30 Ağustos 2016 Salı

Shakespeare yaşıyor!

William Shakespeare’in asla unutulmadığını, unutulmayacağını söylemek, abartı olmaz. Bu yılın kutlamalarına bir göz atarsak, onun ölümünün 400. yıldönümünde dünyanın en popüler oyun yazarı olduğunu anlarız. Bu yıl SALON’da gösterilen “Hamlet”in önceden bildirilen gösterim sayısının defalarca üstüne çıkması bir tesadüf olmadığı gibi, sadece “Sherlock” ile meşhur olan aktör Benedict Cumberbatch’in varlığıyla da açıklanamazdı.

Başta Stratfon upon Avon olmak üzere, dünyanın dört bucağında kutlamalar yapıldı, halen de yapılıyor. Eldivenci John Shakespeare ile çiftçi kızı Mary Arden’ın oğlu, dünyanın en popüler oyun yazarı William Shakespeare, adı öyle olsa da olmasa da, bu oyunlarla şiirleri kendi yazsa da yazmasa da, artık şöhretinin de önüne geçmiş biri. Oysa asil ya da çok zengin bir ailenin oğlu değildi. Üniversitede eğitim görmedi, büyük bir sanatçı onu himayesi altına almadı, zengin ya da muteber bir ailenin kızıyla da evlenmedi. Bir aktör olarak yeteneği de mütevazı görünüyor, yıldızlara özgü rollerde oynamadı. Yazar olarak başarısı ise kraliyet desteğine bağlıydı. Ama bugün dünyanın en fazla oynanan ve okunan yazarı.

BAŞKA SİNEMA ile BRITISH COUNCIL bu kutlama yılında çorbada bir tuzları olsun  istemiş. İki kuruluşun işbirliğiyle Shakespeare filmleri 8 Eylül’de izleyiciyle buluşuyor. Shakespeare Lives / Shakespeare Yaşıyor kapsamında 4 şehirde yapılacak gösterimler BRITISH COUNCIL işbirliğiyle ve BAŞKA SİNEMA ev sahipliğinde İstanbul, Antalya, Bursa ve Eskişehir’de gerçekleşecek. Biz şimdiden duyuralım da, sonra kaçırmış olmayın:

Kenneth Branagh’ın yönettiği ve başrolünde oynadığı, Emma Thompson, Keanu Reeves’li kadrosuyla öne çıkan 1993 yapımı “Much Ado About Nothing / Kuru Gürültü”; Ian McKellen’ın III. Richard’a hayat verdiği, Richard Loncraine’in yönettiği 1995 yapımı uyarlama “III. Richard”; Michael Fassbender’in Shakespeare’in ölümsüz karakterine bambaşka bir yorum kattığı 2015’in en çok ses getiren uyarlamalarından “Macbeth” ve Manchester Royal Exchange Tiyatrosu’nda kapalı gişe oynayan bir Hamlet: “Maxine Peake’ten emsalsiz bir performans.

British Council “Hamlet”in çok beğenilen sahne prodüksiyonunun film versiyonunu da desteklemişti. Sarah Frankcom’un 2014’te Manchester Royal Exchange’de sahnelenen oyununun film versiyonu, Mart 2015’te 300’e yakın Birleşik Krallık sinemasında oynadı. Maxine Peake’in “Hamlet”i 2016’da anadili İngilizce olmayan pek çok ülkede, British Council’ın “Britten on Film” uluslararası turnesinin bir parçası olarak gösterilecek. Bizde ise, bir gün sürecek bu ücretsiz gösterimdeki filmler hakkında düzenlenecek kısa online yarışma ile sürpriz ödüller de kazanmak mümkün.

Ben kendi hesabıma başka Shakespeare sürprizleriyle de karşılaştım. Polisiye dizi seven biriyim. Digitürk Vice’ta son zamanlarda severek izlediğim bir HBO mini dizisi var. “The Wire” yazarı Richard Price’ın yazdığı bu mini dizide, bir gece tanımadığı bir kızla parti yapan yirmi üç yaşındaki Pakistanlı-Amerikalı üniversite öğrencisi Nasir “Naz” Khan (Riz Ahmed), sonradan adının Andrea Cornish olduğu ortaya çıkan kızın vahşice öldürülmüş cesediyle karşılaşıp onun evini terk eder. Ne olduğunu bilmez, ama durumun kötü olduğunun farkındadır.

Riz Ahmed benim için, HBO yapımı olsa da sonuçta bir polisiye dizide izlediğim genç bir aktördü. Onun için, Guardian gazetesinin bir Shakespeare kutlamasında onun adını görünce şaşırdım. Gazete, Guardian Solos’u, “Önde gelen aktörler Shakespeare’in en büyük tiratlarından bazılarını, yazarın 400’üncü yılı onuruna bir video dizisinde okuyor/oynuyor” diye takdim ediyor. Önce “Hamlet”te Adrian Lester, “III. Richard”da David Morrissey, “Onikinci Gece”nin Viola’sında Joanna Lumley ve “Macbeth”te Daniel Mays ünlü ozandan tiratlar okuyor.

