Zamanında Türkiye’de yayına girmiş ama tutmamış bir yerli dizide, karakterlerden biri diğerine başından geçen olayları, uğradığı tacizleri, yediği dayakları; o an kapalı kapılar ardında yaşadığı aşkı ve bu aşkın yarattığı tehlikeleri anlatırken, en sonunda, bütün bunların sebebini tek cümleyle özetleyivermişti: Bu ülkede eşcinsel olmak suç.
Bu “suç”a bulaşmış insanların çoğu, çevresindekilerin bundan haberleri olmaması için ellerinden geleni yapıyor. “Suç”larını ötelenerek, karanlık diyarlara sıkıştırılarak, yani bir nevi Gregor Samsa gibi hamamböceklerine dönüştürülerek, yer altında yaşamaya itiliyor.
Bunun yanında, çocuklarının ve yakınlarının kimliklerini, yönelimlerini kabullenip onların yanında duran insanların olduğu hikâyelere pek rastlamıyoruz. Belgesel sinemacı ve akademisyen Can Candan, bu değinilmeyen, bu anlamda pek az bilinen konuyu Benim Çocuğum belgeseliyle anlatıma kavuşturuyor.
Lambdaistanbul LGBTT örgütüyle birlikte yıllardır çalışmalarını sürdüren LİSTAG (LGBTT Aileleri İstanbul Grubu) bünyesinde özveriyle çalışan cesur ve gönüllü birkaç ebeveyn, yüzlerini saklamadan kamera karşısına geçiyor ve başlıyorlar anlatmaya. Çocuklarının cinsel kimliklerini ilk nasıl öğrendiler? Başta nasıl tepki verdiler? Bu durumu nasıl kabullenmeye başladılar? Neleri göğüslediler ve şimdi ne yapıyorlar? Tüm bu sorulara, belgesel boyunca teker teker cevap veriyorlar.
Belgeseli izledikten sonra beni en çok düşündüren konu, LGBTT olmanın beraberinde getirdiği yük, bu yükün nasıl büyüdüğü ve paylaşıldığıydı. Çünkü –bilineni bir kez daha söylemek zorundayım– bu ülkede “farklı” olmak kolay değil. Bazen taşıyamayacağın öyle yüklerin oluyor ki, nefes aldığın her an bu yüklerle baş etmek zorunda buluyorsun kendini.
Benim Çocuğum’u uzun uzadıya anlatmak, belgeselin detaylarına ve içindeki anlatılara dalmak olacağından, kısaca bu “yük” meselesine odaklanarak süreci özetleyebiliriz: Deneyimi, bizzat ebeveynlerin dilinden dinliyoruz belgeselde. LGBTT bireyler, yani çocukları, bir şekilde “farklı” olduklarının ayırdına varıyorlar ve bunu ya kaldıramıyorlar ya da kaldırmakta zorlanıyorlar. Bir süre sonra aileler işin içine giriyor, durumu öğreniyor ve bu yük onlara da geçiyor. Bu kez de ebeveynler düşünmeye başlıyor elaleme ne diyeceklerini. Sonra, dinledikçe, izledikçe ve anladıkça, yaşadıkları kırılmalarla farkına varıyorlar ki, LGBTT bireyler “ne yanlış ne de yalnız” bu dünyada. İşte o zaman şunu diyebiliyorlar: “Biz de ebeveynler olarak bu mücadelenin içinde, çocuklarımızın yanında olmalıyız.”
Bir mücadeleye girişildiği zaman, hele de bu mücadelenin eylem ve yüzleş(tir)me boyutuna dahil olunduğunda, yandaş bulmak en zor ama en önemli aşamalardan biri. Bu yüzden LGBTT mücadelesi, mücadelenin yandaşı olarak merkezi, yani aileyi kapsarsa, bu ülkede daha da güçleneceği ve çok daha hızlı sonuçlar elde edeceği bir gerçek. Bundan dolayıdır ki, Türkiye’deki LGBTT mücadelesinde LİSTAG’ın kendine edindiği görev son derece önemli.
LİSTAG, genel anlamda LGBTT mücadelesi içinde yer almanın yanında, çocukları kendilerine yeni açılmış (yani kimliğini, yönelimini açıklamış) ailelere, bu süreçteki zorluklarla mücadele etmeleri için destek olan, yardım ve dayanışma sunan bir grup. LİSTAG’da çalışan aileler, yakınlarının LGBTT bireyler olduğu gerçeğini kabul eden diğer ailelerle deneyim paylaşımında bulunuyor. Kendi yaşadıklarından yola çıkarak onlara hem yardım ediyor, hem de LGBTT kimliğine sahip olmanın ne anlama geldiği ve hangi gerçekleri içerdiği noktasında onları bilgilendirip, endişelerini dinleyip, kırılma noktaları üzerine tartışarak, aralarına yeni ailelerin katılmasını sağlıyor. Bir anlamda, yardım ve destek yoluyla çoğalıp, kendilerini katbekat güçlendiriyorlar.
Önemli bir şeyi daha öğreniyoruz Benim Çocuğum’da: Ailelere açılmak için ille de akademisyen, entellektüel, kentsoylu ebeveynlere sahip olmak gerekmiyor. Basmasıyla, tülbentiyle ve gayet mutlu bakan gözleri ve gururlu tınlayan sözleriyle, “Ben oğlumun bütün sevgilileriyle tanıştım,” diyen teyzemiz, genellikle küçümsenen o “cahil”, “anlamaz”, “ahlak bekçisi” Anadolu insanının, yeri geldiğinde kim olabileceğini de gösteriyor bize.
O halde şunu diyebiliriz: Kimsenin doğduğu andan itibaren antifaşist, antimilitarist, antiseksist, antihomofobik olmadığı, Benim Çocuğum’la bir kez daha kanıtlanıyor. Yaşadıkça öğreniyoruz bunları. Bu yüzden, Benim Çocuğum’u, trans çocuğuna ilk kez sutyen giydiren o annenin gözünden izleyebilir ve hissedebilirsek, işte o hiç bilmediğimiz ya da bildiğimizi sandığımız öyküyü dinlemiş oluruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder