28 Kasım 2014 Cuma

Erdo’yla Dünya…

Mine Soysal’ın Odada Yalnız’ını (2009) okuduğumda hayli şaşırmıştım. Mine Hanım’ı tanıyordum, çocuk ve gençlik edebiyatımıza katkısı büyük, iyi bir yayıncıydı. Resimlerle benzenmiş İstanbul Masalı’nı yazmıştı. Odada Yalnız ise, biz ‘bilgiç’ büyükleri de sarsan bir eserdi.

(Radikal Kitap, Selim İleri, 28 Kasım 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

25 Kasım 2014 Salı

‘Mevzumuz Derin’, 2013’ün En İyi Gençlik Romanı seçildi

Uluslararası Çocuk ve Gençlik Kitapları Kurulu’nun (IBBY) üyesi olan Çocuk ve Gençlik Yayıncıları Derneği’nin (ÇGYD) her yıl düzenlediği Yılın Kitapları seçimi sonuçlandı. ON8 Blog’da Ahmet Büke’nin kaleme aldığı “Bedo’nun Kitapları” adlı tefrikayla hayat bulan Mevzumuz Derin, 2013 yılının En İyi Gençlik Romanı seçildi.

(Hürses Gazetesi, 21 Kasım 2014)Yazının devamı için resme tıklayınız…

Anlayamazsınız!

Sosyal Medya gençlerin hayatında ne anlam ifade ediyor? 48 saatlik sosyal medya diyetine gençlerin verdikleri tepkiler, özellikle telekom ve medya sektörü için mesajlarla dolu!

Şu an sabah ve uyanır uyanmaz Instagram’a, Twitter’a bakmam lazımdı! Bakamadım. Uyanır uyanmaz yaptığın ilk şeyden mahrum kalmak çok zormuş hocam. Böyle yeni fotoğrafların yüklenmesi, yeni twitlerin bir bir düşmesi, anlayamazsınız! (Ceren)

2 yıl önce Kadir Has Üniversitesi Yeni Medya Bölümü’ne yeni başlayan öğrencilerden ilk ödev olarak 48 saatlik sosyal medya diyeti yapmalarını ve bu sürede yaşadıkları duygu ve düşünceleri kronolojik bir günlük biçimde yazmalarını istemiştik. 48 saati tamamlamanın zorunlu olmadığı diyetin temel amacı, sosyal medyanın hayatlarında nasıl bir yere sahip olduğu konusunda bir farkındalık yaratmaktı. Gerek öğrencilerin, gerekse okurların oldukça ilginç tepkiler verdiği bu diyeti, sosyal medyanın hayatımıza çok daha fazla eklemlendiği bugünlerde bir kez daha yaptırınca geçen sefere oranla çok daha ilginç sonuçlarla karşılaştık. Bu yeni diyet, WhatsApp, Instagram ve SnapChat gibi platformları da kapsadığından ilkinden çok daha zorluydu ve öğrenciler, geçen seferkinin ötesinde diledikleri zamanda bırakmak yerine 48 saatlik süreyi sonuna kadar zorlamaya çalıştılar. Bu açıdan diyet, geçen döneme göre biraz daha sosyal medya orucu kıvamını aldı.

19-24 yaş aralığında 20 öğrencimin katıldığı 48 saat süreli 2. dönem sosyal medya diyetinin rakamsal sonuçları şöyle: Geçen sefer 15 kişinin başarıyla tamamladığı diyette bu sene başarılı kişi sayısı 10. Beş kişinin kazayla sosyal medyaya girdiği ve diğer beş kişinin de irade gösteremeyip tamamlayamadığı diyetin en ilginç yanı ise, ödev tutulan günlüklerin satır aralarına sızan ve kendilerinin farkında olmadığı ama telekom, medya ve hatta sosyal medya alanlarında faaliyet gösteren ve bu mecralardan müşterileriyle iletişimde bulunan kurum ve kuruluşların çalışanların ve özellikle yöneticilerin farkında olması gereken bir kaç önemli husus var.

***

“Anlatacaklarım var ama insanların SMSi yok! Dönüş alamıyorum. Whatsapp is my baby <3“ (Şeyda)

Şubat ayında Bloomberg.com’da yayınlanan bir araştırma yazısına göre gençler için SMS artık modası geçmiş bir iletişim aracı ve yerini WhatsApp çok daha fazla özelliklerle doldurmuş durumda. Yine gençler telefonla konuşmak yerine WhatsApp üzerinden birebir ya da grup halinde mesajlaşmayı artık bir yaşam tarzı haline getirmişler. Bu, özellikle telekom operatörlerinin üzerinde ciddi düşünmesi ve alternatifler geliştirmesi gereken bir husus. Ayrıca, SMS ya da doğrudan telefonla arama yoluyla hedef kitlelerine ulaşmaya çalışan markaların da gelecek planlarını orta ve uzun vadede etkileyecek bir husus.

***

 “Otobanda otobüsün tekeri patladı ve Snap bile atamıyorum. Hayatımda ilk defa otostop çektim ve bunu twit atmak istedim ama atamadım. Fazla zormuş böyle gerçekten. En önemlisi şu an şunu anladım ki inanılmaz bir kolaylık sağlıyor şu sosyal medya denen şey. Mesela Twitter’dan gündemi takip etme olanağım varken şimdi tek tek gazetelere girmek zorunda kalıyorum.” (Duygu)

“Haber sitelerine bakacak kadar sosyal medyasız kaldım. Yaklaşık bir saattir Hürriyet, Habertürk, Posta geziyorum. Bu haber siteleri kendini biraz geliştirip, çağa ayak uydursalar fena olmaz aslında. Hiç biri bir Twitter değil.” (Elif)

En önemlisi de gençlerin medyayı tüketim şekillerinde radikal değişiklik. Bireysel ve kitlesel gündemleri akıcı biçimde bütünleştirebilme ve takip edebilme özellikleriyle sosyal medya platformları, geleneksel medyaların yeni medya dönüşümlerini de ciddi biçimde tehdit olarak görülmeli. Buna bir de gençlerin yaşam tarzları ile geleneksel medyanın içerik dili arasındaki doku uyumsuzluğu eklendiğinde, yine orta ve uzun vadede reklamveren konumundaki marka ve kuruluşları da içine alan ciddi bir sosyal medya platformlarına kayma söz konusu olacaktır ki bu tiraj gelirleri azalan ve reklam gelirlerine yaslanması zorunlu hale gelen geleneksel medya için adeta bir varoluş mücadelesi anlamına geliyor.

Yirmi öğrencinin katıldığı iki günlük bir sosyal medya diyeti, gidişatın mutlak kanıtı yerine geçmez kuşkusuz ancak ilgili kişi ve kurumlara böyle bir olasılığı sorgulama fırsatı yaratması açısından üzerinde düşünmeye ve hatta araştırmaya değer!