Meğer dahası da varmış. “Julius Caesar”da Damian Lewis’in, Marc Anthony’nin Caesar’ın mezarının başındaki konuşmasını layıkıyla dile getirdiği tiradı dinledim: “Dostlar, Romalılar, yurttaşlar, bana kulak verin; / Caesar’ı gömmeye geldim, övmeye değil;” diye başlayan ve memnuniyetle başlarını sallayan suikastçıları neye uğradıklarını anlamadan suçlu olarak sunan konuşma. Sonra da aşina olduğum bir isim ve ses çıktı karşıma: Riz Ahmed, Kral Lear’de piç Edmund olarak karşımızdaydı. Aktör, “King Lear”in Birinci Perde, 2’nci Sahne’sinden Edmund’un tiradını okudu. Karakteri gayrımeşru bir çocuk olmak üzerine düşünüyor ve üvey kardeşi Edgar’a komplo kuruyordu. Böylece, perde ve ekrana bunca sevgisi olan, özellikle oyuncuları yücelten biri olarak, bir aktörün hakkını mı yedim diye biraz da üzüldüm.

Yani, Shakespeare durumu böyle. Yıl sonuna kadar da çeşitli ülkelerde, mecralarda devam edecek. Ozanı seviyorsanız eğer bu fırsatları kaçırmayın. BAŞKA SİNEMA’da 8 Eylül’de BRITISH COUNCİL desteğiyle kutlamaya katılmış.

Kaçırmayalım derim.

Shakespeare yaşıyor! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

25 Ağustos 2016 Perşembe

Bu çeviri için tam 30 kilo verdi!

(Ya da Bir Performans Sanatı Olarak Çevirmenlik)

Evet, böyle bir gazete başlığı düşünün: “Bu Çeviri için Tam 30 Kilo Verdi!”

Ya da: “Bu çeviriye hazırlanırken, bir ay boyunca günde on beş saat taksi şöförlüğü yaptı!”

Komik geliyor, değil mi?

Elbette kimse yapacağı bir çeviri için bile bile otuz kilo filan vermedi –yani, umarım vermemiştir! Öte yandan, bir ay taksi şöförlüğünü yabana atmayın: Bir De Niro olmayabiliriz, ama kahramanı taksi şöförü olan bir kitap çevirecek olsak, eminim bizim de ucundan kıyısından işimize yarardı. Nihayetinde çevirmenlerin bir metni hakkıyla çekip çevirebilmek için zaman zaman yapmak zorunda kaldıkları şeyler, Marlon Brando, Robert De Niro, Dustin Hoffman ve Daniel Day Lewis gibi aktörlerin “metot oyunculuğu” hikâyelerinin yanında sönük kalmakla birlikte, bazen uzaktan uzağa onların hazırlıklarını andırabiliyor.

Örneğin, koyu bir dönem dokusu ya da “yerel renk” taşıyan metinleri çevirmek için, hikâyenin geçtiği zamana ya da mekâna hatırı sayılır bir aşinalık kazanmanız gerekebilir. Gün gelir –Böyle bir lüksünüz varsa!– bir çeviriyi kenara koyup, haftalarca, aylarca araştırma yaparsınız. (Neyse ki bizim malzememiz metin olduğundan “gidip yaşamak” yerine “oturup okumak” çoğu zaman işimizi görüyor.) Ne de olsa edebi çeviri işi, öncelikle bir “derin okuma” işidir; çevirdiği metnin iyi öğrencisi olmak çevirmen için hayatidir… Ve bu öğrencilik, bazen o metin için zayıf kalan donanımımızı bir şekilde tahkim etmeyi de gerektirir. Eh, taksi şöförünün dil dünyasına (ve mesleki jargonuna) aşinalık kazanmak adına, De Niro usülü hazırlık da –Böyle bir lüksünüz olsa!– faydalı olurdu muhtemelen.

Peşinen söyleyeyim, burada bir “metot çevirmenliği” manifestosuna girişecek değilim! Öte yandan, oyunculuk ve çevirmenlik arasında kurulan bir analoji bana hiç de garip gelmiyor.

