31 Temmuz 2014 Perşembe

‘Bedava İnternet’ Ekonomisi

İnternet’i müşterilerin ücretsiz kullanımına sunmak, şirketlere bir fayda sağlar mı? İngiltere’deki ilginç bir örnek, sorunun yanıtına ışık tutabilir.

Geçtiğimiz hafta kızımın doğum günü için ricasını kırmayıp onu İngiltere’deki Chessington Eğlence Parkına götürdük. Londra’ya 1 saat uzaklıkta ve içinde oldukça fazla aktivite bulunan bu devasa parkın tadını olabildiğince uzun çıkartmak amacıyla sabah erkenden yola çıkıp günün ilk müşterileri olarak içeri girdik. Giriş sırasında verdikleri Park haritası üzerinden aktivite planımızı yaptıktan sonra elim bir refleks olarak cep telefonuma gitti ve kabarık fatura gelir korkusuyla mobil internet servisinin kapalı olup olmadığını bir kez daha kontrol ettikten sonra o “dağbaşında” umutsuzca bir ücretsiz wi-fi hizmeti aramaya başladım. İşin tuhafı, buldum da!

Eşim ve kızıma müjdeyi verirken ben yoğun e-posta, mesaj ve sosyal medya iletişim trafiğini yönetebileceğim için keyifleniyordum. Kızım ise, doğum gününün eğlenceli anlarını arkadaşlarıyla yerinden ve anında paylaşabileceği için uçuyordu mutluluktan. Gün boyunca parkın her noktasının keyfini beraberce çıkarırken “oyunun boşluklarında” kızım, bir yandan doğum günü mesajlarını yanıtladı, diğer yandan da kendi sosyal ağı üzerinden parktaki keyifli anlarını paylaştı.  Eh, ben de “göz ucuyla” bile olsa bakabildim gelişmelere!

Dönüş yolunda,  İnternet’in ücretsiz olmasının  işletmeye sağladığı faydaları düşündüm; öncelikle ziyaretçilerin eğlence parkında yaşadıklarını reklam değil de deneyim olarak paylaşması paha biçilmez ve kalıcı bir tanıtım. Zaten işletme de bunu teşvik etmek için ücretsiz wi-fi hizmetine bağlanır bağlanmaz önünüze sosyal medya paylaşımlarınızı tek tıkla yapabilmeniz için etkileşimli bir menü çıkartıyor.  Tabii bu tanıtımı asıl mümkün kılan, yaşanılanı anında paylaşmayı mümkün kılan ücretsiz wi-fi hizmeti. Bu hizmeti ülke çapında her işletmeye yaygınlaştırmaya çalışan ise, İngiliz Sky medya grubu tarafından kurulan The Cloud adlı mobil internet servis sağlayıcısı.

İnternet erişiminin mobil cihazlara kaymaya başladığını gören şirket, her türlü kurum ve kuruluşun kendi müşteri kitleleri için ücretsiz wi-fi hizmetini anahtar teslimi sağlıyor. Londra’da gittiğim hemen her restoran, kafe, mağaza ve hatta istasyonda bu hizmete rastladım. E-posta ve şifre yazmaktan ibaret basit bir kayıt işleminin ardından anında İnternet erişiminiz veriliyor. The Cloud ile anlaşan her kuruluş, ücretsiz internet sayesinde hem kendi kitlesine özel bir fayda sağlıyor hem de müşterileriyle daha derin bir etkileşime giriyor.The Cloud’un çok kullanışlı bir akıllı telefon uygulaması da var. Uygulamayı indirdiğinizde, hem bulunduğunuz yerdeki en yakın ücretsiz wi-fi noktaları harita üzerinde gösteriliyor hem de o noktalardaki indirim ve fırsatlar da size sunuluyor.

Örneğin; Pizza Express adlı bir restoran zincirinin önüne geldiğinizde içeriye bile girmeden ücretsiz İnternet hizmetine bağlanabiliyorsunuz. Bağlanır bağlanmaz gördüğünüz ilk sayfada da size özel %25 indirim (ki bu oran sadece İnternet’ten alınabiliyor!) verilmekte. Mobil uygulamaları son birkaç yıldır çok etkin biçimde kullanan ve müşteri sayısını her yıl birkaç misli katlayan zincirin, Temmuz başında Çinli bir finans grubundan 1,5 milyar dolarlık yatırım aldığını da belirtelim.

Bunun turizm, ulaşım, finans gibi sektörlere dolaylı ama oldukça hacimli etkilerini de göz önüne alırsak büyük resim daha anlamlı hale gelir.

ABD’de iGR firması tarafından yeni yayınlanan bir araştırmaya göre, müşterilerin ücretsiz İnternet hizmeti veren firmaların mekanlarında hem daha fazla kaldıkları hem de daha fazla para harcadıkları saptanmış. Bu da İnternetin firmanın kendisinden başlayarak önce ticaret ve daha da önemlisi ekonominin sirkülasyonunu ve dolayısıyla iş hacmini arttıracağının da bir göstergesi bence.

İnternet, halihazırda firmalar için önemli ama bunun elektrik, su gibi hayati önemde olacağı günler çok yakın.

SON SÖZ: Ülkemizde, böyle bir fırsat potansiyel olarak söz konusu ama zihniyet olarak hala böylesi bir ticari düşünüşten uzaktayız; ne internet servis sağlayıcılar, ne de ticari kurum ve kuruluşlar içinde bu işbirliğini düşünecek ve zorlayacak bir yapı var, ne de içinde bulunduğumuz konjonktür böyle bir yenilik düşünmeye elverişli!

Popülarite ve yazarlık çıkmazı

KEREM GÖRKEM – Hepçilingirler’in ironiyle yazdığı bu yazıdaki gerçekler, ne yazık ki ilgi görüyor ve uygulanıyor. Bas bas “Yalan söyleyin!” diye hicivle bağıran bu yazı acı bir gerçeği, edebiyatın “popülarite” adına vicdani yoksunluğa itilişini de ortaya koyuyor. 

31 Temmuz 2014

Geçtiğimiz günlerde, Feyza Hepçilingirler’in 2012’de Evrensel gazetesi için kaleme aldığı “Popüler olmak isteyen yazar adayına öneriler” başlıklı hiciv dolu makalesine denk geldim.

Hepçilingirler, yazar adayının, postmodernizm zırhına bürünerek kendi üzerinden olası tüm eleştirileri savurabileceği; edebiyat adına hiçbir şey bilmiyor olsa bile, yine bu zırhla, kendini bilgenin önde gideniymiş gibi gösterebilme halini ele almış. Popüler olmak amacıyla yapılması ve yapılmaması gerekenleri, bugünün ünlü yazar profilini tiye alan maddeler halinde anlattığı yazıda, ayrıca, İngilizce yazmanın gerekliliği üzerine bir bölüm var. Hepçilingirler, geniş kitlelerce okunmak istiyorsak İngilizce yazmamız gerektiğini, sonradan Türkçe’ye çevrilen edebiyat işlerinin ne kadar başarılı olduğunu anlatıyor –isim vermeden, çok satan yazarımız Elif Şafak’a ayırdığı taşı da atmış oluyor. Beş bölümden oluşan ironik yazıya internet üzerinden de erişilebiliyor – değindiklerimin dışında, bütünüyle neyi eleştireceğimi merak edenler için.

