuğumuz, Bianet İngilizce‘de haber çevirmenliği ve editörlüğü yapan Barış Mumyakmaz. Barış’la, özellikle çevirmenliğin habercilikle buluştuğu bu özel mesleği konuştuk.

 

Hangi lise ve üniversiteden mezunsun?Anne ve babamın 2000 yılındaki ayrılıklarından sonra Bandırma’dan İstanbul’a taşındık. O yüzden, Bandırma’da başladığım liseyi Kadıköy’de, Kenan Evren Anadolu Lisesi’nde bitirdim. 2002’de de Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne kabul edildim.

Bu üniversite ve bölüme isteyerek mi gitmiştin, puan önceliğiyle mi, yoksa daha çok çevren mi yönlendirici olmuştu?Her zaman etrafımdaki yakın insanların dediğinin tam tersini yapma özelliğim vardır! Her ne kadar annem -İstanbul Üniversitesi’nde- hukuk okursam daha mutlu olacağını söylese de, hiç tereddütsüz felsefe bölümünü yazmıştım. Hem de tercihlerimin en başına! Hâlâ da pişman değilim.

Bugün Bianet’te gazetecisin, ama çevirmenlik de ön planda. Yaptığın işi biraz açar mısın bize?Benim için haber süreçleri üç mekâna ayrılır: Birincisi, muhabirlik, yani haberciliğin vitrini; en heyecanlısı ve gerçekliğe en yakın olanı. İkincisi, editörlük, yani haberciliğin mutfağı; gazetecilik anlamında da, muhabirin “arkasını toplayan” ağabeyi/ablası olma durumu. Üçüncüsü ise haber çevirmenliği, yani benim tabirimle haberciliğin “kileri”. Haberciliğin gerçeklikten görece en fazla uzaklaştığı, ama bir yandan da, kişinin en derinine işleyen hali . Çünkü habercinin en çok bu haber çevirmenliği noktasında okuyucuya metinsel ve zihinsel olarak yaklaşabildiğini düşünüyorum. Haber çevirisi, iletişimin imkânlarını gazeteciliğin ötesinde de zorlamak demek aynı zamanda.

“İletişimin imkânlarını zorlamak” derken?Mesela bir haberin çevirisine başlarken ilk sorduğum soru şu oluyor: Bu haberi çevirmeli miyim, yoksa yeniden derlemeli miyim? Çünkü yeni bir dil aracılığıyla, yeni bir kitleye ulaşmam gerekiyor. Bu yeni kitle esasen yurtdışında, farklı bir kültürden. Elimdeki hazır metni, aslında yurtiçindeki insanlar için biçilmiş olan kumaşı yeniden ele almam gerekiyor. Haber çevirisi, gerçekliğe sadık kalmak koşuluyla, hikâyeyi yeni bir kitle için yeniden anlatmak demek.

“Yeniden anlatmak” anahtar sözcük galiba. Bu, iki kültürdeki habercilik anlayışının farklılığıyla da alakalı değil mi?Anglosakson ya da Amerikan haber yazımı, tamamen hikâye yazımı temellidir. İngilizce okuyan okur için böyle çeviri haberler, bir anlamda dünyanın öteki ucunda, oraya özel malzemelerle hazırlanmış egzotik birer yemek gibidir. Buna uygun olarak da o okur, haberi yavaş yavaş, özenle ve ayrıntılarına dikkat ederek “tüketir”. Dolayısıyla, haberin yeniden yazılması, yalnızca o kültürün talep ettiği içeriği değil, anlatım tekniğini de göz önünde bulundurmayı gerektirir. Bizdeki haber yazımı ise genellikle fast-food tadındadır. Özensizce yazılır, hızla tıkınılır.

Habercilik üzerine çekilen dizi ve filmlerde hep bir telaş ve koşuşturmaca vardır. Sizde de geçerli mi bu?Daha bugün yine iş arkadaşlarıma dert yanıyordum: Sağlığım için 8 saat uyuyorum ve bu, gün boyunca haberden uzak kaldığım tek an! Gerisini siz düşünün…

Aynı zamanda haber editörlüğü ve çevirmenliği alanında eğitmenlik de yapıyorsun…Bildiğiniz bir şeyi başkalarına aktarmanın sizi çok daha bilgili kıldığını düşünenlerdenim. Bianet İngilizce’de birlikte çalıştığım bir grup genç stajyeri mezun ettikten sonra, iş bulmalarına da yardımcı oldum. Ama asıl onlar bana kendimi tanımam konusunda ne kadar yardımcı olduklarının büyük ihtimalle farkında değiller!

Başka mesleklerde çalıştın mı?Felsefe lisansı yaptım, uluslararası ilişkiler üzerine yüksek lisans yaptım ama gazetecilikten başka meslekten anlamam.

Üniversiteden sonra iş bulman kolay oldu mu?Gariptir ki, “alaylı” olmama rağmen gazetelerde iş bulmam her zaman çok kolay oldu. Bunda üniversite yıllarım boyunca stajyer olarak çalıştığım medya kuruluşlarının ve okul gazetelerinin büyük bir katkısı var. Bu anlamda “okul dışı” aktivitelerin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Peki işe başladığında, “hiç de bize okulda öğretildiği gibi değilmiş” dediğin oldu mu?Kendi özelimde farklı bir durum yaşadım: Okul bittiğinde, sürekli öğretmenlerini dinleyen arkadaşlarımın iş bulamadığını görünce, “İyi ki okulu asgari düzeyde umursamışım,” dedim. Bugün, yine aynı ya da benzeri bir bölümde okur muyum okumaz mıyım, onu bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: Kesinlikle aynı stajları yapar, aynı deneyimleri yaşarım.

Son bir sorumuz var: Sence kimler haber çevirmenliği yapmalı? Var mıdır bu işin bir eğitim, karakter, tercih profili?Benim yaptığım işi yapacak insanın en başta “gerçeklik”le ilgili bir takıntısı olmalı. Gerçeği en başta kendi zevki için öğrenmek, sonra da ısrarla başkalarına anlatmak istemeli. Okuma sevdalısı olması ve kendini rahatça ifade edebilmesi de çok önemli. Bir de sağlam bir “omurgaya” ihtiyaç var. Hem koltukta ağrısız oturmak hem de -başkalarının ve kendinin- menfaatlerine göre hareket etmemek için.

 

27 Mart 2015 Cuma

Kimin İnterneti?

Makine ve cihazların akıllanıp ağ üzerinden birbirleriyle iletişime geçmesi, insanlığı nasıl etkileyecek?

Geçtiğimiz pazartesi Emarsys Akademi’nin düzenlediği “Nesnelerin İnterneti (Internet of Things)” seminerinde farklı disiplinlerden gelen 4 konuşmacıdan biriydim. Yakın gelecekte gündemimizi çok işgal edecek bu kavramı, zamanımız ve zihinlerimiz elverdiği ölçüde tartışmaya çalıştık ancak etkinliğin sonunda izleyiciler dahil hepimiz kafalarımızda yeni sorularla döndük kendi hayatlarımıza.

İki yıl önce yine bu blogda sizlerle paylaşmıştım “Nesnelerin İnterneti” kavramını; halihazırda hayatımızı kolaylaştıran sensör, kamera, sayaç, anahtar, ev aleti gibi hemen her cihaz, artık kişisel ya da yerel niteliğini yitirerek İnternet’e bağlanabilir dijital formlarıyla günlük hayatlarımızda yeniden konumlanmakta ve sadece bizlerle değil İnternet üzerinden devasa veriyi işlemleyebilen yapay zeka sistemleriyle de haberleşebilmekte ve hatta onlar tarafından uzaktan yönetilebilir birer organa dönüşebilmekte. İnternet ve mobil ağların ilk zamanlarında olduğu gibi maalesef Nesnelerin İnterneti de bu doğum ve emekleme günlerinde ticari kurumlar tarafından sahiplenilip biçimlendirilen bir kavram olduğundan ağırlıkla ticari ve özellikle olumlu yönleriyle ön plana çıkartılmakta; rekabet, verimlilik, karlılık, vs.Kuşkusuz o yönleriyle de insanlığa bir devrim vaadeden bir gelişme Nesnelerin İnterneti. Kim istemez İnternet üzerindeki milyarlarca cihaz üzerinden akan her türlü verinin işlemlenebilmesi sayesinde yerkürenin sınırlı kaynaklarının daha verimli kullanılmasını, devletlerin daha az parayla vatandaşlarına daha çok hizmet götürmesini, şirketlerin daha az maliyetle daha fazla iş yapmasını ve dünyanın biz insanlar için daha yaşanır ve daha keyif alır hale getirilmesini?

