22 Şubat 2014 Cumartesi

Yalandan tuğlaların gevşek harçları

Kendimize kurguladığımız yaşam(lar)ın, ona yüklediğimiz söylemlerin kardığı harcın bazen ne kadar dayanıksız olabileceğini görmek, gerçekten ürkütücü. Sahip olduklarımız ya da olduğumuzu sandıklarımız, amaçlarımız ya da amaç diye önümüze koyduklarımız, var oluş sebeplerimiz ya da öyle görmek istediklerimiz, elimizden bir bir kayıp giderse ne yaparız? Nance’in ve sevgilisi OD’nin dramı da bu, belki.

(Erdi İnci, Aydınlık Kitap, 21 Şubat 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

İnternet’in Altın Madeni

Facebook anlık mesajlaşma servisi WhatsApp’ı 19 Milyar dolar ödeyerek satın aldı. Peki neden?

Kadir Has Üniversitesi-Turkcell Akademi işbirliği ile bu dönem vermeye başladığımız ‘İnternet ve Mobil Pazarlama’ dersinde geçen hafta son dönemin trendlerinden içerik pazarlama (content marketing) konusunu ele aldık.

Derste öğrencilere, 21. yüzyılda pazarlama odağının, markaların kendi ürett(irdi)ği ve ağırlıkla geleneksel medyalarda yaygınlaştırdıkları reklam bazlı içerikten kullanıcıların Yeni Medya’da onlar hakkında ürettiği içeriğe doğru kaydığını anlattıktan sonra, “Kullanıcıların ürettiği bu içerik, tüketicinin satın alma kararında daha fazla rol oynamakta giderek belirleyici olmakta. Burada markanın sorumluluğu, olabildiğince çok sayıda içeriğin markanın hedefleri doğrultusunda üretilmesini sağlamakta. Bunu yapmak için ise, kullanıcının ürün ve hizmete ilişkin gelen geri bildirimleri rasyonel bir değerlendirmeyle organizasyonun iş sürecine yansıtmak gerekli ancak tüm bunlardan sonra bile iş bitmiyor aksine yeni başlıyor. Bir sonraki adım da, içerikten öte o kullanıcının içeriği nasıl bir ortamda hangi dinamiklerle ürettiğini anlayıp analiz eden ve bunu bir bağlama oturtarak pazarlama stratejisi geliştirebilen bir anlayışı geliştirebilmekte. İşte içerik pazarlamadan bir sonraki aşamaya, ingilizcede context marketing olarak tanımlanan ve türkçeye bağlamsal pazarlama olarak çevirebileceğimiz kavramı geliştirebildiğimiz takdirde geçebiliriz.” şeklinde uzuun bir anlatımla dersin sonuna geldim. Öğrenciler çıkmaya hazırlanırken, henüz son sözünü söylememiş hoca edasıyla şöyle bir soru sordum: “Gelecek haftaya kadar bana içerik pazarlamadan bağlamsal pazarlama aşamasına geçişin olmazsa olmazını tek sözcüğü yazıp gönderene bonus not vereceğim!”

Öğrencilerim, yazılarımı ne kadar takip ediyorlar bilemiyorum ama doğru yanıtı buraya yazayım; VERİ.

Veri kavramını ve önemini bu sayfalarda birçok kez yazdım anca geçen hafta yaşanan bir gelişme adeta bunun ispatı oldu; Facebook’un 16+3 milyar dolar ödeyerek anlık mesajlaşma platformu WhatsApp’ı satın alması, İnternet ve ekonomi-finans çevrelerinde epey tartışıldı. 450 milyonla neredeyse Facebook’un yarısı kadar ama çok daha fazla vakit geçiren genç bir aboneye sahip WhatsApp’ın ayrı bir hizmet olarak devam edeceğinin açıklanması ile Mark Zuckerberg’in bu parayı neden ödediği ve bu parayı nasıl geri kazanacağı üzerine epey spekülasyon yapıldı. Kişisel olarak, bu sorunun yanıtının da derste öğrencilerime sorduğumun yanıtı ile aynı olduğunu düşünüyorum:)