Kendimi de bu kategoriye dahil ederek, bu hicivli makaleyi edebiyat cahillerinin de okuyabileceğini düşündüm ister istemez. Hatta böyle bir yazının, maksat biraz gülmek de olsa, en çok, edebi açıdan kendini yetersiz görenlere hitap ettiğini, daha çok da onlara ulaşacağını düşündüm. Popülarite üzerine çalışmış ya da halihazırda zaten popüler olan, fakat en önemlisi popülarite gayesinden kurtulmuş birinin, “Popüler olmak isteyen yazar adayına öneriler” başlıklı bir metniokumaya vakit ayıracağını düşünmek saçma olurdu. Ya da, zaten popüler olmuş bir yazarın, kendisine gönderilen bu taşları göğüslemek isteyeceğini. Her neyse, yazının tasvir ettiği tabloya bir süre güldükten sonra, koyu bir karanlığa düştüm. Çünkü kitleleri yanlış yönlendirir, bile bile ahlaki olmayana özendirir görünmekle dalga geçen bu ironik yazının, aslında dertli bir tabloyu da ortaya koyduğu açıktı.

Hepçilingirler’in ironiyle yazdığı bu yazıdaki gerçekler, ne yazık ki ilgi görüyor ve uygulanıyor. Bas bas “Yalan söyleyin!” diye hicivle bağıran bu yazı acı bir gerçeği, edebiyatın “popülarite” adına vicdani yoksunluğa itilişini de ortaya koyuyor. William S. Burroughs da “Yazmak yalan söylemektir,” diyordu, fakat farklı bir gerçeklikti onun ifade ettiği. Biri samimi itiraf, öteki piyasa rehberliği. Biri çaresizliğin, öteki çakallığın tanımı. Feyza Hepçilingirler’in alaycılıkla da olsa çizdiği tablo gerçekten düşündürücü. Aynı zamanda, bu tabloyu bu şekilde çizmek büyük de bir sorumluluk. Edebiyat çevrelerinin geleceği olmaya talepkâr yazar adaylarını, bu dünyanın yalan üzerine kurulu yönüyle buluşturmak ve bu yönün genelgeçerliğini, doğruluğunu, alaycılık yoluyla da olsa, uzun uzadıya tartışmadan iddia etmek, gerçekten çok büyük bir sorumluluk.

Aslında bu yazıyı, bahsi geçen makaleye cevap niteliğinde ve yine maddeler halinde yazılacak bir metin olarak düşünmüştüm, fakat bir blog için fazla uzun ve sıkıcı bir eleştiri olabilir diye, genel çerçeveye değindim ve bir madde üzerine yoğunlaşarak bitireceğim.

Makalenin dördüncü bölümünde geçen madde şöyle:

 “Yazacağınız şey, tüketim toplumuna, tüketsin diye sunulmuş bir maldır. ‘Kitap’ adını taşıyor olması, onu kutsal bir varlık gibi görmenizi gerektirmez. Kitabın kutsallığı tarihin derinliklerinde kalmıştır. Artık sadece din kitaplarına ‘kutsal’ gözüyle bakıldığını unutmayın. Kitabın tahtına kimi oturtacağınız konusunda tereddüde kapılmanıza hiç gerek yok. Yanıt açık ve tektir. Elbette parayı oturtacaksınız. Kitap, saygı gösterilecek değil, satılacak bir şeydir. Yazacaklarınızı okumaya hazır bir kitle varsa siz niye bunu paraya dönüştürmenin yollarını aramayasınız? Hele her yazdığınızı övecek birilerini ayarlayabilirseniz yalnız edebiyat dünyasından değil, medya dünyasından da kimsecikler elinize su dökemez.”

Edebiyat üzerine kafa yoran, edebiyata değer veren ve sanatın diğer çeşitleri arasında bile edebiyatın biricikliğine inanan birinin, bir yazarın çizdiği bu tablo elbette düşündürücü; bir o kadar da korkutucu. Para… Şöhret… Kapitalizm… Herkes bunların peşinde!

Peki ya yazarın üzerine düşen vazifeler? Bunlar tümden yitip gitti mi yani? İyi edebiyat, kötü edebiyat zaten şurada dursun. Çok satmanın ya da popülerliğin, edebiyatın niteliğiyle ilgili olmadığını tecrübe ettik. Fakat edebiyatçının, hatta tek kalıba koyarsak sanatçının, topluma karşı birtakım sorumlulukları olduğunu göz ardı edebilir miyiz? Bundan böyle etmemiz mi gerekiyor? “Her yazar toplumcu olmalıdır!” ya da “Her yazar Edward Said gibi eline taş almalıdır!” demiyorum. Buna karşın, herdaim aydınlık tarafta olmayı dileyen bir edebiyatçının, topluma ve üzerine yüklenen vazifelere tâbi olması lazımdır. Salt paraya değil…

Bir süre güldüm, sonra karanlığa düştüm demiştim. Çünkü şunu sormadan edemiyorum: Hepçilingirler’in tiplediği yazar, bundan böyle duyup erişebileceğimiz tek yazar tipi mi?

 

 

 

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Helal olsun Hacı Anne!

SEVİN OKYAY – Müzik sever misiniz? Ne tür müzik seversiniz? Gözde döneminiz hangisi? Acaba edebinizle size uygun müziği mi seviyorsunuz; yoksa elâlemin, hatta Allah korusun, üçte bir yaşınızdaki çocukların müziğine mi el atıyorsunuz? Yapmayın, hoş karşılamıyorlar. O müziği yapanlar sizinle yaşıt olsa da…

26 Temmuz 2014

Ayıptır söylemesi, Caz Festivali’nin son haftasında önce bir caz solistinin herkese helal olduğu anlaşılan konserine, sonra da bir arkadaşla buluşup Metallica’ya gittim. Şaşacak bir şey yok, daha önce de gitmiştim. Guns N’Roses’a da. Yirmi bir yıl önceki o konserde bir kızın sahada “Helal olsun sana teyze!” deyişini iftiharla hatırlarım. O sırada saçlarım bu kadar beyaz değildi ama kafamda pembe pembe ışıkları yanıp sönen bir şapka vardı. Neyse…

Metallica, İTÜ Stadyum’daymış. O kadar yürüyeceğimi bilsem zaten gitmezdim. Aslında kapıdan sıvışma girişiminde de bulundum ama yanımdaki arkadaşım Sezgin bana engel oldu. “Abla, buraya kadar gelmişken…” Ee, ne? Sırtımda yumurta küfesi yok ya! Gelirim de, dönerim de.

Sonunda kuzu kuzu L tribününün yolunu tuttuk. Girişte biletleri kontrol eden kız, tam yirmi bir sene önceki kelimelerle, “Helal olsun sana teyze!” dedi. Ben hindi gibi kabardım, birbirimize hafiften el salladık. Derken benim solumdaki çimenlerde oturan bir rezil, “Bir dakika!” diye seslendi. “Hacı adayları burdan!” Yani öyle demiş. Ben onun ses tonundan her ne kadar işkillendimse de, Tanrı’nın yaşlılara bahşettiği nimetlerden biri olan sağırlık sayesinde ne dediğini anlamadım (Size bir sağırlık yazısı sözüm olsun.) Sezgin ona bir cevap verdi. Kulağıma “ikisi de olur, Allah, sen merak etme” gibi laflar çalındı. Fakat o da bir alçak! “Ne dedi?” diye sorunca “Bir şey yok abla,” diyor. Sonra anlaşıldı ki, Sezgin çocuğa kendisinin zaten hacca gittiğini, hem oraya hem Metallica’ya gitmenin tuhaf bir yanı olmadığını, Allah’ın da buna itirazı olmayacağını söylemiş, “Merak etme,” demiş.

Eh, haliyle insanın biraz morali bozuluyor. Gene de, önce Pentagram’ın (Pentagram rules!), sonra da pek sevdiğimiz Metallica’nın konserleri başlayınca da malum işaretle halkın coşkusuna ortak oldum. Grubu da eskisinden pek farklı görmedim. Doğrusu o noktada pek tuhaf bakan olmadı. Belki herkes ayaktayken benim daha çok oturmamı tuhaf bulan olmuştur. Yakın mesafeli ilişki konusunda daha başarılı olduğum anlaşılıyor.

