26 Nisan 2014 Cumartesi

Suça batarken hayat akıyor

Bazı insanlar vardır, birileri hakkında düşüncelerini ve yargılarını döküp saçarken “s” harfine basa basa başlarlar cümlelerine, “Kes-sin bu işte onun parmağı var!”, “Kes-sin o yapmıştır bunu,” gibi. Bu insanları bir kitaba, yan rollere dağıtırsanız ne olur? Daniel Höra, Türkçeye çevrilen Buraya Kadarmış‘ta, bir cinayet anlatısından yola çıkarak önyargıların ve verilmiş hükümlerin bir hayatı nasıl da kolayca harcayabileceğini anlatıyor bizlere. O “Kes-sin…” diye lafa başlayan çokbilmişlerin tanıklığında.

(Erdi İnci, Radikal Kitap, 25 Nisan 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

24 Nisan 2014 Perşembe

Çocuklar gitti ve bize Turgut Uyar okumak kaldı

Bugün 23 Nisan. Çocuklardan bahsetmenin tam da sırası…

Türkiye coğrafyasında, ta en başından beri zorbalığın karşısında dimdik duranlar hep çocuklar oldu. “Karşı durma”nın salt fikir ve beden üstünlüğüyle değil, çocukça da olabileceğini biz onlardan öğrendik. Gezi’nin mizahı belki de buradan doğdu. Devletin ve diğer karanlık şeylerin kâbuslarına karşı aydınlığı doğuran, günahsız çocukların hayalleriydi. Bu hayaller bazen sakıncasız sorularla, bazense çocuklara özgü o masum bakışla gün yüzüne çıktı. Ve karanlık korktu, bu güzelim aydınlıktan, çocukların gülüşünden korktu. Vurdu onları. Hiç şüphe etmedi; Uğur’u 13 yerinden, bizi her yerimizden vurdu…

Çocuklar şort giyerdi. Onları üniformalılar vurdu… Takım elbiseli adamlar büyüdü ve çocuklar öldürüldü. Takım elbiseli adamlar büyüsün diye, çocuklar öldürüldü… Bizzat karanlık tarafından, rüyalar düşme hissiyle sona erdirildi. Günün birinde yoksul bir çocuk çıkar da o koca koltuklarda oturan takım elbiseli adamların suratına kar topu fırlatır diye, bütün yoksul çocukların eldivenleri alındı. Pes etmedi ama çocuklar, çıplak ve kızarmış elleriyle kar topu savaşını sürdürdü. Berkin yaşasa, Roboskî’de öldürülen arkadaşları için bir kar topu savururdu karanlığa ve boşa gideceğini kimse iddia edemezdi. Ama Berkin’i de vurdular.

Çocuklar gitti ve bize Turgut Uyar okumak kaldı. Her çocuğun ölümünde “Kıştan Kalan Soğukluk”un son dizesini hatırlamak, geriye dönüp “boktan kışlara” lanet etmek kaldı. Ama Çocuk Bayramı kutlamak kalmadı. Şükür ki kalmadı…

Ceylan’ın ve Enes’in bayramıydı 23 Nisan. Bayram kutlamak onların da hakkıydı. Sabahki müsamerelerin heyecanıyla uyumalıydılar gece. Uyandırmadılar…

Yüzlerinde esamesi okunmayan utançlarını kimbilir nereye saklayan adamlar bayramlarını gasp etsin diye ölmedi o çocuklar. Kürsülere çıkıp konuşsunlar, “Çocuklar bizim geleceğimizdir” yalanını söylemeye yüz bulabilsinler diye ölmediler.

Biz 23 Nisan’da gülelim diye hiç ölmediler.

Ağlayalım demiyorum ama… gülmeyelim de. Onlardan kalan mirasla, umutla, şiire de yüklenelim; bu kez Ece Ayhan okumak kalsın bize. “Meçhul Öğrenci Anıtı”nın son dizesini hatırlamak kalsın. “Devlet dersinde öldürülmüş” her bir çocuğun gülüşüne kuşlar uçuralım…

 

22 Nisan 2014 Salı

Müge İplikçi’yle İzmir’deyiz!