NOT:  O kadar güzel mesajlar vardı ki yazıyı bitirdim ama onlardan ayrılamadım. Zaten buraya kadar okuduysanız şunlara da bir göz atarsınız;)

* “Aaaaa Sms paketi diye bişi varmıış” moduna girmek zorunda kaldım. Artık “mesaj atmak” terimi ortadan kalktığı için kendimi internet gibi bir nimete sahip olup da sadece ilkokul arkadaşlarını aramak için Facebook kullanan 50 yaş üstü insanlar gibi hissediyorum. (Begüm)

* Arkadaşlarımla telefon görüşmesi yaparak iletişim kurmaya çalışıyorum. Az once bir arkadaşımla buluşmaya giderken yeri tarif etmesini istedim “WhatsApp’tan konum attım ona baksana!” dedi. Gözlerim doldu, kendimi zor tuttum valla. (Ceren)

* Yapmam gereken bir sürü ödevim var arkadaşlarıma sormam gereken bir sürü sorular var. Ortak bir iletişim yolu arıyorum ve aklıma bir an yıllar önce kullandığım 10.000 SMS dönemi geldi ancak bu dönemin üzerinden o kadar çok sular geçti ki artık bu yöntemi kullanan kişi sayısı yok denecek kadar azdır diye düşünüyorum (Derya)

* Evde görmediğim bir oda ve bilmediğim bir kardeşim varmış. Ooo annem de burdaymış. (Elif)

* Çok fena Nur Yerlitaş capsi paylaşasım var. (Elif)

 * Bu diyete yarım saat dayanabildim ve gerçekten benim için çok zor bir yarım saatti. (Elpida)

* Elim sabah telefona gittiğinde gece gelen bildirimleri görüp açamamak ağır şeker hastası olup pasta, baklava yiyememek gibi. (İlknur)

* Whatsapp’la bağlantım kesilince sms paketi yapmaya çalıştım ama o kadar uzun zamandır kullanmıyordum ki nasıl sms yapılacağını unutmuştum. (Melis)

* 23 Ekim Perşembe 08:00 Başakşehir-Bakırköy otobüsünde gece atılan Tweetleri okumak vardı şimdi… Ya da Snapchat’te ‘Bu otobüs benim kaderim’ temalı bir fotoğraf eklemek vardı MyStory’e… (Merve)

* 12.17: Whatsapp sosyal medya sayılmaz bence! 12.20: SMSte kahkaha nasıl yapılıyordu? (Ozan) 

* Bütün gece rüyalarımda İnstagram’a fotograflar yükledim, WhatsApp’da cirit attım, Twitter’da en güzel tweetleri FAVladım ve uyandım! Bakalım İnternetsiz gün nasıl geçecek? (İrem)

* Sevgili günlük, bu sabah Facebook’suz ilk kahvaltımı yaptım. İşe iyi yönünden bakmaya çalışıyorum. Mesela “50 yaş üstü akrabanın Facebook fotoğrafı altına yorumu”na maruz kalmadım bugün. (Yiğit)

 * Arkadaşlarla verdiğimiz siparişleri  beklerken biri tweet atmakta, biri WhatsApp’ta yazışmakta diğeri de Facebook’ta gelen oyun isteklerinden rahatsız olduğunu bana söylerken ben telefonumun masanın üzerinde dik şekilde durup duramayacağı merakı ve uğraşı içerisindeydim. (Yunus)

* Artık saat saat, dakika dakika günün bitmesini bekliyordum. Zaman hiç bu kadar kıymetsiz olmamıştı benim için. (Yunus)

* Dışarıda bir dünya var, ben onun dışındayım ve hiç bir şeyden haber alamıyormuşum gibi geliyor. Ki zaten öyle galiba! (Zeynep)

* SMS ile haberlesmeye calisiyorum, SMS paketim varmis, onu ogrendim ama SMSte “last seen” falan olmadigi icin mesajim gitti mi acaba diye dusunmekten kendimi alamiyorum. Off, uyusamda zaman gecse diye dusunmekten uyuyamiyorum bile! (Zeynep) 

* Bu diyet sayesinde karar verdim ki aslında ben sosyal medyaya bağımlı değil bağlıyım istediğimde elimden atıp arkadaşlarımın gözlerinin içine bakarak konuşabilirim  (Sena)

22 Kasım 2014 Cumartesi

Sinema aşkına!

SEVİN OKYAY - 22 Kasım 2014

Ankara Sinema Derneği, yirminci yılını “Sinema Aşkına!” temasıyla kutluyor. Gezici Festival yola çıkıyor. Yolları açık olsun diyoruz. Bir durağında yakalar mıyız acaba?

(Afiş: Behiç Ak)

Ankara Sinema Derneği, yirminci yılını “Sinema Aşkına!” temasıyla kutluyor. Yazıya az kalsın bana gelen Gezici Festival bültenine koydukları başlıkla başlayacaktım. Çünkü o da hem güzel, hem doğru: “Sinema Tutkusuyla 20 Yıldır Yollarda”. Elhak öyle.

İlk yıllarda yollara birlikte düştüğümüz arkadaşlarım –ben sonradan, “Yollar uzak, gidemedim,” türküsünü çığırır oldum– gerçekten de bunca yıldır şehir şehir, hatta ülke ülke gezerek sinema taşıyorlar. Daha eski bir festivalde de, kendilerine “film festivallerinin Evliya Çelebi’si” demişlerdi. 20 yıldır yollarda olan Gezici Festival, bugüne kadar toplam 5 ülke ve 23 şehre giderek, 56 bin 872 kilometre yol katetti. Nazar değmesin diyoruz.

İlk yılları da çok iyi hatırlıyoruz. Ankara’daki ilk büro, herkes heyecan içinde: Sevna, Serdar, Ali İhsan. Festivali bugüne kadar taşıyan Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre. O sıralarda birbirimizi her yerde öyle çok görüyorduk ki, Torino’daki sinema salonuna Başak ile Serdar girince hiç garipsememiştim. Normal diye düşünmüştüm. Onlar benden çok şaşırmıştı. Böyle başlamıştır, yakın dostluklarla; öyle de gitti zaten. Başka türlüsü mümkün değil.

Bu yıl ise, dile kolay, yirminci yıl, “Sinema Aşkına!” Festival 28 Kasım’da Ankara’da başlıyor. 3-7 Aralık’ta Eskişehir’e uğrayacak ve yolculuğunu 5-8 Aralık’ta Sinop’ta tamamlayacak.

Neler mi var? Neler yok ki! Krzysztof Kieslowski var, örneğin. Onca kısa filmin, belgeselin ardından çektiği Amator (Camera Buff) / Amatör’le, sinema büyüsü üstüne. 83’lük Jean-Luc Godard, Cannes’da Jüri Ödülü’nü 25 yaşındaki Xavier Dolan ile paylaştığı son filmi Adieu au Langage / Dile Veda ile Festival’de, gene sinemanın sınırlarını zorluyor. Sinema aşkına çekilen bir film de, Abbas Kiarostami’nin Nema-ye nazdik (Close Up) / Yakın Plan’ı. Nanni Moretti’nin, Kiarostami’nin bu filmini kendi işlettiği sinemada gösterime sokma hikâyesini anlattığı kısa filmi Il giorno della prima di Close Up / Yakın Plan’ın Galası eşliğinde.

Hepsini yazarsak, diğerlerine yer kalmayacak. Dünya Sineması’na, diyelim ki. Andrey Zavyagintsev’in Cannes’da En İyi Senaryo ödülü alan son filmi Leviathan gibi. Vozvrashchenie / Dönüş ile tanıdığımız yönetmeni o gün bugün severiz. Cannes’de genelde Nuri Bilge Ceylan’la birincilik için çekişen –bu yıl değil ama, malum– Jean-Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin yeni filmleri Deux jours, une nuit / İki Gün, Bir Gece, onlardan beklediğimiz gibi sosyal bir konuyu, işsizliği ele alıyor. Marion Cotillard, Sandra rolünde çok beğenildi. Çok sevdiğimiz Robert Lepage’in, Pedro Pires ile birlikte yönettiği Tryptique / Üçleme, ilk filminden beri peşinde ayrılmadığımız Bent Hamer’ın yazıp yönettiği, Norveç’in Oscar adayı 1001 Grams / 1001 Gram, bu bölümün filmlerinden bazıları.

