30 Ağustos 2014 Cumartesi

Gazeteciliğin Mobilizasyonu

Geleneksel Medya hala Yeni Medya dönüşümüne ayak diretirken, siber topraklarda doğan Yeni Medya yayıncıları mobil gazetecilik dönemine doğru ilerliyor.

Bu blogu açıp yazmaya başladığımdan bu yana hemen hemen 5 yıl oluyor ve neredeyse ilk yazımdan itibaren medya sektörünün siber dünyaya doğru evrilmesinin zorunluluğuna ilişkin sayısız yazı yazdım, takip edebildiğimce yurtdışındaki gelişmeleri aktarmaya çalıştım, araştırma raporlarındaki rakamları ve satır aralarını bu köşede yorumlamaya çalıştım ama nafile. Yeni Medya konusunda kalem oynatan az sayıda kalemşör ve hatta geleneksel medyadan kovulup Yeni Medya’nın nimetlerinden faydalanmaya başlayan geleneksel gazetecilerin uyarıları bile fayda etmiyor bu köhnemiş medya düzenine. ‘Dostlar alışverişte görsün.” misali yapılan yanlış uygulamaların berbat rakamsal sonuçları, medya patronlarının önüne konulmakta ve “Yeni Medya, Yeni Medya diyorsunuz ama hala parayı gazeteden kazanıyoruz!” şeklinde şark kurnazlıklarıyla reklamverenin de aklı çelinip aynı ahbap-çavuş ilişkileriyle devam ediliyor yola.

Şişirme tirajlar ve gazetelerin bu reklam etkisi balonu nereye kadar gider bilinmez ama ABD’de yolun sonuna gelinmekte olduğunu medya analisti Clay Shirky, geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı “Son Çağrı” başlıklı analizi ile ilan etti bile!

Shirky, ülkedeki yerel gazetelerin çoğunun kapanmaya başladığını ve ulusal gazeteler gelirlerinin de hafta sonu gazete okuma alışkanlığının konforunda sıkışıp kaldığını belirtiyor yazısında. Buna karşılık 1990lardan itibaren doğan dijital yerli kuşağın kağıttan gazete okuma gibi bir alışkanlığı olmadığı gibi eski okuyucuların bile bir gün öncesinin “bayat” kağıt mecrasını kaderine terkedip taze, heyecanlı ve etkileşimli olan İnternet ve hatta ondan da daha ağırlıklı biçimde mobil mecraya doğru kaydığının altını çiziyor ve geleneksel gazetecilere işlerini kaybettikleri zaman işsiz kalmamaları için 3 temel unsuru şimdiden öğrenmeye başlamalarının kendilerinin yararına olacağını ifade ediyor; Veri analizi, sosyal medya ve (eski gazetecilikteki uzmanlaşmanın aksine) bir çok yetkinliği bir arada yapabilme becerisi.

Shirky’in yazısı gazetelerin ne kadarının umrunda bilinmez ancak bu 3 unsuru birlikte son derece etkin biçimde kullanmaya başlayan Yeni Medya yayıncıları var. Bunların kimisi Vice.com, Buzzfeed.com gibi oluşumların çatısı altında toplanıp bu unsurları tümleştirmekte, kimisi de Tim Pool gibi bağımsız çalışmakta ve yeni medyanın teknolojik araçları üzerinden yayıncılık yapmaktalar. Özellikle ABD ve Avrupa’da birkaç yıldır tartışılan bu yeni yayıncılık türüne, araçların ağırlıklı mobil cihaz ve teknolojiler olmasından ötürü Mobil Gazetecilik adı verilmekte ve bu işlevi yerine getirenler de MoJo (Mobile Journalist) olarak tanımlanmakta.

Mobil gazetecilerin farkı, geleneksel muhabirler gibi sahadan merkeze rapor eden ve orada editoryal işlemi tamamlandıktan sonra servis edilen bir yayıncılık yerine malumat toplama, bilgileri bir araya getirme, doğrulama, hikayeleştirme ve sunma süreçlerinin tamamını kendisinin yaptığı yeni bir anlayış. Bu bağlamda, cep telefonu ve tablet gibi mobil cihazların yüksek çözünürlüklü kameraları, internet ve arama motoru erişimi, edit işlemlerini yapabileceği (1st video gibi) mobil uygulamalar ve canlı yayın platformları onları adeta tek başına bir gazetenin işlevine ulaştırmakta.