Diyeceksiniz ki: Sinemanın görünen yüzleri oyuncularla edebiyatın görünmez parmakları çevirmenler arasında ne tür bir benzerlik olabilir? Birinin adı afişlerde koca koca yazıyor, siması dünyanın her yanındaki insanlara aşina geliyor; öbürününse, çevirdiği kitabın kapağına adını minicik yazdırabilmek için, bazen Herkül’ün 12 görevine rahmet okutması gerekiyor! Haklısınız. Ama ilginçtir, aslında çok da yeni bir benzetme değil bu. Üstelik, çeviri yaptıysanız ya da üzerine kafa yorduysanız, benzetmenin dayanaklarını hemen tahmin edebilirsiniz:

Her şeyden önce, başka birinin yazdığı metinle çalışıyorsunuz. Sözcükler, size ait değil. Yani “yaratıcılık”, her ne kadar iki iş için de vazgeçilmez bir özellik olsa da, ancak bir yere kadar mümkün.

Öte yandan, başkasına ait olan o sözcükleri “dile getirmek”, size düşüyor. Dolayısıyla onlara “hakkını vermek” ya da vermemek, onları etkileyici ya da sahici, kuru ya da suni göstermek tamamen sizin elinizde.

Bununla birlikte, çevirmenin metnin aktarımındaki rolü, oyuncuların ya da yönetmeninkinden epey farklıdır; bu aktarımı büyük ölçüde tek başlarına gerçekleştirdikleri için etkileri daha mutlak, üzerinde çalıştıkları metni başka bir ortama değil de yine kâğıda aktardıkları içinse daha az görünürdür. Robert Wechsler “Sahnesiz Performans” adlı incelemesinde tam da bu durumdan, madalyonun bu iki yüzünden bahseder: “Evet, edebi çeviri bir sanattır,” der. “Onu tuhaf bir sanat haline getiren şey ise, bir çevirmenin fiziksel olarak bir yazarla tamamen aynı işi yapmasıdır. Bir oyuncu bir oyun yazarıyla, bir dansçı bir kompozitörle ya da bir şarkıcı bir şarkı yazarıyla aynı işi yapsa, onların yaptıkları işe de kimse fazlaca ehemmiyet vermezdi. Çevirmenin sorunu, onun sahnesiz bir icracı olmasında, işi bittiğinde tıpatıp orijinaline benzeyen bir şey ortaya çıkarmasındadır.”

Zamanla farkına vardığım bir başka benzerlik ise, uzun süre oynanmış bir “rol”e geri dönme sürecinde.

Kült bilimkurgu-komplo dizisi The X-Files çok uzun bir aradan sonra televizyona dönerken, başrol oyuncuları David Duchovny ve Gillian Anderson onca zaman sonra eski bir role girmenin güçlüklerinden bahsetmişlerdi. “Yazım tarzını unuttum, o yazım tarzını nasıl konuşmaya çevireceğimi unuttum,” diyordu Anderson açık yüreklilikle. “İlk günler berbatımdır ben… Başta fazla takarım. Sonra o kadar takmamayı öğrenirim. Nasılsa yerine oturacaktır.”

Bana seri çevirisinden hayli tanıdık gelen bir süreç bu. Ne zaman bir “Harry Potter” çevirisine başlayacak olsak, benim için ilk bölümde hep bir şeyler yerine oturmuyor gibidir. Sözcükler yabancı gelir, cümleler yabancı gelir… Bir şeyler yerine oturmaz. Benden çıkan cümlelerin sesi, akışı benim bildiğim “Harry Potter” gibi gelmez bana. Sonra o metnin dünyasıyla buluşma noktanızı (ve bunun ortaya çıkardığı doğal sesi) yeniden keşfettikçe, her şey yerine oturur. Şimdi tam da “oyuncular tarafından oynanmak üzere yazılmış” yeni bir “Harry Potter” metninin çevirisini Sevin Okyay ile – rollere değil ama– bölümlere ayırmış, üzerinde çalışırken, bu paralellik tekrar aklıma geliyor.

Eh, mademki bu analoji oyununa girdik, hakkını verelim… Ve The X-Files’ın diğer yıldızı Duchovny’nin seneler önce konuk olduğu Actors Studio’da (ki, Actors Studio “metot oyunculuğunun” karargâhı gibi bir şeydir) James Lipton’a verdiği söyleşide bahsettiği bir “aydınlanma”yı ziyaret edelim: Üniversite eğitimi İngiliz Edebiyatı üzerine olan Duchovny o söyleşide, ilk başta oyunculuğun sadece “metindeki sözcükleri belli bir şekilde söylemek”ten ibaret olduğunu sandığını, sonralarıysa kendinizden hiçbir şey katmadan (ki, “kendi hakikatini” der Actors Studio buna) sadece sözcükleri söylemenin ne büyük bir hata olduğunu öğrendiğini anlatıyordu.

Aynı şeyi çeviri için de söyleyebilir miyiz?