“Türkiye 2014” bölümünde ise Erol Mintaş’ın çok ödüllü ilk uzun metrajı Klama Dayika Min / Annemin Şarkısı, Derviş Zaim’in En İyi Senaryo Altın Koza’lı Balık’ı, Tayfun Pirselimoğlu’na Roma’da ‘En İyi Senaryo’, İstanbul’da ‘En İyi Film’, ‘En İyi Senaryo’ ve ‘En İyi Müzik’ ödüllerini getiren Ben O Değilim, Kaan Müjdeci’nin Venedik Film Festivali ve Antalya’dan ödüllerle dönen filmi Sivas ile, Tansu Biçer’in başrolünde oynadığı, ikisi de Adana’dan ödüllü iki iyi film var: Murat Düzgünoğlu’nun Neden Tarkovski Olamıyorum?’u ile Nesimi Yetik’in ilk uzun metrajlı filmi Toz Ruhu.

Yıllar boyu Gezici Festival’in yol arkadaşı olan sevgili Tuncel Kurtiz bu kez, 1978 yapımı belgeseli E5 Ölüm Yolu ile festivale dahil oluyor. Görüntü Yönetmeni, Gani Turanlı. Festival’in sürprizi ise sinemayla çok ilgilenen ve çok iyi bilen Murathan Mungan. Gezici Festival daha önce Zeki Demirkubuz, Tuncel Kurtiz ve Barış Bıçakçı’nın seçtiği filmleri sinemaseverlerle buluşturmuştu. Bu yıl ise Mungan’ın özel seçkisini “Gerçeğe Açılan Üç Kapı” başlığı altında izleyeceğiz. Mungan gerçekle olan ilişkimizi sinema aracılığıyla sorguluyor. Fotoğrafta ne görmek istiyoruz?: Blow Up / Cinayeti Gördüm (Michelangelo Antonioni, 1966); Ne duymak istiyoruz?: The Conversation / Konuşma (Francis Ford Coppola, 1974) ya da hangi hikâyeye inanmak istiyoruz?: Rashomon / Raşomon (Akira Kurosawa, 1950). Hem gerçeğin doğası, hem insanlık durumu üzerine.

Festivalin bu yılki sürprizlerinden bir başkası, Frederick Wiseman’ın National Gallery ve Jem Cohen’in Museum Hours / Ziyaret Saatleri filmleri. “Osmanlı’dan Manzaralar” özel bölümü ise, Osmanlı topraklarında 1896 – 1922 yılları arasında, farklı sinemacılar tarafından çekilen ve çeşitli arşivlerde bulunan filmleri içeriyor. Kısa filmlere gelince, kısalar daima Gezici Festival’in gözbebeği olmuştur.

Şanslı mısınız, bakalım? Ankara, Eskişehir ya da Sinop’ta mı oturuyorsunuz? Festival bir ara İzmir’e de giderdi. Ama bu kadar uzun ömürlü olmak da bazı kısıtlamalar gerektiriyor. Başından beri yalvarıp durduğumuz halde, ne yazık ki İstanbul’a getiremedik. Gezici Festival yola çıkıyor. Yolları açık olsun diyoruz.

Bir durağında yakalar mıyız acaba?

 

17 Kasım 2014 Pazartesi

Dünya bahçesinin büyülü çiçeği

SEVİN OKYAY – 15 Kasım 2014

Sevgi Saygı, geçmişin gerçekleri ve insanların yapıları üzerine bir kitap yazmış. Gençler için. Çünkü yazar, gençlerin aykırılığı iyi bildiğinden, sisteme rağmen özgürce düşünebildiğinden emin.

Gezgin’i yeni okudum, Amcama Neler Oluyor? elimde. Peri Efsa’yı ise, bitirdiğim andan beri etkisinden kurtulamadım. Hepsi Sevgi Saygı’nın kitapları ama bence hepsi ayrı ayrı kitaplar. Onu sinemacı zamanından tanırım, ondan sonra da yazar olarak izledim hep. Doğal diyalogları neredeyse fantastik –bazen düpedüz fantastik– kurgular içinde sunar. Geçmişi, geçmişin karanlıklarını da deşmekten hoşlanır. Onun için kurucularından biri olduğum Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği’nin (FABİSAD) düzenlediği 2013 Gio Ödülleri’nin öykü dalında, “Bebek” adlı öyküsüyle dereceye girmesine hiç şaşmamıştım.

Peri Efsa onun şimdilik son kitabı. Aslında sadece bitirdiği son kitap, yazmaya ise on yıl önce başladığını, sonra araya başka kitapların girdiğini söylüyor. “… ama sonunda yazdığım başka bir romanı bırakıp, ani bir istekle Peri Efsa’yı bitirdim.” Şimdi her okur gibi kendine sunulan kahramanı / karakteri kendince yorumlayan biri olarak, ben bu isteği ona bizzat Peri Efsa’nın verdiğini düşünüyorum. Belli ki onca şey yerli yerine oturmuş, vakti gelmiş, hikâyesini yazarına bitirtmiş.

Peri Efsa, 2. Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da bir köşkte doğuyor. Annesinin yüreğini iftiharla doldurup, zaten kısa kesilmiş doğum sancılarını noktalayan gürbüz bir erkek kardeşin bir avuçluk, köpek yavrusu boyutlarında, kimsenin yaşamasını beklemediği ‘çirkin’ ikizi olarak… Tam kurtulmuşken ona yeniden acı çektiren, mahalle ebelerinin eline bırakan –zarif aile doktoru, ilk bebek doğunca iş tamam diye çekip gitmiş çünkü– bu çocuktan daha o anda nefret ediyor anne Belma. Bu nefreti de hiç dinmiyor, tersine, yıllarla artıyor. Çirkinliği yüzünden onunla alay edeceklerini, suçlayacaklarını düşündüğü kız, aniden güzelliğinin farkına varıp güzelleştiğinde bile.

Sevgi Saygı, bu fark edişi bence çok inandırıcı bir şekilde anlatıyor:

Sümbül haklıydı. Peri Efsa güzel olduğunu bilmediği için göstermiyordu çevresine. Onun gözündeki Peri Efsa’yı alıp üstüne giydi sanki o an. Nagehan, kollarından sıyrılıp kapıya koşmaya hazırlanan küçük kıza baktığında, o güzelliği gördü ve odaya ilk geldikleri andaki gibi kalakaldı. Küçük çocuklara yalan söylemenin kutsal olduğuna inanacaktı neredeyse.

Peri Efsa’nın, özellikle onu çok seven Sümbül’ü rahatsız eden bir özelliğiyse, ‘özel’ arkadaşları olması. Kısacası, ruhları görüyor Peri Efsa. Onu ziyarete geliyorlar. Onunla konuşuyor, dertleşiyor, ona mesajlar yolluyorlar. Hatta bir keresinde, anneannesi Nagehan’la bakıcıları Sümbül, onun kendi boyundaki bir ‘arkadaş’la oyun oynadığına da tanık oluyor. Nagehan bir bunağın saçmalıkları diye nitelenmesinden korktuğu şeyleri Sümbül de biliyor diye rahatlıyor hatta.

İstanbul’da bir konak demiştik, memleketin geçmişini yansıtan geçmişi, bugünü, günahları ve sırlarıyla. Evin büyükleri Efdal Refik ile Nagehan, Peri Efsa ile Sermet’in dedeleri ve anneanneleri; birini sevip birinden nefret eden Belma ise, anneleri; Avrupa’da yaşayan, köşkte bir ara konakladıktan sonra Ankara’ya yerleşen, önce hariciyeci olan, sonra dönem Ankara’sının hayhuyu içinde başarıya koşan babaları Mümtaz Tahincioğlu; evin sadık hizmetkârları Cemile Kalfa ve genç Sümbül ile aile doktoru Şefik Türkmen. Merkezde ise, Hitler’in 53. Yaş gününde doğan, birbirlerinden hiç ayrılamayan, ama boyuna didişen, daha doğrusu Sermet’in Peri Efsa’yı hırpalayarak, ağır şakalar yaparak sevdiği bir ilişki içindeki ikizler…

Köşk ve insanları, sevaptan pek olmasa da günahtan, sırlardan herkes gibi, hatta belki biraz daha fazla nasibini almış. Çalkantılı bir dönemde, geçmişe ilişkin, atalar üzerine sıkı sıkı saklanmış sırlar ve bütün o günahlar Peri Efsa’nın gelişiyle ortaya çıkıyor. Çünkü Peri Efsa’nın ruhları var ve ona her şeyi anlatıyorlar.

