13 Eylül 2016 Salı

İnsan bir şeyler aramalı kendinde…

Biliyorsunuz parkların sizi çağıran tarafları,insanın gizli, karanlık köşeleriyle orantılı…Orada saklanıyor onlar.Edip Cansever, Umutsuzlar Parkı

Kaygılar, sorular, düşünceler… İşte, bir yaz sonu daha. Sular çekiliyor, yükseliyor da bir yandan. “Mavi,” diyor şair. “Biraz daha mavi… Hem, ne işi var bu kara bulutların? Gitsinler efendim, gitsinler. Başka yere gitsinler…”

Eylül geliyor sonra. Bir yağmur öncesi gibi kokuyor bütün sokaklar. Sulardan el ayak çeken insanlar evlerine, kentlerine geri dönüyorlar. Gözlerde biraz mavi, avuçlarda bir parça içsürmesiyle. “Bıldırcın Geçimi” diye yazıyor fırtınaların takviminde. Ağaçlar köklerine boyun eğiyor sapsarı, ıssız. Bıldırcınlar, gitmeleri bölüşürken gökyüzünde, biz kalmaları pay ediyoruz ayrım ayrım evlerimizde. Eylül, çıldırasıya bir alışkanlık… Kaldığımız yerden devam etmenin kapılarını aralıyor her keresinde. Öyle ya, böyle böyle alıştık biz. Olmasaydı nice olurdu hâlimiz? Sahi, eylül olmasa nasıl hatırlardık eve gitmelerin yolunu?

Maviden sarıya, denizden karaya döner dönmez yolumuz; parklara yerleşiyor bir yanımız. Bir kaçış planı gibi bazen. Bazen de, hasırdan yaz şapkalarımızı kurtlar kemirmesin diye bir dilek misali oturuveriyor parklar zihnimize. Tam orada bir yerde duruyorlar, bıldırcın göğünün hemen altında. “Günaydın,” diyorlar gökçil, yeşil bir gülümsemeyle. “Bak, yine döndün işte!”

“Bir yaz sonu daha. Mavileri unutup, birinci kat balkonunda duran fesleğen saksılarını içeri alma zamanı! Yağmurlar düşecek, bulutlar yakın. Boş vermek mevsimi geçip gitti yine. Süresiz, sevimsiz bir resim gibi inecek kış; az kaldı, gelecek. Çünkü bir yığın iş var önünde, bir yığın kemirgen. Yıkanmış gömleklerin bir kuş uçumuyla kurumayacak artık odalarda. Bir camı ardına dek açman gerekecek belki ya da tek tek ısıtman her şeyi. Öyle, iş olsun diye demlenmeyecek çaylar; uykulu olacak sabahlar hep çok erken. Rüzgârların yönü karışacak şimdiden sonra; ne geldiği yer belli, ne gittiği yer belli esintiler sızacak pencere altlarından içeri. Bir kitabın sayfaları arasına sığınacaksın belki, girip saklanmak isteyeceksin bir akşam bitiminin gölgesine. “Yok, sıkılıyorum,” diyeceksin. “Yaz bitmeseydi… Yatıp kalsaydık öyle, alıştığımız kumru mavilerde.” Kuşkulu yaklaşacak eylül, bir yığın soru olacak ceplerinde. “Hadi çıkalım,” demek için beklenen bir geçim zamanı olacak bu. “Hadi çıkalım parklara… Sona kalan otlara basar, kuru dalları çatırdatırız. Biraz soğuk alır, burnumuzu çekeriz. Yok yok, diye söyleniriz çekingen, tedirgin bir sesle. Yok muhakkak bu sene yoluna koyacağım her şeyi. Gör bak, koltukları da değiştireceğim bu kış. Yeni bir çift eldiven alacağım; alacalı, parmaksız. Önce parklara çıkalım ama, bir çıkalım şöyle, yürüyüverelim sarı sarı.”