Ancak bu hayallerin peşinde koşarken o yapay zekalı sistemlerin ya da onları yönetenlerin otoriter bir Büyük Birader’e dönüşüp dönüşmeyeceği, toplumsal hayatın adeta tek elden sevk ve idare edilmesinin bireylerde yaratacağı panoptikon (gözetlenme) etkisi, şirketlerde üretim ve hizmet işlerini akıllı makine ve robotlara devredecek mavi yakalılara ne olacağı gibi hususları da paralel olarak düşünmeye başlamak gerekli. Aksi takdirde, (aynı İnternet’in gelişiminde olduğu gibi) işin olumsuz etkileri sonradan ortaya çıkmaya başladığında çözüm çok ama çok zorlaşır.

İşte bu yüzden sadece ticari gelişimin tekeline bırakılamayacak kadar derin ve geniş bu konunun, özellikle kamu ve sivil toplum odaklı bir anlayışla da ele alınması elzem. Ticari güdüsü gelişkin kar odaklı politikaların yanına sosyal politikaları da eklemleyebilecek bir mutabakat çerçevesinde yürümeli İnternet’in nesneleşme süreci…

Bunun için de, Nesnelerin İnterneti kavramının yanında İnsanların İnterneti kavramı da şimdiden geliştirilmeye başlanmalı. İnternet temelli bir Büyük Birader yaratma çılgınlığının peşinde koşmayacak bilgiye, birikime, ahlaka ve demokrasi anlayışına sahip bireylerin yetiştirilmesi hedeflenmeli ve bu doğrultuda çocuklarımızı (ve aslında üretkenliğe sahip her bireyi) İnternet okur-yazarlığından başlayarak programcı, uygulayıcı ve farklılaştırıcı (coder, maker, hacker) aşamalarına erişecek şekilde eğitmek ise, bu sürecin vazgeçilmez ön koşulu olmalı.

Sonuçta, “İnternetin kimin olacağı” sorusunun yanıtı da, nesnelerin mi bizi yoksa bizim mi nesneleri kontrol edebileceğiyle doğrudan ilişkili.

 

DÜŞ KAZANI | Anka’nın Külleri

ECE İREM DİNÇ - 26 Mart 2015

Kuş ölür, sen uçuşu hatırla…Füruğ Ferruhzad

(Resim: Jonas Jödicke, Out of the Ashes)

“Kaçıncı ölmem bu?” dedi Anka.

Durdu, üzerindeki yangın lekelerine baktı; bir an için gözlerinde solgun bir ışık demeti dolandı sanki ya da bana öyle geldi. Az sonra hüzünle gülümseyerek, “Kaçıncı dirilmem bu?” diye sordu.

Konuşmadan yüzüne baktım. Alev alev tutuşmuş rengârenk tüylerden başka bir şey göremedim. Bedeninden yayılan duman, ciğerlerimi yakıyordu. Gözlerine bakacak cesareti bulmadım kendimde, başımı usulca öne eğdim ve sustum. O an sesim adeta uçsuz bucaksız, dipsiz, derin bir iç çığlığa dönüşürken, ruhumda açılan yaraların boşluğuyla sadece ama sadece sustum. Bir türlü dilime ulaşmayan kelimeler, yüreğime doğru uzanan en gizli damarlarımın içinde birer birer infilak ederken ben, sadece sustum. Uzun ve kesintisiz bir geceye benziyordu suskunluğum. Anka da susmuştu, tek kelime bile etmiyordu artık. Avutulmaya muhtaç bir çocuğun sessizliği içinde gitgide kül oluyordu. “Yeniden doğabilmek için kendi alevleri içinde kaç kez tükenmeli insan?” diye fısıldadı ve sonra şarkı söylemeye başladı. Belki de ölümünden daha dayanılmazı bu şarkıydı.

Başımı kaldırdığımda artık yoktu. Gitmişti. Kül gibi, gece gibi, ay gibi ve geri kalan her şey gibi yok olup gitmişti. Varlığı, tıpkı erimiş bir mumdan arda kalan belli belirsiz lekeler misali bir hatıra olmuştu şimdi. Oysa ona soracak ne çok sorum vardı heybemde sakladığım. Ona ulaşabilmek için nasıl da uzun yollardan geçip gelmiştim. Onun uğruna Nefs Vadisi’nde günler boyu konaklamış ve kendi kendimle savaşmıştım. Aşk Denizi’nin toz mavi sularında yüzmüş, gördüğüm en çirkin balıkları bile birer kuğu, birer sülün zannetmiş, peşlerine düşmüş, kör olmuş ve aşkın dev dalgaları boyumu aştığında günler geceler boyu yüzerek sığınacak bir kıyı aramıştım içimdeki kadına. Yalnızlık Dağı’nın buzlarla kaplı doruklarında derin ve uzun uykulara dalmış, ruhumu, dimdik uzanan yamaçlardan aşağılara defalarca sallandırmıştım. Cehalet Çölü’nün orta yerinde susuz kalmış, cehennemin bile buradan daha kötü olamayacağına inanmıştım. Ve bunca şeyden sonra nihayet onu bulduğumda ise bir an, sadece bir an içinde gözlerimin önünde yok olup gidivermişti. O kadar kolay mıydı bu? Öylece çekip gidilebilir miydi? Onun uğrunda arşınladığım yolların, yorgunluktan çöküp kaldığım kuytuların, döktüğüm gözyaşlarının hiç mi önemi yoktu?

Direncimin son mumu da yanıp kül olmuştu işte. Ne yapacağımı bilemiyordum, çaresizdim. Ne ki az sonra uzun, sivri dalların gizlediği yuvasında bir avuç kül havalandı, incecik bir duman yükseldi ve hemen sonra bir kâğıt parçası düşüverdi gökten yere. Tamamen kül olmadan evvel bana bir mektup bırakmıştı Anka. Mektubun üzerinde gülkurusu renginde parmak izleri vardı. Her satırı yaraların ve yanıkların diliyle yazılmıştı adeta. Yaraların, yalnızlığın ve yangınların diliydi bu. Fakat bir o kadar da umutlu ve gerçekti. Fazla gerçek…

“Gitmek zorundaydım,” diyordu Anka. “Gitmek zorundaydım. Çünkü şu âlemdeki her canlı en nihayetinde kendi masalını yaşıyor işte. Ne bir fazla, ne bir eksik… Yorgunluğunu görüyorum, uzun uzun yollar aşıp gelmişsin. Çok şey görmüş ve başından çok şey geçmiş bir kimsenin hüznüyle bakıyor gözlerin. Bana sormak istediğin onlarca soru biriktirmişsin zihninde. Bazen parmaklarınla gözyaşlarını tutmuş, bazen de bir yağmur misali yaş yağdırmışsın gönül gözlerinden. Yanmış, tutuşmuşsun. Küllerinden doğmak istemişsin yeniden. Kim bilir, belki bu yolda sen de benim gibi bir kuş olmuşsundur da hâlâ uçmuyorsundur. Farkında değilsindir belki. Öyleyse iyi dinle şimdi beni! Anka Kuşu diye bir şey yoktur ey yolcu! Anka, bir aynadır sadece; bir yansıma, yanılsama. Onu arayan her insan gene kendini bulur sonunda. Çıktığın bu yol, kendine yaptığın bir yolculuktan ibarettir. Küllerinden doğmak sandığın şey ise yitirdiklerini bulmandır yeniden. Geçen ömründen ne gitti ise doğruca ona dön, ona git şimdi! Çünkü gün, yenidir. Kısmet de yeni… Hayat, baş aşağı gelen mızraklar gibi üstüne üstüne indiğinde, sen kendini bil yeter. Unutma ki mızraklar, zayıf yürekler için sivriltilmiştir. Yalnız değilsin. Bu dünya perdesinde böyle oyunlar çok oynandı, bir sen değilsin acıyan, kanayan; bunu hep hatırla! Şayet sevinçse aradığın; mutluluksa, aşksa, umutsa, onu gene kendi içinde ara!”

Kimi zaman bir başına, acıyla, dimdik doğrulmak demekmiş meğer Anka. Kırık kanatlar gibi sarkarken yaşamın kıyısından, bir anda havalanıvermekmiş meğer yukarılara. Boş, beyaz bir kâğıt misali sarılmakmış meğer yeni başlayan güne. İçindeki sesleri, fısıltıları, adımları, bağrışları dinlemekmiş, durup derin bir soluk alabilmekmiş en bıkkın ânında. Kendi yaralarının sargı bezlerini kendi ellerinle çözebilmekmiş meğer. O yaralara dokunabilmek, sevebilmekmiş. Kendi yüreğinde kaydırdığın yıldızların ardından oturup dilek tutabilmek demekmiş Anka. Yapayalnız ama kıyasıya ölüp, ölüme inat yeniden doğmakmış o. Kuşmuş, insanmış, canmış, diyarmış, masalmış, bir fısıltıymış. Herkes kendi masalında, kendi yangını kadar Anka’ymış aslında. Ol sebepten, tıpkı insanoğlu kadar eski bir efsaneymiş Anka.

Ben, onun huzuruna vardığımda yorgun, darmadağınık ve zaman dışı bir varlıktım sanki. Onun ardından kendi ellerimle ateşe verdim ruhumu. Yaktım, yandım, tutuştum. Bir vakit sonra, içim soğuduğunda gördüm ki yeni bir gün yükselmiş ufukta. Güneş ki tüm acılarımıza, yıkımlarımıza, kayıplarımıza rağmen olanca ışıltısıyla doğmuş bir kez daha. Gözlerimdeki umut kanatlarını aralayıp, bir mucizeye bakar gibi baktım hayata. Anka… O çoktan ölmüştü belki, ama kanatlarının izi hâlâ duruyordu havada.

Kendi gittiyse de uçuşunu bırakmıştı bana.

Çünkü bir efsaneye inanmaktan çok daha fazlasıydı Anka.

 

Sosyal Medyada en etkili 25 İK Hesabı

Sosyal Medyada en etkili 25 İk Hesabı projesi tamamlandı. Bundan 23 gün önce Kahve Eşliğinde yayınladığım Officevibe’ın derlediği Twitter’da En Etkili İK’cılar çalışmasını Türkiye için de yapabilir miyiz diye sormuştum. Olumlu yanıt Hocam Ahmet Eryılmaz’dan geldi ve proje için çalışmalara başlayacağını … Continue reading →

20 Mart 2015 Cuma

Bir problemi ekmek kızartarak nasıl çözersiniz?

Problemler karşısında farklı yaklaşımları seviyorum. İş hayatında herkesin bir veya birden fazla problemi var. Türkiye’de yöneticilerin en çok zaman ayırdığı şeyler problemler. Tasarımcı Tom Wujec problemleri çözme yöntemini ekmek kızartmak/tost yapmak üzerinden anlatmış ve en iyi çözümlerin nasıl ortaya çıkartılacağını … Continue reading →

19 Mart 2015 Perşembe

DÜŞ KAZANI | Kabil ile Habil

İnsanları düşün anne;düşün ki yüreğin sallansın, düşün ki o angüneşli güzel günlere inanan mutlu bir yusufçuk havalansın…

Nevzat Çelik, Şafak Türküsü

(Resim: Jacopo Palma, 1590)

İnsan türü, evrendeki yerini ve varlığını hak etmiş midir?

Nobel’li yazar José Saramago, Kabil ismini verdiği kitabında tam anlamıyla bu sorunun yanıtını arar. Bunu yaparken de suç, ceza, nefret, ihtiras, cinayet, boyun eğme, isyan, ölüm, yas, kutsal ve lanet gibi daha pek çok kavramın içini deşer, kurcalar, kanatır. İnsan duyarsızlığı ile işkenceci vicdan arasında gidip gelir. Göz yummacılığın loş ve tekinsiz dehlizlerinde dolaşır durur. Bir insan aynı anda hem iyi hem de kötü olabilir mi, diye sorar. Hem katil hem kurban; hem kutsal hem lanetli… Olabilir mi? Mümkün mü bu? Öyleymiş, mümkünmüş yani. Çünkü José’nin deyişiyle, şu dünyadaki hiç kimse tek bir kişi değilmiş özünde. Herkes, her an, her türlü insana dönüşmeye hazırmış meğer. İnsan olmak böyle bir şeymiş.

Kabil ile Habil…

José Saramago’nun başkarakterleriydi onlar. Antik edebiyatta ve mitoslarda da sayısız örneği bulunan bu kardeş hikâyesi, insanoğlunun yeryüzündeki varoluş sürecinde yer alan ilk cinayet kurgusunu içeriyor aslında. Bir nevi, insanın dünya üzerindeki varoluşunun mitolojik boyuttaki ilk cinayetidir onlarınki. İlk olmalarının sebebi ise tüm kozmogoni mitleri gibi kendilerinden önce yaşanmış olan iyi ya da kötü her şeyi bir kalemde silebilmeleri… Her şey bizle başlıyor, diye böbürlenmeleri…

Kabil ile Habil…

Birer kız kardeşle bir karında dünyaya gelen ikiz kardeşlerdir onlar. İş bu ya; Kabil’in ikizi olan Akmila; Habil’in ikizinden daha güzeldir ve Kabil, büyüdüğü zaman kendi ikiziyle evlenmek arzusuna düşer. Fakat ilk insan olan Âdem, bunu kabul etmez, gayrimeşru bulur ve çözüm olarak da Habil ile Kabil’in Tanrı’ya sunularda bulunmasını önerir. Tanrı hangisini kabul ederse, Akmila ile o evlenecektir. Habil, bir koyun ve Kabil ise bir buğday başağı sunar. Ne ki Tanrı, Habil’in sunusunu kabul eder ve bunun üzerine Kabil, Habil’in canını alır.

Tanrı, Habil’i sorar kardeşine. “Ey Kabil, söyle! Kardeşin nerede?”

“Ben kardeşimin bekçisi miyim?” der Kabil.

Sahi, Habil’in ölüsü nerededir?

Kabil, Habil’i öldürerek onu topraktan evvel kendi içine, vicdanına gömer. Öyle ki, Habil’in ölüsünü Tanrı bile bulamaz. İşin ilginç yanı, “bekçi” kelimesi, İngilizce’de keeper, Aramice orijinalinde ise shamar anlamına gelir. Yani, dikenli telle çekilen bir çit ya da bir duvar anlamını taşır. “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” diye haykıran Kabil bilmez ki hakikaten de bir bekçisi vardır bu hikâyede. Değil mi ki vicdan; bekçiden de öte, acımasız bir gardiyandır insanın yüreğinde.

Oysa Kabil’e hiçbir ceza vermez Tanrı. Aksine onu koruyup kollar ve hatta alnının tam orta yerine kutsal bir nişan konduruverir. “Bu düzen neden böyle?” diye isyan edenlere inat, “Ölüm ancak bir kurtuluştur, halbuki Kabil yaşamalı, yaşamalı ve günbegün içinde büyüyen o vicdan yarasıyla yanıp tutuşmalı,” der. “Çünkü ölümden daha güç olanı, ölümün temelli elden kaçıp gitmesidir.”

Ben şahsen inanırım buna. Zira El-Mutenebbî’nin çok güzel bir sözü vardır; “Nice hayatlar vardır ki, ölüm bile ondan hafiftir…”

Vicdanın intikamı ise ölümle değil, ömürledir.

 

Bugün hâlâ her sabah; gelir geçer arzular, ihtiraslar, öfkeler ve daha nice yoktan sebepler uğruna birbirimizi acımasızca katlettiğimiz bir dünyaya uyanıyoruz. Her vicdan kendi hikâyesini yazıyor; kimisi ölümle, kimisi de ömürle. Her insan kendi hikâyesinde biraz Habil ise, biraz da Kabil… José Saramago’nun da dediği gibi, şu dünyada hiç kimse tek bir kişi değildir özünde. Fakat unutulmamalıdır ki, kim bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş olur ve ki her kim bir can kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. (-5/Maide: 32)

Biliyorum ki, kalbinde edep gözü olan ve zihnindeyse vicdanın sesi çınlayan herkes bir araya geldiğinde; işte o gün, tek bir Kabil bile kalmayacak şu âlemde. Biz yeter ki insanları düşünelim, düşünelim ki yüreğimiz sallansın, düşünelim ki o an güneşli ve güzel günlere inanan mutlu bir yusufçuk havalansın.

Çünkü insanca ve insan tadında yaşamak varken, umutsuzluğun hiç lüzumu yok.

Gününüz güzel olsun.

Tıpkı ılık, masum bir bebek soluğu hafifliğinde…

 

16 Mart 2015 Pazartesi

Çiko gerçeği arıyor

SEVİN OKYAY – 14 Mart 2015

Kitabın en başında Müge İplikçi’den bir dede sözü var: “Büyüklerin bütün öyküleri hemen hemen birbirine benzer kızım. Gerçeğin üzerine bir bardak soğuk su içersin.” Yazar bu kısa ama yoğun kitapta, o suyu içmemekten yana taraf almış.

(Fotoğraf: Tolga Gümüş)

Müge İplikçi’nin kitabı Saklambaç’ı ilk okuduğumda, Bunca kabul edilemez bir olay, böylesine acı bir gerçek nasıl böyle doğal anlatılır diye hayran kalmıştım. Aradan zaman geçti diye bir daha okudum. Teşhis doğru, hayranlık baki.

Kitap, ellerinde şekerlerle düğün konağına dönen iki çocukla başlıyor. Konak önce mermilerle delik deşik, sonra da yerle bir oluyor. Her yerde askerlerin ayak sesleri… Küçük Sami ile amcasının torunu Ergin şaşkın şaşkın bakarken, Ahmet Amca onları aldığı gibi kaçırıyor. Bir de, onlara yol gösteren ve sadece Sami’nin gördüğü vaşak var.

Sonra birden Funda’nın ya da Çiko’nun hayatına dahil oluyoruz çünkü Sami onun dedesi. Funda kötü bir pazar günü geçiriyor, yirmilik dişi de bateri ritmiyle vurup duruyor. Zaten çift dikişle gittiği okulda edebiyat dersinde başı derde girmiş. Bir hafta önce okunan kitap, Bir Kadın Savaş Pilotunun Anıları üzerine bir kompozisyon yazarken, aklına dedesinin bu konuda anlattıkları gelmiş. Yarı kendinde yarı değilken, o gece tepelerine bombalar yağdıran bir kadın pilot hakkında anlattıkları. Hem de herkesten saklayıp bir tek ona anlattıkları. Yazıvermiş. Hoca, “Büyük Ülke Büyük Ülkü” projesinin başdanışmanı, Çiko’nun babası Adnan’ın arkadaşı, Başmuavin İhsan Tozkoparan. Kıyamet kopmuş tabii.

Ama zaten evde sürekli kıyamet kopuyor. Babası dediğim dedik, annesi söylense de gene ona boyun eğen bir kadın. Fazla kiloları ve erkek Fatma görünümü yüzünden Zagor hayranı arkadaşları Nedim’in ona taktığı adla Çiko’nun canı burnunda. Tek tesellisi yazdığı şiirler ile makyöz annesi ve şişko Van kedisi Kapris’le yaşayan arkadaşı Juju. Yakında, komşu, Tozkoparan’ın apartmanının müştemilatında. Juju ömürdür, kafa dengidir, sabahlara kadar oturup herkesle kafa bulurlar, internet’e girerler. Birlikte olunca keyifleri yerindedir.

Ancak Çiko malum kompozisyon yüzünden, babasının hatırına rağmen bir hafta uzaklaştırma yiyince, Adnan Bey’in aklına parlak bir fikir gelir. Antalya’da oturan uzak akrabası Sıdıka Abla’nın yanına gidecektir Çiko. Bir haftalığına, üstelik para da alacaktır. Sıdıka Abla babayı henüz aramış da, kendini iyi hissetmiyormuş da. Arsa işleri varmış, bir zahmet…

Çiko cesaretle direnir. Gitmemeye kararlıdır. Evin “adalet dağıtan ejderhası” bastırsa da. Bir şey de hatırlamıştır. Dedesinin ona söylediği bir şey. O gece Ahmet Amca’sının onları götürdüğü mağaradakiler arasında annesinin teyze kızıyla onun iki kızı da varmış: Sıdıka ile Şermin. Güzel kızlarmış. Gerçi mağarada herkes ölmüş ama onların, en azından Sıdıka’nın kurtulduğu, hepsini bombalayan askeri pilot kadın tarafından evlat edinildiği söylenirmiş. Öylesine bir laf işte.

Ya da değil.

Tatsız bir olayın ardından birlikte Antalya’ya kaçmak zorunda kalan Juju ile Çiko’nun başına çok komik şeyler de gelir. Şelale diye bir televizyon ilahesinin “haydi eller havaya” türünden yarışma programına katılırlar. Oraya sadece Juju’nun annesinden para istemek için gitmişlerdir ama, bir anda pek sevilen bu programda yarışmacı oluvermişlerdir. Juju da Sıdıka Hanım’ın eski bir resminden ilhamla, annesinde de olan aynı mavi tayyörü giymiş, makyajla tıpkı bu uzak akrabaya benzemiştir. Sıdıka Kaprisoğlu ve yeğeni Çiko olarak yarışmaya katılırlar. Yirmilik diş ise yılmaz, baterisini çalar durur.

Kitabın en başında Müge İplikçi’den bir dede sözü var: “Büyüklerin bütün öyküleri hemen hemen birbirine benzer kızım. Gerçeğin üzerine bir bardak soğuk su içersin.” Yazar bu kısa ama yoğun kitapta, o suyu içmemekten yana taraf almış. Gerçek nedir? sorusunu cevaplamak istemiş. “Resmi tarih ve bu tarihle oluşturulan tarih algımız” mı, “medya aracılığıyla oluşturulan algı” mı, yoksa Sami Dede’nin Çiko’ya anlattıkları mı? O adı verilmeyen yerde, belli olmayan tarihteki kâbus sahiden yaşanmış mı? Her şeyi yerle bir edenler, herkesi öldürenler, kurtulan çocukları sahiden evlat edinmiş mi? O kadar incelikle anlatılmış bir hikâye ki, ‘Kürt’ sözü bile bir kez, evlat edinilen ve okula verilen küçük Sami onun ana dili olmayan yabancı dille boğuşurken geçiyor. Kendisi de bir manevi evlat olan pilot kadının bile adı geçmiyor. Eh, öyle ya, dede ne dediyse o.

Kitaba Sami ile başlıyoruz demiştim. Sonra Funda/Çiko ile ikisi sırayla anlatıyorlar hikâyelerini. Sadece yarışma bölümünde sazı eline Çiko alıyor. Doğrusu da bu. Çünkü bu programın gerçekle hiç ilgisi yok, gerçekle hiçbir bağ kurmuyor. Çünkü burada her şey yalan. Dedesinin, saklanan gerçeği, “Anlatacak hiçbir şeyim yok,” diye sıkı sıkı kendine saklaması gibi, yalanı ister istemez benimsemesi gibi. Neyse ki, Funda dürüst bir kız ve gerçekle karşılaşmaktan korkmuyor.

Funda çok sağlam bir karakter, Juju ile muhabbetlerine de doyum olmuyor. Karşı köşede Tozkoparan ve Adnan var. Severek okuyacaksınız, ama bence sonunda aklınızda en çok kalan Sami olacak: Elinde şekerlerle düğün konağına dönen çocuk.

 

Kahve Eşliği #4 – Reloaded

Kahve Eşliğinde 4 haftayı geride bıraktık. Artık bir Pazar alışkanlığına dönüşen Kahve Eşliği’nde bu hafta da farklı konular var. Eğer kahveniz de hazırsa, Kahve Eşliği’ne başlayabilirsiniz. Keyifli okumalar… Bu haftaki Kahve Eşliği’nde önemli bir sürpriz var. Sosyal Medyada en etkili … Continue reading →

14 Mart 2015 Cumartesi

Ey insanoğlu ne kadar büyüksün ve ne kadar küçük ?

Aya ilk ayak basan insan Neil Armstrong’du. İnsanoğlu ilk defa dünya dışında bir kara parçasına ayak basıyordu. Dünya onu canlı yayında hayretle izlerken, Armstrong ise hayretle dünyayı izliyordu. Çünkü baş parmağını kaldırdığında artık dünya görünmüyordu… Bazen üzerinize bir büyüklenme gelirse, başparmağınıza bakıp bunu hatırlamanız yeterli ;) [ Çizim: ZenPencils ]

12 Mart 2015 Perşembe

DÜŞ KAZANI|Tanrıça Bastet niçin bir kedi oldu?

Kedim Kirloş’un anısına…

Tırnaklarını saklayan bir kediPatisiyle dokundu mu gözyaşlarına hiç…

Didem Madak

(Resim: Emily Balivet)

Mısır mitolojisine göre Bastet, tanrılar tanrısı Ra’nın kızı ve aynı zamanda da bütün bir ülkenin koruyucu tanrıçasıdır. Günün birinde, bu yüce tanrıça babasına öfkelenerek, Mısır’ın güneyindeki Nubai (Nübye) çölünde inzivaya çekilir ve kendini bir aslana dönüştürür. Kimseyle görüşmez, kimseyle yan yana gelmez. Harabesine razılıkla boyun eğmiş bir gömü misali devam eder yaşamaya.

Koyu, katmanlı bir tabakayla perdelenen gözlerinin gerisinde çok, çok ağır ve neredeyse elle tutulur bir yalnızlık vardır. Fakat kimseler görmez, bilmez onu. Çünkü bir aslanın öfkesiyle susar tanrıça Bastet. Sesi, adeta uçsuz bucaksız, dipsiz, derin bir iç çığlığa dönüşürken tanrıça, ruhunda açılan yaraların boşluğuyla sadece ama sadece susar. Bir türlü diline ulaşmayan kelimeler, yüreğine doğru uzanan en gizli damarlarının içinde birer birer infilak ederken o, sadece susar.