Gene de anlamadığım bir şey var, baştaki konu yani. Neden herhangi bir müzik dinlemek istediğimde yerini-devrini şaşırmış dinozor muamelesi göreyim? O müziği yapan yaşıtlarım halen zımba gibi. Mick Jagger’ın sahne performansına ayak uyduramayacak gençler olduğundan eminim. Neden Ola Onabulé’yu (çok geniş volümlü sesi olan bir İngiliz caz solisti) her yaştan insan dinleyebiliyor da Metallica’ya yaş sınırı koyuyoruz?

Bunu sadece Neil Young’ın, Metallica elemanlarının, Rolling Stones’un benim yaşımda ya da neredeyse benim yaşımda olmalarına dayanarak söylemiyorum. Müzik, her tür müzik, yaş, dil, din, ırk kısıtlamaları olmadan dinlemek isteyen herkese ait olsun! Müziği güçlü, özel yapan da başka hiçbir şeye gerek olmadan herkes tarafından rahatlıkla dinlenip tadının çıkarılabilmesi değil mi? Ben neden bir caz standardını, free jazz örneğini, bir aryayı, klasik bir Türk müziği parçasını, bir türküyü, bir pop şarkıyı, bir ilahiyi aynı özgürlükle dinleyip, ondan zevk alma hakkından mahrum olayım ki? “Dinle de, ele güne rezil olmadan evinde oturup dinle,” diyen mi var? Öyleyse eğer, o da benim müziğimi istediğim yerde, istediğim gibi dinleme cesaretim işte. Bu haktan asla ödün vermeyi de düşünmüyorum. Yeter ki konser salonu çok uzakta olmasın, yürüme konusu hassas bir konu çünkü.

İsterseniz “hacı anne”nin nereden çıktığını da anlatayım. Sınıf arkadaşlarımla (70 yaş civarında oluyorlar) Edirne’ye gitmiştik. Haliyle, Selimiye’yi de görelim dedik. Arkadaşlardan Nur ve ben, hemen içeri giriyoruz sanıp başımızı örtmüştük. Bir başka arkadaşımız yanımıza gelip, “Sizi çok sevdiler,” dedi cami önündeki halkı kastederek. “Ne mümin kadınlar diyorlar. Hacı anne diyorlar.” Hemen ipi ucundan yakalayıp birbirimize ‘hacı anne’ demeye başladık. Bir ara ben başımı dönmüştüm. Baktım ki Nur sıkılmış, eşarbı çıkartmış. “N’aptın yahu Hacı Anne?” dedim. “Bir çuval inciri berbat ettin. Tak şunu kafana!”

Mesele budur.

---------------------------

Bunu okuyan bunu da okudu

Nasıl geçilir, nasıl?

22 Temmuz 2014 Salı

Nasıl geçilir, nasıl?

SEVİN OKYAY – Geçen gün bir uyarı gördüm. “Büyüme!” diyordu. “Bu bir tuzak.” Gerçekten de büyük tehlike, büyümek. Ama istediğimiz kadar büyümek de bizim elimizde. Öyle “içindeki çocuk” romantizmine kapılmadan çocuk kalabilirsiniz. Ama yığınınızı hazırladıktan, acılarınızı aradan çıkardıktan sonra.

İnsan dört tane 18 yaşında olup da geriye dönüp bakayım deyince, bazı dönemler, bazı iklimler ruha daha yakın geliyor. Bilinçli olarak değil ama… Ben İlk Romanım’ı ikinci defa yazdıktan sonra (ilki bir kaza sonucu sanal âlemde kayboldu), ilginç bir macerası oldu. Üç ayrı yayınevinden basıldı, sonuncudan üç baskı yaptı. Farklı kişilere, daha doğrusu farklı yaşta kişilere farklı şeyler söyledi. Benim için makbul olanı, fuarlarda standı dolduran kız çocuklarının cıvıl cıvıl sözleriydi elbet; ama büyüklerin de farklı talepleri olabiliyordu. “Neden,” diyorlardı, “bir de 13 yaşındaki halini yazmıyorsunuz? Annesiyle anlaşamasın, takışsın…”

Yani bilmiyorum, İlk Romanım’ı içinizde okuyan var mı ama, o kız, annesiyle zaten yeterince anlaşamaz. Hem ben onun o yaştaki halini, sanki masumiyetini tercih ediyorum. Sonra başka karakterler yazınca da, yaşı büyüteceğime indirdim. Bundan sonra da kitap yazacak olsam, herhalde küçük kızlar, oğlanlar ve hayvanlarla dolu kitaplar yazarım. O da bir tür fantastik dünya. Ama bunun nedenini ancak Ağaçtaki’ni okuduktan sonra düşündüm.

Herkesin hayatında darboğazlar, tehlikeli geçitler, fırtınalı sular vardır. Bazılarından bir daha geçmek istemezsin. Büyükler için en korkutucu dönem, anlaşıldığı kadarıyla, çocuklarının yeniyetme olduğu yıllar. Belki çocuklar için de öyledir. Ne de olsa, iyisiyle kötüsüyle alışmış olduğun çocukluk diyarını terk edip, bilinmezliklerle dolu bir başka diyara seyahat ediyorsun. Hatta seyahat de etmiyorsun, kendini pat diye orada buluyorsun. Her şey yabancı, annenle baban bile. Her şey ıstırap veriyor ama kaçıp güvenli bir yere sığınamıyorsun. Çünkü öyle bir yer kalmamış. Birden değişen annenle baban sana yardım edemiyor, hatta etmiyor. Tek umudun akranlarında, ama onlar da ayrı bir mesele. Eh yani, yeniyetme çağın rekabetleri başka yaşlarınkine benzemez.

Ne var ki, küçük çocukları yazmak istememin nedeni, benim de yeniyetmelikten çekinmem değildi. Zor olduğu kadar da eğlenceli bir dönemdir aslında. Oysa Ağaçtaki‘nde Pierre Anthon’un başlarını derde soktuğu arkadaşları için çocukluğa veda yılları eğlenceli olmaktan çok uzak. Pierre için, 68’de takılıp kalmış bir hippinin oğlu olduğu, babasıyla ve aynı kafadaki başkalarıyla bir komünde yaşadığı söyleniyor. Doğru mu, bilinmez. Evin bahçesinde yaşlı, eğri büğrü erik ağacı var. Pierre Anthon bir gün sınıfta çantasını toplayıp, hiçbir şeyin önemi olmadığını söyleyerek okulu terk ediyor. Gidiş o gidiş. Yukarıda adı geçen ağaca tırmanıyor, ham erikleri gelene geçene fırlatıp ısrarla her şeyin anlamsız olduğunu söylüyor. Hiç durmadan, bıkmadan, her gün söylüyor. Anlamsız, önemsiz, diyor. Kendinizi kandırıyorsunuz, diyor. Diyor da diyor. Sonunda arkadaşları ne yapıp yapıp onu ağaçtan indirmek zorunda olduklarına karar veriyorlar. Ne yapmalı? Onlar için anlam ifade eden şeylerden bir yığın oluşturup, bunu inatçı arkadaşa göstermeli.

Aslında, Pierre Anthon’un korkulacak bir yanı yok, sadece sinir bozuyor. Haklı olup olmadığı da şüpheli. Ama onun kalplerine saldığı korkuyla, birdenbire bir boşlukla karşılaşmak istemeyen çocukların anlam yığınını oluşturmak için birbirlerinden istediği şeyler de, tavırları da yer yer ürkütücü. Ben kendi payıma, hayatıma anlam katan bir değil pek çok şeyi o yığına ekleyebilirdim. Hem başka birinin “Her şey önemsiz, anlamsız!” demesine de aldırmazdım. Yoksa şimdi mi öyle geliyor? Hayır, her zaman bir anlam yığınına katacak birden çok şeyim olmuştur.