Güzel bir telaş aldı bizleri yine. Bursa’yla açtığımız 2014 fuar sezonuna İzmir’de devam ediyor, okurlarımızla buluşmanın verdiği hazzı bu kez Ege’ye taşıyoruz. Çalışanından okuruna, İzmirli ne kadar arkadaşımız varsa şimdiden planlarını yaptı. Kimi ailesine ve arkadaşlarına haber verdi, kimi eski okullarından öğretmenleriyle iletişime geçti, hepsi de fuar süresince İzmir’in ve kitapların tadını çıkarmak için hazırlıklarını yaptı. On gün boyunca İzmir’deyiz, bekliyoruz.

Fuar bu sene daha bir büyüdü. Yani daha çok kitap göreceğiz. Biz ON8’likler de, nereye gidersek gidelim, yayınevlerinden arkadaşlarımıza uğramayı çok seviyoruz. Neler yapıyorlarmış, en son ne okumuşlar, stantlarındaki yeni kitaplar hangileriymiş, fuar hakkında ne düşünüyorlarmış… Kitapları onlardan almaksa, bambaşka bir zevk. Anlayacağınız, bu büyük yayıncı ve okur buluşması, biz ON8’likler için aile mensuplarının bir araya gelmesi gibi.

İzmirli okurlarımız, bugün taptaze rafa çıkan, henüz matbaa kokulu Ağaçtaki’yle bir fuar standında ilk buluşan kitlemiz olacak.

Elbette Müge’miz… Dost canlısı yazarımız, sevgili Müge İplikçi’miz de güleryüzüyle İzmir’de olacak. 26 Nisan Cumartesi, saat 13:00’de, okurlarıyla hem kitabı Saklambaç üzerine konuşacak; hem de “genç okur olmak nasıl bir şeydir? hangi kitaplar, gençlerin ne şekilde yanındadır?” gibi sorular üzerine kafa yoracak.

Lafı uzatmayalım, “Neredesin Firuze?”yi hatırlayalım. Erkekler korosu, “İçim ürperiyor, ya evde yoksan?” diye şarkı söylerken, Demet Akbağ o şuh kahkahasını patlatır ve “Ben hep buradayım çocuklar!” der ya, biz de İzmir’deki okurlarımıza diyoruz: “Biz fuar boyunca hep burada olacağız gençler!”

Bekleriz…

BitCoin biter mi?

Geçtiğimiz günlerde ardarda yaşanan gelişmeler, geçen yılın yıldız yatırım aracının sonunun geldiği söylentilerini arttırdı ancak…

“Finans sektörü BitCoin konusunda ikiye ayrılmış durumda; geleneksel ekolden gelen kesim, bunun bir balon olduğunu ve bir süre sonra arkasında pek çok BitCoinzede bırakarak patlayacağını savunurken, İnternet dünyasının dinamiklerine aşina öteki kesim ise fsiber dünyaynın farklı alanlarında BitCoin kullanımının artmasıyla fiyatının daha da yükseleceğini iddia ediyor.

Kişisel olarak kendimi ikinci gruba yakın hissetsem de, BitCoin’in özelikle dolaşım miktarının sınırlı olması nedeniyle bir para birimi kimliğinden uzaklaşarak altın, gümüş gibi bir yatırım enstrümanı olma özelliğinin ağır basacağını ve giderek artacak oynaklığı yüzünden arkasında epey kırık kalp bırakacağını düşünüyorum.

Ancak bu kötümser öngörüm bile, BitCoin kavramını ortadan kaldıracak nitelikte değil! Aksine mevcut işleyişin yaratmakta olduğu devasa finansal balon karşısında tüketicilerin, BitCoin gibi hacmi sınırlı bir sisteme bile ‘tutunacak bir dal’ olarak baktıklarının ve böyle bir sistemi yaşatabileceklerinin bir kanıtı.”