Eylül geldi miydi, Umutsuzlar Parkı’nı okurum ben hep. Her eylül yeni baştan ezber ederim bu şiiri. Parkların beni çağıran taraflarını düşünür, kendi umutsuz eylül köşelerimle orantılarım. İyi de gelir doğrusu. O şiir orada, o her sonbahar kapısında durur da durur benimle.

“Hocam,” diye sorarım, “peki bu kış ne yapmak lazım?”

“Biraz da susmalıyız,” der Edip Hocam. “İnsan,” der sonra. “İnsan bir şeyler aramalı kendinde…”

Hadi, parkalara çıkalım… Çok kuşkuluyuz böyle, çok alışmış, çok bezgin. Sanki biz olmayan insanlarız da, hep çok kuşkuluyuz böyle…

İşte, bir yaz sonu daha.

Eylül gelmiş, bir çay koyalım da, biraz yağmur yağsın.

İnsan bir şeyler aramalı kendinde… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

10 Eylül 2016 Cumartesi

Daima Le Carré!

İngilizce’sini okuduğum, Türkçe’sinin de bende olduğunu sandığım bir kitabı aradım aradım bulamadım. Oysa onu NTV Radyo’daki polisiye programım “Cinayet Masası”nda kullanmayı düşünüyordum (ki, gene de kullanacağım tabii). Aradığım kitap, The Night Manager / Gece Müdürü. Le Carré’yi tanıyor ve seviyorsanız eğer, sadece onun adı bile kitapla ilgilenmenizi sağlayabilir. Üstüne üstlük, The Night Manager eleştirmenlere göre onun en iyi kitaplarından biri.

Bir başka cazibe noktası da, hemen hemen yazdığı her şey beyazperdeye ya da ekrana uyarlanmış olan yazarın 1993’te yayımlanan bu ilk Soğuk Savaş sonrası romanının pek popüler bir mini dizisinin, bu yıl yapılmış olması. Baş karakterimiz, kendini orduda bulmuş, hatta bazen ordunun ‘kurt-çocuk’u olmuş bir öksüz-yetim. Dizide onu tanıdığımızda 2011’deki Arap baharı sırasında Kahire’deki bir otelin gece müdürü. Yazarı kitapta onu, “gecenin gönüllü sürgünü ve gidecek yeri olmayan gemici” diye tanımlıyor (bu küçücük çeviri benim).

The Night Manager’ı kısaca şöyle özetleyebiliriz: Sabık İngiliz asker Jonathan Pine (dizide Tom Hiddleston), istihbarat sorumlusu Angela Burr (Olivia Colman) tarafından istihbarat örgütleriyle yeraltı silah ticareti arasındaki ittifakı ortaya çıkarmakla görevlendirilir. Silah taciri Richard Onslow Roper (Hugh Laurie), sevgilisi Jed (Elizabeth Debicki) ve yardımcısı Corkoran’ın (Tom Hollander) yakın çevresinin bir elemanı olacak, güvenlerini kazanacaktır.

Hugh Laurie’nin “House” olarak ünü malum. The Night Manager’ın kötü adamında da çok iyi bir performans sunduğu söyleniyor. Tom Hiddleston’a gelince, ben kendisini, Thor’a, The War Horse’a ve Midnight in Paris’e rağmen, Jim Jarmusch’un üç yıl önceki mükemmel filmi Only Lovers Left Alive / Sadece Âşıklar Hayatta Kalır’la hatırlıyorum en çok.

Bir de James Bond meselesi var tabii. Ne zaman yeni bir Bond’a aday göstermek gerekse, Hiddleston’ın adı telaffuz edilir. Gerçi bu sefer aday listesinin biraz gerisinde kalmıştı ama The Night Manager’ın ardından öne fırladı. Sanıyorum, o sıralarda Sony’nin, iki Bond filminde daha oynaması için Daniel Craig’e 150 milyon dolar teklif ettiği söylentisi yayılmamıştı.