Kuruluşundan bu yana yaptığı her şirket satın almasında Facebook’u, adeta yeniden yaratan ve büyüten bir simyacı Mark Zuckerberg. 2009 yılında aldığı entellektüel tartışmaların sosyal medyası FriendFeed’in like butonu, başlık açma ve içerik akış ekranı gibi özelliklerini Facebook’a taşıması sayesinde 1 milyar kullanıcı barajını geçerek dünya İnternet’inin zirvesine kurulmuştu. Geçen yıl satın aldığı Instagram’da ise farklı bir yol izleyerek hizmetin özerk bir fotograf-video tabanlı  sosyal medya olarak platformu olarak büyümesine izin vermiş ancak hafif bir entegrasyonla kullanıcıların Facebook ve Instagram hesaplarının eşlenmesini ve albümlerinin her iki platformda da görünmesini sağlamıştı. Bu sayede bir çok Facebook kullanıcısı Instagramla tanıştı ve abone sayısı 1 yılda 30 milyondan 130 milyona çıkarken Facebook’un içerik ve veritabanı çok daha zenginleşti. Bu iki örneğe bakarak WhatsApp’ta ne yapılacağını yorumlarsak, bence Zuckerberg WhatsApp’ı Instagram’dan daha özgür bırakacak ancak oradaki kişisel bilgiler ve sohbet içeriği Facebook’un veritabanına akacak ve herkesin profili daha da netleşecek. Son dönemde yaş ortalaması giderek artan ve gençlerin yavaştan terk etmeye başladığı Facebook, Instagram ve WhatApp ile birlikte oluşturduğu armada sayesinde her kitleye hitap eden ve sürekli güncellenen merkezi veritabanından kurum ve kuruluşlara veri üreterek onların kendi tüketici kitlesiyle bağlamsal pazarlamaya olanak tanıyacak şekilde buluşmalarını sağlayacak.

Örneklersek; WhatsApp’da arkadaşınızla ne tip ayakkabıdan hoşlandığınızdan söz ediyorsunuz. Facebook’a girdiğinizde ya da cep telefonunuza gönderilen bir notifikasyonla bu ayakkabıya ilişkin bir teklifle karşılaşacaksınız. Teklifin size en uygun zaman-mekan ve diğer koşullarda gönderilmesini ise, Facebook’un merkezi veritabanındaki bu bilgilerle hesaplanacak. Bu ise, ödenen 19 milyarın çok ötesinde bir adım!

Tabii bunlar kullanıcı açısından neler getirir ve götürür orası ayrı bir tartışma ama ‘21. yüzyılın altın madeni nedir?’ sorusunun yanıtı hep aynı:)

19 Şubat 2014 Çarşamba

Sen dur, ben utanırım

Günaydın herkese.

Bugün Ertem Eğilmez’in doğum günü. Hafize Ana’nın zilini duyar gibiyim, ofisin koridorlarında yankılanıyor sanki. Kahkahası da cabası. Şimdi genç bir güruh uyansa, “kızlı-erkekli” kavgalar olsa, sonunda iş muzipliğe bağlansa ve birlikte dersler kırsak…

Ama bu duyguya geçmek biraz çaba istiyor. Utancı failince duyulmayan hoyratlıkların, suçların, yıkım ve cinayetlerin ülkesinde yeni bir hafta daha başladı dün ve dinemiyor öfke.

Önümüzde yeni kitaplar, yeni yazarlar, yeni konular ve sorular. Ama önümüzdekilere konsantre olup onları en önemli görebilmek, bizim için asıl zor zanaat.

Gençliğe dokunan bir edebiyatın arayışıyla debelenirken, gençleri harcayanların utanmazlığıyla küçülüp silikleşmemek çok zor.

Gencini sevmeyen, sevmemeyi telkin eden ve bundan zerre utanç duymayan Bey’leri izlemek son derece iç kaldırıcı.

Genci bulup, onunla insanı ve edebiyatı konuşmak isteyenlerle, gencin mezara girip bulunmaz hale gelmesini isteyenlerin aynı sokaktan yürüyebildiği bir gezegenin bu tuhaf toprağında, bazen biz de bilemiyoruz sabahları nasıl karşılayacağımızı.

Bu hafta da, kendini ilkbahar sanan ve hormonlarla kimyagerlik oynamakta inat eden bir kışın içindeyiz. Bu hafta da yağmur çiselemeyi unutmuş, göz pınarları da kurumayı.