İtiraf edeyim ki, Efdal Refik ile Nagehan’ı kusurlarına rağmen sevsem de, ben kitabı tamamen Peri Efsa’nın açısından ele aldım. Siz öyle yapmayabilirsiniz. Ola ki Sermet’i seversiniz, ya da ne bileyim, Dr. Şefik’i. Çünkü hepsi de sonuçta biraz kurban. Belma bile. İçlerinde en korkulanı, özellikle annesiyle babasının birlikte olmak istemediği kişi ise, Peri Efsa. Çünkü o, başka bir âlemin temsilcisi.

Sevmem, ama bir alıntı daha yapayım. Hem de herkesin beğenip yaptığı bir alıntı. Eh, haklılar:

 “Küçük Perim,” demişti Cemile, kalıbından kurtulmuş tüm ruhlar gibi neşeli, rahat ve eşitti artık. Daha önce hiç konuşmadığı bir tarzda konuşuyordu küçük kızla. “Sen henüz kim olduğunu bilmiyorsun. Dikkatli ol bebeğim. Sen bu dünya bahçesinin büyülü çiçeğisin. Ama sana ayrıkotu gibi bakacaklar… Büyümene izin vermezler. Çok, çok dikkatli ol. Konuşma. Sakın konuşma. Anlatma!”

O gün konuşmadı Peri Efsa. Ama her çocuk gibi, unuttu.

Sevgi Saygı, bu köşkteki olaylar ve uzantılarıyla; ölen, hayatta kalan, dışarıya gidenlerin hikâyeleriyle yakın tarihimizi de, o tarihin çalkantılı dönemlerini de anlatıyor. Savaş sonrası Türkiye’nin sızılarını… Saygı’nın kusursuz bir Türkçesi, kitabı elinizden bırakmanıza izin vermeyen süratli bir kurgusu, nefis bir anlatımı var. Bizden hiçbir şey gizlemiyor, ama ancak yeri-vakti gelince anlatıyor, açığa çıkarıyor. Köşk halkının köşk dışındaki hayatlarının da bize son derece inandırıcı gelmesini sağlıyor. İlk yıllardan sonrasına çok doğal görünen geçişler yaparak, pek de doğal olmayan gelişmeleri hazmetmemizi sağlıyor.

Son zamanlarda okuduğum kitapların en etkileyicilerinden, unutulmazlarından biri. Bir Peri Efsa görünmüş, hep gönlümüzde kalmış.

 

15 Kasım 2014 Cumartesi

Çıplaklar, Iva Procházková

Sylva sadece nehirlerde yüzmeyi sevmekle kalmaz, doğayı tüm çıplaklığı ve tüm gerçekliğiyle sever. Birçoğumuzun tiksinmek duygusuyla, hissetmek istemeyeceği balçığı bile…

Sylva, hem tinsel hem de somut anlamda sınırlararası bir karakterdir. Anne ve baba, doğa ve kültür, doğu ve batı, büyük şehir ve kasaba, ergenlik ve yetişkinlik, medeni ve ilkel olan arasında…”

(Varlık Dergisi, Işıl Şahin, 1 Kasım 2014 )

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

13 Kasım 2014 Perşembe

Uzakta

ASLI DER – 12 Kasım 2014

Hemen vicdanı olan bir omuza yaslanın, onun sizi sağaltmasına izin verin. Bir akşam kameriyede Dünya’nın Erdo’nun yanında durduğu gibi, durun ve o omuza yaslanıp düşünün. Birbirimizden öğreneceğimiz ne çok şey var, göreceksiniz.

İnançlarımız, korkularımız, bize dayatılanları sorgusuz sualsiz kabul edişlerimiz içimizde birikiyor. Sonra bunlar bazen tuhaf düşünceler olarak su yüzüne çıkıveriyor. Bir yetişkinin, on yaşındaki kızıma uykunun yarı ölüm olduğunu söylemesi gibi. Yarı ölüm! Ürkütücü bence.

Oysa, uyku adildi, diyor Mine Soysal, Uzakta kitabında. “Uyku adildi. İkisine de aynı güçle el verdi, ikisini aynı şefkatle bağrına bastı, kolladı. Uyku onları eşit ve bir kıldı.” Tam da uyku hakkında tuhaf yorumlar duyduğum o günde, bu satırları okuyunca rahatlıyorum. Uyku güzeldir ve eşitliğe, adalete dair her zaman bir umut vardır, biliyorum.

Uzakta’yı hem büyük bir iştahla, hem de bitmesini istemeyerek okudum. Yastığımın altına koyup uyumak istedim; okurken düşler kurdum. Sevgili dostum Mine Soysal’ın benzersiz anlatımıyla Dünya ve Erdo’yu hayal ettim. Yan yana gelemeyecek iki dünyanın usulca birbirine dokunduğu o özel ânı, az ötede fark ettirmeden duran Kadri olup izledim. Kimi zaman Dünya çok tanıdık geldi, kimi yerde Erdo’nun hissettiklerini yüreğimde duydum.

Dünya ve Erdo, hayatları bambaşka başlamış, bambaşka ilerliyor olsa da, insana dair her duygunun, her kaygının ne kadar da ortak olduğunu bir kez daha gösterdiler bana.

Elbette söz konusu olan insan, düşünen insan. Durup kendine bakmayı, ben kimim, neredeyim sorusunu arada bir de olsa sormayı becerebilen insan. Korkan ama korkusuna teslim olmayan, sorgulayan, cesaretlenen, umutlanan, farkında olan insan. Sosyal statülere, toplumsal dayatmalara, kaderin cilvesi safsatalarına kanıp da kendini düzene teslim etmemiş insan. Kendi cam fanusu içinde yaşayıp, o suni havayla uyuşmayı seçmemiş olan insan.

Dünya ve Erdo gerçekler. Mine Soysal’ın her ayrıntısıyla daha da gerçek oluyorlar romanda. İki gencin hayatı kendi içinde, kendine özel zorluklarla ilerliyor olsa da, her ikisi de bir şeylerin farkındalar; durup düşünüyor, sorguluyorlar. Korkularını bir yanda tutup cesaretle yola devam etmeyi becerme derdindeler. Deniyorlar.

Kolayına kaçmak, kararları başkalarına bırakmak, mutluymuş gibi yapıp olanla yetinmek her gün bambaşka şekillerde, bazen tatlı dille bazen sert sözlerle dayatılır hale gelmiş olsa da, Dünya ya da Erdo olmak için önce dönüp bir içine bakması gerek insanın. Yaşadığı cam fanusu hissedip, fanusun dışında akıp giden bir hayatın var olduğunu kokusuyla, tadıyla, tüm gerçekliğiyle kavraması gerek. Hayata karşı tepkisiz bir izleyici olmaktan vazgeçmesi gerek.

Kayıtsız kaldığımız her haksızlıkta kendimizden bir parça yitirdiğimizi keşfetmemiz ne kadar büyük değişiklikler yaratabilir.

Kesilen binlerce ağacın, denetimsiz inşaatların, çağdışı çalışma şartlarının, iş sahalarında yitirilen canların, eşitsizliğin, türlü haksızlıkların hiçbiri size dokunmuyor, sizin için yaratılan cam fanusun dışında olup bitiyorsa, aman dikkat, belki de fanusun içinde oksijensiz kaldınız. Hemen vicdanı olan bir omuza yaslanın, onun sizi sağaltmasına izin verin. Bir akşam kameriyede Dünya’nın Erdo’nun yanında durduğu gibi, durun ve o omuza yaslanıp düşünün. Birbirimizden öğreneceğimiz ne çok şey var, göreceksiniz.