Öyleyse tehlike büyümekte mi? Geçen gün böyle bir uyarı gördüm. “Büyüme!” diyordu. “Bu bir tuzak.”  Gerçekten de büyük tehlike, büyümek. Ama istediğimiz kadar büyümek de bizim elimizde. Öyle “içindeki çocuk” romantizmine kapılmadan çocuk kalabilirsiniz. Ama yığınınızı hazırladıktan, acılarınızı aradan çıkardıktan sonra. Bir kere büyüme belasını atlatınca, beş yaşın sefasını gene sürmek mümkün.

19 Temmuz 2014 Cumartesi

“Zamanlı Zamansız” başlıyor!

Radyo programları ve çevirileriyle tanıdığımız gazeteci, yazar, eleştirmen Sevin Okyay, 19 Temmuz’dan itibaren her cumartesi edebiyat, sinema ve müzik üzerine yazılarıyla ON8 Blog’da, yeni köşesi Zamanlı Zamansız‘da!

 

15 Temmuz 2014 Salı

010 Ateşnefes

AHMET BÜKE - Teri ödenmeyenlerin ve ödenmeyecek olanların üstünde yürüyen bir memleketimiz var bizim. Sobaları ısıtan, suyu, ekmeği getirenlerin dili de, anlatısı da belki bu yüzden hep küçümsendi. Düşünsenize, Büyük Madenci Yürüyüşü’nü anlatan, ondan içlenen film, roman, öykü geliyor mu aklınıza?.. Ama madencileri ve onların hayatlarını iyi bilen ve dertleriyle dertlenen bir öykücümüz var: Ahmet Naim Çıladır

 

Dedem, “Ağustosun yarısı yaz, yarısı kış,” derdi. Ayın on beşi çıktıktan sonra kömür derdi alırdı bizim evi.

Belediye’nin deposuna gidilir, damperini henüz indirmiş eski kasa kamyonların arasından, yeni gelen Soma kömürlerine bakılırdı. Sipariş için fiş, vezneye ödeme, ödendi makbuzunu depo memuruna teslim, pancar motorlu kömür traktörü şoförüne elden bir ödeme daha… Sonra gelsin bekleme.

Yağmur yağmaz inşallah!

Yağarsa, hele de kömür evin önüne teslim edildiği gün yağarsa iyice rezillik. Öylece yanmaz. Serip kuruması beklenecek.

Bizim evin odun sobaları, Soma kömürü ilçeye gelmeye başladığı günden beri kaldırılmıştı. Yerini kovalı, tuğlalı, boğazdan burmalı, alttan nefesli kömür sobaları almıştı.

Sonunda vakti gelir: Kömür evin önüne yığılır. Kışlık iki ton!

Ev halkı eski elbiselerini giyer, başlar Buldan beziyle bağlanır. Telaş başlar. Önce iri adam kafası kadar olan parçalar teker teker kömürlüğe taşınır. Annem orada onlardan bir çevre yapar. Arkadan gelecek kömürün temelidir bu. İri gövdeleriyle yığını tutsun, kömür yayılmasın diye. Kışın sonuna doğru cephane azaldığında, keser tersiyle kırılıp parçalanacaklar ve soba kovalarının el altına konacaklar.

Sonra, kapı önündeki kömür en üstten başlayarak, yağ tenekesinden bozma kovalara küreklerle doldurulur. Tahtadan yapılma sapından tartılarak sırtlanır ve taşınmaya başlanır.

Yığın azaldıkça, aşağılara doğru indikçe kara bir bulut da yavaştan kalkmaya başlar. Eller yüzler kararır.

En dibe varınca, kömür tozuna iyice bulanmış taneler kalır. İşte o zaman bir inşaat eleği, dayağının yardımıyla dikilir. Ver edilir kömür iri gözlere. Elenir yani. Kalan parçalar yine kovalarla taşınır.

En sona, insanın ta içine kadar işleyen göz kırpıcı kömür tozu kalır.

O da atılmaz. Bir çuvala tepilir. Kaldırılır. Kömür tozu öyle kolay yanmaz sobada. Döküm kovaların içine uzun bir ağaç kütüğü konur. Etrafına kömür tozu dökülür, iyice bastırılır. Sonra kütük çıkarılır. Tozu, etrafını sardığı o hava boşluğu sayesinde sobada yakmak mümkün olur.

Bütün bu yük bitip, ev halkı termosifonlu banyoda iyice arındıktan sonra babam mutlaka şunu derdi:

“Biz taşırken yıldık, bir de bunu çıkaran var. Madencinin teri ödenmez!”

Teri ödenmeyenlerin ve ödenmeyecek olanların üstünde yürüyen bir memleketimiz var bizim.

Sobaları ısıtan, suyu, ekmeği getirenlerin dili de, anlatısı da, belki bu yüzden hep küçümsendi.

Düşünsenize, Büyük Madenci Yürüyüşü’nü anlatan, ondan içlenen film, roman, öykü geliyor mu aklınıza?..

Ama madencileri ve onların hayatlarını iyi bilen ve dertleriyle dertlenen bir öykücümüz var: Ahmet Naim Çıladır.

1904 doğumlu Ahmet Naim aynı zamanda maden işçilerinin hayatlarını da kaleme alan ilk yazar olarak kabul edilir.

Ahmet Naim’in madenci kahramanları Türkçe’ye “ateşnefes kütledi” yani “grizu patladı” sözünü kazandırdılar. Grizu için ateşnefes gibi güzel bir kelimeyi armağan eden bu yazar ne kadar az biliniyor bugün değil mi? Sözlüklerde de ateşnefes kelimesi hâlâ yok, maalesef.

Ahmet Naim’in ilginç ve bilinmeyen başka bir yönü de, 1938 yılında arkadaşlarıyla solculuktan tutuklanmasına rağmen, Doğu Dergisi’nde yazdığı Türkçü yazılarıdır. Bir ara da Adalet Partisi’ne kaydını aldırdığı bilinir. Bütün yaşadıklarımız memleketimizin verimli iklimine dahil işte. Ama bunlar onun kaleminin kıymetine halel getirmez elbette.

Kemal Anadol, onun için şöyle der zaten: “Kazmacısı, domuzdamcısı, lağımcısı ile Ahmet Naim’e kadar Türk edebiyatında iş kazası, göçük, grizu yoktur. Yerin altından çıkartılan cesetleri, saniyede yıkılan umutları, çıkıp giden canları, dağılan aileleri bize o tanıtmıştır.”

Ahmet Naim’in bilinen bazı öykülerini Can Yayınları, 2009 yılında Ateşnefes isimli kitapta topladı.

Çıladır’ın daha az bilinen bir eseri de “Yeraltında Kırk Beş Sene, 1886-1931” isimli nehir söyleşidir.

Bu kitapta Ahmet Naim, 10 yaşından itibaren ömrünün çoğunu madende işçi olarak geçirmiş Devrekli Ethem Yemelek Çavuş’u karşısına oturtur ve anılarını kâğıda geçirir.

Derlenen anılar ilk önce “Yeraltında Kırk Beş Sene” ismiyle 1936 yılında Bartın Gazetesinde tefrika edilir ve küçük boyutlu bir kitap olarak yayımlanır. 1962 yılında, Şirin Ereğli Gazetesi “Eski Bir Madencinin Hatıraları” başlığıyla yeniden tefrika eder.

12 Mart darbesi Ahmet Naim’in ailesinin üzerine de çöker. Evdeki tüm kitaplar, notlar ve oğlu Sina Çıladır’ın babası ile ilgili çalışmaları bir daha geri verilmemek üzere devlet koridorlarında kaybolur.

Sina Çıladır, babasının çalışmasını biraz da tesadüf eseri bulur ve toplumsal belleğimizin bir kısmı böylece yok olmaktan kurtulur.