Yeni teknolojileri de son derece iyi deneyimleyen bu yeni kuşak mobil gazetecilerin özellikle toplumsal olaylarda sahadan yaptıkları yayınlar, çoğu zaman geleneksel gazetecilerin plaza haberciliğinden daha fazla ilgi çekmekte. İlginç bir örnek, bağımsız gazeteci Tim Pool’un Gezi olayları sırasında gözünde Google Glass ile yaptığı canlı yayınlar tüm dünyada ilgiyle karşılandı.

Şu sıralar Ferguson gibi benzeri olaylardaki saha performansları ve haber için gerekli tüm unsurları bir araya getirebilme becerileri sayesinde mobil gazetecilerin popülaritesi giderek artmakta.

Geleneksel medyanın geleceği yeni medyada ama yeni medyanın geleceğinin de mobilde olduğunun altını çizerek yazıyı noktalayalım. Ama bir dakika, peki ya bizde durum ne? “Hele bir ilkini yapalım da. Durun yahu, reklamveren daha buna hazır değil ki? Bence bekleyelim birkaç sene daha. Zaten o zamana kadar kim öle, kim kala!..”

 

D. Martinigol’den bilimkurgu serüveni

Bilimkurgunun tutkulu kalemi Danielle Martinigol‘ün ünlü üçlemesi “100Dünya“nın ikinci macerasında insan, hayatın kendisi için haritalanmış sınırlarının ötesine bakarken; bireylerin iktidar ve hırsla mücadelesi durmaksızın sürüyor.

(Alem Dergisi, 27 Ağustos 2014)Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

 

LinkedIn Pulse yayın özelliği ve Bloglar

LinkedIn’in son dönemde herkesin dikkatini çeken bir bir yeniliği var. Yeniliğin adı Pulse yayın/gönderi özelliği. 2013′te LinkedIn tarafından satın alınan yayın platformu Pulse geçen süreçte LinkedIn’e eklemlendi ve çok sayıda kullanıcı tarafından yayın/makale amaçlı kullanılmaya başlandı. LinkedIn Pulse, “Bilmeniz gereken haberler ve içgörüler” alt başlığı LinkedIn kullanıcılarına çeşitli … Continue reading →

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Yaşamı ‘Hack’lemek…

Yaşamın her alanında ilerlemek için kurulu düzenleri farklı bir bakışla deneyimleyip sorgulayacak ve yeni kullanım biçimleri geliştirebilecek nitelikte insanlara ihtiyaç var.

Torre de David…

İspanyolca’da “David’in Kulesi” anlamında kullanılan bu sözcükler, aslında Venezüla’nın başkenti Caracas’ta doksanlı yıllarda özgün adı Confinanzas Finans Merkezi olarak inşa edilmeye başlanan 47 katlı bir gökdelen. Adını aldığı sahibi işadamı David Brillembourg’un 1993 yılında ölmesi ve ardından gelen ekonomik kriz nedeniyle tamamlanamayan binanın ilginç öyküsü ise, 2007 yılında başlamış

 

Yoğun göç, işsizlik ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle artık insan yükünü kaldıramayan kentin gecekondularından çıkıp gelen 750 aile, suyu, elektriği, asansörü ve korkulukları olmayan ve kaba inşaat halinde duran gökdelenin ofis olarak tasarlanan alanlarına yerleşmiş. Kentin büyüyen konut sorununa karşı çözüm bulmakta zorlanan Chavez Hükümeti’nin bu tür bina işgallerine göz yummasından da faydalanan 2.500 kişilik topluluk, aralarında bina sahibinin yeğeni Alfredo Brillembourg’un da bulunduğu bir grup mimar ve kent plancısının da yardımıyla, Caracas’ın en yüksek 3. gökdeleninde dünyanın ilk ‘dikey gecekondu’ yaşam alanını kurmuş; Yüksek katlara yapılan “motorsikletli” taşıma servisi, orta katlarda açılan bakkal, süpermarket gibi dükkanlar, berber, revir ve hatta dişçi hizmetleri ile giderek biçimlenen bu radikal yaşam biçimi her ne kadar geçtiğimiz günlerde Maduro hükümetinin yaptığı bir operasyonla son bulmuşsa da, bugün dünya mimarlık ve kentsel planlama çevrelerinin en yoğun tartıştığı vaka.