Neden olmasın? Sonuçta bir çeviriyi öldürmenin (ya da ona hiç can verememenin!) garantili yollarından biri, ortaya çıkardığınız metne bir “ses”, bir doğallık kazandıramadan sadece “sözcükleri karşılamak”tan geçmiyor mu? Çevirinin “tekinsizlik vadisi”ne (yani insan gibi görünüp insan hissi vermeyen robotların diyarına) çıkan anayol budur herhalde. Aksi yönde ise, metnin besbelli başkası tarafından yaratılmış olmakla birlikte size hiç mi hiç yabancı gelmemesi, orada robotik karşılıklar ve ortalamalar değil de sizden bir şeyler bulunduğu hissi ve bunun sonucu olan sahiplik duygusu vardır.

Ancak tabii bu yol iki yönlü işliyor: Siz metne sızarken, metin de size sızıyor! En azından bir süre, çevirdiğiniz metinle yaşıyorsunuz ve o metnin dünyası, malumatıyla, endişeleriyle, özlemleriyle ve hatta sözleriyle, gündelik yaşamınıza da sirayet edebiliyor. Tamam, belki Oscar alırken “yıllardır hayli tuhaf bazı adamlarla birlikte yaşamak zorunda kalmış” karısına teşekkür eden müthiş metot oyuncusu Daniel Day Lewis’inki kadar ciddi bir durum değil bu, ama en azından yaptığınız işe bir “alışveriş” olarak bakmayı mümkün kılıyor. Kim bilir, çevirinin maddi açıdan pek tatmin edici bir meslek olmamasına rağmen, gördüğü ilginin bir ayağı, yukarıda sözünü ettiğim “sahiplik” duygusuysa, öbür ayağı da bu “seri aidiyet” duygusunun yaşattığı serüvenler silsilesidir belki…

Peki ya bizim gibi iki ya da daha çok kişinin yaptığı çevirilerde “rol paylaşma”? O konuda da oyunculuğa kıyısından köşesinden dokunan bir şeyler söylenebilir mi? Ona ne şüphe! Zaten bu analoji daha çok yol gider –ama müsaadenizle, arabayı teslim etmem lazım!

Bu çeviri için tam 30 kilo verdi! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

23 Ağustos 2016 Salı

007 Zülküf Dağı

O yaz her şey çoktu. Hava çok sıcak, gökyüzü çok mavi, deniz çok serin, sahil çok kalabalık.

Sabahları erken uyanıp, güneş etrafı kavurmaya başlamadan kasabaya kadar yaklaşık altı kilometre yürüyor, dönüşte kan ter içinde kendimi denizin serin sularına bırakıyordum. Arkadaşım tembel biriydi, sabah o saatte kalkıp yürümek, arkasından da deniz daha ısınmadan yüzmek ona göre değildi. Yine de iyi biriydi; ben denizden çıktıktan sonra fırından aldığım sıcak ekmek ve gazeteyle eve döndüğümde çayı demlemiş, beni bekliyor olurdu.

Yazlık sitenin yanında bir otel vardı. Denize girdiğimiz yer aynıydı. Yalnız, otelin şezloglarıyla bizim siteninkilerin arasına geçmeyi engelleyecek dev saksılar yerleştirmişlerdi ve bizimkilerin aksine onların şezlonglarında minder vardı. Yine de otel müdürü ile site yöneticisinin arası iyi olduğundan bizim onların iskeleyi kullanmamıza ve arada denizden çıkınca duş almamıza ses çıkarmıyorlardı.

Otelin iskelesinin tam karşısında küçük bir kulübe yapmışlardı. İki kişi içine zor sığar. Bira, kola, su , ayran makineleri koymuşlar, müşterilerin kâğıt bardaklarda soğuk içecek alması için bir mini bara çevirmişlerdi.

Onu ilk orda gördüm. Bizim sitenin sahilinden denize girip duş almak için onların iskeleden çıkıyor, sonra kızgın kumlara basarak bizim şezlonglara yürüyordum. O, mini kulübenin önünde toplaşan susuz müşterilere yetişmeye çalışıyor; beyaz tişörtü terden ıpıslak görünüyordu. Tek işi bu da değildi. Güneşlenmeye gelen müşterilerin şezlonglarını istedikleri yere taşımak ve üstlerine minder yerleştirmek, onlar kalktıktan sonra minderleri toplayıp brandanın altına kaldırmak da onun göreviydi. Akşamları da herkes odasına dönüp sahil boşalınca, bir hortumla bütün şezlongları yıkıyordu.

Barın önünde kimsenin olmadığı bir sabah kulübenin dışına taşıdığı tabureye oturmuş denizi seyrediyordu. Ne kadar kara, diye düşündüm. Güneşten mi böyle olmuş, yoksa haddinden fazla esmer mi, karar veremedim.