Uzakta’yı, Dünya ve Erdo’nun hikayesini okuyun, yürekten tavsiye ederim.

 

11 Kasım 2014 Salı

Girişimci Üniversite

Girişimcilik, eğitimle kazanılabilecek bir teorik ve pratik çalışmalar bütünü mü yoksa daha fazlasına mı ihtiyaç var?

“Girişimcilik ve Yenilikçilik eğitimi ve iş sonuçları açısından İngiltere’nin en iyi 3 üniversitesi arasındayız. Diğer ikisi Oxford ve Cambridge!”

Geçtiğimiz hafta Kadir Has Üniversitesi Girişimcilik ve Yenilikçilik Merkezi’nin davetlisi olarak öğrencilere bir konferans  veren Coventry Üniversitesi Rektörü John Latham, konuşmasının hemen başında bu sözleri söylediği sırada, elimde akıllı telefon, seminerin canlı yayın linkini paylaşıyordum. İçimden geçen “Yok artık!” tarzı bir düşünceyle elimdeki telefonu cebime koydum ve konuşmaya odaklandım.

Slaytlarda birbirinin peşi sıra akan rakamlar inanılacak gibi değildi; 2014 yılı itibarıyla her yıl 600 yeni iş girişimini bünyesine kabul eden ve bunların %15 civarının ticari sıçrama (spin-out) yaptığı, irili ufaklı 10.000 şirketle yaptıkları işlerden yılda 250 milyon pound gelir elde eden ve bu gelirin 50 milyonunu da geliştirme bütçesi olarak ayıran kurumun bu başarısının altında ise Rektör Latham’ın bir sonraki slaytta beyan ettiği üniversitenin “misyonu” yatıyordu; “Dinamik, küresel ve girişimci bir üniversite”.

“Türkiye dahil bir çok ülkede sizinkine benzer bir misyon belirleyip yola çıkan bir sürü girişimci üniversite var ama çoğu böylesi görkemli sonuçlara ulaşamıyor. Sizi bunlardan ayıran fark ne peki?”

John Latham konferans sonrası yaptığımız özel sohbetimizde bu sorumun yanıtına şöyle ilginç bir karşılık verdi: “Yerel, ulusal, bölgesel ve küresel değişimlere süratle uyum sağlayan bir eğitim ve girişimcilik ortamı yaratabilmek. Üniversite, kurulduğu 1843’ten beri konjontürel değişimler sonucu bir çok kriz yaşamasına karşın her seferinde zamana ayak uydurabilecek dönüşümü gerçekleştirebilmiş. Coventry şehrinin ticari dinamiklerini,  bunun İngiliz ticaret ve ekonomisine katkısını ve bunun İngiltere’nin küresel düzlemdeki rekabet gücüne yansımasını hep birlikte düşünüp değerlendirebilen yapıda bir girişimci üniversiteyiz biz. Üniversitemizdeki TeknoPark sayesinde akademisyenlerimizin disiplinler arası çalışma becerisini arttırmanın yanısıra öğrencilerimizi de girişimcilik ve yenilikçilik süreçlerine dahil edebiliyoruz ve bu sinerji bizim gerek Coventry şehri, gerek İngiltere ve hatta uluslararası ölçekte cazibemizi arttırmakta.”

Coventry Üniversitesi’nin Bilgisayar Mühendisliği Bölümü mezunu olan, iş kariyerinin nemli bir bölümü girişimcilik ve şirket yöneticiliğiyle geçmiş ve akademik bir ünvanı olmamasına karşın rektörlüğüne atandığı üniversiteyi bir şirket gibi yöneten (yönetmesi istenen) Latham’ın verdiği mesajlar, aslında bir araya getirilmesi çok zorlu çabalar gerektiren iki kavram olan üniversite ile girişimciliğin, sadece eğitim boyutunda değil onun ötesindeki bir çok faktörlerle de ele alınmasının gerekliliğini kanıtlar nitelikte.

Bir başka deyişle,

* Girişimciliği sadece akademisyenlerin öğrencilere verdiği ders, teknoparkı da şirketlere vergi teşviki sayesinde kira geliri olarak gören,

* Girişimcilik-yenilikçilik kriterleri fon aldığı kurumları kağıt üzerinde memnun etmekle sınırlı,

* Girişimcilik ve yenilikçilik projeleri kampüsünün olduğu yörenin ihtiyaçlarına sırtını dönen, ülkesinin ekonomisine ticari ve inovatif sıçrama boyutunda değer katmayan ve ülkesinin küresel alandaki rekabet gücüne katkı sağlamayan üniversiteler,

bir zahmet bu sevdadan vazgeçsin ve yüksek öğretimin geleneksel ihtiyaçlarına yanıt vermeye odaklansınlar. İnanın toplumsal katkıları daha fazla olur!

Zoran Drvenkar okurlarıyla buluştu

Avrupa edebiyatının asi kalemi olarak tanınan, Alman edebiyatının dahi yazarlarından Zoran Drvenkar, 33. Uluslararası İstanbul Tüyap Kitap Fuarı kapsamında dün Karadeniz Salonu’nda İstanbullularla bir araya geldi. Çeşitli dillere çevrilen kitaplarıyla uluslarası platformda onlarca ödüle layık görülen yazar, konuşmasına çocukluk yıllarından bahsederek başladı.

(Yurt Gazetesi, Selin Sayar, 10 Kasım 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

10 Kasım 2014 Pazartesi

Acayip sahici, biraz da deli

SEVİN OKYAY – 8 Kasım 2014

Sonunda geldi. Zoran Drvenkar, Günışığı ile ON8’in konuğu olarak İstanbul’da. İmza atacak, söyleşi yapacak. Fuarda iki gün kalıp gidecek. Ama Kitap Fuarı konukları da böyle oluyor, ne yapalım?

Kitap Fuarı’na bu iki günde, 8-9 Kasım tarihlerinde gidenler ise, bütün kahramanlarının şu ya da bu ölçüde içinde yaşadığından şüphelendiğim Zoran Drvenkar’ı yakından görüp, piyangoyu kazanır. Kendisi de bu şüphemi bir anlamda doğruluyor zaten. “Bir otel gibiyim. Karakterlerim gelir bir suite yerleşirler ve onların hikâyelerini yazmamı isterler,” demiş örneğin. Tamam işte, onun için onları bu kadar sahici şekilde yazıyor. Kim olurlarsa olsun. Soğuktan Korkmayan Tek Kuş’tan tutun da, ON8 kitaplarındaki kahramanlara kadar.

Zoran Drvenkar, üç yaşından itibaren ‘Berlin’de yaşayan Hırvat çocuk’ olmuş. Aslında Križevci doğumlu. Ailesi o üç yaşındayken Berlin’e göçünce, o da mecburen ülke değiştirmiş. Hâlâ da orada. Ama karakterleri farklı yerlerde yaşayabiliyor. Onun, okuduğum ilk kitabı olan Kısa Pantolonlular Çetesi’nin Kanadalı çocukları gibi.

Küçücük kasabalarında nasıl olup da defalarca kahraman ilan edildiklerini kendileri de anlamayan Rudolpho, Ada, Sırıtık ve Beton. Kendi adları değil tabii. “Kimse Sırıtık veya Ada veya Beton ismiyle doğmaz. Ayrıca hiçbir anne çocuğuna Rudolpho ismini de vermez. Buna, gerçek kimliği gizlemek denir. Eğer herkes Kısa Pantolonlular Çetesi’nin gerçek adlarını öğrenecek olursa, bakın, demedi demeyin, bizim burada postane çöker.” Ama öyle küçük bir yerde oturuyorlar ki, hani biz de orada oturuyor olsak, sanmam ki kim olduklarını anlamayalım.