Dizi beğenildi dedik, ama acaba yazarı ne düşünüyor? Ne de olsa televizyoncular, Pine’ı görevlendiren istihbaratçıyı kadın yapmış, kitabın mekânını ve finalini değiştirmişti. İlk kitabı The Spy Who Came in from the Cold / Soğuktan Gelen Casus’un uyaralamasında (“eski usul bir stüdyo filmi”) ona yazar olarak çok iyi davranıldığını, ama daha ikinci uyarlamada acı gerçekleri kavradığını belirten Le Carré, “Başlangıçta kelime vardı,” diyor. “Yazar onunla yaşar, onunla ölür. Sinemacı için ise, başlangıçta görüntü vardır. Bu yaratıcılar savaşı, ilk film titrek ışıklarla can bulduğundan beri mutlulukla sürer.”

“Çeyrek asır önce hakkında yazdığım bir kitap günümüze uyarlanacak demek? Hem de Pine’ın kuzey Quebec yolculuğu olmaksızın, Orta Amerika olmaksızın? Sevgili Kolombiyalı uyuşturucu tacirlerimin yerini Orta Doğulu savaş ağaları almış. Richard Roper’ın zilyon dolarlık lüks yatı yok, ki çok severdim. Böyle bir yattan dünyayı yönetebilirsin. Ama kiraları inanılmayacak kadar pahalıymış, çekimler için adayı tercih etmişler. Hikâyenin sonu da farklı. Ee, ne kaldı benim kitabımdan geriye?”

Şaşılacak kadar çok şey kalmış. “Umduğumdan çok fazlası”. Mr. Burr’ün Mrs. Burr olmasına bile itirazı yok. Yeni dünya koşullarına daha uygun buluyor. Aksi takdirde, orta yaşın biraz üstünde iki erkekle biraz altında bir erkek arasında geçen, sıkıcı bir hikâye olabileceğini söylüyor. The Night Manager’da mücadele eden iki erkek, ödül olarak Jed / Elizabeth Debicki var. Bir de hikâyenin Iago’su, en iyi repliklerin sahibi Corcoran / Tom Hollander.

Ben anlamam ama herhalde internetten izlenebiliyordur. Ancak, hikâyeyi üstadın yazdığı şekilde okumak isterseniz, şu sıralarda kitabı bulmak mümkün. Hikâyenin orijinalinde Jonathan Pine’la Zürih’teki Hotel Meister Palace’ta tanışırız. Derken, soğuk bir gecede silah ve uyuşturucu kaçakçısı Roper ile maiyeti gelir. Zaten roman esas olarak Pine’ın, Roper’in suç imparatorluğunu çökertmek istemesi üzerine. Roper’le de ilk kez, gene gece müdürü olarak çalıştığı Kahire’deki lüks Kraliçe Nefertiti Oteli’nde tanışmış. Pine’a onun hakkındaki ilk bilgileri de otel sahibi Freddie Hamid’in kısa süre sonra öldürülmüş olarak bulunan Fransız-Arap metresi Sophie sunmuş.

Farkındaysanız, daha Mr. ya da Mrs. Burr ile karşılaşmadık bile. John Le Carré kitapları uzundur. Neyse ki öyle keyifle okunurlar ki, uzunlukları bir sorun olmaz. Öyleyse iyi okumalar! Bir de mini diziden kontrol edeyim diyen olursa, buyursun etsin. Çift dikiş gitmiş olur. Sonra da TV ve sinema uyarlamaları üzerine bir deneme yazar.

 

Daima Le Carré! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

Don Kişotluğun Lüzumu, Don Quijote’nin Lüzumu

Anlattığımız öyküler muhtemel yaşantılarımızın yayıldığı haritada sivri birer doruk, parlak birer deniz feneri olma gücüne sahipler. Ne olabileceğimizin ya da olmak istemeyeceğimizin gerçekçi değilse bile simgesel nirengi noktaları olabiliyorlar. Hayat dalgalarının heyecanı ve yolculuğun baş döndürücülüğü içinde onları kerteriz alıyoruz, farkında olarak ya da olmayarak. En karmaşık halleriyle bile pür modeller teşkil ediyorlar bize, çünkü hayali karakterlerin ötesinde birer fikir halini alıyorlar.