Duş almış, üstümden şıpır şıpır akan sularla önünden geçiyordum ki, “Bir şey içer misiniz?” diye sordu. Bana mı söylüyor, diye şüpheye düşüp etrafıma baktım, çünkü otel müşterileri dışında birine içecek vermesinin yasak olduğunu biliyordum. Bunu arkadaşım söylemişti.

“Ben otelde kalmıyorum,” deyip yoluma devam edecek oldum.

“Biliyorum,” dedi. “Ama yine de bir şey ikram etmek istedim. Hava çok sıcak.”

Geri dönüp, uzattığı kâğıt bardağı aldım. Tam teşekkür edip gitmek üzereydim ki, plastik beyaz sandalyelerden birini çekti.

“Biraz oturmaz mısınız?” dedi.

Islak mayomu değiştirmeye acele ettiğim halde, kabalık etmemek için, gösterdiği sandalyeye oturdum.

“Sitede mi kalıyorsunuz?” dedi. “Her sabah görüyorum sizi. Akşamüstü de arkadaşınızla geliyorsunuz.”

“Evet,” dedim. “Arkadaşımın evinde misafirim.”

Birden önemli bir şey hatırlamış gibi, başındaki şapkayı çıkardı, elini uzattı. “Adım Zülküf benim,” dedi. “Her yaz bu otelde çalışırım. Kışları da memlekete dönerim.”

İsmi bir tuhaf geldi nedense. O yaştaki birine hiç yakıştıramadım.

“Ben de Ayşegül,” dedim, uzattığı elini sıkarken. Elleri sert ve kuruydu.

“Ne kadar eski bir ismin var, dedenin ismini mi koymuşlar?”

Sırf konuşacak bir konu olsun diye saçmalamış, söyler söylemez de pişman olmuştum.

“Yok,” dedi. “Bizim memlekette bir dağ vardır, Zülküf Dağı. Zülküf Peygamber vaktiyle orada yaşamış derler. Aileler genelde ilk oğlan çocuklarının adını Zülküf bırakırlar.”

“Bırakmak?”

“Yani, koyarlar. Biz öyle deriz de…” Bunu söylerken utanıp önüne baktı.

Pot üstüne pot kırdığım için aptallığıma kızıyordum. Bardaktaki kolayı kafama dikip kalkacak oldum.

“Hatta öyle mübarektir ki Zülküf Peygamber, terinin düştüğü yerde çiçeklerin bittiği söylenir,” diye devam etti. “Dağdaki çiçekler yani…”

Söyleyecek bir şey arıyordum. Düşündüm. Benim ismimin de böyle bir hikâyesi olup olmadığını. Bir şey söylemiş olmak için, “Benim adımı da annem koymuş, kızamıktan çocuk yaşta ölen bir arkadaşının ismiymiş,” diye uydurdum. Belki öyle aman aman bir şey değildi ama yine de bir hikâyeydi işte.

“Ne güzel,” dedi. “Bir kola daha içer misiniz?”

“Yok,” dedim. “Islak mayoyla durmayayım şimdi. Çabuk üşütüyorum.”

O da ayağa kalktı.

“Arada uğrayın, bir şeyler için,” dedi. “İkramımız olsun. Hem burada çok sıkılıyorum bazen. Yani bu kadar insanın içinde bile çok sıkılıyorum.”

“Tamam,” dedim. Teşekkür edip bizim sitenin şezlonglarına doğru yürüdüm. Kızgın kumlar tabanlarımı dağlıyordu. Kabine girip aceleyle mayomu değiştirdim.

Yerime döndüğümde, gözlerim Zülküf’ü aradı. Az ötede, kaprisli bir müşterinin şezlongunu gölgeye çekmeye çalışıyordu. Alnından boncuk boncuk ter damlıyordu.

Kumların üstünde açan çiçeklere baktım. Sadece sigara izmaritleri vardı.

007 Zülküf Dağı yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Şimşek gene çaktı!

2016 Rio Olimpiyatları’yla vedalaşmaya hazırlanıyoruz. Çeşitli sorunlara rağmen iyi bir olimpiyattı. Geçen haftaki yazıda performanslarını heyecanla beklediğimiz sporculardan söz etmiştim. Bizi hayal kırıklığına uğratmadılar. İngiliz Mo Farah, 5,000 – 10,000 dublesini yeniledi. Katie Ledecky madalyalarına madalya kattı. Michael Phelps, Olimpiyat altını sayısını 23’e çıkarttı. Usain Bolt ise, Pekin ve Londra’da aldığı 100-200 metre altınlarına yenilerini kattı. Bayrak yarışını da kazanırlarsa, emsalsiz bir başarıya ulaşmış olacak: Üç Olimpiyat’ta dokuz altın.