16 Şubat Pazar günü, “Türkiye için Adalet, Fenerbahçe için Adalet” yürüyüşüne katılan on binlerin Ali İsmail Korkmaz’ı anmak için attıkları tezahüratı duyup da titrememek çok zordu. Tabii ki titredik yine, ruh mahkûm.

Fenerbahçe-Kasımpaşa maçındaki 34. dakikanın vuruculuğu yine bambaşkaydı. Ürperticiydi. Bilindikti ve yitirilmeyesiydi.

Renklerin ya da takımın heyecanı değildi bu; kesinlikle değildi. Ben ve benim gibi, bırakın renkleri, meşin top geni dahi gelişmemiş bireyleri ekranlara, seslere, sokaklara, ortak duygulara bağlayan şey, bambaşka bir ateşti. Kökeni içimizdeki insanlığa, kararlı kıvılcımı 2013 yazına dayanan bir ateş.

Tribünlere gelen Korkmaz ailesini görüp de yutkunabilmemiz hepten imkânsızdı. Sadece hüzün değil ki, utanç da vardı işin içinde. Utanmayanlar yerine duyduğumuz utanç. Öfkemize ve haklılığımıza ihtimal vermeyen, sadece diş gıcırdatan bir gölgeörücüler grubuna bakıp da duyduğumuz utanç.

“Benim seçmenim”ler ve “benim insanım”larla birilerini sahiplenir görünüp, tersine geleni dışlamaktan ve birbirine kırdırmaktan fazlasını yapmayan Bey’ler adına duyulması kaçınılmaz utanç.

Çünkü bu utanç tablosunda, en azından birileri utanmalı.

Bu ara, ON8 tayfası olarak Doğu Almanya’nın bir gettosundayız. Tesadüf ya, bağlam genç-adalet-(ön)yargı üçgeni. İnsanın hoyratlığı, yine yargısız infaza verdiği öncelikte çıkıyor ortaya. Toplumun ciddi bir kısmı desen, genci yalnız bırakmakta çok usta. Umut, ancak bellibaşlı bireylerde gösteriyor kendini. Ve onların bir araya gelebilme olasılığında. Bazen bir arkadaş, bazen bir sevgili, bazen bir öğretmen, bazen de elini doğru zamanda omzuna koymayı bilen bir baba.

Özetle, kötü şeylere rağmen iyi şeyler yapmaya devam. Yazıya eşlik eden fotoğraftaki güzelliği kalıcı, acıyı da duyulur kılarak çalışmak.

Nasılsa, bir şekilde buluyoruz birbirimizi.

Hem başka çaremiz var mı?

17 Şubat 2014 Pazartesi

Seçimler ve Yeni Medya

Fotograf farkibirbakis.com sitesinden alınmıştır.

Yaklaşan yerel seçimler öncesinde başta sosyal medya olmak üzere Yeni Medya araçlarının nasıl izlenmesi ve kullanılması konusunda aday ve seçmenlere ipuçları…

Geçen hafta NTV’den aradılar ve seçimlerde sosyal medya kullanımına ilişkin görüşlerimi aktarmak üzere ‘Seçim Aktüel’ programına davet ettiler. Programda söylediklerimi şuradan izleyebilirsiniz ancak zamanın sınırlı olması nedeniyle orada aktaramadıklarımı da dahil edip yerel seçimlerine ilişkin bir genel toparlama yapmanın, hem Yeni Medya’yı seçim kampanyalarına dahil etme telaşındaki adaylar hem de İnternet ve mobil ağları birer seçmen olarak izleyen ve kullanan seçmenler açısından, önemli olacağı kanısındayım.

Türkiye’de Yeni Medya kullanımı açısından bir milat olacağını düşündüğüm 30 Mart 2014 seçim süreci, gerek ülkedeki kutuplaşmanın özellikle sosyal medya üzerinde zirve yaptığı ve bu nedenle son derece kısıtlayıcı bir İnternet Yasası dahi çıkartılmak zorunda kalınması, gerekse bireysel İnternet ve mobil kullanımın ülke nüfusunun yarısından fazlasına ulaşması ve Yeni Medya’yı geçtiğimiz seçimlerden çok daha fazla izleyen bir kamuoyu oluşması nedeniyle, ilginç gelişmelere sahne olmakta ve olacak gibi görünüyor.