Ne ki, bir sabah vakti, “Yeter!” diye haykırır Bastet. Bir anda, ruhunun ölü soğukluğunu bütünüyle kırmak ve içinde büyüyen o boğum boğum boşlukları yarıp geçmek isteğiyle dolar. Kendini, sessizliğin puslu kasvetinden çekip çıkartmak ister. Doğruca Nil’in efsunlu sularına bırakır bedenini. Günler, geceler boyu durmaksızın yıkanır, yıkanır, yıkanır… Ve en nihayetinde ılık, yumuşak ve sevimli bir kedinin cisminde geri döner evine. Öfke, nefret, kin, hırs, kıskançlık… artık hiçbiri yoktur gönlünde. Çünkü bir kedinin buram buram şefkat kokan tüyleri arasında asla barınamaz böylesi duygular.

“Kedilere benzeyebilseydik keşke,” der Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi isimli kitabında.

Kedilere benzeyebilseydik keşke…

Onlar kadar basit, onlar kadar yalın ve onlar kadar sükûnetle bakabilseydik hayatın gözlerine. Uykularımızın hangi katındaysak eğer, sadece o katın uykusunu uyuyabilseydik keşke. İçten, sakınımsız, kuşkusuz ve tertemiz duygularla bağlanabilseydik tüm insanlara ve evlere. Hiç çekinmeden, bir an olsun tereddüt etmeden hissettirebilseydik sevgilerimizi, sevinçlerimizi. Susarak, düşünerek, koşulsuzca güvenerek, inanarak yaşayabilseydik. Bir sobanın yanık çıtırtısıyla ışıldasaydı gözlerimizin içi. O denli sade ve o denli gerçek olsaydı hayatlarımız.

Tanrıça Bastet, öfkesine teslim olmak yerine yaralarını kendi kendine iyileştirebilmeyi bildiği için bir kediye dönüşmüştü. Kedi olmak, onun için bir ödüldü zira. İçini kasıp kavuran o gececil yorgunluğundan kurtuldu, gerindi, esnedi, yalandı, temizlendi, düşündü ve bütün kediler gibi ait olduğu benliği, ait olduğu özü ve ait olduğu evi gerisingeri buldu. Belki de sırf bu yüzden bir kedi olmuştu, kim bilir.

Mısır tarihindeki pek çok öyküye, efsaneye konu olan kediler, o günlerin Mısır’ında tanrılarla eşdeğer bir saygıya sahiplerdi. Öyle ki, kedilerin dilinden dökülen her “miyav” sesi, tanrıça Bastet tarafından gönderilmiş kutsal bir armağan olarak kabul edilir ve insanlar, kedilerin varlığıyla beraber neşe bulurlardı. Saflık, arınma, bilgelik ve yücelik gibi pek çok kavram yüklemişlerdi besledikleri kedilerin cismine. Kedilere zarar vermek bağışlanamaz bir suçtu misal, kedi öldürenler ise doğruca idam cezasına çarptırılırdı.

Ezcümle, bir Mısırlı kadar sevebilmeliyiz kedileri. Bir Mısırlı gibi dokunabilmeliyiz onlara, şefkatle, minnetle… Bir yudum sevgi için etrafımızda çember içre çemberler çizerek mırlayan bir kedinin içtenliğiyle, saflığıyla, açıklığıyla bakabilmeliyiz birbirimizin gözlerine. Bir kedi gibi sevecenlikle iyileştirebilmeliyiz yaralarımızı. İncecik bir öğle güneşinde, yüreklerimizde bir kedi sakinliğiyle uzanıp seyredebilmeliyiz gökyüzünü. Her sabah, bir yağmur tazeliğinde açabilmeliyiz gözlerimizi yeniden. Tıpkı bir kedi gibi, hiç durmadan arınarak ve çokça durularak… Bir kedi gibi ağır ve telaşsız olmalı günlerimiz.

Son bir şey daha -elbette üstat Cemal Süreya’nın affına sığınarak

Sizin hiç kediniz öldü mü?

Benim bir kere öldü, hem de bugün.

Kör oldum…

Kirloş’tan hiç ummazdım bunu,

Bir şey gibiydi, bir şey gibi kötü;

Şöylemesine maviydi, kör oldum…

Siz hiç kediniz öldü diye ağladınız mı?

Ben ağladım.

Çok ağladım…

Çünkü minicik bir canla beraber

hayatımdan öyle çok şey kopup gitti ki…

Bilseniz;

Siz de ağlardınız.

 

10 Mart 2015 Salı

Göğü okumayı öğrenmek

Küçük Prens’teki İş Adamı’nın(ya da Zengin mi demeliyim?), yıldızları tek tek sayıp onların sahibi olduğunu ilan edeceğini düşündüğümde ne kadar üzüldüğümü unutamıyorum. Gökyüzünde tıpkı bir bohçadan saçılmışcasına duran uzayın elmaslarını bir kişi çıkıp da kendisinin ilan edebilir miydi? Olabilir miydi böyle bir şey? Peki, ya gerçekten onlar artık birine ait olduğunda gökyüzünden kaybolurlar mıydı?

(BirGün Kitap, Oğuzcan Çağan, 6 Mart 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

9 Mart 2015 Pazartesi

Kahve Eşliği #3

Kahve Eşliği’nde 3. haftayı geride bırakıyorum. Bir Pazar alışkanlığına dönüşen Kahve Eşliği’nde bu hafta da önemli konular var. Keyifli okumalar… Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar günü.Tüm kadınların Dünya kadınlar gününü kutlarım.Bugün için Ka-der tarafından hazırlanan 8 Mart karnesi hiç de parlak … Continue reading →

7 Mart 2015 Cumartesi

“Hayat bahçe gibidir”

SEVİN OKYAY - 7 Mart 2015

Leonard Nimoy ölmeden önce Twitter’da son mesajını pazar günü, Pasifik Saati ile 11:36’da yolladı ve, “Hayat bir bahçe gibidir,” dedi. “Mükemmel anlar olabilir ama hafızadan başka bir yerde saklanamazlar. LLAP.”

Bana herkes onu tanırmış gibi geliyor ama kiminin yaşı tutmaz elbette. Gelin görün ki beyazperde, hele ekran, yetişemediğimiz şeyleri de görmemize imkân sağlıyor. Bunlardan biri de, Atılgan / Enterprise’ın yarı Vulkan yarı insan ikinci kaptanı, Kaptan Kirk’ün başının belâsı ama sık sık da kurtarıcısı olan kişi. Mantıklı, duygunun yabancısı, uzun kulaklı bir “öteki”: Kaptan Spock, yani Leonard Nimoy.

Aktör Nimoy, başka hangi karaktere can vermiş olursa olsun, daima Uzay Yolu / Star Trek’ in bu melez karakteri olarak hatırlanacak. Onu önce 1966’da yayınlanmaya başlanan TV dizisinde, sonra da beş filmde Spock olarak izledik. Bunların ikisini kendi yönetiyordu: Star Trek III: The Search for Spock / Uzay Yolu III: Spock’ı Ararken (1984) ve Star Trek IV: The Voyage Home / Star Trek 4: Eve Dönüş (1986). 27 Şubat’ta akciğer hastalığı komplikasyonları nedeniyle hayata veda etti ama Spock hiç unutulmayacak. Özellikle de avucu karşısındakine dönük, başparmak yana açılmış, diğer dört parmak ikişer ikişer ayrılmış meşhur çatallı Vulkan selamıyla: Live Long and Prosper! Twitter’da veda niyetine bunun baş harflerini kullanırdı: LLAP!

Nedir peki diyeceksiniz? Doğrusu, rivayet muhtelif. “Uzun yaşa”dan (niye “çok yaşa” değil?) sonrası değişiyor. Genel tercih, “Başarılı ol!” Değil oysa. “Gönen!” de var ve hiç beğenilmeyen “Müreffeh ol!” ki, devrin ruhuna uymasa da doğru bir çeviridir. Bir de Ekşi’de gördüğüm, “Semir!” var ki, tek geçerim. Herhalde refah içinde yaşayınca mutlaka semirirsin diye düşünmüşler. Nimoy’un gizli Yahudi ritüellerinden geliştirdiği, Vulkan dilinde, “Dif-tor heh smusma!” diye söylenen bu selamın en aklı başında çevirisi, “Çok yaşa, refah içinde yaşa,” olsa gerek.

Yıldız Savaşları / Star Wars’dan önceki dönemlerde hemen hemen herkes Trekkie’ydi. Yani Star Trek’in hayranıydık, peşlerinden her yere gitmeye hazırdık. Hem de siyah-beyaz olarak. Hatta Star Wars’ı yaratırken Star Trek’ten esinlenmiş olan yönetmen George Lucas bile Trekkie’ydi. Hepsine hayrandık: Kaptan James Kirk (William Shatner), Dr. McCoy (DeForest Kelley), Scott (James Doohan), uzayda kadınların temsilcisi Uhura (Nichelle Nichols), Sulu (şu anda bir sosyal medya yıldızı olan George Takei), ama en çok da o soğukkanlı ‘Vulkan parçası’, Dr. Spock’a…

Nimoy’un kendisi de Spock’la özdeşleştiğinin farkındaydı, gene de bu konuda çelişen duyguları vardı. İki otobiyografisi de bu durumu açıkca ortaya koyuyor: I Am Not Spock (Ben Spock Değilim, 1977) ve I Am Spock (Ben Spock’um, 1995). Yeni bir Spock’un ortaya çıkması bile onun ‘tek’liğini değiştirmedi. Spock rolüyle üç kez Emmy adayı olan Nimoy, Zachary Quinto’nun yıllar sonra onun rolünü üstlenmesine katkıda bile bulundu. 2009 yapımı Star Trek / Uzay Yolu’nu, özgün dizinin de yaratıcılarından J.J. Abrams yönetmişti. Ne var ki, film kimileri tarafından beğenilse de eskisinin yerini tutmadı. Hem de Nimoy’un kendisi ilk Spock’u, Spock Prime’ı oynadığı halde.

Her şeyden önce Quinto ile Chris Pine, Kaptan Spock ve Kaptan Kirk olarak eski bölümlerdeki ve filmlerdeki sağlam dostluğu yeniden yaratamadılar. Bunda Zachary Quinto’nun o sırada çok popüler olan Heroes dizisinin seri katili Sylar’ı oynuyor olmasının da rolü vardır. Belki Spock’a yeni filmde rol vererek mukayeseye yol açmak da o kadar parlak bir fikir değildi. Gene de Spock, 2013 tarihli devam filmi Star Trek Into Darkness / Uzay Yolu: Bilinmeze Doğru’da da oynadı.

Hayat hikâyesini ise birkaç cümleyle özetleyelim, nasılsa her yerde var: Leonard Nimoy, Stalin Rusyası’ndan kaçmış, Eskenazi dilinde konuşan iki Yahudi göçmenin en küçük çocuğu olarak, 25 Mart 1931 yılında, Boston’da doğdu. Babası berberlik yaparken, Leonard ve ağabeyi Melvin gazete satardı. İlk kez bir oyunda rol aldığında, sekiz yaşındaydı. Tecrübe edindikten sonra da, elektrik süpürgesi satarak kazandığı parayla California’nın yolunu tuttu. Filmlerde küçük rollerde oynadı, askere gitti geldi, saygın oyunculuk hocalarıyla çalıştı (Sonradan kendisi de tercih edilen bir metot oyunculuğu hocası olacaktı). Gündüz dizilerinde oynayarak yoluna devam ediyordu ki, yapımcı ve yazar Gene Roddenberry’nin dikkatini çekti. Roddenberry, Star Trek dizisinin oyuncu kadrosunu oluşturuyordu. Özellikle Mr. Spock’u oynayacak birini arıyordu. Gerisi tarih…

Yukarıdaki filmlere ek olarak Three Men and a Baby / Üç Adam ve Bir Bebek’i de yönetmiş, bir TV filmiyle Emmy’ye dördüncü kez aday olmuştu. Saygın bir şair, şarkı yazarı ve şarkıcı, fotoğrafçıydı. Arkasından kimsenin söyleyecek kötü bir şey bulamadığı dürüst, düzgün, sevecen bir adamdı. İki kültürden, iki ırktan nemalanmanın da böyle faydaları oluyor demek…

Leonard Nimoy ölmeden önce Twitter’da son mesajını pazar günü, Pasifik Saati ile 11:36’da yolladı ve, “Hayat bir bahçe gibidir,” dedi. “Mükemmel anlar olabilir ama hafızadan başka bir yerde saklanamazlar. LLAP.” Öldüğü bildirildikten sonra, mesaj kısa sürede 100 binden fazla kere yeniden tvitlendi. Bir Kızılhaç hayır işini bahane ederek onun cenazesine gelmeyeceğini bildiren, sonra da binlerce açıklamada bulunmak zorunda kalan eski yoldaşı Kaptan Kirk, yani William Shatner ise hak ettiği tepkiyi aldı.

LLAP, Mr. Spock! Zaten çok yaşadın, ruhun da öyle zengin ki, hep refah içinde olacaksın. Uzay sonsuz, elbet bir yerde buluşuruz.

 

6 Mart 2015 Cuma

Mobil’siz mobilite..

Etrafımızdaki hemen herşey akıllanıp mobilleşirken bu hıza ayak uyduramayan yegane kitle mobil ağların sahipleri.

Geçtiğimiz günlerde yapılan Mobil Dünya Kongresi (MWC15) bir kez daha gösterdi ki, dünyanın mobilleşmesi için önce mobil operatörlerin “mobil” sözcüğünden ne anladıklarını bir kez daha gözden geçirmeleri zorunlu.

Mobil ağların başlangıcından bugüne 20 küsur yıl geçti, dünya çağ atladı, bilgi teknolojileri önce iletişim şimdilerde de medya sektörüyle kaynaşmakta, 3. kuşak, 4. kuşak derken 5G kapıya dayandı, SMS bitti WhatsApp geldi, insanlar telefon görüşmelerini Skype, Viber vd. uygulamalar üzerinden yapmaya başladı ama mobil operatörlerin işe bakış biçimleri ve gelir modelleri halâ ilk günkü minvalde dönüp dolaşıyor. Bir zamanlar benim de dahil olduğum sektör, sırtını tarife paketlerine dayamış ve üzerine koyabildiği sınırlı ve uzun yıllardan beri ilerlemeyen bir “katma değerli” hizmet (VAS) anlayışı içinde kendisiyle aynı yolun yolcusu rakipleriyle birlikte kurtarmaya çalışıyor günü. Elindeki büyük veriyi değerlendirmekten aciz, kendi mecrasını spam kutusuna çeviren, içerik üretiminden bihaber, her türlü inovasyonu plazalarının kalın duvarlarının ardında eritip yok eden bu aşırı kurumsal düzenden daha farklı bir sonuç beklemek çok da anlamlı değil zaten.

Ancak İnternet’in etrafında gelişen flora ve bunun yarattığı iklim, giderek mobil operatörleri de etkilemeye başlamakta. Bir zamanlar tüketicileriyle şebeke-uygulama-içerik-cihaz dörtlüsünden oluşan mobil değer zincirinin tamamını kontrol ederek ticari ilişki kurabilen mobil operatörlerin, bugün ellerinde savunacakları tek mevzii olarak şebeke kalmış durumda ama artık o dahi bilgi-iletişim teknolojilerinin dev oyuncuları tarafından ele geçirilmek üzere ve operatörlerin kendi oyun planlarından vazgeçirilip onların kurallarının dayatılacağı günler kapıda.

Örnek mi? Daha geçen hafta teknoloji çevreleri, Apple’ın yeni iPhone modelini kendi SIM kartı ile çıkartacağı ve operatör tercihinin ise kullanıcı tarafından yapılacağı iddialarını tartışmaya başladı. Facebook’un CEOsu Mark Zuckerberg, Wikipedia’nın kurucusu Jimmy Wales ve Google’ın Genel Müdür Yardımcısı Sundar Pichai de, Mobil Dünya Kongresi’nde yaptıkları konuşma ve sunumlarda operatörleri “ücretsiz veri kullanımı” bazlı bir iş modellerine ikna etmeye uğraştı. Tüm bunların amacı, mobil operatörlerin mevcut iş modellerini aylık sabit ücrete dayalı kısır döngüden çıkartıp içerik-bazlı, bedava ve sınırlı-bedava (freemium) gibi İnternet üzerinde başarıyla yürütülen daha yaratıcı modellere ikna etmek. Facebook’un internet.org, Wikipedia’nın Zero-Rate-Access ve Google’ın sanal mobil operatörlük (MVNO) girişimleri, hem bu kuruluşların kendi ürün ve hizmetlerine daha fazla kişinin erişiminin sağlamayı hem de bunu akıllı ve mobil cihazlardan yaptırmayı hedefliyor. Bu bağlamda her 3 firmanın da öncelikli tercihi, bunu mevcut mobil operatörlerle işbirliğiyle gerçekleştirmek ancak mobil operatörler bu oyunda arka plana itildikleri güdüsüyle planı kabul etmeme eğiliminde. Zuckerberg ile aynı panelde konuşan Norveçli operatör Telenor’un Yöneticisi Jon Fredrik Baksaas’ın kuşku dolu “bize sürdürülebilir bir iş teklifi sunulması gerekli” sözleri, bu eğilimin bir göstergesi.