Bu tabloda Don Quijote ya da adının bizde nam salmış versiyonuyla Don Kişot da, şüphesiz edebiyat tarihinin en önemli karakterlerinden, en kalburüstü isimlerinden birini teşkil ediyor.

Peki biz gündelik hayatımızda bu anlı şanlı ismi en çok ne vesileyle duyuyoruz?

Muhtemelen, “Don Kişotluğun lüzumu yok” sözünün bir parçası olarak!

Ya da “Don Kişotluk yapma” gibi kalıplaşmış tembihlerin içinde.

“Don Kişotluk yapmak”, kültürümüzün çıkardığı (ve tercihen araya “efendime söyliyeyim”ler serpiştirilerek sayılacak) lüzumsuzlar listesinde anlı şanlı yerini almıştır. “Amerika’yı yeniden keşfetmenin lüzumsuzluğu” ve “icat çıkarma!” tembihiyle aynı sulardan beslenir: “Elalem”in çoktan bulup da uygulamaya koyduğu bir yaklaşım varken, yenisini bulmaya çalışmanın gereksizliğini vurgular ve bilhassa genç dimağları, yaratmanın çırpıntılı sularından uzak, aynen kopyalamanın dingin ve hava almamaktan ağır kokan sularına yakın tutmaya yöneliktir.

“Don Kişotluk yapmak”, sonuç alınması çok da muhtemel görünmeyen zorlu işlere kalkışmaktır, Yani pratiklik (ki kahramanımızın yardımcısı Sancho Panza tarafından temsil edilir), uygulanabilirlik dinlemeyen idealizmdir, hayalperestliktir. Tıpkı kardeşleri gibi, “Don Kişotluk yapma” tembihi de hep bizim iyiliğimizi ister; boş hayaller peşinde kendimizi harcamamamızı, şu hayattaki azıcık vaktimizi ve gençliğimizi heba etmememizi, günü en-bir-kolay-yakalanır yerinden yakalamamızı söyler. Pragmatik parmaklarıyla sırtımızı sıvazlar, “haydi yoldaş, şu gördüğün daha önce defalarca tepilmiş yoldan aynen devam” diyerek yolcu eder bizi. Böylece de hayallerimizi, doruklara gözünü dikmiş yüksek ideallerimizin peşinden gitme şevkimizi öldürmeye çalışır.

Öte yandan, elbette ki hayati derecede önemlidir Don Quijote ve Don Kişotluk. Şöyle soralım: Edebiyat tarihinde kaç karakter başlı başına bir özelliği temsil eder, neredeyse sıfat niyetine kullanılır hale gelebilmiştir? Bir mit olmuştur? Diyelim Frankenstein (maalesef genellikle yanlış karakter kastedilir ama)… Diyelim, Moby Dick’in saplantılı Kaptan Ahab’ı… Diyelim, Goethe’nin Genç Werther’i… Hangi ölçütlerle sayarsanız sayın, bu sıfata dönmüş mitik karakterler arasında Don Quijote tüm heybetiyle tahtına oturacaktır mutlaka. Çünkü “Don Kişotluk yapmak” tabirine yakışır raddede güçlü ve pür, anlam yüklü bir karakterdir Don Quijote.

Nitekim bizde olduğu gibi, İngilizcede de “Don Kişotluk” bir tabir halini almıştır. “Quixotism” der İngilizce konuşanlar buna ve aşağı yukarı bizim “Don Kişotluk yapmak” tabirimizle aynı şeyi kastederler: Pratikliği feda etmiş bir idealizm, devlerle savaşmak için yola çıkan ve nihayetinde değirmenlerle savaşan bir romantizm. (Zira Don Kişot karakteri, mum ışığında yemek yemeye indirgenmiş modern zaman romantizminin değil, olağanüstü, fantastik şövalye hikayeleri anlatan “romans” türünün bir takipçisi olarak, asli romantizmin temsilcisidir.)