İnternet’e konulan ses kayıtları/görüntüler,  çok kutuplu propaganda, dezenformasyon, manipülasyon ve polemikler…

Aslında Yeni Medya’nın ruhuna uygun bir kaos içinde ilerleyen bu süreci, adeta her kafadan çıkan sesin oluşturduğu bir kakofoni ortamında geçireceğimiz aşikar. Bu toz duman ortamında adayların mesajlarını doğru ve anlaşılır biçimde kamuoyuna ulaştırması da kolay değil, seçmenlerin karar vermesi de. Peki neler yapılabilir?

Seçime hazırlanan adaylar açısından Yeni Medya, fırsatlarıyla olduğu kadar tehditleriyle de düşünülmesi gereken bir ortam. Özenle düşünülmeyen, iyi hesaplanmamış ve parti, seçim bölgesi gibi dinamiklerle entegre olmayan içeriğin size nurtopu gibi bir kriz olarak geri dönmesi muhtemel. Dolayısıyla, etrafınızdaki sosyal medya uzmanlarının dolduruşuna gelmeden ilk olarak seçmene kendinizi anlatabileceğiniz etkin ve sık güncellenen bir websitesi/blogdan başlayın ve mesajlarınızı öncelikle buradan verin. Arama motorları ve sosyal medya platformlarında adınızı ve sizinle ilintili sözcükleri aradığınızda ilk sayfalarda neler çıktığını analiz edin, hatta bunları anında size bildiren monitöring araçlarından yararlanın ve buna uygun bir online itibar stratejisi oluşturun.  Bunlar işin olmazsa olmazı. Ancak ve ancak kişisel deneyiminiz ve ekibinizin birikiminin yeterli olduğuna inanıyorsanız, mesajlarınızı sosyal medya üzerinden iletin. Burada da kısa ve net olmaya, metin ve rakamlarınızı olabildiğince görselleştirmeye ve en önemlisi içten ve tutarlı olmaya dikkat edin. Uzun mesajlarınızı ise sosyal medyada bölerek ya da uzun uzun yazmak yerine web sitesi ya da blogunuza yazın ve sosyal medya platformlarından çarpıcı bir başlık eşliğinde sitenizin linkini vererek duyurun. İletişimde polemiğe girmeyin ve saygınlığınızı koruyacak ama içtenliğinizi kaybettirmeyecek bir iletişim tonu belirleyin. Yine de her türlü iletişim krizine 7/24 hazırlıklı bir ekibiniz olsun.

Çok deneyimliyim diyorsanız, mobil uygulama, veri haritalama gibi ileri Yeni Medya araçlarını kullanıp sürekli iletişimde olduğunuz bir kitle yaratabilir ve seçim bölgenizindeki adeta her seçmeni analiz edecek haritalara sahip olabilirsiniz.

Seçmenlere ise en önemli tavsiyem, Yeni Medya üzerinde oluşan kaotik ortamda gaza gelmeyip serinkanlılıklarını korumaları. Her paylaşıma inanmak yerine bu paylaşımı ve paylaşımı yapanı farklı kaynaklar üzerinden çapraz sorgulamaları ve yanıt ya da yaygınlaştırmayı bundan sonra yapmaları. Ayrıca, şu anda bu kargaşa içindeki ortamda yapılan paylaşımların gelecekte kişi ve kurumların sizi değerlendirirken kullanılacağını hiç ama hiç aklınızdan çıkarmayın. Size sürekli seçim propagandası ya da mahalle baskısı yapanları ise, önce uyarın, dilerseniz kısmen ya da tamamen engelleyin.

Yanlış paylaşım ya da yaygınlaştırma yapılması halinde hatayı kabul edip özür dilemek, hem seçmen hem de adaylar için en önemli bir erdem olmalı. İşte bunları yapabilirsek, Yeni Medya ve bu yerel seçimler, sonuç her ne olursa olsun, ülkeye uzun vadede fayda sağlar.

Umalım ki öyle olsun ve ‘İnş cnm ya’ diyerek bitirelim!

14 Şubat 2014 Cuma

Koskocaman bir ailenin hikâyesi

Zamanında Türkiye’de yayına girmiş ama tutmamış bir yerli dizide, karakterlerden biri diğerine başından geçen olayları, uğradığı tacizleri, yediği dayakları; o an kapalı kapılar ardında yaşadığı aşkı ve bu aşkın yarattığı tehlikeleri anlatırken, en sonunda, bütün bunların sebebini tek cümleyle özetleyivermişti: Bu ülkede eşcinsel olmak suç.