Torre De David’in öyküsünün benim için en ilginç yanı ise, binayla ilgili çekilen ve 2012 Venedik Bienali’nde Altın Aslan ödülü kazanan belgeselin açılış cümlesi; “Eğer kent insanlara uyum sağlayamazsa, insanlar onu kendilerine uydurur!”

Torre David Trailer from Urban-Think Tank on Vimeo.

Yaşamın hemen her alanında geçerli olan bu motto, bizim mesleğimizde de geçerli. İnsanların bir ihtiyacını gözlemleyip bir ürün ya da hizmet geliştiriyorsunuz. Kullanıma sunduğunuzda insanlar onu sizin öngördüğünüzden bambaşka amaçlarla kullanmaya başlıyor ve hatta hiç düşünmediğiniz bir kullanım biçimi ile popüler oluyor.

Mobil iletişim ağlarının ilk olarak salt konuşma amacıyla tasarlandığını ve SMSin aslında baz istasyonu kurulum, bakım ve onarımı için teknik ekiplerin iletişimi için tasarlanmış altenatif bir kanal olduğunu biliyor muydunuz? Ya da SMSin popülerleşmesinden de ders almayan 3G şebekesi üretici ve operatörlerinin görüntülü konuşma hizmetinin popüler olmasını beklerken şebekelerinde en yoğun iletişimin WhatsApp üzerinden yapılmasını?

Mesleki literatürümüzde “Bir kullanıcı ya da kullanıcı grubunun herhangi bir sistemi ilk tasarlandığından farklı amaç(lar) için kullanıma uygun hale getirme” işlemine hack adı verilmekte. Her ne kadar dilimize farklı ve son derece olumsuz bir anlamla girse de, hack işlemini yapan kişilere de hacker adı verilmekte.

Yaşamın her alanında ilerlemek, kurulu düzenleri farklı bir bakışla deneyimlemek ve farklı biçimleriyle işlerliğini arttırabilmek için en çok ihtiyacımız olan insan profili de aslında hackerlar. Bu bağlamda terk edilmiş bir gökdeleni yeniden yaşam alanına dönüştüren Torre De David sakinlerinin de, kişiler arası içerik paylaşımını internet üzerinde bambaşka boyutlara taşıyan Torrent geliştiricilerinin de yaptığı şey hackten başka bir şey değil!

Kuşkusuz “her sistemi yıkıp yeniden yapalım” demiyorum ama “her sistemi deneyimleyelim, sorgulayalım ve bu sayede en iyiye, en doğruya varmayı şiar edinelim.” diyorum.

Geçtiğimiz günlerde hayata veda eden Robin Williams’ın öğretmen John Keating’i canlandırdığı Ölü Ozanlar Derneği filminde öğrencilerine verdiği unutulmaz ilk dersteki sözleriyle noktayı koyalım; “Bu masanın üzerine çıkıp neden ayakta duruyorum, biliyor musunuz? Hayata farklı açılardan bakılabileceğini hiç aklımdan çıkartmamak için!”

15 Ağustos 2014 Cuma

Kariyer 2.0 hangi yayınevi tarafından yayınlanacak?

Kariyer 2.0′ı yazmayı bitirdikten sonra sık aldığım sorulardan biri de kitabın hangi yayınevi tarafından yayınlanacağıydı. Geçen hafta Kariyer 2.0 ile ilgili yazdığım son yazıda kitabın bu süreçte olduğunu belirtmiştim. Bu hafta içinde Kariyer 2.0′ı yayınlayacak yayınevi netleşti. Kitap bittikten sonra kitap dosyasını gönderdiğim Optimist … Continue reading →

Yeni dostları dinlemeye hazır mısınız!

Bir an için ergenlik yıllarımıza dönelim ve hatırlayalım. Canımızı sıkan fazlalıklardan arındığımız, bu uğurda gerek asileşerek gerekse dostlar kaybederek bedel ödediğimiz; geride bıraktığımız on küsür yılın ardından, “çıplaklığın” ilk defa bu derece ilgi çekici geldiği bir dönemdi, değil mi?İlk bile bile yalnızlığımızı, ilk hakiki nefretimizi ve ilk sevişmemizi ergenlik yıllarında yaşadık. Çıplaklığı paylaştık biri(leri)yle, çıplaklığın bize sunduğu sonsuz özgürlüğü, bütün kirlerden arınmış berraklığı tattık.