Tam da bu noktada bir mukayese ortaya çıkıyor. “Gelmiş geçmiş en büyük sporcu” olma açısından. Bolt, 200’u kazanmasının ardından yapılan bir söyleşide Michael Phelps’den söz ederek, “Bambaşka branşlarımız var,” demiş ve bu mukayeseyi basına bıraktığını eklemiş. “Phelps çok baskındı, emekliye ayrıldı, geri geldi ve hâlâ en iyilerden biri olduğunu kanıtladı. Ona saygım var. Sporu için de çok şey yaptı. İkimiz, kendi farklı alanlarımızda büyüğüz.”

Usain Bolt, adının spor ikonları Muhammed Ali, Pele ve Phelps ile aynı solukta anılmasından onur duyduğunu da söyledi. “İnsanlar beni bu gruba dahil edecekler mi, hayranlar beni öyle görecekler mi diye Olimpiyat Oyunları’nın sona ermesini bekliyorum. Benim için neler yazılacağını da göreceğiz…”

Bolt’un sahiden de gelmiş geçmiş en büyük atletlerden biri olduğu konusunda hiç şüphe yok. Bizim zamanımızın emsalsiz atletlerinden Carl Lewis de öyleydi, bugün de öyle. Lewis, Fin uzun mesafe koşucusu Paavo Nurmi ile birlikte atletizmde en fazla Olimpiyat altını olan sporculardan biri. O 1984 ile 1996 arasında dokuz altın alırken, Nurmi de 1920 ile 1928 arasında aynı başarıya ulaşmıştı. Müthiş yeteneğiyle ırkçılığın kalesi Almanya’yı dize getiren Jesse Owens ise, hep benzersiz bir efsane olarak kalacak.

Ama adı hep ülkesi Jamaika ile birlikte anılacak olan Trelawny’li çocuk da özel bir yeri hakediyor. “En büyük olduğumu kanıtlamak için daha ne yapabilirim?” diyor. “Ali ile Pele arasında olabilmek için. Sporu heyecanlı hale getirdim, insanlarda sporu izleme arzusu uyandırdım. Sporu farklı bir düzeye koydum.” Eh, biraz da maskaralık ettiği bir gerçek. Olsun, sevilme nedenlerinden biri de bu. Rio’yu Prens Harry ile birlikte partilerde kutlayacakmış.

Ne var ki, Rio’da 200 metre yarışında, özellikle yarı finalde onu zorlayan Kanadalı Andre de Grasse ile Fransız Christophe Lemaitre’i (foto finişle üçüncü olup Britanyalı genç Adam Gemili’yi podyuma çıkarmadı) geçen Bolt, derecesinden hiç hoşnut kalmadı. 19.19’luk dünya rekorunu kırmayı umut ediyordu, hatta belki de Rio’nun Olimpiyat Stadyumu’nda 19 saniyenin altına inmeyi… Neden olmasın? Olmadı ama, biraz da hava koşulları izin vermedi. Ancak Bolt çabucak kendine geldi. Kulaktan kulağa bir tebessümle, herkesin beklediği “Şimşek” işaretini yaparken, hayranları onun adını haykırıyordu.

Bakalım bayrak yarışında da aynı başarıyı sürdürebilecek mi? Gerçi bayrak yarışını kazanmak için birden fazla iyi atlete ihtiyaç var, ama Jamaika da bunun için birebir. Üç milyon nüfuslu bu ülke, atletizmde şimdiye kadar 13 Olimpiyat altını aldı. Son beş yılda hem erkek, hem kadın atletleri 100 metre yarışında geçilmez ekipler oluşturdu. Amerikalılar bayrak alıp verme işindeki şaşırtan acemiliklerini sürdürdükçe de böyle olacak herhalde. Peki, tek neden bu mu?

Elbette değil. Usain Bolt, Trelawny tepelerinde yetişti. Babası Wellsley Bolt, onun küçük yaşta, farkına varmaksızın form tuttuğunu söylüyor. “Bu atletlerin çoğu bu dağlık bölgedendir,” diyor. “Onun için bu kadar hızlı koşuyorlar.” Bir de, Jamaikalılar’da “hız geni” denen bir şey olduğundan söz ediliyor. Batı Hint Adaları Üniversitesi’nden Profesör Rachel Irving’e göre, pek çok Jamaikalı’da yüksek düzeyde serotonin var. “Zihin gücünü serotonin tayin eder. Eğer düzeyiniz yüksekse, özel bir geniniz var demektir. Çok kararlı ve agresif olma eğilimi gösterirsiniz. Bütün koşullar altında kazanırsınız, kendinizi başka her şeye kapatırsınız. Farkı sağlayan bu.”