BitCoin’in geleceği üzerine 4 ay önce Bloomberg Businessweek Türkiye için yazdığım ve blogumda da paylaştığım bu yazının ardından dünyanın finans gündemine oturan siber para birimine ilişkin geçtiğimiz aylarda önemli gelişmeler yaşandı. Önce BitCoin alım-satımlarının üçte ikisinin yapıldığı Japonya mahreçli sanal döviz bürosu Mt.Gox’un iflas etmesiyle hesaplarında tuttuğu yüzbinlerce yatırımcıya ait yaklaşık 750.000 BitCoin (bu aralar 500 milyon dolara karşılık geliyor) ve BitCoin alımı için Mt.Gox’a yatırılan miktarı belirsiz milyonlarca dolar ‘yok oldu’ ve siber para biriminin değeri hızla düşmeye başladı. Şubat ayı başında 800 dolar civarındaki alım-satım değeri, Mt.Gox’un iflas açıklamasının ardından bir ara 400 doların altına düştü. Ancak BTCe, BTC China gibi büyük Bitcoin alım-satım oyuncularının desteğiyle yeniden toparlanarak Mart ayına 600 dolar civarı bir seyirle girdi ama Nisan ayında yine 450 dolar seviyelerinde dolaşıyor.

Peki bu gelişmeler ne anlama geliyor? İlk olarak BitCoin’in bir yatırım aracı olarak kullanılamayacağını söylüyor bizlere. Kenarda kıyıda duran birikimini buraya yatırmak isteyenler için kumardan farksız BitCoin. Sistemi merak eden ve ilgisi olanlara, ancak ve ancak tamamen gözden çıkartılabilecekleri cüzi bir miktarı BitCoin’in işleyişini tecrübe etmek için kullanmalarını öneririm.

Bunun dışında ‘BitCoin bitti mi?’ diye soranlara da, ‘BitCoin biter mi?’ şeklinde bir soru ile yanıt vermek isterim. Bir finansal sistemi ayakta tutan en önemli unsur güvendir. Bu da, kimi zaman onun arkasında duran Merkez Bankası, Kredi Kartı şirketi, banka gibi kurumlarla  kimi zaman da onu destekleyen piyasa oyuncuları ve alıcı-satıcılarla sağlanır. Evet, Mt.Gox’a güvenen yüzbinlerce yatırımcı şu anda mağdur durumda ancak mevcut finansal sistemde de batan bankalar ya da krize giren devletlerin vatandaşları benzer durumları yaşamakta. BitCoin ile ilgili güven unsuru, işte tüm bu kriterlere göre tesis edilecek ya da edilemezse sistem çökecek. Şu an itibarıyla siber para birimi, ilk ve en büyük sistemik krizini atlatmış görünüyor ancak ‘sağlığını geri kazandı mı?’ sorusunun yanıtını vermek için henüz erken.Kamuoyunun merak ettiği bir diğer husus da, BitCoin’in bu düşüşünün finans piyasalarının nasıl etkileyeceği. Halihazırdaki küçük büyük tüm iniş çıkışlarını göz önüne aldığımızda bile BitCoin piyasasının değeri 5 ila 10 milyar dolar bandında seyretmekte. Oysa dünya finans piyasalarında sadece nakit olarak dolaşan minimum para hacmi bile 1 trilyon doların üzerinde ve tüm finansal araçlarla birlikte sağlanan dolaşım hacmi ise 3 katrilyon dolarlık (devasa bir balona dönüşmüş) bir mertebede. Dolayısıyla, halen emeklemekte olan Bitcoin vb. siber para birimlerinin bugün itibarıyla küresel finans piyasalarına bir etkisi olması beklenmemeli. Ancak BitCoin’in daha gelişmiş ve güçlü versiyonlarının önümüzdeki yıllarda piyasalarda daha güçlü etkileri olacağını söylemek mümkün.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Sydney – New York – yirmi dört saat

“Midem ağzıma gelmek üzereydi. Yanımda, etrafımda, benimle olan herkese, her şeye ölesiye nefret duyuyordum.Annem yıllar sonra karşıma geçmiş ve makineliye bağlanmış gibi, takır takır her şeyi anlatıyordu. Ben de üçüncü sayfa gazete haberi dinler gibi ağzım açık kalakalmıştım.” (Mevzumuz Derin‘den…)

(Nihat Ziyalan, Aydınlık Kitap, 18 Nisan 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

17 Nisan 2014 Perşembe

Hayatınız anlamlı olmak zorunda değil

Bu cümleyi, yani “Amaan her şey boş”u ya mezarlıkta, ya bir felaket sonrasında ya da rakı masasında duymaya alışmışsınızdır. Ama mesela, her şeyin tıkır tıkır işlediği anda ofiste, zor. Oralarda her şey anlamlıdır, her şey aşırı anlamlıdır. Bir bakış, bir gülüş, bir jest, bir hareket… Hatta bir değil, bin anlamlıdır. Anlamla örülü dünyalarımızda, anlam fetişisti gibi dolanır dururuz.