Aslında insanlık giderek daha fazla mobilize olur ve Facebook, Google, Apple gibi oyuncuların kullanıcı başına mobil gelirleri artarken mobil operatörlerin abone başı gelirlerinin yerinde sayması hatta azalma trendine girmesinin temelinde, operatörlerin kullanıcının mobil durumlarına ilişkin konuşma ve mesajlaşma gibi temel iletişimin dışında yaratıcı bir katma değer sağlayamaması yatmakta. Bunun nedeni de, kurdukları eko-sistemin herşeyi kendisine yontan ve akılcılıktan uzak gelir paylaşım modelleri ile (bunun bir sonucu olarak) bir türlü iyileştiremedikleri kullanıcı deneyimi kötü hizmetler. Kuşkusuz mobil operatörler için artık VAS treni kaçtı ve değer zinciri artık Apple, Google ve Facebook gibi oyunculara geçti. İşte tam da bu yüzden büyük İnternet oyuncularıya işbirliği yapmayan operatörlerin de gelecek planları risk altında atık. Üstelik İnternet oyuncuları, mobil operatörsüz B-planları hayata geçirmek üzere bekletiyorlar. İnanmıyanlar arama motorlarına Project Loon, Project Link veya Project Titan yazıp gelen sonuçlara bir göz atsın.

Geri bildirim hemen şimdi

Geri bildirim Türkiye’de yöneticiler tarafından en kötü yönetilen konulardan biri. Bu yüzden mutsuz çalışan ve mutsuz yöneticiler iş dünyasında çoğunlukta. Kültür yapımız ile ilgili bir şey midir bilinmez geri bildirim yapmayı ve geri bildirim almayı sevmiyoruz. Müdür seni odasına çağırıyor ile ateş … Continue reading →

5 Mart 2015 Perşembe

DÜŞ KAZANI | Gılgamış ve Meçhul Yolcu

Havaya baktım; sessizlik hâkimdi.Tüm insanlık çamura dönüşmüştü.Oturdum ve ağladım.Gılgamış Destanı, “Tufan Tableti”

(Resim: Ludmila Zeman, Gilgamesh mourns Enkidu)

“Seni etkisi altına alan bu uyku da ne?” diye sordu Gılgamış hüzün kokulu bir sesle. “Kalbine dokunuyorum fakat kalbin; kalbin atmıyor bile…”

“Varlığımın soluk alıp verebilmesi için yeni bir şeye ihtiyacım var,” dedi meçhul yolcu. “Oysa zihnimin içi zifiri bir karanlıktan ibaret…”

“Uzun, çok uzun yollardan yürüyüp gelmiş gibisin,” diye mırıldandı Gılgamış. “Yorgun görünüyorsun.”

O vakit meçhul yolcu, puslu bir göğü andıran gri-lacivert gözlerini Gılgamış’ın gözlerine doğru çevirdi ve ilahi bir bahçeden salkımlar halinde yeryüzüne dökülüveren akik meyveler misali salıverdi gözyaşlarını yanaklarından, kalbine doğru. “Yüzüm…” diye yanıt verdi az sonra, boğulduğu hıçkırıkların arasından. “Yüzüm, nasıl uzun yolculuk yapanlara benzemesin? Rengim nasıl solmasın, yanaklarım nasıl içe çökmesin? Nasıl perişan olmayayım, nasıl bitap düşmeyeyim? Keder… Keder, nasıl içime işlemesin? Çok, çok uzun yollardan yürüyüp geldim, bu doğru. Fakat beni bunca perişan eden şey ne fersah fersah yollar, ne de ayak tabanlarıma çökmüş yorgunluklar. Gönlüm, yabancı! Gönlüm, tıpkı dikenli, sarmal, sert çalılar gibi. Ve düşlerim, damarlarımı zonklatan birer kıymık sanki. Çünkü kendimi yitirdim yabancı. İçimde, korkunç bir kış fırtınası koptu adeta. Bunun ne demek olduğunu anlayabilir misin? Tam altı gün, yedi gece ruhum için gözyaşı döktüm ben. Şimdi içimde uzunca bir yorgunluk var ve sonu gelmez bir uykusuzluk… Zihnim gitgide ayılırken, ruhum derin bir uykunun kollarına bırakıyor kendini. Uyku, anbean hapsediyor beni.”

“Gözlerindeki uykusuzluğu görebiliyorum,” dedi Gılgamış. “ Yorgunluğunu anlayabiliyorum. Fakat kalbin; kalbin niçin atmıyor?”

O an, meçhul yolcunun bakışları ağır, hantal bir duvar misali donuklaştı ve “Çünkü…” diye mırıldandı fısıldayan bir sesle. “Çünkü Uyuyanlar ve Ölüler tıpkı birbirlerine benzerler…”

Uyku…

Bir derdin bittiği yerde mi başlar bütün o derin uykular? Yoksa tıpkı destandaki o meçhul yolcu gibi, birdenbire çok yorulduğumuzu hissettiğimiz bir anda ve bize ait olmayan benliklerin, bize hiç mi hiç uymayan kimliklerin altında ezilmeye başladığımız bir zamanda mı? Düşler ile hakikatler arasındaki tüm bağları koparmak istediğimiz için mi sığınırız derin uykulara? Tüm mutsuzluklarımızı, tüm düşkıranlarımızı içimizden söküp alsın diye mi uyumak isteriz acaba?..

Derin uykular korkutuyor beni.

Biliyorum, aslında destandaki o meçhul yolcu da içten içe korkuyor bunca uyumaktan. Zira doğum sancısı çeken bir kadın gibi kendi kendiyle mücadele ediyor bütün bir hikâye boyunca. Ayılmak istiyor çünkü. Uzun, durgun bir yazın ardından gelen lodosla birlikte dalgalanan bir denizin taşkın, çocuksu sevincini duymak istiyor içinde yeniden. Püfür bir yelken misali uçuşmak istiyor düşlerine doğru. Onu düşlerinden sıyırıp da hakikatlere büründüren bütün düşüncelerini alev alev yakmak istiyor.

Tuhaf ama tanıyorum ben bu meçhul yolcuyu. Garip bir şekilde ezeli bir tanış hissi var onunla aramızda. Oysa bu destan, zamanın başlangıcında başlamıyor muydu? Üzerimizdeki gökyüzüne bile henüz isim verilmemişken, bastığımız şu toprağın bile adı konmamışken…

Sahi, nereden ve nasıl tanıyorum onu?

Elbette, zaman zaman kendi içimde büyüyen o bitimsiz, o derin, o gececil uyku hissinden… Can sıkıcı bir alışkanlık sonucu artık dinlemekten bile keyif almadığım bütün o şarkıların mırıl mırıl ezgilerinden tanıyorum onu. En yalnız, en ıssız köşe başlarıma gelip de kurulan düşlerimden biliyorum onu. İnsanların üzerime yığdığı bir dolu beklentinin arasında buluyorum onu. Gün geliyor, bir vakitler yüklenmiş olduğum, ne ki hiçbir zaman bana ait olmamış olan yaşantıların içinden seçip çıkartıyorum onu. Yüzyıllar evvelinde yaşanmış bir trajediyi, bugün bile hâlâ kendi trajedimmiş gibi kabullenerek hüzünlendiğim için tanıyor ve biliyorum onu.

Fakat gene de umutluyum ben.

Çünkü Gılgamış Destanı’nın sonunu da gördüm.

“Yaşadığımız buhran aslında korkunç bir tufandı,” diye yazar destanın sonunda.

“Fakat bir adam bu felaketten kurtuldu… Çünkü bir adam, tıpkı ölüme benzeyen bir uykudan kendini uyandıracak kadar cesurdu…”

Her birimiz, bir parça da olsa uzun yolculuk yapanlara benziyoruz aslında. Her birimiz -bugün ya da dün- hayatımızın herhangi bir noktasında uzun, çok uzun yollardan yürüyüp gelmiş kadar yorgunduk aslında. Oysa her şey geçiyor ve her ne olursa olsun, o an geliyor, bütün uykular hafif, ılık bir sabaha uyanıyor.

Şubatı da devirdik işte. Derin, mavi kış uykularımız nihayet sona erdi. Ve Turgut Uyar’ın da dediği gibi; önümüz bahardır şimdi. Her ne olursa olsun, gene de iyi şeyler söylemek lazım…

Sizleri, dil mürekkebimin siyahında biten masalsı bir bahar telaşıyla selamlarım!