(Birgün Gazetesi, Kerem Görkem, 15 Ağustos 2014)Yazının devamı için resme tıklayınız…

14 Ağustos 2014 Perşembe

“Buraya Kadarmış”

Eski apartman bloklarının gençleri, gençliklerini yaşamak üzere bir arada, ortak duygu ve sembollerle, ama en önemlisi de “kankalıklarıyla” var olmaya çalışıyor. Yarınlara fazla takılmadan, bugünü de boş bırakmadan. Romanın kahramanı Alex de bu yarınsızlar tayfasının bir parçası. Ta ki, bir suçun çok yakınında bulunup, ihtiyatsızlığıyla iz bırakıp, tüm kuşkuları üzerine çekene kadar. Şimdi mesele, kime tutunup kime sırt döneceğini bilmekte. Önyargıların ve toplumsal etiketlerin, adalet terazisindeki ağırlığı nedir? Sanığı yargılayacak hakim, mahkemedeki midir, yoksa elinde çamuru tutan mı? Alex sert bir rüzgarla savrulmanın eşiğinde; kime tutunacağı belirsiz. Gerçek bir olaydan esinlenen Daniel Höra, adaletin aksayan çarklarına karşı bir gencin mücadelesini anlatıyor romanında.

(Cumhuriyet Kitap, 14 Ağustos 2014)Yazının devamı için resme tıklayınız…

13 Ağustos 2014 Çarşamba

“Katilin Gözyaşları”

Başrollerini Jean Reno ile Natalie Portman’ın paylaştığı, bir kiralık katil ile ailesi öldürüldüğü için bu kiralık katile sığınan minik bir kızın hikayesini anlatan Léon: The Professional’ı (Sevginin Gücü) hatırlarsın. Hepimizin içini eriten bu öykünün edebi bir versiyonuyla karşı karşıyayız.

Gençlik edebiyatı adına okunması gereken kitaplardan olan Katilin Gözyaşları‘nı Fransızca’dan dilimize Mehmet Erkurt çevirmiş. Okunmalı, okutulmalı.

 

(Vodafone Freezone, 1 Ağustos 2014)Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

 

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Beowulf’un efendisi

SEVİN OKYAY – Ölünce eserlerimiz üzerinde karar sahibi, hak sahibi olamıyor muyuz? Zamanımızla ne yapacağımıza karar veremez miyiz? Oysa en doğrusu Gandalf’ın dediği olmalı: “Tek karar vereceğimiz şey, bize verilen zamanla ne yapacağımız.”

9 Ağustos 2014

(Fotoğraf: Beowulf’un ilk sayfası, Cotton Vitellius A. xv)

J. R. R. Tolkien, fantazya sevsin sevmesin her çocuğun, gencin ya da büyüğün, varlığından haberdar olduğu bir yazardır. Hobbit ve “Yüzüklerin Efendisi”nin yaratıcısıdır çünkü… Kitaplarını okumadıysanız bile, filmleri görmüşsünüzdür. Tıpkı Rowling ve Harry Potter gibi. Tolkien’in artı erdemi ise, hayal-dünyalar ve karakterler yaratmakla kalmayıp, dilleri de yoktan var etmesidir. Onların sözlüklerini bile yapmıştır.

İşte şimdi de Tolkien’in bir dil ustalığı örneğinden daha haberdar olduk. Büyücülerle hobbitlerin efendisi, meğer aynı zamanda Beowulf’un da efendisiymiş. Oxford Üniversitesi’nde Eski Nors ve Eski İngilizce gibi dillerin uzmanı olan profesör Tolkien’in çok beğendiği Beowulf’a el atması doğal. Bir keresinde, Beowulf için, “kadim İngiliz şiirsel sanatının geriye kalan en büyük eserlerinden biri” demişti.

Ama onu modern İngilizce’ye çevirme konusunda kuşkuları vardı. 1940’ta yazdığı bir denemede Beowulf’u sade düzyazıya çevirmenin “suistimal” olduğundan söz ediyordu. Gene de, genç yaşta, 1926’da düzyazı olarak çevirmiş. Beğenmemiş –mükemmeliyetçi olarak tanınırdı– dosyalayıp kaldırmış.