Bu “suç”a bulaşmış insanların çoğu, çevresindekilerin bundan haberleri olmaması için ellerinden geleni yapıyor. “Suç”larını ötelenerek, karanlık diyarlara sıkıştırılarak, yani bir nevi Gregor Samsa gibi hamamböceklerine dönüştürülerek, yer altında yaşamaya itiliyor.

Bunun yanında, çocuklarının ve yakınlarının kimliklerini, yönelimlerini kabullenip onların yanında duran insanların olduğu hikâyelere pek rastlamıyoruz. Belgesel sinemacı ve akademisyen Can Candan, bu değinilmeyen, bu anlamda pek az bilinen konuyu Benim Çocuğum belgeseliyle anlatıma kavuşturuyor.

Lambdaistanbul LGBTT örgütüyle birlikte yıllardır çalışmalarını sürdüren LİSTAG (LGBTT Aileleri İstanbul Grubu) bünyesinde özveriyle çalışan cesur ve gönüllü birkaç ebeveyn, yüzlerini saklamadan kamera karşısına geçiyor ve başlıyorlar anlatmaya. Çocuklarının cinsel kimliklerini ilk nasıl öğrendiler? Başta nasıl tepki verdiler? Bu durumu nasıl kabullenmeye başladılar? Neleri göğüslediler ve şimdi ne yapıyorlar? Tüm bu sorulara, belgesel boyunca teker teker cevap veriyorlar.

Belgeseli izledikten sonra beni en çok düşündüren konu, LGBTT olmanın beraberinde getirdiği yük, bu yükün nasıl büyüdüğü ve paylaşıldığıydı. Çünkü –bilineni bir kez daha söylemek zorundayım– bu ülkede “farklı” olmak kolay değil. Bazen taşıyamayacağın öyle yüklerin oluyor ki, nefes aldığın her an bu yüklerle baş etmek zorunda buluyorsun kendini.

Benim Çocuğum’u uzun uzadıya anlatmak, belgeselin detaylarına ve içindeki anlatılara dalmak olacağından, kısaca bu “yük” meselesine odaklanarak süreci özetleyebiliriz: Deneyimi, bizzat ebeveynlerin dilinden dinliyoruz belgeselde. LGBTT bireyler, yani çocukları, bir şekilde “farklı” olduklarının ayırdına varıyorlar ve bunu ya kaldıramıyorlar ya da kaldırmakta zorlanıyorlar. Bir süre sonra aileler işin içine giriyor, durumu öğreniyor ve bu yük onlara da geçiyor. Bu kez de ebeveynler düşünmeye başlıyor elaleme ne diyeceklerini. Sonra, dinledikçe, izledikçe ve anladıkça, yaşadıkları kırılmalarla farkına varıyorlar ki, LGBTT bireyler “ne yanlış ne de yalnız” bu dünyada. İşte o zaman şunu diyebiliyorlar: “Biz de ebeveynler olarak bu mücadelenin içinde, çocuklarımızın yanında olmalıyız.”

Bir mücadeleye girişildiği zaman, hele de bu mücadelenin eylem ve yüzleş(tir)me boyutuna dahil olunduğunda, yandaş bulmak en zor ama en önemli aşamalardan biri. Bu yüzden LGBTT mücadelesi, mücadelenin yandaşı olarak merkezi, yani aileyi kapsarsa, bu ülkede daha da güçleneceği ve çok daha hızlı sonuçlar elde edeceği bir gerçek. Bundan dolayıdır ki, Türkiye’deki LGBTT mücadelesinde LİSTAG’ın kendine edindiği görev son derece önemli.

LİSTAG, genel anlamda LGBTT mücadelesi içinde yer almanın yanında, çocukları kendilerine yeni açılmış (yani kimliğini, yönelimini açıklamış) ailelere, bu süreçteki zorluklarla mücadele etmeleri için destek olan, yardım ve dayanışma sunan bir grup. LİSTAG’da çalışan aileler, yakınlarının LGBTT bireyler olduğu gerçeğini kabul eden diğer ailelerle deneyim paylaşımında bulunuyor. Kendi yaşadıklarından yola çıkarak onlara hem yardım ediyor, hem de LGBTT kimliğine sahip olmanın ne anlama geldiği ve hangi gerçekleri içerdiği noktasında onları bilgilendirip, endişelerini dinleyip, kırılma noktaları üzerine tartışarak, aralarına yeni ailelerin katılmasını sağlıyor. Bir anlamda, yardım ve destek yoluyla çoğalıp, kendilerini katbekat güçlendiriyorlar.