Ethem Çavuş’un anılarından, kadın madencilerin de olduğunu öğreniyoruz. Hem de yeraltı amelesi olarak. En bilinenleri de Gülsüm Hatun’muş. Gülsüm Hatun, şafakta kandilini yakar, şalvarının kemerine azığını yerleştirir ocağa inermiş. Çavuş onu “Madenciliğin koca anası!” diye ünlüyor.

Bakın, neredeyse yüz yıl öncesinden Devrekli Ethem Çavuş ne demiş:

“Ocağa girerken biliyorsunuz ki, orada insanlar ölüyor! Ve ölüm hiç beklenmedik bir anda ve şekilde geliveriyor! Araba çatıyor, ateşnefes kütlüyor, taş düşüyor… Birer ikişer eksiliyorsunuz, kalanlar devam ediyor… Savaş gibi! Burada tabiatla savaşıyorsunuz, farkı bu!

İnsan her şeye alışıyor.. Zamanla ölüm korkusuna da alışılıyorsunuz.. Her şeyin bir sınırı var.. Korkunun da.. O sınır aşıldı mı, artık hürsünüz, korku morku kalmıyor; korkunun yerini bu sefer merak alıyor.. Ben bunu farkında olmadan yaşadım.. Yaralanmaları, ölümleri göre göre, artık bir tür duygu körelmesine uğruyorsunuz.. Köylünüz kazalanıp ölmüş.. Ölüm artık bir şey söylemiyor size.. ‘Nasıl ölmüş?’ sorusu daha ağır basıyor…” 

Hamiş: Ahmet Naim’in bu az bulunan eserini edinmek isterseniz Kradeniz Ereğlisi’nde Defnesanat Yayınları’na ulaşmanız gerek. İşte telefonları: 0372 312 10 08

 

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Çıplak yüzmek bir hak olmalı!

“Çıplaklar“, bireyi erken ve ergen yaşta boğarak büyütmeye çabalayan her şeye karşı sakin bir başkaldırı. Çek yazar “Iva Procházková“yla tanışıp giydiklerimizi ayrıştırmak için bir vesile.

(Radikal Kitap, Mehmet Erkurt, 11 Temmuz 2014)Yazının devamı için resme tıklayınız…

8 Temmuz 2014 Salı

009 Bir Takım Garip Şeyler

AHMET BÜKE 

Rahmetli babam, televizyon vitrininin bir gözündeki kitaplığından Safahat’ı çeker, bize hep aynı sayfayı okurdu. Gece İstanbul’un karanlık sokaklarında su dolu çukurlarda düşe kalka yürüyen adamın şiirini. Evcek gülerdik. Çünkü o yıllarda Gördes’in sokakları da böyleydi. Elektrik direklerindeki lambaların kahir ekseriyeti bozuk olurdu. Sonra mutlaka bana Orhan Veli’den bir şeyler okuturdu. En çok “Kuyruklu Şiir”i severdim. Oradaki ciğercinin kedisinin, Kasap Enver’in kapısında bekleyen tekirli, tek gözlü fırlamalardan hangisine benzediğini düşünürdüm sık sık.

Şiir bitince babam, “Garip işte bunlar. Gariban yani. Oku ama özenme sen. Hepsi aç ve genç öldüler,” derdi.

İstikbalimden hep çok korkardı babam. Niyeyse!

Orhan Veli’nin genç ve aç ölüşü dışında, aşk acısı içinde öldüğünü de biliyoruz.

Onun adını vermediği, kim olduğunu bulma işini edebiyat tarihçisine bıraktığı “sevgilisi” Nahit Hanım’a yazdığı mektuplar bu sene yayımlandı: Yalnız Seni Arıyorum (YKY).

“Nahit,

Bir haftadır senden haber alamıyorum. Vaktin mi yok, hasta mısın, yoksa kasten mi yazmıyorsun? Kısa da olsa cevabını beklerim. Gözlerinden öperim.” (İstanbul, 10 Şubat 1947)

Nahit Hanım, 2002 yılında bu dünyadan göçtüğünde Zeynep Oral köşesinde şöyle yazmıştı:

“Bundan iki ya da üç ay önce Balıklı Rum Hastanesi’nin bir odasında, Nahit Hanım’ın yatağının kenarına oturmuştum. Güneşli bir cumartesiydi. Eli avuçlarımın içindeydi. Yatağın ortasında minicik, hem de miniminicik kalmıştı. 90’lı yaşlara meydan okurcasına anlatıyor, anlatıyor, anlatıyordu. En çok, eski günleri anlatıyordu. Sevgiyi, güzellikleri, aşkı… Dostlukları, dayanışmayı, aşkı… Şiiri, edebiyatı, aşkı… Belki isimleri, zamanı, mekânları karıştırıyordu, ama duyguları kesinlikle karıştırmıyordu… Pencereden vuran ışık huzmesi, yatağın ortasında çırpınan minicik bir kuşun kanat ve yürek çarpıntılarını aydınlatıyordu. Güzel havalara veda zamanıydı… Yaşam, avuçlarımızın, parmaklarımızın arasından kayıp gidiyordu… Bunun o da, ben de farkındaydık…”

Nahit Hanım, Orhan Veli’nin hocası Halil Vedat Fıratlı’nın eşi. Bu kapalılığın ve katmerleşen sızının bir nedeni de bu olsa gerek.

Halil Vedat, 1921-23 yılları arasında İstanbul’da kesintisiz 42 sayı yayımlanan Dergâh mecmuasını çıkaranlar arasında yer almış. İstanbul işgal altındadır o yıllarda ve Dergâh, Anadoluculuğun en koyu savunucularındandır.

Derginin çekirdek kadrosunda Yahya Kemal, Fuad Köprülü, Ahmet Hamdi de vardır.

Bakın, Dergâh’ın çıkışını Mustafa Nihat Özön nasıl anlatmış:

“O vakitler İkbal Kıraathanesi vardı. Çarşıkapı’dan, Nuruosmaniye’den çıkınca sağ kolda. Askerden terhis olmuş iki kardeş açmıştı, orayı ilk kez. Biz de oraya dadandıktı. Adeta lokantamızdı. Çünkü beş kuruşa simit, çay, işte öğle yemeklerini öyle geçirebiliyorduk. Halil Vedat, Ahmet Hamdi, Kadri Yörükoğlu işte bütün üniversiteli arkadaşlar. Haşim (Ahmet Haşim) bile dadanmıştı oraya. O zaman Düyun-ı Umumiye’de çalışıyordu, çıkınca ilk işi oraya gelmekti. Haşim, dolayısıyla Abdülhak Şinasi de (Hisar) gelirdi. Meşhur Farsça öğretmeni Tahir Nadi (Divrikli) zaten oranın gediklisiydi. Eee, işte bizde dergiler ekseriya böyle bir ortamda doğar. Edebiyata, şiire, hikâyeye düşkün birkaç kişi bir araya geldi mi, ‘Haydi bir dergi çıkaralım’ derler. Bizimki de aşağı yukarı öyle oldu. Dergi çıkarmayı Halil Vedat ortaya attı. Derginin adı için orada bir sürü ad önerildi. Uzun bir liste ortaya çıktı. Sonunda ‘Dergah’ta karar kıldık.” *

İşte edebiyatçılar bugün de aşağı yukarı böyle dergi çıkarmaya karar veriyorlar. Birinin “Hadi” demesine bakıyor.

Halil Vedat, aynı zamanda 1922’deki, “Darülfünun Grevi” diye tarihe geçen üniversite direnişinin de baş örgütleyicileri arasındadır. Adı anılan olayda, Darülfünun öğrencileri işgali destekleyen öğretim üyelerinin istifalarını isteyerek uzun süre derslere girmediler.