Peki, Cervantes’in Don Kişot’u bu doğrucu davutluktan, bu ne olursa olsun iyiliğin ve adaletin safında yer alan deli şövalyelikten mi ibarettir? Yenilemeyecek değirmenlere (daha doğrusu bir fikir olarak “dev”lere) savaş açması mıdır yegane özelliği?

Öncelikle, şunu unutmamalı: Nasıl ki, Shakespeare İngilizce, Dante ise İtalyanca demekse, Don Kişot’un yazarı Cervantes de İspanyolca demektir. Sadece bir dönemin değil, bütün bir dilin kaderini etkilemiş bir edebi eserdir Don Quijote. Modern Batı romanının pınarı sayılır. Ve bu edebi konumu içinde, bir taraftan da ilk “bibliyofil” roman karakterini bize sunar: Don Kişot sadece kendinden sonraki kitapları besleyen bir karakter değildir, aynı zamanda kendisi kitaplardan beslenen bir karakterdir. Bu karakterin en ilginç tarafı, kendi gerçekliğini kitapların gerçekliği üzerine kurmuş olmasıdır. Dünyayı kitaplarda anlatılan değerlerin (ki onun durumunda genellikle “şövalyelik erdemleri”dir bunlar) filtresinden gören bir gerçekliktir onunki.

Bir okur olarak Don Kişot’la ilgili vereceğimiz en önemli kararlardan biri, onun hakikaten ne kadar “deli” olduğu, dünyayı değirmenlerden değil de devlerden ibaret görmesine kendi iradesinin ne kadar müdahil olduğu meselesine dairdir. Bu karara göre Don Kişot, kitapların gerçekliğini kendi gerçekliği haline getirmiş, kendi dünyasını kitaplardaki “pür fikirler”le yeniden inşa etmiş bir bibliyofil (kitapsever) haline gelebilir.

Yani evet, Don Kişot aslında roman tarihinin ilk “kitapkurdu” kahramanıdır!

Cervantes, Don Kişot’u yazdığında roman biçimi henüz çok gençti. Bugün roman, edebiyatın en popüler biçimi, ilhamını yazılmış olanlardan alan karakterler de artık edebiyatta klasik bir unsur halini almış durumda. Öte yandan, artık “yazı”nın ve “okuma”nın başlıca mecrası kağıt değil, internetin sanal sayfaları haline geliyor. Bunun bir uzantısı olarak “okur fantezisi”, yani okuduklarımız üzerinden yarattığımız hayali “persona”lar da kağıtta değil internette ikamet ediyor. Nitekim artık internet – özellikle de sosyal medya– olmak istediğimiz, görmek istediğimiz “biz”in resmi haline gelmiş durumda…Tabii zaman zaman ne olmak istemeyeceğimizin. Artık “gerçek hayat”taki “biz” ile “yazıdaki biz” arasında Don Kişotvari bir başka uçurum var: Klavyemizin tuşlarının çizdiği bizle eylemde bulunan biz arasındaki çevrimiçi/çevrimdışı uçurumu. O uçurumu ne kadar kapatmaya, ne kadar “yazıdaki gibi” olmaya talip olacağız?

 

Don Kişot, hakikaten değirmenlere karşı savaştığından tamamen bihaber olacak kadar “deli” midir? Ve öyleyse, deliliği değerli bir delilik midir? Hayat, ne ölçüde ideallerimizin tarif ettiği gerçekliğe göre yaşanabilir?

Galiba bu şövalyelik serüveninin kilit noktası, bu soruların cevabında yatıyor. Yani bir bakıma, yazımızın dünyasının hakikatinde…

Don Kişotluğun Lüzumu, Don Quijote’nin Lüzumu yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.