Önemli bir şeyi daha öğreniyoruz Benim Çocuğum’da: Ailelere açılmak için ille de akademisyen, entellektüel, kentsoylu ebeveynlere sahip olmak gerekmiyor. Basmasıyla, tülbentiyle ve gayet mutlu bakan gözleri ve gururlu tınlayan sözleriyle, “Ben oğlumun bütün sevgilileriyle tanıştım,” diyen teyzemiz, genellikle küçümsenen o “cahil”, “anlamaz”, “ahlak bekçisi” Anadolu insanının, yeri geldiğinde kim olabileceğini de gösteriyor bize.

O halde şunu diyebiliriz: Kimsenin doğduğu andan itibaren antifaşist, antimilitarist, antiseksist, antihomofobik olmadığı, Benim Çocuğum’la bir kez daha kanıtlanıyor. Yaşadıkça öğreniyoruz bunları. Bu yüzden, Benim Çocuğum’u, trans çocuğuna ilk kez sutyen giydiren o annenin gözünden izleyebilir ve hissedebilirsek, işte o hiç bilmediğimiz ya da bildiğimizi sandığımız öyküyü dinlemiş oluruz.

7 Şubat 2014 Cuma

Yoksa bunu çeviren, çevirmen değil mi?

Filme bayıldım ya!.. Ben de diziye tutuldum resmen!.. Röportajı izledin mi dün?.. Ya sorma, sekiz bölüm birden yayınladılar, sabaha kadar sürdü… Belgeseli seslendiren adam da kimse, müthiş var ya!.. Ucundan baktım törene, iki tweet attım, yattım sonra…

Bu kadar. İzledik, bitti. Orada konuşulanları nasıl anladığımıza takılmadık hiç. Hani altyazılar geçmişti ya ekranda, kimine gülmüş, diğerlerinin farkına bile varmamıştık… İşte o cümleleri çeviren biri(leri) vardı. “Yayında emeği geçen” birileri. Hani, “Oha, bu böyle mi çevirilir!” dediğimiz zaman kullandığımız yüklemin öznesi olan biri(leri). Ekran hazretleri üflemedi o harfleri, diye umuyoruz.

Gerçi… Çok eksikli, dur-sus’lu, çok “üfürme” bir çeviriydi gerçekten. Bir saniye… Altyazı çevirmeni diye biri yok mu aslında? Yoksa sadece adı mı yok?

İşte o cephede cevapsız çok soru var.

***

Nadiren duyduğumuz, “O kanalın çevirileri/çevirmenleri  çok iyi/berbat,” gibi cümleler, en azından bir “emeğin” varlığını doğruluyor bugün. Özellikle de “berbat” bir şeyler varsa.

Ama şu soru pek sorulmuyor: Çok mu zordur programın başında, sonunda, esnasında bir iki bantla çevirmenin adını duyurmak?

Olmasa gerek. Tabii o yayının “editörlüğü” mertebesinde “tuhaf” şeyler cereyan etmiyorsa. Mesela çevirmenin emeğini onun emeği olmaktan çıkarmak gibi. Sansür yoluyla, metni sahipsiz hale getirmek gibi.

Oysa çeviri aşamasında çok sıkı bir çaba yatıyor. Sonrasında o çeviriye neler yapılıyor, bilinmez ama, gecesi gündüzüne karışmış çevirmenin gözleri ahşaba dönmüş durumda. Kesin bilgi! Deneyimden naklen!

***

Çevirmene veril(mey)en değer meselesi zaten aymazlığın başka bir yüzüdür şu yeryüzünde. Yalnızca Türkiye’de değil, en “göz kamaştıran” ülkelerde de öyle –az yakından bakınca oralara, yer yer diş de kamaşıyor, şaşırmayın.