Kitaptaki karakterler, Drvenkar’ın sevdiği bir yöntemle tek tek birinci tekil şahısla kendilerini ve başlarından geçenleri anlatıyorlar. Ben daha ilk çocuğun gözüyle olanları okurken “Hadi, hadi, sıra Beton’a gelsin artık,” diye sabırsızlanmaya başlamıştım. Beton bir şeye uzun uzun bakmayı seviyor. Bıraktığın yerde, beton dökmüşün gibi kalıyor. Çocuklardan birinin başka yere gidip de Beton’u yanlarında göremeyince, geri dönüp onu da çeke çeke götürmeleri gerekiyor. Bütün bunların nedenini, kitabın son bölümü olan Beton’da göreceksiniz. Hiç çocuk kitabı yanılgısına kapılmayın. Değil çünkü. Her yaşa ait bir kitap. Yazarın hiçbir kitabı herhangi bir sınıflamaya sokulamaz. Çünkü sadece varlıklarıyla bile her şeye kısıtlama getiren bu tasniflere sığmıyorlar.

Öte yandan Beton, benim çocuk karakterler arasında gördüğüm en sağlam karakterlerden biri. İki yıl kadar önce Philip Pullman’ın “His Dark Materials / Karanlık Cevher (Altın Pusula)” üçlemesinin ikinci kitabı Subtle Knife / Keskin Bıçak’ta ortaya çıkıp üçüncü kitapta da bizimle kalan Will’i de öyle sevmiştim. Will ayrıca benim için, fantastik edebiyatın en iyi erkek karakteridir; Ursula K. Le Guin’in pek sevdiğim Ged’i dahil. Harry yavrum, kusura bakma!

Okuduğum ikinci Drvenkar kitabı Soğuktan Korkmayan Tek Kuş’ta da başının çaresine bakmasını bilen; diğer insanlar bir felaketi kabullenmiş, hayattan kopmuş halde sürünürken, bitmek bilmeyen kışa bir çift laf etmek için yollara düşen Riki var. Ama bence o, kitabın asıl kahramanı. Çok bilmiş, aksi kuşun ta kendisi. Doğrusu, Drvenkar’ın okuduğum diğer bir kitabı olan Aleve Dokunmak’tan hayli farklı bir kitaptı bu. Gene de, ben bütün Zoran Drvenkar karakterleri arasında, ister ‘iyi’ olsunlar ister ‘kötü’, bir ruh birlikteliği varmış duygusu içindeyim.

Aleve Dokunmak’ın Lukas’ı, yıllardır görmediği babasıyla birlikte zorunlu bir küçük geziye çıkıyor. Annesiyle yaşayan, Walkman’ini, müziğini seven, U2’nin eski şarkılarını dinleyen bir çocuk. Dondurmadan da nefret ediyor. Ama sözde onu almaya gelecek olan babası gecikince, dondurma bile yemek zorunda kalıyor. Bu yetmezmiş gibi babası gelince, Lukas’ı tanımıyor: “Daha küçük olduğunu sanıyordum,” diyor. “On yaşlarında filan.” Lukas, kapının önünde duran çantasını almaya gittiğinde de karıncalar işin içine giriyor.

“Karıncalar bir an gözlerini bana dikiyor ve sonra da göz kırparak veda ediyorlar.”

“Korkma, diyorlar bana göz kırparak. Cesur ol.”

“Onlar için söylemesi kolay tabii, kalabalıklar, bense tek başımayım.”

Oysa Lukas için tek başına olmak diye bir durum söz konusu değil. Çünkü daima, kafasının içinde ya da dışında, kendine arkadaş bulabilecek güçte bir çocuk.

Sonra Onlardan Biri var: Kanadalı Kısa Pantalonlular Çetesi üyelerinin Almanya’da büyümüş de ciddi çete işine doğru sürüklenen büyükleri. Almanlar, Türkler, Yugolar. Drvenkar kitabı onlara adamış zaten: “tüm o kahramanlara / tüm o muhallebi çocuklarına / tüm o kabadayılara / tüm o yugolara.” Bir de Berlin’e tabii. Ölmüş ya da yaşayan bütün karakterlerin çılgın hayal gücünün ürünü olduğunu söylerken -sapık muhayyelesinin ürünü derdik biz- şehrini ayrı tutuyor: “Yalnız Berlin, Berlin’dir; Berlin’dir.”

Gene o sevdiği anlatım şekliyle, tek tek karakterlerin ağzından konuşuyor: Bukle, Cengiz, Marco, Krca, Kollok ve diğerleri. Onları başka kitaplarda da başı şu ya da bu derecede dertte olan başka çocuklar izleyecek: Taja, Stinke, Rute, Schnappi ve Nessi (“Sen”), örneğin. Ve ‘Yolcu’ diye bir psikopat. Ya da Sorry’deki Kris, Tamara, Frauke ve Wolf. Bu kitapta bazen ‘Ben’in kim olduğunu kestiremiyorsun. ‘Sen’ psikopat bir katilsin. ‘Orada Olmayan Adam’ ise uzaktan bakan bir gözlemci. Kimi olaylar önce geçiyor, kimi sonra. Bir değil birkaç âlem. Bu âlemlerde var olmaya çalışan çocuklar.

Zoran Drvenkar’ın dünyalarına hoşgeldiniz.

8 Kasım 2014 Cumartesi

“Eşitliğin ve yakınlaşmanın kitabı: “Uzakta”

Mine Soysal yeni kitabı “Uzakta”nın ilk röportajını Yurt Kitap’a verdi. Soysal, “İnsanı en çok başkalarıyla eşit olmadığını öğrenmek örseliyor. Bu kitap, asla ‘eşit’ olamayacak sanılan iki gencin hikayesi” diyor.

(Yurt Kitap, Halil Türkden, 7 Kasım 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

Kariyer 2.0 kitabevlerinde

İki yıldır üzerinde çalıştığım kitabım Kariyer 2.0 Optimist kitap tarafından yayınlandı. Kitabın ana konusu “İnternet ve Sosyal Medya ile birlikte değişen iş dünyasında başarılı bir kariyer sahibi olmanın yeni yolları”. Üniversite öğrencileri, yeni mezunlar ve kariyerlerinin başındaki kişilerin mutlaka bu … Continue reading →

4 Kasım 2014 Salı

Emiralem çilekleri ödül aldı, haberiniz var mı?

ERDİ İNCİ - 4 Kasım 2014

Mevzumuz Derin Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği tarafından 2013’ün En İyi Gençlik Romanı Ödülü’ne değer görüldü. Aslında benim çocukluğum da aldı bu ödülü. Emiralem çilekleri tarafından üstü başı leke pasak içindeki çocukluğum…

Küçükken ailece Emiralem Çilek Festivali’ne giderdik. Babam halk dansları eğitmenliği yapar, güzel de oynardı. Hem de her bölgeyi… Sonra yıllar geçti, o festival de, çilek de kayboldu. Önce festivali kaybettik, sonra pazarda göremez oldum Emiralem çileğini.

Bu arada bilmiyorsunuz tabii, ben doğma büyüme Menemenli’yim. Emiralem de Menemen’e bağlı bir kasaba. Yürüyerek bile varırsınız. Yani, burnumun dibindeki bir meyveden bahsediyorum; zorlasam kokusunu alacağım.