(Elif Türkölmez, Milliyet Kitap, 16 Nisan 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

15 Nisan 2014 Salı

Vay benim ergenime!

Geçenlerde karşılaştığım bir öğretmenle sohbet ederken, önceki yazılarımdan birinde değindiğim benzer bir konunun içinde bulduk kendimizi. Bizim ve bizden önceki nesillerin Ayşegül ve Cin Ali dizilerinden doğrudan klasiklere geçişimiz, ergenlik dönemlerimizdeki ruhsal ve fiziksel değişimlerimize eşlik edecek, gençlere hitap edebilecek kitapların yoksunluğu –daha doğrusu o zaman Türkiye’de böyle eserlerin yayınlanmaması– ve ebeveynlerin bu konuları tabu sayıp, çocuklarıyla konuşamaması sonucunda çocukların nasıl da yalnız kaldıkları üzerine uzunca dertleştik.

Peki, varlığı bile hâlâ büyük (!) tartışmalara yol açan şu “gençlik edebiyatı” nedir, ne değildir sorusuna nasıl cevap verebiliriz? Tür sınırlaması yapmak, neyin o tür içinde neyinse dışında olacağına karar vermek; sadece “gençlik edebiyatı” özelinde değil, bütün edebiyat türleri için de benzer bir karmaşaya yol açıyor. Gençlik edebiyatına bir sınır tanımlarken, örneğin, şu hep konu edilmiş ölçütlerin hangisini doğru kabul edecek, hangilerine öncelik vereceğiz? Bir “genç” tarafından yazılmış olmasına mı? Başkarakterinin ilk gençlik yıllarındaki bir birey olmasına mı? Yazarın yaşından bağımsız olarak, gençlik meselelerine bir şekilde değinmesine mi? Edebiyat eleştirmenlerinin özellikle genç okurlara önermiş olup olmamasına mı? Gençler tarafından okunması gereken kitap, gibi bir öneri listesine girip girmemesine mi? Belli bir yaş için yazılmamış olmasına, ve yetişkinler için pazarlanmasına rağmen o günkü genç nesil için daha güçlü anlamlar taşıyor olmasına mı?..

Tüm bu sorulara yeterince yanıt aramamışken daha, “gençlik edebiyatı” olarak konulandırdığımız –ya da konulandırılmış– kitapların çoğunun sürekli paradoksal değerlendirilmesi de ilginç. Örneğin şu, “Gençlere gençliği anlatanlar kim, yetişkinler mi?” sorunsalı. Gençlerin kendilerini kendi aralarında tartışıp ortaya koymalarıyla, onlardan farklı bir nesli yaşayan yetişkinlerin gençlere gençliği anlatmaları elbette ayrı durumlardır. Burada yetişkinler olarak gençliğe dokunabilmek, kuşkusuz, o yazarın yaşanmışlıklarından, kendi gençlik deneyimlerinden geçmek zorundadır. Ancak her neslin kendi dili, kendi kültürü, kendi amaçları ve dertleri de göz ardı edilmeyecek gerçeklerdir. Bir dönem yolu Backstreet Boys’la kesişmiş olan bizlerin, şimdiki neslin One Direction dinlemesini anlayamamamız ve bu kültüre onların yaklaştığı gibi yaklaşamamamız, bunun çok doğal, anlaşılabilir, ama bir o kadar da aşılabilir olduğunu görebilmemiz, aslında tam da söylemek istediğimi örnekliyor.

Diğer bir paradoks da, yetişkinler olarak “gençlere gençliği anlatma” halinin bir “üstten duruş” sergileyebilmesi ve gençlere, “Bakın, aslında sizin bu konuda bazı dertleriniz var ve bunlar üzerine de düşünmeniz gerekiyor,” diyen yetişkin sesin bir “otorite” tınısında ifade bulabilmesi. Bunun daha uç noktası, elbette, “Siz aslında bu olmalısınız,” ya da “Siz aslında tam olarak busunuz,” diyen tanımlayıcı yetişkin sesi… Bu yönden bakıldığında “gençlik edebiyatı”, yazarın kendi kafasında yarattığı “ideal genç” nesli oluşturmak için kullandığı bir yazı alanı olarak da görülebiliyor. Yani, yine One Direction örneğine dönersek, bugünkü gençlerin One Direction dinlemesini anlamayıp, “Backstreet Boys yine daha iyiydi” duygusunu baskılamak da aynı kapıya çıkar. Bu, bugünü tamamen kendi geçmişine çekme hali, gençlerin “entellektüel ve kültürel birikimini sağlamaları amacıyla” planlanmış (!) 100 Temel Eser gibi listeleri meşru görmekten çok da farklı değil.