Şimdi, yapılışından 88 yıl sonra, bu kendi haline bırakılmış çeviri Beowulf: A Translation and Commentary (Beowulf: Bir Çeviri ve Bir Yorum) başlığıyla yayımlandı. Tolkien’in çevirisi, 90 sayfa. Kitap, üstadın Beowulf üzerine notlarından yapılmış seçmelerle, Beowulf’un esin kaynağı olduğu bir hikâye ve şiirlerle 320 sayfayı bulmuş. Kimileri, bu yeni kitaptan hoşnut. Kimileri, Tolkien versiyonu çok eski görünür diye korkuyor. Ne de olsa, Nobel’li İrlandalı şair Seamus Heaney metnin nefis bir yeni çevirisini yapmıştı. J. R. R. Tolkien’in ölümünden sonra onun basılmamış kitaplarını yayına hazırlayan oğlu Christopher, “Yayınlamayı hiç düşünmemişti sanki,” diyor. Yeni kitabın hediyesi de, daha önce basılmamış hikâye: “Sellic Spell”.

İyi ama, neyin nesi bu Beowulf?

Danimarkalılar’ın büyük kahramanı Beowulf, İngilizler’in ve İngiliz Edebiyatı okuyan yabancı çocukların başının belâsıdır. Sonunda bütün Kuzey ırklarından, bölgelerinden, canavarlardan, ejderhalardan ve haddini bilmez kahramanlardan nefret eder hale gelirsin. İşin fenası, yazarına da küfredemezsin, çünkü “anonim”dir.

Beowulf, Grendel adlı insan yiyen canavarı öldürmek için ülkesi Geatland’dan (İsveç) Danimarka’ya giden bir savaşçıdır. Grendel’in annesi intikam almaya gelince, onu da öldürür. Çok daha sonra ise kendisi, hazine sahibi bir ejderha tarafından öldürülür. Batı Sakson dilindeki 3,182 dizelik metnin 975-1025 yılları arasından kaldığı söylenir.

İç çekip, eski günleri ister istemez anarken bir baktık ki, Beowulf popüler kültürün bir parçası olup çıkmış. Heaney’nin çevirisi, mecburen Beowulf okuyan bütün o nankör öğrencilerin kafasına kakılan gerçeği kanıtladı: Beowulf iyi bir şiirdi. Tolkien de “Yüzüklerin Efendisi”ni Beowulf üslubunda, Anglo-Sakson mitolojisiyle bezemişti. Her neyse, filmler ve operalar birbirini izledi. Ben içlerinde en çok, hikâyeyi Grendel’in gözünden anlatanları seviyorum.

Julie Taymor’un Grendel operasını görmedim ama, John Gardner’ın hikâyeyi canavarın gözünden anlatan harika Grendel’ine bayıldım. Öylesine güzel ve dokunaklı ki, hani neredeyse “insani” demek geliyor insanın içinden. Tam yazarına göre bir kitap. Zeki ve yetenekli John Gardner, bütün çağdaşlarıyla kapışmış ve hiçe saydığı hayatını, 49 yaşında bir motosiklet kazasıyla noktalamıştı. Erken sona ermiş ama yazarın istediği gibi yaşadığı bir hayat…

Ama Beowulf, yazarının istediği gibi bir çeviri değil. Beowulf otoritesi fahri profesör Kevin Kiernan, çeviriyi yayınlamanın ona, anısına ve sanatçı olarak başarısına zarar vereceği görüşünde. “Vaktini bir çeviriyle ziyan etmek istemediğine karar vermişti. Onun yerine Hobbit ve ‘Yüzüklerin Efendisi’ üzerinde çalıştı.”

Ölünce eserlerimiz üzerinde karar sahibi, hak sahibi olamıyor muyuz? Zamanımızla ne yapacağımıza karar veremez miyiz? Oysa en doğrusu Gandalf’ın dediği olmalı: “Tek karar vereceğimiz şey, bize verilen zamanla ne yapacağımız.”

Yarattıklarımıza hâkim olamıyorsak, yaratmanın ne anlamı var?