Gerçekten sır serotoninde mi, yoksa Usain Bolt’un halası Lily’nin göklere çıkardığı yiyecek “yam”de mi? Bilemiyoruz elbette. Gerçek şu ki, Jamaika gen havuzu nispeten homojen. Yani yakın gelecekte başka Usain Boltlar, Asafa Powellar ve Shelly-Ann Fraserlar bekleyebiliriz. Usain’in eski okulunun jimnastik hocası ise, buradaki her çocuğun koşmak istediğini söylüyor. “Bir tutku bu. Usain’e sorun size söylesin, bir tutku.” Usain ise jimnastik hocası Lorna Thorpe’un onun için ikinci bir anne olduğundan, okulda kendisini hep kolladığından bahsediyor. “Benim hayatımda çok önemli bir rol oynadı.”

İyi de, Jamaikalılar niye böyle hızlı koşuyor? “Güven,” diyor Usain. “Biz kendine güvenen bir halkız, kazanmayı sevdiğimiz için çok çalışırız.” Tacını devretmeye henüz hazır değil ama, pek çok yetenekli atlet yetişeceğinden emin. “Onlara, ‘Evet, çok iyi olacaksınız,’ diyorum ama ‘Beni yakalayamazsın,’ demeyi de ihmal etmiyorum.”

Usain Bolt, çoğu atletin aksine, adasında kaldı. ABD’de çalışmayı reddetti. O Jamaika’yı seviyor, Jamaika da onu. Bir sonraki Olimpiyatlar’a katılmayacağını gene tekrarladı. 200 metre yarışından sonra yeri öpmesinin bir veda olduğunu belirtti. Ama Dünya Şampiyonası’na henüz veda etmedi. Onu böyle bir şampiyonada bir daha izlemek için heyecanla bekliyoruz.

Şimşek gene çaktı! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

18 Ağustos 2016 Perşembe

Madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz?

 “Heey bre Karacaahmet, kara mezarlık, sana gelmiyorum işte. Var mı bir diyeceğin. Yorgo’nun Meyhanesi’ne gidiyorum, daha çok beklersin!”

1987 yılında Füruzan’ın eserinden televizyona uyarlanmış ve Füruzan’ın senaryosunu yazdığı, Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay’ın başrolleri paylaştıkları, üç bölümlük “Gecenin Öteki Yüzü” dizisinin bir giriş sahnesinde Müşfik Kenter’e ait repliktir. İntihar etmek için deniz kenarına giden Zuhal Olcay’la karşılaşır Kenter ve sigarasını yakmak için ateş ister, Karacaahmet’e haykırışının öncesinde de, “Madem ateşin var, neden karanlıkta duruyorsun,” der Olcay’a… Böylece kadın, hayata bir adım attı. Karacaahmet’e haykıran o adam her yaşta, her koşulda yaşama inadı ve umudu verdi.

1980’li ve 90’lı yıllarda ALF adlı televizyon dizisinde sevimli uzay yaratığı ALF karakterini seslendirdi. Muazzamdı. ALF’in evin kedisi Şanslı’yı Kenter’in sesiyle hipnotize edip, “Artık bir kedi değilsin, sen bir yemeksin,” demesi her yaşta, her koşulda güldürmeyi başardı.

Önce tiyatroya gülen, sonra oynadığı Hamlet rolüyle dünya literatürüne giren, sadece sahnede değil, beyazperdede de izleyenlerini büyüleyen bir sanat insanı. Atıf Yılmaz’ın Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987) filminde, “Ben öyle hayali fener gibi dolaşan asilzadelerden çok, hayatın çamurunda yoğrulmuş gerçek insanı sevdim hep vesselam,” repliğini hatırlarım. Kenter, bu repliği akıllara geldikçe, gerçek insanı bulma ve o insan olabilme umudunu verdi.  “İyi bir insan olmazsanız, iyi bir oyuncu olamazsınız,” diye yetiştirdi öğrencilerini.

Çocukken, tiyatrocu olmayı aklından geçirmeyen, “hiçbir şey olmayı aklından geçirmeyen” Kenter, bir röportajında, “Oyunculuğu ciddi bir şaka olarak düşünürüm,” diyor. 1965 yapımı Metin Erksan efsanesi Sevmek Zamanı’nda boyacı Halil’i oynadı, boyamaya girdiği evin duvarında gördüğü kadının resmine aşık olan Halil’i. “Ciddi bir şaka”ydı gerçekten de boyacı Halil’in aşkı.