O halde, neler olabilir “gençlik edebiyatı” diye adlandırabileceğimiz bir edebiyat türünde? Akla ilk gelen, değişimler… Gençliğin başlıca gerçeklerinden birine odaklanacaksak, “büyümek” gerçeğini göz ardı edemeyiz. Büyümekse başlı başına bir değişim olduğu gibi, yığınla değişimi de beraberinde getiriyor. Seksek veya futbol oynadığımız arkadaşlarımızın yerini yavaş yavaş, daha sıkı ilişkiler kuran, daha çok “sır saklayan” arkadaş gruplarına evrildiği bir çevrenin anlatıldığı kitaplar sayılabilir mesela. Görkem Yeltan’ın Bez Ayakkabılılar‘ını okumuş muydunuz? Ya da On8 Kitap’tan çıkan, dört farklı yazar tarafından ele alınmış, dört gencin başından geçen olayların anlatıldığı Mavi Kirazlar serisini?

Ailenin anlatıldığı kitapları sayabiliriz. Tuzaklara düşmeden ama. “Kimse beni anlamıyor ya!” diye kapıyı çarpıp odasına kapanan o “karikatürize” edilmiş ergeni dışlayan aile yapısından çok; o ergeni aile içinde yeniden konumlandıran ya da en azından nasıl konumlandırabileceği üzerine kafa yoran aileleri de bir ihtiyaç ve olasılık olarak göstererek. Zira sürekli karikatürize ederek bir noktadan sonra aşağıladığımız genci ne anladığımızı iddia edebiliriz, ne de ona, ona dair bir şeyler anlattığımızı. Bir Adım Daha‘daki Nance, O.D. ve Seannie’nin yaşadıkları, tam da anlatmak istediklerimi özetleyen hikayelerden geçmiş üç farklı karakter olarak çıkıyor karşımıza.

Kitap fuarında karşılaştığım 15 yaşında bir genç, kadın ya da erkek, “Kanka o değil de, asıl önemli olan birisiyle çıkmak,” diyorsa, ona bu samimiyetten, bu ifadeden, bu aşktan azade bir kitap önermenin ne faydası olabilir? Konuları, dertleri, gerçekleri, “Tukaka!”, “Günah!”, “Ayıp!”, “Rezalet!” diye tabulaştırmanın, sessizleştirmenin, bu sansürler yoluyla gençleri kendi çabamızla sterilize etmenin beyhudeliği, saçmalığı ve zararı artık fazlasıyla gün yüzüne çıkmış durumda. En azından konuşuyoruz bunu. “Gönül ferman dinlemiyor,” diye şarkı söylerken, başka gönüllere tasma takmaya çalışmak sizce de ironik değil mi? Ellen Wittlinger‘ı okumadıysanız ne demek istediğimi tam olarak anlatmış sayılmam. Günışığı Kitaplığı‘ndan çıkan Zor Sevgiler ve Elden Düşme‘deki baş karakterlerin ilk aşklarını o masum yaşlarıyla beraber tatmaları… Biz de bunları yaşamamış mıydık?

Kimseye, hele de gence, “Bak, senin için şöyle bir kitap yazılmış, okumalısın,” demenin işe yarar tarafı yoktur. Böyle bir yaklaşım, yetişkinlerin yine kendi aralarında tasarlayıp, kendi aralarında planlayıp, gençleri yine dışarıda bırakıp, onları nesneleştirdikleri ve haklarında sürekli ahkâm kestikleri bir metin türü yaratmaktan öteye geçemez. Gencin yönelimine, sorularına, meselelerine, duygusuna hitap edebilen bir kitabın –ister şiir, ister roman, ister fantastik kurgu, ister bilimkurgu, isterse ütopya ya da deneme olsun–  “genç için” gibi aşırı “tepeden” bir iddiayla yaratılmış herhangi bir metinden çok daha “gençlik edebiyatı” ürünü olacağı açıktır.