 

 

Kariyer 2.0 Kitabı hakkında

İki yıldır üzerinde çalıştığım kitabım Kariyer 2.0′ı tamamlamanın mutluluğu içindeyim.Daha önceki yazma deneyimime rağmen bir iş kitabı yazmanın çok kolay olmadığını gerçekten çok emek istediğini görmüş oldum. Bir de ana konum “İnternet ve Sosyal Medya ile birlikte değişen iş dünyasında başarılı … Continue reading →

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Başkadeniz’e Dönüş

Evrenin çöplükleri büyük düşleri ağırlarken, “100Dünya”da ikinci macera doludizgin!

“Hayalciliği bırak, Corian,” diye söylenirdi babası. “Djauze evrenin çöplüklerinden biri. Ne umuyorsun ki? Bir Abis’in seni almaya gelmesini mi?”

Babası yanılıyordu. Bir Abis, dünyalarına geleceğini duyurmuştu. Delikanlı on altı yıldır bu olayı bekliyordu.

Bir an, gözlerini kapadı. Kendini, bu uzay devlerinden birini çıplak elle yönlendirirken hayal etti. İnci olmak! Abis pilotlarına verilen bu adı taşımak…

100Dünya Konfederasyonu artık yüzden fazla dünyaya ev sahipliği yaparken, koloniler arasında kaçak yerleşimcilik hızla yayılıyor. Yaşamın çetin şartlarda seyrettiği Djauze gezegeninden Corian Jon Scalia’nın en büyük hayali ise okyanus-gezegen Başkadeniz’in olağanüstü uzaygemileri Abisler’e pilotluk etmek. Ama onun küçük dünyasının bu dev hayali, sandığından çok daha büyük bir siyaset ve medya oyununa alet olmak üzere.

Abisler’e pilotluk edecek “inci”lerin seçimini eğlence sektörüne malzeme eden medyanın karşısında, Başkadenizli Maguelonne Ailesi, kadim ve değerli yoldaşlarıAbisler için kaygılı. Ancak geçmiş, unutulmuşları ve bilinmedikleriyle gizem dalgalarını kabartıyor… Bilimkurgunun tutkulu kalemi Danielle Martinigol’ün ünlü üçlemesi “100Dünya”nın ikinci macerasında insan, hayatın kendisi için haritalanmış sınırlarının ötesine bakarken; bireylerin iktidar, rant ve hırsla mücadelesi durmaksızın sürüyor.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

O kâşif duruşu

SEVİN OKYAY - Kâşifleri hep sevmişimdir. Bilinmeyen ufuklara yelken açan; yeni topraklar, ülkeler, adalar keşfeden, hem bilinen dünyayı, hem kendi dünyalarını genişleten kişiler… Onlar, ebediyen yaşayacaklar; çünkü onlarda kâşif duruşu, kâşif ruhu var. Cesur, uçucu, kaçıcı, tertemiz bir ruhtur. Anlatmakla bitmez. 

2 Ağustos 2014Kâşifleri hep sevmişimdir. Bilinmeyen ufuklara yelken açan; yeni topraklar, ülkeler, adalar keşfeden, hem bilinen dünyayı, hem kendi dünyalarını genişleten kişiler… Sömürgecilik amacıyla yola çıkan ya da yola çıktıktan sonra bulduğu hazineler yüzünden niyeti bozanları kastetmiyorum. Daha çok, çeşitli kurumların, bazen de kısmen hükümetlerin desteğiyle keşfetmek için yola koyulmuş insanlar var aklımda. Kimileri bu cesaretin faturasını vakitsiz ölümlerle ödemek zorunda kalmış çocukluk ve büyüklük kahramanlarım. Kaptan Grant’in aptal çocuklarını bile üç cilt boyunca izlemiştim.