Sağ olsun, Çevbir (Çevirmenler Meslek Birliği) yıllardır çalışıyor, bizleri toparlıyor ve anlatıyor bu dertleri. Yazıyor, yayımlıyor. Örgütlenebiliyoruz, az çok. Çok daha iyisini yapmalıyız, ayrı.

Ve edebiyatta çevirmenin adının hemen her kitapta yer aldığı on yıllık dilimleri yaşıyoruz. Bazen içeride, bazen kapakta. Ama o insan en azından var, eleştiriye açık bir şekilde bakıyor kitabın bir yerinden.

Öncesi, sadece “ciddi” yayınevlerine, geleneğine sahip çıkan yapılara mahsus bir “kalite”ydi. Bunun dışındaki örneklerdeyse… yazar tutmuş, on küsur dilde bizzat yazmış sanırdınız. Nasıl bir tanrıyla anlaşması vardıysa artık.

Habercilik ve yayıncılık “yapan” dergilerde ve gazetelerde okuduğumuz makalelerin, söyleşilerin de bir çevirmeni olduğunu biliyoruz artık, ismiyle cismiyle.

Ama şu metni alttan akan çevirmenler… Video altı harflerin sahipleri… Ya da sesi arkadan, kabinden ya da yayından gelen eşzamanlı çevirmenler… Kimsiniz siz?

***

Onların kim olduklarını öğrendiğimiz ya da en yakın ipucuna eriştiğimiz anlarsa, bambaşka bir trajikomedinin perdesi: Bu altyazı çevirmenlerinin adlarını yazabildikleri yegâne mecra, “korsan” kategorisinde yer alan internet kanalları.

Tamamen kişisel inisiyatifiyle çevirdiği altyazıları, onu gölgeleyen bir kurum olmadan –ya da onu gölgelemekle derdi olmayan aracı siteler üzerinden– internete sürebildiği için, rumuzu ve e-mail adresiyle var olabiliyor çevirmen. Çabasının altına bir kimlik “izi” yerleştirip, tebrik ya da kınama alacak şekilde de iletişime açıyor kendini.

“Hey, n’oluyor, bir yayıncı korsanı mı savunuyor!” Hayır savunmuyor. Ama “bağzı”  yayıncı kurumlar savunuyor galiba. Zira telifin manevi ve birincil hakkını gölgeleyen, ciddi bir çabayı sahibinden koparan faktör, bizzat kendileri.

Parasını ödüyor, muhakkak. Bir şekilde. Bir yüzdeyle. Saygınlığı ne kadar temsil ettiği tartışılır bir miktarla. Ama biz izleyiciler, kime saygı duyacağız, o belli değil.

Yoksa konu, “telif” değil mi? Emek sahibine hakkını teslim etmemeye duyulan “öylesine” bir inatla açıklanamaz mı?

***

Acaba, bir şekilde ulaştığımız şu altyazı çevirmenlerine sorsak, “Televizyondan ya da sinemadan yansıyan o altyazıların altına imza atmak ister miydiniz?”, diye, ne derlerdi, çok merak ediyorum.

“O benim çevirim değil. Evet, ben çevirdim, ama artık benim değil,” diyen çıkar mıydı aralarından?

Ayıp, zararlı, aile yapısına aykırı, kitleyi korkutur, izleyiciyi iter, yapımcıyı ırgalar gibi genişletilmiş “ahlakçı” ve/veya “ticareten kaygılı” kategoriler altında yamultulmuş metinlerine, parasını aldıktan sonra dönüp bakmak bile istemiyor olabilirler mi ?

Acaba altyazı çevirmeninin hak ettiği değere ve sahip olduğu ada kavuşamaması,  ”bağzı” yayın kurumlarındaki otoritelerle sınırlı bir konu değil de… bu otoritelere eşlik eden, her türde sanatçıya ve eser sahibine zarar veren, fikirleri ve içerikleri hiçe sayan bambaşka, sistematik bir “bela”yı da mı ilgilendiriyor?

***

#SansüreDurDe‘sem şu saate, güler misiniz?

 

 

5 Şubat 2014 Çarşamba

İnsanlık veriden bilgiye ilerlerken…

Siber dünyadaki devasa verinin analizi, bilgiye dayalı, rekabet ve verimliliği yüksek yeni bir dönemin kapılarını açıyor.