Ama belki de Orhan Veli’nin, öğrencisi olmaktan en büyük mutluluk duyduğu kişi lise edebiyat hocası Ahmet Hamdi’dir.

Orhan Veli’nin edebiyat tutkusunu ateşleyenlerin başında sayarlar hep Ahmet Hamdi’yi.

Ama hep öğrenciler öğretmenlerinden etkilenecek değil ya, Ahmet Hamdi’nin de Garip şiirleri çıktı ortaya bu sene.

Orhan Veli arşivindeki, Mîna Urgan’a ait bir mektubun arka sayfasında, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Garip şiirini taklit ettiği sekiz kısa şiir eskizini Yapı Kredi Yayınları’nın iki aylık edebiyat dergisi Kitap-lık’ın Mart-Nisan 2014 sayısında okuduk.

Halide Edip Adıvar’ın asistanı ve şairin mesai arkadaşı Mîna Urgan, Tanpınar’ın bu şiir müsveddeleriyle dolu kâğıdı Ankara’ya, Orhan Veli’ye göndermiş.

Bir tanesi şöyle:

Mina cigara içiyorKaplan esniyorBen düşünüyorumÇayımız gelince hepimiz birden sevineceğizKim demiş ki hayat kötüdür

Kaplan, dediği Ahmet Hamdi’nin o zamanki asistanı Mehmet Kaplan.

Ahmet Hamdi, Orhan Veli’nin, Cerrahpaşa’daki son anlarında yanında olmuş.

 “Daha orta mektebin birinci sınıfında talebem olan Orhan’ı Cerrahpaşa Hastanesi’nde son defa oksijen çadırının altında yarı çıplak, güçlükle nefes alır ve o kadar güzel hayalleri yakaladığı dünyamızın yalnız akı görünen gözlerinden boşanırken gördüğüm günü hiçbir zaman unutamam. Şiirimize tatlı anlaşmazlığı ve lezzeti getiren zekâ, kendisi olmaktan çıkmıştı.” **

Kim bilir, belki elinden tutmuştur ve “Geçecek bunlar evladım. Dayan!” demiştir.

İşte bütün bunlar hep Garipliğe dair.

Her iki anlamda da…

 

* “Mustafa Nijat Özön’le Konuşma”, Ulusal Kültür (Üç aylık kültür dergisi), Yıl: 1, Sayı: 4, Nisan 1979

** Edebiyat Üzerine Makaleler, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh Yayınları, 2011.

    

Eğitimde Dönüşüm Zamanı

Akademik ve mesleki formasyon özelliğini giderek yitiren ve diplomanın ışıltılı imajıyla idare etmeye çalışan geleneksel eğitim sistemi, 21. yüzyılın yıkıcı inovasyonlarının tehdidi altında.

Birkaç gün önce Mustafa Aydın hocanın sosyal medyada paylaştığı “üniversitelerin geleceği” konulu bir The Economist analizini okuyunca, bir parçası olduğum eğitim sektörü üzerine uzun zamandır yazmadığımı farkettim. (Oysa yaptığımız ve yapmamız gereken ne çok şey var!)

Söz konusu analizde, 21. yüzyılın mevcut üniversite eğitim sistemi 3 yıkıcı dalga ile karşı karşıya. Bunların ilki, üniversite eğitiminin gerek artan maliyetler gerekse giderek azalan kamu ve özel fonlar nedeniyle yaşanmaya başladığı finansal sorunlar. İkincisi, İnternet ve mobil ağlar üzerinde geliştirilen online eğitim hizmetleri ve bunların sunduğu daha az maliyetli iş modelleri ile zaman-mekan sınırsızlığı avantajlarının mevcut eğitim düzeni üzerinde  oluşturduğu baskı. Ve son olarak da, Sanayii Çağı’nın 4-6 yıl süreli olarak planlanan “aşırı akademik formasyon” odaklı  ve 21. yüzyılın yeni meslek kollarının “kariyer-boyu-eğitim” ihtiyaçlarına yanıt veremeyen yüksek öğretim süreci. Dergi bu noktada “Peki giderek artan eğitim ihtiyacını kim çözecek?” sorusunu soruyor ve yanıtları dünyada yapılan çeşitli araştırmalardan derlediği istatistikler eşliğinde bulmaya çalışıyor.

Biz burada onlardan ayrılıp soruyu kendi penceremizden yanıtlamaya çalışalım; Yüksek öğretim sistemlerinde yerel konjonktür farkılıklarını bir kenara koyarsak (bu da nasıl olacaksa!), dünyanın hemen her yerinde geleneksel eğitimi Yeni Medya temelli eğitim ile harmanlama yaklaşımı artık kaçınılmaz hale gelmekte. Son 1 yıl içinde Kadir Has Üniversitesi’ndeki tabletli eğitim deneyimimiz ile öğrencilerimiz üzerinden topladığımız geri bildirim, anket ve 1 yıllık tablet verilerinden derlediğimiz analizlere göre, öncelikle eğitim sürecinin dijitalleşmesiyle ulaşım, kağıt ders ve sınav materyali gibi maliyetlerde ciddi azalma var. Özellikle tabletli ve mobil şebeke üzerinden erişilebilen eğitim öğrenciyi zaman-mekan açısından bağımsızlaştırmakta ve öğretmene dayalı zaman-mekan sınırlamasından kurtarmakta. (Öğrencilerimin %70i 1 yıl boyunca hiç kağıt kullanmadıklarını belirtti ve %45i de 1 yıl boyunca dersi sınıf dışından takip etti. Gerektiğinde görüntülü olarak sınıf dışından ders yayınına ve sınavlara katıldı ve %93ü 3G şebekesi üzerinden her zaman her yerde erişim olanağının derse ilişkin motivasyon ve verimliliklerini arttırdığı kanısında. Bu kanıyı destekleyen bir veri de, yıl boyunca verilen ödev, proje gibi sınav sorumluluklarını yerine getirme oranının klasik sınıf eğitiminde %50 iken tabletli eğitimde %85e çıkmış olması.)

Bu eğitim tarzının yaygınlaştırmasının başta üniversitelerin fiziksel alan maliyeti olmak üzere öğrenci ulaşımı, şehir ve hatta ülke dışı katılımlarla finansal açıdan rasyonel bir zemine doğru ilerleteceği aşikar. Bunun da ötesinde, sınıf duvarlarının zaman-mekan sınırlamasından kurtarılmış eğitimin Yeni Medya ortamında kayıt edilmesi ve çoklanabilmesi sayesinde fiziksel sınırlama nedeniyle verilemeyen birçok eğitimin dünyanın farklı köşelerinden, kişilerinden tedarik edilebilmesi olanağı da, 21. yüzyılın “kariyer-boyu-eğitim” ya da “yaşam boyu eğitim” kavramlarını da destekler nitelikte.

Ancak tüm bu olumlu faktörlere karşın dünyada Coursera, EdX, Udacity ve Udemy gibi isimlerle popülerleşen mevcut Yeni Medya temelli eğitim platformlarının en büyük sorunu, öğrenci-öğretmen, öğrenci-öğrenci etkileşimini yakalayamayan “soğuk ve mesafeli ekran önü” öğretim tarzı olmaları ve bu durumun öğrencilere üniversite havasını solumalarını sağlayacak sosyal çevre olanağını sağlayamaması. Bence Yeni Medya temelli eğitim geliştiricilerinin kaderini belirleyecek ve onların bir kısmını 2.0 dönemine taşıyacak en büyük farklılık, etkileşim ve sosyalleşme deneyimini gerçeğine en yakın şekilde yaşatacak çözümlerde olacak ve bu dönüşümü başarabilenler Yeni Medya temelli eğitimin yıldız oyuncuları olacak.