En heyecanlısı, bir tür keşif girişiminin kısmen içinde yer almam oldu ama. 1980’lerin ilk yarısında Oxford Keşifler Tarihi bölümü mezunu Tim Severin, Argo adlı gemiyi Yunanistan’da özel olarak yaptırmış ve çeşitli mesleklerden hevesli İngilizler ve İrlandalılar’la oradan yola çıkmıştı. İasson Yolculuğu’nu yapmak, Altın Post peşinde şimdiki Gürcistan’a giden Kral İasson’un izini sürmek için. Severin daha önce Avrupa’dan Amerika’ya küçük bir tekneyle, yolun yarısındaki bir adada mola vererek, iki yılda Brendan Yolculuğu’nu yapmıştı. Aziz Brendan’ın bu seyahatinden sonra sıra Sinbad Yolculuğu’na geldi. Gene uzun bir yol, hem de daha masraflı. Ne var ki bu sefer Umman Sultanı Kabus/Quaboos, maddi destekte bulundu. Sonra sıra İasson’a geldi. Amatörlerle dolu teknesinde, aynı zamanda ressam ve heykeltıraş olan Danimarkalı usta bir denizci vardı: Sakin, suskun Trondur Pattursson. Tim, bu yolculukları, özellikle Brendan Yolculuğu’nu o olmasa asla tamamlayamayacağını söylerdi. Son yolculukta teknede iki de National Geographic fotoğrafçısı vardı.

Milliyet muhabiri olarak onlarla İstanbul’dan Hopa’daki Sarp kapısına kadar gittim. Yolculuğu çeken BBC ekibine verilen özel izinle kapalı sınırdan geçtik. Gürcistan’a vize almayı beceremedim ama, hayatımda bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Hatta Tim bir istisna yaparak, kadınlara yasak olan tekneye, kısa süreyle de olsa girmeme izin verdi. Ben iskeleden geçemeyince, ailesi on yedi kuşaktır balıkçı olan İrlandalı Cormac, beni kucakladığı gibi küçük güverteye bıraktı. Motorları yoktu, o zaman olduğu gibi kürek ve yelkenle gidiyorlardı. Başlarına bu yüzden epeyce iş de açılmıştır. Tim Severin, efsanelerde, destanlarda mutlaka hakikat payı olduğuna inanan biriydi. Yolda efsaneye ait öyle çok şeye rastladık ki, artık ben de buna inanıyorum.

Peki, kâşifler nereden çıktı karşıma? Yves Berger ile John Berger’in incecik kitapları, Metis’ten çıkan Uçuşan Etekler Bir Ağıt (Flying Skirts An Elegy) aklımı başımdan aldığı için belki de. Küçücük, incecik bir kitap ama uzun süre unutmayacağımdan eminim. John ve oğlu Yves, sevgili varlıkları Beverly’yi (Bancroft), onun nasıl olduğunu, onsuz kendilerini nasıl yalnız hissettiklerini anlatıyorlar. John Berger adına, kırk yıllık sevgi dolu bir beraberliğin ardından çok zor kabul edilen bir ayrılık. Yves ise, annesi Londra’da açacağı sergiyi göremeyeceği için de hayıflanıyor.

Kitabın büyük bölümünü yazmış olan John Berger, bir yerinde karısı Beverly’yi anlatırken, “Birkaç gün önce geçmişten bir ruh davet etti beni,” diyor. Amy Johnson, 1930’da Londra’dan Avustralya’ya ilk kez tek başına uçan İngiliz pilot. “İkinizde de aynı beklenti dolu duruş vardı,” diye ekliyor. “Kâşifler.”

“Başınızı tutuşunuz. Önünüzde duran bir şeye dikkatle bakarken aynı anda onun ötesine gözlerinizi dikişiniz.” Ama kâşifliğin ruhu da burada saklı zaten. Amy Johnson bana, neredeyse adaşı, neredeyse aynı yıllarda yaşamış Amerikalı bir kadın pilotu hatırlattı. Müzede Bir Gece 2’deki (Night at the Museum 2) enerjisiyle, kontrolü elden bırakmama alışkanlığıyla, Berger’ın tarif ettiği kâşif duruşuyla bütün filme el koyan, Amy Davis’in oynadığı Amelia Earhart. Atlas Okyanusu’nu tek başına geçen ilk kadın pilot. Earhart 1937’de ölmüş, Jones ise 1941’de. Her ikisi de iddialı, uzun uçuşlar sırasında hayli kuşkulu şekilde düşmüş, kaybolmuşlar.

Ama ebediyen yaşayacaklar; çünkü onlarda kâşif duruşu, kâşif ruhu var. Cesur, uçucu, kaçıcı, tertemiz bir ruhtur. Anlatmakla bitmez. Öyleyse ileride hem onları, hem de emsalsiz John Berger’ı gene hatırlayalım.

---------------------------

Bunu okuyan bunu da okudu

Helal olsun Hacı Anne!Nasıl geçilir, nasıl?