Biz Türkiye’de Yeni İnternet  Yasası ile hangi haklarımızı yitireceğimizi tartışırken dünya, İnternet ve mobil ağlar üzerindeki milyarlarca kişi, kurum ve nesnenin analizine dayalı yeni iş alanları yaratmakla kalmayıp bu değerli veri sayesinde mevcut sektörlerin rekabet ve verimliliğini de geliştirmekte. Geçen hafta peşpeşe yaşanan iki gelişme, söz konusu sürecin ana odağında olan sosyal medya firmalarının, sahip oldukları platformlar üzerinden topladıkları veriyi, rafine bilgi haline getirme yolunda attıkları adımları da ortaya koydu.

Önce Twitter, gerçek zamanlı veri analiz firması Dataminr ve CNN ile habercilik alanında bir işbirliğini duyurdu. Buna göre Dataminr firması, Twitter üzerindeki kullanıcı paylaşımlarından yola çıkarak flaş haber potansiyeli taşıyan iletişim ve içeriği, anında medya kuruluşlarıyla paylaşıp onların haberi zamanında gündeme almasını sağlayacak. Pilot proje aşamasında önceliğin CNN’e verildiği bu işbirliği sayesinde medya kuruluşları, örneğin bir olayla ilgili tanıklara daha kolay ulaşabilecekler, olay yerinden Twitter’a akan içeriği en önce ve hızlı farkederek haber akışlarında eklemleyebilecekler ve ayrıca içerik paylaşan kullanıcıların güvenilir olup olmadığını da sınıflandırmaya başlayacaklar. Kısacası, yurttaş gazetecilerden oluşan devasa bir kitle ve veriyi analiz ederek bilgiye dönüştürebilen yeni gazetecilik formasyonuna sahip ekip ile yapılacak rekabetçi ve verimliliği yüksek bir 21. yüzyılın Yeni Medya yayıncılığı. Twitter, bu anlaşmanın yanısıra, geçtiğimiz aylarda Nielsen araştırma kuruluşu ile medya kuruluşlarının reyting ölçümlerine Twitter verilerinin de eklemlenmesini sağlayacak bir işbirliğini duyurmuştu.

Kuşkusuz bu işbirliklerinde Twitter’ın gündeme ilişkin hemen her olgunun tartışıldığı ve  adeta ‘paralel ekran’ görevi gören bir kamusal alana dönüşmesini sağlayan devasa kitlenin üretiminin büyük payı var. Ancak yine geçen hafta yaşanan bir başka gelişme, rakiplerinin Twitter’ı yalnız bırakmaya niyetleri olmadığını gösterdi; The Next Web’de çıkan bir habere göre Facebook, İngiliz Sosyal TV analiz firması SecondSych ile yaptığı işbirliğiyle, iş ve reklam dünyası için bireylerin gündemdeki herhangi bir olaya ilişkin sosyal medyadaki davranışlarını içeren güncel analizler hazırlayacaklarını duyurdu. Milyarlarca insanın neredeyse günlük verisinin aktığı Facebook, kurum ve kuruluşların bu analizler sayesinde kendi hedef kitlelerini çok daha iyi tanıyacaklarını ve bu doğrultuda çok daha hedefe yönelik satış ve pazarlama kampanyaları hazırlayabileceklerini öngörmekte.

Bu gelişmelere bakarak, insana ve hatta dünyadaki hemen herşeye ilişkin devasa verinin aktığı ve toplandığı sosyal medya platformlarının, ellerindeki bu veri potansiyelini bilgiye dönüştüreceklerini ve tüm sektörlerde bu analizi doğru okuyup kendi iş sürecine doğru eklemleyebilen kişi, kurum ve kuruluşların öne çıkacağı bir döneme girmemiz kaçınılmaz. Bu analizi yapamayanlar oyunun dışında kalacaklar ama bundan daha önemlisi; kişi ve kurumlar için bu çok hassas veriyi mahremiyet ve etik dışında çıkaracak kişi, kurum ve devletler de, giderek şeffaflaşacak dünya düzeninde er ya da geç bunun bedelini ödeyecekler.

21. yüzyılı teknoloji ütopyalarının gerçekleştiği bir çağ olarak algılıyor olabiliriz ama zaman aktıkça hakkaniyet ve erdem kavramlarının giderek öne çıkacağını hep birlikte göreceğiz; Er ya da geç!