Bu konuda nasıl çözümler geliştirilmesi gerektiği ise önümüzdeki günlerde yazmak istediğim geniş ve derin bir başka yazının konusu.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Hoşça kal güler yüzlü “Canavar”

MEHMET ERKURT – Amerikalı yazar Walter Dean Myers 1 Temmuz günü 76 yaşında hayata veda etti. Sessizce gidiveren birçok yazar gibi… “Kısa süren bir rahatsızlık sonucu,” demiş oğlu Christopher. Dolu dolu bir ömür, bir kültüre damgasını vuracak derinlikte onlarca eser ve çaba, güler yüzlü ve güçlü bir aktivizm, derinine indikçe güzelleşen anılar için gencecik bir veda yaşı sayılır 76.

Türkçe’ye de çevrilen Canavar ve 1. Manga gibi, özellikle siyahi Amerikalı gençlerin zorluklarla dolu yaşamlarına odaklanan gençlik romanlarıyla tanınıyordu Walter Dean Myers. Çağının pek çok gençlik edebiyatı yazarı gibi, onun için de salt metin sınırlarında kalmak olası değildi. Yaşadığı toplumda iyileştirici ve dönüştürücü bir rol oynamaktan geçiyordu onun edebiyatı. Değer görüldüğü Newbery, Caldecott, Coretta King gibi önemli edebiyat ödülleri yanısıra, ABD Kongre Kütüphanesi (Library of Congress) tarafından seçilen üçüncü Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Elçisi’ydi.

Beş kardeşin dördüncüsü olarak 1937’de dünyaya gelen Walter Dean Myers, annesi öldüğünde henüz on sekiz aylıktı. İyi bir basketbolcu olduğu lise yıllarının ardından, on yedi yaşında orduya katıldı ve orada üç yıl geçirdi. Üniversitede okumak için yeterince parası olmadığını fark ettiğinde, gündüzleri çeşitli işlerde çalışıp, akşamları da öyküler ve şiirler yazdı; onları, aralarında Alfred Hitchcock Mystery Magazine’in de bulunduğu bazı dergilere gönderdi. 1969 yılında yayımlanan Where Does the Day Go? ile sponsorluğunu Irklararası Çocuk Kitapları Konseyi’nin (Council on Interracial Books for Children) üstlendiği bir yarışmada birincilik kazanması, Myers’ın yazı kariyerine parlak bir başlangıç yapmasını sağladı.

Gençler için yazmaya özellikle 70’li yıllarda başlayan Myers’ın romanlarında en sık rastlanan karakter tipi, şehir hayatında büyürken zor kararlarla ve durumlarla karşı karşıya kalan, bazen de sokak gerçeğini tüm sertliğiyle yaşayan siyahi çocuklar ve gençlerdi. Bu gençlerin sesi ve anlatılmamış öykülerinin kalemi olmaya gönül veren Myers, hayatı boyunca pek çok okulu, çocuk cezaevini ve ıslahevini ziyaret etti. Koşullar ne kadar güç olursa olsun, her zaman karakterlerindeki sevgi, merhamet, dostluk ve sorumluluk duygularını öne çıkarmayı, romanlarını her zaman umudun üzerine inşa etmeyi önemsedi.

110 basılı esere ve birçok farklı çalışmaya imza atan Walter Dean Myers’ın yazar ajanlığını uzun yıllar sürdüren Miriam Altshuler, yazar için şöyle diyor: “Walter Dean Myers son derece sevecen, pırıl pırıl, harikulade bir insandı. Seslerinin duyulmasına, öykülerinin bilinmesine ihtiyaç duyan çocukların ve gençlerin sözcüsü oldu. Eserleri gelecek nesillerle de yaşamaya devam edecek. Bunca yıl onunla çalışmış olmak büyük bir onur.”

Scholastic Inc.’ın başkanı Richard Robinson’ın sözleri de, Myers’ın edebiyata katkısını şöyle özetliyor: “Walter Dean Myers, ülkemiz çocuklarının farklılıklarının temsilcisi olan ödüllü kitaplarıyla, çocuk ve gençlik edebiyatının yüzünü değiştirdi. Diğer yazarları, editörleri ve yayıncıları da; yalnızca herbir çocuğun okuduğu öyküde kendisini bulabileceği kitaplar değil, aynı zamanda onların tüm potansiyellerini ortaya çıkarmalarına ilham verecek etkili ve büyüleyici kitaplar yaratmaya sevk eden, derinlikli ve sahici bir kişilikti. Walter’ın bir zamanlar söylediği, kitapların yaşamlarımızı bilgilendirici ve dönüştürücü gücünü kucaklamaya davet eden şu cümlesi benim için unutulmaz: ‘Ne zaman ki okumaya başladım, var olmaya da başladım.’ Onu hepimiz çok özleyeceğiz.”

Evet, güler yüzlü Canavar… biz diğer canavarlar seni, her türlü ötekileştirmenin karşısında netlikle ve içtenlikle duruşunu, gençlerin güçlü bir duruş ve sert bir bakışla kalkanlandırdığı duyarlılıklarını derin bir anlayışla ortaya koyuşunu, iki gözün tam ortasına sallanan bir parmak değil de bir omuzu sevecenlikle sıvazlayan kocaman bir el oluşunu, anlatımını ve anlattıklarını özleyeceğiz.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

008 Hacırahmanlı

Eskiden farklı saatlerim vardı.

Gündoğumuna yakın, pencerenin kızıllaşan perdesinin ardından günün ilk treninin çığlığı duyulduğunda, dedem Peynirci Arif namaz örtüsünü dürerdi. Sonra kasketini alır, nenemin geceden hazırladığı hamur dolu büyük tenceresiyle bütün gün mermer zeminde katmer açacağı dükkânına yollanırdı. İlçeye tütün parasına, pazara, iki metre basma pazene inen köylüler, ağır vücutlarıyla zamanlarını geçiren esnaf amcalar, öğrenciler, deliler gün boyu dükkândan eksik olmazlardı artık.

Ben bütün bunları bin defadır bilmiş halde yüzümü yıkarken yine çığlıklar gelirdi arka balkondan. Nenem parlak tencere kapağıyla kesip kızarttığı puf böreğini yediği sırada bir İzmir treni daha geçerdi. Balkona çıkardım. Koyu bir istim… Kargalar havalanmış. Kovalı yüksek çeşmeden su alan lokomotif yorgun bir ihtiyar gibi inlerdi. Akhisar İstasyonu’nda kadınlar, çocuklar, yoksullar, mutlu ve ölmek üzere olan insanlar inerdi.

Akşam yemeğini yerken dedem dayımın gelmemesine sinirlenirdi. Yorgun parmaklarını masada tıkırdattığı sırada Balıkesir treni geçerdi. Oysa dayım sabaha karşı ellerinde kostik ve boya lekeleriyle döndüğünde Soma kömür katarı çoktan kaybolmuş olurdu.

Ertesi sabah dedemin aldığı ikinci mevki biletiyle herkes bana uzaklaşırken demir yoluna varırdım. Raylara uzanıp uyumak hem en büyük hayalim hem de en büyük korkumdu. Tahtacı İsmet’in iki oğlu gözümün önünde kaç kez rayların arasına yatmışlar, sonra üstlerinden geçen katarın ardından kalkıp gülüşmüşlerdi. Galiba o zamanlardan kaldı, çok sevdiğim şeylerden çok korkmam.

İlk gelen trenle tek başıma İzmir’e yollanırdım.

İkinci mevki bilet, kompartıman demektir.

Kompartıman bir çeşit evdir. Tren de bir ülkedir aslında.

Faruk Duman, “Tren, yalnızca yolcuları taşımaz kuşkusuz; irili ufaklı ‘belirtiler’ de trenle taşınır,” der.

Benim de taşıdığım çeşitli belirtiler vardı o yaşta. Örneğin, kamu idaresine duyduğum tedirginlik. Çünkü her an elinde yasal delgisiyle bir kondüktör gelebilir ve bilet kontrolü dışında delirebilirdi de misal.