Yıllar sonra gördüm Emiralem çileğini. Bedo’nun annesi ikram ediyordu oğluna. Bedo, canı istemedi diye çileğe burun kıvırınca, nasıl bir ağlama tuttuysa beni… Sanki çocukluğuma burun kıvırıyordu Bedo, karşımda Harmandalı oynayan babama. Tabii Bedo nereden bilecek…

Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi’ni yazmaya başlayınca Ahmet Büke, her pazartesi elime kalemi alıp ona bir cevap yazasım geliyor.‘Ben de yaşadım,’ demek istiyorum benzer çocuklukları. Tamam, benim zamanımda helva satan Rum bir amca yoktu, sebebi malum, ama Hacı Dede’m vardı benim de. Her gittiğimde bir kandil şekeri ya da lavaşa sarılmış bir tahin helvası beklerdi beni. Zaten ona uğrayacağımızı bilmeme rağmen ağlar, önce onun dükkânına sokardım bizimkileri. Helva alınacak, çaprazındaki Üstün Mandıra’dan peynir alınacak, sonra ne işimiz varsa yapılacak. Hacı Dede ne oldu bilmiyorum, ben 11 yaşındayken taşındık o mahalleden. Öldüyse, Allah rahmet eylesin.

Vita yağına ekmedik belki, ama Olin, Tariş tenekeleri gördü bizim domatesi, soğanı. Anneannem öldükten sonra izledim evinin çöküşünü, her gün. Biz elli üç kuzendik, ama birimiz bile dönüp bakamadı sonra o eve. Ben de utanmadan övünürüm ‘Ananemin en sevdiği torun bendim,’ diye. Peh!

Oyuncaklar satılırdı bakkallarda ayrıca, muma tutunca duvarda Manisa Tarzanı’nın gölgesini gösteren. Yanında, dilini bilmediğimiz yazılar… Bizim Manisa Tarzanı’ymış meğersem Jane’in peşinden koştuğu… Yoksa elin yabancısı nereden bilecek?

Arada nereden baksanız 20 yıl var; ama Gediz işte. Gördes’te Ahmet Büke’den alır da hikâyeleri, tuta tuta Menemen’e, bana getirirmiş. Kıymeti İzmir’den çıkınca anlaşılıyormuş. Ama nereden bilebilirdim ki; yanına gidince yeşil, pis kokulu bir akarsuydu. Midas’ın kulaklarına fısıldayan büyüklerinden el almış zaar, yoksa nereden öğrenecek bana Ahmet Büke’nin hikâyelerini anlatmayı?

Bir de, Gediz’e bağlı bir su kanalı, çocukluk arkadaşımı yuttu benim. Günler sonra bir tarlanın oralarda bulunmuş bedeni. Suçu Gediz’e atıp çekilmiştim aradan. Cenazesine de annem götürmedi, ne işim varmış çocuk başıma. Hâlâ daha götürmez annem beni cenazelere, haberini de vermez.

İşte bunu ve onlarcasını her hafta anlatmak isterdim Ahmet Büke’den feyz alıp. Hiç beceremedim ama bu güne kadar. Hâlâ becerebildiğim de söylenemez ya… Ahmet Büke’nin kaleminin ağırlığına ulaşırsa kalemim, o zaman görüşürüz.

Babasız büyüyen, dedesi tarafından denize bir yakın, bir küs yetişen Bedo, yani Mevzumuz Derin, önce The White Ravens’ın listesine girdi. Genç kitaplar alanında Türkiye’yi temsil edecek bu yıl. Seneye Frankfurt Kitap Fuarı’nda da sergilenecek Bedo’nun hikâyesi. İzmir’i anlatacak herkese. Beraber yürüyeceğiz Kemeraltı sokaklarında, elimizde sıcak pişiler.

Bedo şimdi de Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği tarafından 2013’ün En İyi Gençlik Romanı Ödülü’ne değer görüldü. Aslında benim çocukluğum da aldı bu ödülü. Emiralem çilekleri tarafından üstü başı leke pasak içindeki çocukluğum… Omo beyazı sünnetliklerimi ala bulamış Emiralem çilekleri aldı bu ödülü… Karşımda Harmandalı oynayan rahmetli babam aldı…

Bu yazıyı yazarak en samimi tebriklerimi iletmek istedim sevgili Ahmet Büke’ye. Ahmet Büke’nin nazarında, doğumuna şahit olduğum ON8’e.

Çok yaşayın.

 

3. Endüstri Devrimi?

21. Yüzyıl’da yaşamakta olduğumuz şey, Endüstri Devrimi’nin bilgi-iletişim teknolojileri sayesinde yeni bir evreye geçip ilerlemesi mi yoksa Endüstri Çağı’ndan çok farklı dinamiklere sahip yeni bir Çağ sıçraması mı?

Son zamanlarda sosyal medya paylaşımlarında ve katıldığım kimi sektörel etkinliklerdeki sunumlarda sıkça rastladığım bir terim var; Üçüncü Endüstri Devrimi! Aslında ilk yaygın kullanımı bu terimin bayraktarlığını yapan Amerikalı ekonomist-yazar Jeremy Rifkin’in 2011 yılında piyasaya çıkan “Üçüncü Endüstri Devrimi” adlı kitabıyla olmuş.

18. yüzyılda başlayan Endüstri Çağı’nda ilk olarak üretimde makinelerin kullanılmaya başlanmasının 1. Endüstri Devrimi,  üretimin bir süreç olarak ele alınıp teknoloji sayesinde seri hale getirilmesi sayesinde bunu destekleyen ulaşım, enerji gibi tamamlayıcı sektörlerdeki ilerlemelerin de 2. Endüstri Devrimi olarak genel bir kabul gördüğü kronolojik yaklaşımdan yola çıkan Rifkin, bunun bir adım sonrasını ise kitabında tariflemeye çalışmakta. Bilgi-iletişim teknolojileri ve yenilenebilir enerji sektörlerdeki ilerlemeler sayesinde iş yapış biçimleri, insan ilişkileri, toplumsal yönetişim ve eğitim alanlarda medyana gelecek köklü değişiklikleri 3. Endüstri Devrimi olarak niteleyen Jeremy Rifkin’in bu argümanı son dönemlerde Endüstri Çağı’nın büyük oyuncuları ile Bilgi-İletişim Dönemi’nin ilk zamanlarında parlayıp sonrasında geriye düşen oyuncuları tarafından da oldukça benimsenmiş durumda ve son dönemlerde çokça tartışılan“nesnelerin İnterneti”, “Büyük veri” gibi kavramlar da, adeta 3. Endüstri Devrimi’yle varolmuş birer unsur olarak paketlenmekte.

Öncelikle Jeremy Rifkin’in bu kavramlaştırmada anlattığı gelişmelerin hiçbirine ne tarhisel ne de tanımsal bir itirazım yok; ancaaak temel itirazım tüm bunların “3. Endüstri Devrimi” adıyla paketlenmesine!..

Öncelikle tarihsel bağlamda devrim sözcüğü “hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik” anlamına geliyor ki, Rifkin’in tanımlamaya ve 3 rakamıyla numaralamaya çalıştığı olgunun karşılığı devrimden ziyade evrime yakın. Çünkü birbirine bağlı, kopmayan ve çizgisel bir ilerlemeyi anlatıyor aslında bize Rifkin. Zaten devrim denilen şey, “aynı olgunun bir numara ilerisi” karakteristiğinin aksine insanların numara koyamayacağı ve tanımlayamayacağı kadar paradigmal değişim karakteristiği gösterir. Öyle ki, boyutlarını kavrayamadığımız bu “şey”i, yeni sözcüğünden başka bir sıfatla tanımlayamayız uzunca süre.