(Bu yazı 14 Mart 2014 tarihli Sabah Kitap ekinde yayımlanmıştır.)

Görsel: Wallsave

12 Nisan 2014 Cumartesi

Bağlantıyı Kesme Hakkı

21. yüzyılın bilgi ve iletişime dayalı rekabet ortamı, işveren ile çalışan arasında bir türlü kesilmeyen bir bağlantı yarattı. Peki bu ‘bağlantı’ ne derece sağlıklı?

Geçen hafta önce Fransa’da Bilgi ve İletişim Teknolojileri sektörünün iki işveren ve işçi sendikası, “çalışanların mesai saatleri dışında e-posta ve telefon çağrılarına yanıt vermeme” hakkını güvenceye alan bir mutabakata imza attılar. Hemen ardından da, Almanya’da Çalışma Bakanlığı, “şirket yöneticilerinin çalışanlara mesai saatleri dışında e-posta atmasını ve telefonla aramalarını” yasaklayan bir yönerge yayınladı.

Zamanlaması manidar bu iki peşpeşe gelişme, özellikle bilgi-iletişim, bankacılık-finans, telekomünikasyon, medya ve yayıncılık gibi Yeni Medya araçlarını yoğun kullanan hizmet sektörlerindeki çalışanların, uzun yıllardır halı altına süpürülen sorunlarını da gün yüzüne çıkardı. Söz konusu sektörlerdeki yoğun ve dozu artan rekabet, bu rekabetteki en önemli unsur olan çalışanların iş yükünün giderek artması gibi ‘önemsiz’ bir gelişmeyi de beraberinde getirdi. Bilgi ve iletişim teknolojilerinde sağlanan gelişmeler ile İnternet’in zaman-mekan sınırı tanımayan olanaklarının patron ve yöneticiler tarafından etkin kullanılmaya başlanması, çalışanların üzerine adeta bir kabus gibi çöktü. Önceleri kendilerine ‘hediye edilen’ bilgisayar ve akıllı telefonların büyüsüyle iş süreçlerinin kendileri lehine özgürleşeceğini hayal eden çalışanlar, mesai saatlerinin dışına taşan e-posta, telefon, SMS trafiği sonucu, özel yaşamlarının ellerinden alınarak, yaşamlarının merkezine iş hayatlarının oturtulduğunu çok geç farkettiler.  Oysa onları akşam arayıp sabaha rapor, sunum isteyen patron ve yöneticiler, durumdan son derece hoşnuttu. Yaşam tarzlarının giderek bireyselleştiği ve ‘her koyunun kendi bacağından asıldığı’ bir ortamda, duruma itiraz eden ‘birkaç çatlak ses’ de, ya ‘bonuslarla’ ya da ‘sürüden ayırılarak’ susturulabiliyordu zaten. Aşırı çalışma ve odaklanmanın yarattığı ruhsal ve fiziksel sorunlar varmış, kimin umurunda! Çalışan kalır, yoksa diğeri gelir.

İşin aslında herkes için vahim sonuçlar doğuracağı, verilen iş yükü çalışanların ruhsal ve fizyolojik sınırlarına dayanıp zorlanmalar başlayınca, fark edilebildi. İlk büyük sarsıntı, 2008 ve 2009 yıllarında France Telecom şirketinde yaşandı. İki yıl içinde 10dan fazla çalışanın intihar etmesiyle gözler, bir anda şirkete çevrildi. Açılan soruşturmalar sonucu, şirketin bir kaç üst düzey yöneticisi görevden uzaklaştırıldı ve özellikle bir yönetici hakkında polis soruşturması yapıldıysa da bu, kamuoyunu tatmin etmediği gibi dönemin Sarkozy iktidarı ciddi tepki ve eleştiri aldı. Uygulanan yaptırımın bir çözüm olmadığı ise, yine aynı şirkette sene başından beri sayısı 10a ulaşan yeni bir intihar dalgasıyla ortaya çıktı. Öyle anlaşılıyor ki, Fransa’da ve peşinden Almanya’da alınan bu güvenceler, biraz da  bu olayın Fransa kamuoyunda yarattığı tepkiye karşı derhal devreye sokulmuş. (Ve sanırım biraz detaylı araştırılırsa buna benzer ne vakalar ortaya çıkar dünyanın dört bir yanında!)