Şaka değil, bir kere tren Akhisar’ı geçmiş ve Kayışlar istasyonuna varmak üzereydi ki, kompartımana gelen yaşlı görevli aniden başındaki şapkayı attı ve kendini pencereden sarkıtarak bağırmaya başladı:

“Amirim, adım Ali Bakır’dır. Görevlerim, sorumlu olduğum trenin vagon numaralarını kendisine verilen iş emrinden öğrenmek, eksiklikleri revizöre bildirmek, vagon kapılarını kapatmak, tren harekete hazır olunca gündüz düdükle , gece fenerle tamam işareti vermek, ara istasyonlarda inen ve binen yolcuları tespit etmek, bilet kontrolü yapmak, bileti olmayanlara cezalı bilet kesmek ve ücretini tahsil etmek, hasılat listesine yazmak, inecek yolcuların biletlerini toplamak…”

Koşan geldi. Zor çevirdiler adamcağızı.

Meğer karısı ölmüş. Aylardır trenden inmiyormuş eve gitmemek için.

Aslında tren yolcularına ait öyküleri en güzel Kemal Varol bilir. Çünkü o bir demiryolcu çocuğudur.

“Babam trenin neden hareket etmediğini tekrar tekrar anlatır ama benim sabırsız bacaklarım koltuğa basarak camın kenarındaki yemek masasına tutunur ve etrafı süzen şaşkın gövdeme dayanak olurdu. Yol tutmasına iyi gelen naneşekeri, ilk kez gördüğüm oyuncaklar, trenin beklediği şehirle özdeşleşmiş yiyeceklerden satan seyyar satıcılar, etrafta dolaşan dilenci ve deliler bir trenden inip diğerine binerken daha da sabırsızlanır ve daha gerilere, demiryolu lojmanlarının penceresinden garda bekleşenleri izleyen memur ve işçi çocuklarıyla, yani yolun sahibi olmalarına rağmen yola çıkamamış çocuklarla, göz göze gelirdim.” (Memleket Garları, İletişim Yayınları)

Benim trenle taşıdığım bir başka “belirti” de çok sevdiğim bir yazarın yakınından geçmenin heyecanıydı.

Makine, Akhisar’dan sonra Kapaklı, Kayışlar, İshakçelebi’yi geçer ve kalbimin attığı istasyona uğrardı: Hacırahmanlı.

Hacırahmanlı’da kim vardı biliyor musunuz?

Avniye’den doğma, Hamdi’den olma Yusuf Ziya Atılgan.

Atılgan, 7 Haziran 1921’de Manisa’nın Göktaşlı Mahallesi’nde küçük bir evde açıyor gözlerini. Babası aşar* memuru. Doğduğu günlerde Yunan ordusu geri çekilirken Manisa’yı da yakıyor. Annesi onu alıp Spil Dağı’nda saklıyor. Sonra harabeye dönen evlerini bırakıp Manisa’nın 20 km uzağındaki Hacırahmanlı Köyü’ne yerleşiyorlar. Babası memurluğu bırakıyor; bir bakkal dükkânı işletmeye başlıyor.

Belki de bütün bu zor günler yüzünden Yusuf Atılgan suskun bir çocuk olur. Yetişkinken de onun hep az konuştuğunu söylerler.

Az konuşur, belki az yazar ama çok okur.

15 Haziran 1959 yılında Varlık Dergisi’nde onunla yapılan söyleşide şunları söylemiş:

“Okumayı severim, çok okurum. Bunu söylemek bir çeşit övünmek midir, bilmem. Kimileri hiç okumadıklarını söyleyerek övündüklerine göre. Batı’dan olsun, bizden olsun beğenerek, severek okuduğum yazarlar vardır. Dostoyevski, Gide, Montherlant, Camus, Sartre, Simenon, Huxley, Joyce, Green, Capote, Sait Faik, Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç gibi. Benim bir de hayranlıkla, hatta kıskanarak okuduğum iki yazar vardır: Çehov, Faulkner. Okuyanı, anlattıkları ortama katıveren, onu yarattıkları kişilerin yaşayışına, duygularına ortak eden bu iki sanatçı, söz sanatının ereği buysa, varmışlar bu ereğe. Görece bu yargılar, biliyorum ama söylemeden edemedim. İşte çok sevdiğim ozanları saymadan da edemeyeceğim: F. H. Dağlarca, B. Necatigil, M. Eloğlu, E. Cansever, T. Uyar, C. Süreya.”

Tren Hacırahmanlı’dan kalkarken, her defasında aynı hüznü yaşardım. Yusuf Atılgan yine yoktu istasyonda. Oysa bu defa emindim, deve tüyü takımı ve kasketiyle trene binecek ve bizim kompartımana oturacaktı.

Onu göremedim hiç.

Ama rahmetli babam, Manisa Şehir Kulübü’nde briç oynarken Yusuf Atılgan’ı izlediğini söylerdi. Belki o da hiç görmemişti de Yusuf Atılgan’ı tanımadan ölmek istemeyenlerdendi. Babamın bir de savı vardı. Anayurt Oteli’nin asıl adı Anavatan Oteli idi ve Manisa Garı’nın hemen karşısındaydı. Ortaokula giderken, birkaç defa orada kaldığını söylerdi.

Bunu Halil Abi’ye ilk fırsatta sormayı düşünüyorum.

Halil Abi, dediğime bakmayın, Halil Şahan’dan bahsediyorum. Yusuf Atılgan’ın Hacırahmanlı’dan öğretmen arkadaşı. Uzun yıllar ahbaplık etmişler ve mektuplaşmışlar.

O mektuplar kitaplaştırıldı şimdi: “Sevgili Halil Kardeş”: Köye Mektuplar (Edebi Şeyler Yayınevi)

Yusuf Atılgan’ın, hepsi de “Sevgili Halil Kardeş”le başlayan mektuplarında bir tanesi şöyle:

“Adam Yayınları’ndan toptan ayrılmaya başladığımızı sana yazmış mıydım? Neyse, ay sonunda oradan ayrılıp, ay başında Can Yayınları’nda Erdal Öz’ün yanında aynı koşullarla işe girdim. Yayınlara gelen kitapları okuyup dil düzeltmeleri yapıyorum. Şimdilik yorucu değil.”

Halil Abi ile geçen haftalarda Manisa’da buluştuk. Kitaba girmemiş bir dolu anısını anlattı. “Aman abi,” dedim. “Bari ölmeden bunları okuyayım. Mutlaka yaz.”

Düşündü şöyle bir. İnşallah Yusuf Atılgan’a benzemez suskunluğu…

Son bir şey, 1959 yılındaki Varlık söyleşisinde Yusuf Atılgan’a hikâye ve roman konusundaki gelişmeleri de sormuşlar.

El cevap:

“Romanın yakın bir gelecekte hem nicelik hem nitelik bakımında hikâyeyle şiir alanındaki yüceliğe erişeceğini sanıyorum. Son yıllarda bir Kemal Tahir kazanmak az şey değildir. Hikâyeyle şiir normal gelişimlerini sürdürüyorlar. Bence bu, bir duraklamadan çok bir aramadır. Genç kuşak boyuna bir şeyler arıyor. Aşırı biçimciliğin şiirimizde birtakım yeni ‘mazmun’lar yaratma eğiliminden yana değilim, ama biçim kaygısıyla yapılan aramalara karşıt da değilim. Zaman, yeni bir diyeceği olmayıp da işin kolayına kaçanları ayıklayacaktır. Daha şimdiden gerçek değerler kendilerini belli etmiyor mu!..”

 

* Türkiye’de 1925 yılına kadar toplanan, tarımsal ürünün onda birine karşılık gelen vergi.