Kuşkusuz Rifkin’in bu evrimi devrim olarak niteleme stratejisi, bu “yeni”yi anlamakta zorlanan ve benim “Sanayii tipi” olarak adlandırdığım kişi ve kurumların kolayca intibak etmesini sağlamak için işe yarar gibi görünebilir. Örneğin “üretim odaklı süreçlerde mekanik ve elektromekanik temelli araçlardan (3d yazıcı gibi) akıllı robotik bilgi-iletişim temelli araçlara dönüşümü” anlatabilme uğruna kullanılıyor olabilir ama böyle kısıtlı bir evrimsel gelişim hikayeleştirmesi, işin asıl odağı olan devrimsel sıçramaları ve bunun yıkıcı (distuptive) sonuçlarını (robotların akıllanması ve siber dünyaya bağlanabilirlikleriyle “internet of things”in sosyal ve toplumsal etkileri, 3D yazıcılarla silah imal edilmesi, vs.) kapsam dışında bırakır ki, işte o zaman bu “yeni”nin dinamikleriyle olguları çözümleme yeteneğinden mahrum kalırız.  Sonuç olarak, yaşadıklarımız Endüstri Devrimi’nin 3. boyutta tezahürünün çok ötesinde Endüstri’yi odak olarak bile almayan bir Bilgi-İletişim ve Medya yakınsaması (convergence) ve bunun bireysel, toplumsal, ekonomik, kültürel, siyasi, etik ve aklınıza gelen her türlü olgu üzerindeki köklü değişim etkileridir.

Bu nedenle, İnternet jargonundaki tabiri biraz nezihleştirirsek “kafamızdan devrim uydurmayalım lütfen!”

1 Kasım 2014 Cumartesi

Fuarda kendini kaybetmek

SEVİN OKYAY – 1 Kasım 2014

Gene Kitap Fuarı geliyor: 33. İstanbul Kitap Fuarı. Şikâyetçi miyiz? Asla! Ama her şeyin de bir haddi var, daha doğrusu olmalı. İnsan bir fuardan ne kadar kitap alır? Taşıyabileceği kadar, ille de ödeyebileceği kadar, değil mi? Oysa biz ne yapıyoruz? Ödemeyi iyi ihtimalle bir yıl içinde bitirebileceğimiz, okumayı kesinlikle bir yılda bitiremeyeceğimiz miktarda kitap alıyoruz.

Peki, pişman mıyız? Yooo!

Giderken o niyetle gitmiyoruz elbette. Mesela almayı düşündüğüm kitaplar oluyor, yeni çıkanlar… “Cinayet Masası” programı için bende olmayan polisiyeler (ki her zaman bir eksik vardır)… Sevdiğim yazarların yeni kitapları… Tanımadığım, ama fuarda yolumu kesmeye (sembolik olarak) hazırlanan yazarların kitapları… Bana nispeten yabancı yayınevlerinden çıkmış hesapta olmayan kitaplar, derken… “Acaba bu evin neresine bir kitaplık daha sığdırırım?” diye düşünmeye başlıyorsun. Ev küçükse eğer, ve bir odası da caz CD’leri ile film DVD’lerine ayrılmışsa, zor…

İstanbul Kitap Fuarı konusundaki tek itirazım, taa Beylikdüzü’nde olması. Tepebaşı’ndaki fuarın son yılında, başımıza gelecekleri tahmin etmişim herhalde ki, çok acıklı bir yazı yazmışım. Seneye Beylikdüzü’ne gidiliyormuş, demişim. Size uğurlar olsun, benim öyle bir niyetim yok, diye de eklemişim. Böyle, ne dediğini bilmeden büyük büyük laflar edince, melek taifesinin hoşgörüyle gülümseyerek başlarını salladığını görür gibi oluyorum. Sonunda biz de Beylikdüzü yolunu tuttuk tabii.

Gerçi pek çok konu hakkında yazı yazıyorum: Sinema, caz, sair müzik, hatta spor. Halbuki müzisyen de değilim, sinemacı da. Hatta sporcu bile değilim. Sadece hepsi hakkında yazan bir insanım. Demek ki edebiyatçıyım. İşte bu yüzden kendimi kitap fuarında yerli yerinde ve mutlu hissederim hep. Bir sürü arkadaşım, tanıdığım, meslektaşım vardır. Standları geçici süreyle mesken edinmiş yayınevlerinin çoğunu bilirim. Bir de, çok kitap vardır, çok, çok kitap… İnsan daha ne ister?

Tabii, fuar keşke Beylikdüzü’nde olmasa da daha yakın bir yerde olsaydı diye dua eder. Bu yüzden ilk yıllarda, sandığımızdan da büyük sorunlar ortaya çıkmıştı. Otobüsler, kuyruklar, elde torba dolusu kitapla ayakta eve dönmekler… Bir imza günün, panelin ya da söyleşin yoksa, tabii. O zaman, bu etkinliği düzenleyen yayınevi seni getirip götürmeyi vadediyor. Ama iş olup bittikten sonra zavallı yazarın/çevirmenin orada unutulduğunu da defalarca görmüşüzdür. Nankörlük etmeyeyim, bazen de biz geri dönülmesi gereken saat gelince mızıkçılık ediyoruz. Biraz daha kalayım, biraz daha!

Sonra şirketin arabalarıyla gidip gelmeye başladım, taşıma kaygısından kurtuldum. Hal böyle olunca da iyice zıvanadan çıktım. Ne lüksmüş, yarabbi! Bazen elimde iki-üç torbayla umutsuzluğa kapılıp olduğum yerde duruyorum, nasıl eve gideceğim diye. Sonra hatırlıyorum, ferahlıyorum ve gidip bir torba daha kitap alıyorum. İnceldiği yerden kopsun!

Oysa fuar yaklaştıkça, resim, mimari, şehir, sinema ve sair konulardaki kalın ciltli kitaplardan uzak durma yeminleri ederim. Bazen büyük ölçüde beceriyor insan, ama tamamen kaçınmak imkânsız. Çünkü kitap fuarı demek, insanın içinin kıpır kıpır olması demek. Bildiğin şenlik… İçinden geçmekte zorluk çektiğin o kalabalık, deli gibi sağa-sola koşturan çocuklar, o müthiş uğultu vız gelir insana.

Önceki yıldı galiba, hafta sonu fuarının hayhuyu içinde, standlar arasında şöyle bir durmuşum. Yüzüme bir tebessüm yayılırken, kafamı kaldırıp tavana baktım. Bana, sanki kubbeymiş de ilahi bir ses veriyormuş gibi geldi. Kendimi öyle mutlu, öyle huzurlu hissettim ki, anlatamam. Esas mekânım buradaydı işte, iklimim buydu.

İnsan kendini nasıl mı böyle hisseder? Bilmem, bana herkes böyle hissedermiş gibi geliyor. Yoksa niye her yıl kitap fuarı yapılsın, niye özellikle hafta sonlarında hınca hınç dolsun? Öğretmenler niye otobüs dolusu çocuğu fuara getirsinler? Çocuklar (her yaşta çocuk) çok hoşuma giden bit değişim içinde. Eskiden anneleri ya ellerinden tutar ya da yanlarına sokulur, onlarla birlikte gelirlerdi. Artık çocuklar istedikleri kitapları bulmak için annelerinin önünden koşarak geliyor. Acele etsin diye de ısrar ediyorlar. Kendi kitaplarını kendileri seçiyor, yazarı varsa imzalatıyorlar. Çok farklı bir çocukluk yaşamış bizler için bunun ne kadar heyecan verici olduğunu anlatamam. Benim şansım, o dönemde bile, çok okuyan ve bana çok kitap alan bir ailem olmasıydı. Zaten biliyorsunuz, o zamanlar kitap fuarı yoktu. Ama kimse okumak isteyen bir çocuğun önüne geçemez.

İçeri giriyorum, ağzım resmen kulaklarımda sağa-sola bakınıp yayınevleri bir yıl önceki yerlerindeler mi diye kontrol ediyorum. Temkinli bir şekilde yaklaşıyor, kitaplara onları hiç almayacakmışım gibi bakıyorum. Sonra bir anda ip kopuyor, oradan oraya gidip kitap seçmeye başlıyorum. Hatta boş bulunup daha önce aldıklarımı bile aldığım olmuştur.

Eh, ne yapalım? Hiç değilse bu sayede sahaflara destek oluyoruz.