Kuşkusuz bilgi ve iletişim teknolojileri, İnternet ve mobil ağların hayatımızdaki yeri önemli ve kurum ve kuruluşlar bunu kendi iş süreçlerinde birer rekabet unsuru olarak kullanmalı. Ancak bunun işverenler tarafından çalışanlar aleyhine istismar edilmesinin, uzun vadede adeta bir bumerang gibi kendilerine geri dönmesi de, somut bir gerçek!

Bu bağlamda iş hayatında Yeni Medya araçlarının kullanımına ilişkin rekabet ile çalışanın huzuru arasında hakkaniyetli bir yaklaşıma ve mutabakata ihtiyaç var.

Patron ve yöneticiler mesai dışında çalışanlarla bağlantıyı kesmedikleri taktirde kesilen, ‘bindikleri dal’ olacak!

10 Nisan 2014 Perşembe

Biz hâlâ mutluyuz

Çünkü #Gezi, Gezi Parkı’nda kalmadı bizler için. O havayı derin derin soluyan bizler, dönüşmüş moleküllere sahibiz artık –en azından, Gezi’nin “özgürleştirici ve buluşturucu” etkisinden radyoaktif tehlikeymiş gibi söz edip de onu lanetlemeyen ya da sessiz sessiz kaçmayan bir kısmımız için, bu böyle.

Talihsiz ve karanlık beyanlarıyla omuriliğimizi titretmeyi sürdürürken “beylerimiz”, kitapların kurtarıcılığına ihtiyaç artıyor. Hatırlamaya, sakin sakin düşünüp, sakin sakin konuşmaya da.

Gezi’nin en hareketli günlerini izleyen birkaç hafta, Gezi üzerine bir şeyler okumak hiç ama hiç içimden gelmemişti. Gezi bizim her günümüz, her ânımızdı zaten. Uzakta olduğumuzda bile o kadar çok izliyor, konuşuyor, paylaşıyor ve düşünüyorduk ki, hiçbir kitabın, hiçbir statik anlatının bize onu aktarabileceğine inanmayanlardan biri de bendim. Biraz da hızın ve sahadaki soluksuz kalışların verdiği yanılgıydı bu, tabii.

Sahalardan görece uzaklaşmamız ve sakin adımlar atmamız gereken günler birbirini izledikçe, bu kitaplara döndüm yeniden. Önce Murat Özbank’ın yazdığı Gezi Ruhu ve Politik Teori’yi okudum ki, politik teori deyince geri geri koşmaya başlardım normalde. “Neeğ, onu da mı bilmiyorsun!” diyen ağız ve bakışlarla dolu ülkemde, bu konuda bir şey okumak da sormak da ego mukavemetini doğrudan ilgilendirir, malum. Ama Murat Özbank’ın tarzı da, yazdıkları da, konuya bakışı da beni o kadar “mutlu” etmişti ki.

Ne yaşadığımızı, onu yaşarken bir bütün olarak görüp anlamlandırmak kolay değildir ya hani, Murat Özbank’ın kitabı, soluklanarak düşünmeyi ve yaşadıklarımızın dünya mirasındaki olası yerini ufak ufak görmeyi mümkün kılıyor.

Yerel seçimleri bir türlü geride bırakamadığımız, ama usulsüzlükler, adaletsizlikler, utanmazlık ve havayı cıvaya çeviren şu yoğun riyaya bulanmış günlerimizde, Gezi Parkı’na daha kesin ve sağlam bir dönüş yapmaya olan ihtiyacım arttı. Önce Emre Kongar ve Aykut Küçükkaya’nın yazdığı Gezi Direnişi: Türkiye’yi Sarsan 30 Gün – Artık Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak’a gitti elim. Küçükkaya’nın yazdığı günce bölümünü okuyup, Kongar’ın kuramsal ele alışına kafa yormayı düşündüm. Ama hemen yanında, başka bir cümle çekti dikkatimi: BİZ ORADA MUTLUYDUK

Müge İplikçi’nin, rafımda beni sabırla bekleyen kitabında aynen bu yazıyordu: Biz Orada Mutluyduk: Gezi Parkı Direnişindeki Gençler Anlatıyor. İşte bu, “mutluyduk”tu beni cezbeden. Önce mutluluğu hatırlamaktı ihtiyacım. Keskin değil, kesin bir dönüş.