Şu gökyüzü, şu toprak, şu deniz azıcık ısınıversin hele; çiçekler de açacak o vakit.

Sevineceğiz yine…

 

4 Mart 2015 Çarşamba

Çok uzak fazla yakın…

Mine Soysal’ın yeni gençlik romanı Uzakta, okurunu yoğun bir gündeme, derin bir duygu dünyasına savuruyor. Romanın iki ana karakteri Erdo ve Dünya’nın hikayesinde, aynı anda hem dünyaya açılmanın hem de içe dönmenin izlerini sürüyoruz.

(İyi Kitap, Sema Aslan, 1 Mart 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

2 Mart 2015 Pazartesi

Kahve Eşliği – 2

Kahve Eşliğinde ilk haftayı geride bıraktık. İlk hafta Kahve Eşliği’ne gelen yorumlar oldukça olumluydu ve geri dönüşler beni çok mutlu etti :) Gerek okunma gerekse paylaşım sayısıyla Kahve Eşliği bir Pazar alışkanlığı olacak gibi görünüyor. Eğer kahveniz de hazırsa, baharın … Continue reading →

Geriye iki şarkı kaldı

SEVİN OKYAY - 28 Şubat 2015

Herhangi bir Oscar töreninden geriye kalan en çarpıcı şeyin bir Lady Gaga performansı olacağını söyleseniz, güler geçerdim.

Ama bu sefer öyle oldu. 87. Oscar Ödül Töreni gecesinde beni en fazla duygulandıran ve kolay kolay unutamayacağım iki performans izledim: Birincisi, Lady Gaga’nın seslendirdiği Sound of Music potpurisi, ikincisi de Common ile John Legend’ın birlikte söyledikleri göz yaşartan “Glory“.

Aslında küçük yaştan beri bu âlemin içinde olan, müzikle ve dansla arası iyi Neil Patrick Harris’in sunuculuğundan da ümitliydim ama hiç tahmin etmediğim kadar gergin çıktı. Yazarları pek iyi değilmiş, kendisi de “Anlayan anlar,” inceliğine kapılmış herhalde ki, özellikle başlarda (Oprah dahil) esprilerini anlamayan, gülmeyen epeyceydi. Bu da biraz moralini bozdu.

Ödüllere gelince, Birdman ile Boyhood zaten başa baş mücadele ediyordu. Bizim sevdiğimiz film (Richard Linklater’ın Boyhood’u) geride kaldı. Olsun! Sonuçta ikisi de ‘sanat filmi’ denen sınıfa giren filmlerdi, bağımsız filmlerdi. Bağrımıza bastık. Gerçi Oscar ödülleri bazı yaşlı gazetecilerin “Bunlar ne biçim film?” demesine yol açtı ama, olacak o kadar. J.K. Simmons’ı zaten beklesek de sevindik. Eddie Redmayne’in Oscar’ını yiyecekmiş kadar heyecanlanması içimize dokundu. Sean Penn’in en iyi film takdimini biraz terbiyesiz ama komik bulduk: “Bu falan filan’ın yeşil kartını kim onayladı?” (rivayete göre Birdman’in yönetmeni Meksikalı Alejandro González Iñárritu bu espriyi çok komik bulmuş). Patricia Arquette’in eşitlik çağrısını destekledik.

Onca ince hesaptan sonra tek sürpriz Animasyon Film’de oldu. Favori olan How To Train Your Dragon 2 / Ejderhanızı Nasıl Eğitirsiniz 2 yerine ödülü Disney, pardon, Big Hero 6 aldı. Ama zaten adaylarda en büyük sürpriz de bu daldaydı. Seçici şahıslar, Lego Movie’yi haritadan silseler de, nefis Lego gösterisi onu bize bir daha hatırlattı; bazı sinemacılara da Lego Oscarları takdim edildi.

Şarkı dışında sadece bir dalda, En İyi Film’de aday gösterilirken, yönetmeni Ava DuVernay’ın da bu bol beyaz adaylı Oscar’da En İyi Yönetmen listesinin dışında kalması yüzünden tepki alan Selma, yokluğunu şarkısı “Glory” ile telafi etti. Common ve John Legend’ın harika bir şekilde yorumladıkları şarkı (satışlar birden artmış diyorlar), Selma’nın Martin Luther King’i, İngiliz aktör David Oyelowo’yu da ağlattı.

Sonra da bizi ağlatan kısım geldi. Yalnız bu kısmın, bu blogun hakiki sahibi 18’liklerden çok, mesela 58’liklere uygun olduğunu düşünüyorum. Ne de olsa ‘the one and only’ Lady Gaga, o nefis The Sound of Music / Neşeli Günler potpurisini, filmin 50. yıldönümü münasebetiyle icra etmişti. Kırmızı Halı bölümünün sonlarına doğru görünen Lady Gaga’nın kıyafetine şaşırmıştım. Tuvalet zarifti ama, ne bileyim, hiç Lady Gaga işi değildi. Daha çok iyi bir aile kızının sosyeteye takdim ya da liseyi bitirme gecesi tuvaletini andırıyordu. Hikmetini sonradan anladık. O güzelim kırmızı eldivenler ise sahibine pek yakışmıştı ama sahneye çıktığında ortada yoktular.

Sonra benim genç işi mantıksız bir hayranlığın hedefi sandığım, sesinin güzel olduğunu bile kısa süre önce (Tony Bennett sayesinde) fark ettiğim Lady Gaga, 50. yılı kutlanan”Sound of Music”ten birkaç şarkıyı birbirine bağlayarak söyledi: “The Sound Of Music”, “My Favourite Things”, pek kısa kalan “Edelweiss” ve “Climb Every Mountain”. Bu sonuncusunda da sahnenin bize göre sağ tarafından, seksen yaşını hiç göstermeyen Dame Julie Andrews belirdi. Ama saçlar aynıydı, genç işi, ‘page’ kesimi. Kollarını açarak geldi, Lady Gaga’ya sarıldı. Sonradan açıklandığına göre Lady Gaga’nın bu sürprizden haberi yokmuş. İkisi de çok duygulanmıştı. Lady Gaga’yı ayakta alkışlayan konuklar, Miss Andrews’u görünce büsbütün heyecana kapıldı. Genç şarkıcı yaşça hayli büyüğü aktrisi “emsalsiz” sıfatıyla takdim etti ki, doğrudur. Ama daha sonradan, hikâyeleri filme konu olan von Trapp ailesinden, Maria von Trapp’ın (Julie Andrews’un oynadığı, rahibeliği bırakıp Kurt von Trapp’ın çocuklarına bakmaya gelen genç mürebbiye) torunu Elisabeth von Trapp, ikisinden de takdirle söz etti.

Fraulein von Trapp, Independent gazetesine yazdığı yazıda kendisinin de müzikalde oynamaya rahibelerden biri olarak başlayıp, sonra hep büyükannesi Maria’yı canlandırdığını anlattı. Büyükannesinin nefis bir portresini çizen Julie Andrews’u ne kadar beğendiğini söyleyen von Trapp, Lady Gaga için de şöyle dedi: “Lady Gaga’nın Oscar törenindeki performansını da muhteşem bulduğumu söyleyeyim. Sesi potpuriye çok yakışıyordu, koreografisi de müthişti. Onun yorumu, Rodgers ve Hammerstein’ın başyapıtının, The Sound of Music’in güzelliğinin ve belli bir döneme ait olmayışının altını bir kere daha çizdi.”

Lady Gaga’ya göre gecenin en müthiş ânı, sihirli sürprizi, kendisinin Julie Andrews ile aynı sahneyi paylaşmasıydı. Andrews ise, “Sevgili Lady Gaga’ya, bu harika saygı gösterisi için teşekkür ederim,” dedi. “Ah Tanrım, sahiden kalbimi ısıttı, sahiden. Bu görkemli film gösterime gireli 50 yıl geçtiğine inanmak zor. Sanki gözlerimi kırptım ve birden kendimi burada buldum.”

Tören sırasında, Guardian’ın ‘live’ yayınını da izliyordum. En eğlenceli tarafı, tweet’lerdi. O sırada tweet atanların çoğunun hissiyatı, “The Sound of Music de neymiş?” şeklindeydi. Ama sonra memnuniyetle öğrendiğimize göre, Twitter ‘Gaga’ya boğulmuş, izleyenlerin büyük kısmı da gözyaşlarını tutamadıklarını söylemişler. Eh, oluyor yani. Yaş meselesi… Bizim kuşak ağlar böyle. Ve, bütün o yeniyetme filmler bir yana, “The hills are alive / With the sound of music.” Hem de elli yıldır! Çok yaşa Lady Gaga!