İplikçi’nin kitabını okumak, Gezi’ye kesin bir dönüş, çünkü “gençler anlatıyor” bu kitaptakileri. İçinden, tam göbeğinden, hayatlarının değişik noktalarına vuran yansımaları ve yankılarıyla söz ediyorlar Gezi boyunca yaşadıklarından. Sürece istekle dahil olmanın onlarda ve çevrelerinde yol açtığı dönüşümü paylaşıyor, duygularını gizlemiyor, Gezi’nin insanı sağaltan iletişim kabiliyetini tekrar gözler önüne seriyorlar. İplikçi’nin samimi tınısı, güler yüzü ve sesi, cesur ama baskı kurmayan soruları, konuları da duyguları da açtıkça açıyor.

Kitapta, yirmi gençle yaptığı söyleşileri bir araya getirmiş İplikçi. Farklı ideolojilerden, kültürlerden, aktivizm kollarından yirmi genç, Gezi deneyiminin, kişiye özel olduğu kadar ortak ruhunu da yansıtıyor. Hangi dönüşümlerin ve yaklaşımların genele yayıldığını, hangilerinin görece özelde kalabileceğini, hangileriyle ortaklaştığınızı gördükçe gülümsüyor, sinirleniyor, seviniyor, durağanlaşıyorsunuz. Hepsi de o kadar iyi geliyor, “bağzı” şeyleri o kadar canlı tutuyor ki.

“Biz orada mutluyduk” belki de Gezi sürecini en güzel özetleyen cümle. Öfkeliydik, tehlikedeydik, ama çoğumuz hiç olmadığımız kadar bir aradaydık. Bizi ayırdığını sandığımız duvarların bir üflemeyle yıkılabileceğini görmek o kadar rahatlatıcıydı ki. Ezberin eziciliğinin kilo kilo azaldığını hissetmek o kadar soluklandırıcıydı ki… Bu duygular geçmez, geçemez. Hatırlandığı sürece, onları ve süregiden etkilerini kimse dizginleyemez. Hatırlamasmaksa, eh, hem imkânsız hem de ayıp. Potansiyelimize ayıp. Elimizden alınan canlara ayıp. Hem de çok, ama çok ayıp.

Türkiye’de bizler, hâlâ Gezi’deyiz. Bir şekilde uğramamış, uğratılmamış olanları da Gezi’ye, bambaşka gezilere, inatla davet ediyoruz.

Biz hâlâ mutluyuz. Bekleriz.

4 Nisan 2014 Cuma

YAKINDAAğaçtaki

Tutunduğun anlamlar uğruna neyini verirdin?

“Kızmaya değer şeyler olacaksa, sevinmeye değer şeyler de olacaktır. Sevinmeye değer şeyler olacaksa, demek ki o şeylerin de bir anlamı olacaktır. Ama öyle şeyler yok bu dünyada!” Sesini bir ton daha yükseltip, “Birkaç yıl sonra hepiniz ölecek, unutulacak ve hiçbir şey olacaksınız; onun için, kendinizi buna bir an önce alıştırmaya bakın!” dedi.

İşte o an, Pierre Anthon’u o erik ağacından bir an önce indirmemiz gerektiğini anladık.

Her gün yapmakta olduklarımız, üstünde fazla kafa yormadan sürdürdüklerimiz, bir şey ya da biri olmak için… Ya günün birinde, “Her şey anlamsız,” diyen biri çıksa, buna ne kadar dayanabiliriz? Yayımlandığından bu yana tüm dünyada gençlerin büyük ilgisini toplayan ve çeşitli dillere çevrilen romanda, Danimarkalı yazar Janne Teller, naiflikle gerçekliğin arasında, kan dondurucu bir nihilizmin sınırlarında geziyor!

3 Nisan 2014 Perşembe

‘Buraya Kadarmış’

Almanya’nın varoşlarında yaşayan bir grup gencin ama daha çok Alex’in hikayesi. Schwedt, eski Doğu Almanya’ya bağlı olan küçük bir kasabadır. Alex, eski bir mühendis olan babası ve bir türlü geçinemediği ablası Nora ile birlikte yaşamaktadır.

(Cumhuriyet Kitap, 3 Nisan 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…