1981’de Kent Oyuncuları tarafından sergilenen, Murathan Mungan’ın Orhan Veli şiirlerinden kurgulayarak yazdığı tek kişilik oyunda gördük bu defa Kenter’i. Oğuz Aral yönetmenliğiyle eşlik etti ve oyun, Türkiye’de aynı oyuncuyla en uzun süreli sergilenen eserlerden biri oldu. Oyunun Müşfik Kenter sesinden bir de albümü yayınlandı. O albüm ki, çok şeye bağladı, çok şeyi sevdirdi biz ölümlülere… Orhan Veli’yi, şiiri, Garip’i, Boğaziçi’ni, edebiyatı, insanı, karpuzdan fener yapmasını, rakı şişesindeki balığı, “Elifbamın yapraklarında” diye mırıldanmasını, gemileri ve İstanbul’u dinlemeyi…

20’li yaşlarında başladığı sigarayı 60’ında doktorların uyarısıyla bıraktı. Televizyondaki bir kamu spotunda sigaranın zararını anlatıp, benzersiz sesiyle sigaraya karşı insanları, “Derin bir nefes alın ve sigarayı bırakın,” diye uyaran büyük usta, 15 Ağustos 2012’de akciğer kanseri nedeniyle tedavi  gördüğü hastanede gözlerini son kez kapadı. Sesinde Orhan Veli, gözlerinde İstanbul, soluğunda insan olan adamı kaybedeli 4 yıl oldu.

Canlandırdığı, ses verdiği, emeğini işlediği tüm karakterlerde yaşamın en saf haline dokunduğumuzu hissettirdi. Başımızdan iyi bir şey geçtiğini hissettik sayesinde. Bir insanın sesi, hecesi, boğazındaki hırıltısı, kahkahası bu kadar mı sevilir? Sevdirdi. O her koşulda, her yaşta “sevilen insan” oldu.

Müşfik Kenter susmayan sesiyle hâlâ her yaşı güldürüyor, her yaşa “umut” diyor, “diren” diyor. Öyle ya, madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz?

Madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz? yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

16 Ağustos 2016 Salı

Madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz?

 “Heey bre Karacaahmet, kara mezarlık, sana gelmiyorum işte. Var mı bir diyeceğin. Yorgo’nun Meyhanesi’ne gidiyorum, daha çok beklersin!”

1987 yılında Füruzan’ın eserinden televizyona uyarlanmış ve Füruzan’ın senaryosunu yazdığı, Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay’ın başrolleri paylaştıkları, üç bölümlük “Gecenin Öteki Yüzü” dizisinin bir giriş sahnesinde Müşfik Kenter’e ait repliktir. İntihar etmek için deniz kenarına giden Zuhal Olcay’la karşılaşır Kenter ve sigarasını yakmak için ateş ister, Karacaahmet’e haykırışının öncesinde de, “Madem ateşin var, neden karanlıkta duruyorsun,” der Olcay’a… Böylece kadın, hayata bir adım attı. Karacaahmet’e haykıran o adam her yaşta, her koşulda yaşama inadı ve umudu verdi.

1980’li ve 90’lı yıllarda ALF adlı televizyon dizisinde sevimli uzay yaratığı ALF karakterini seslendirdi. Muazzamdı. ALF’in evin kedisi Şanslı’yı Kenter’in sesiyle hipnotize edip, “Artık bir kedi değilsin, sen bir yemeksin,” demesi her yaşta, her koşulda güldürmeyi başardı.

Önce tiyatroya gülen, sonra oynadığı Hamlet rolüyle dünya literatürüne giren, sadece sahnede değil, beyazperdede de izleyenlerini büyüleyen bir sanat insanı. Atıf Yılmaz’ın Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987) filminde, “Ben öyle hayali fener gibi dolaşan asilzadelerden çok, hayatın çamurunda yoğrulmuş gerçek insanı sevdim hep vesselam,” repliğini hatırlarım. Kenter, bu repliği akıllara geldikçe, gerçek insanı bulma ve o insan olabilme umudunu verdi.  “İyi bir insan olmazsanız, iyi bir oyuncu olamazsınız,” diye yetiştirdi öğrencilerini.

Çocukken, tiyatrocu olmayı aklından geçirmeyen, “hiçbir şey olmayı aklından geçirmeyen” Kenter, bir röportajında, “Oyunculuğu ciddi bir şaka olarak düşünürüm,” diyor. 1965 yapımı Metin Erksan efsanesi Sevmek Zamanı’nda boyacı Halil’i oynadı, boyamaya girdiği evin duvarında gördüğü kadının resmine aşık olan Halil’i. “Ciddi bir şaka”ydı gerçekten de boyacı Halil’in aşkı.

1981’de Kent Oyuncuları tarafından sergilenen, Murathan Mungan’ın Orhan Veli şiirlerinden kurgulayarak yazdığı tek kişilik oyunda gördük bu defa Kenter’i. Oğuz Aral yönetmenliğiyle eşlik etti ve oyun, Türkiye’de aynı oyuncuyla en uzun süreli sergilenen eserlerden biri oldu. Oyunun Müşfik Kenter sesinden bir de albümü yayınlandı. O albüm ki, çok şeye bağladı, çok şeyi sevdirdi biz ölümlülere… Orhan Veli’yi, şiiri, Garip’i, Boğaziçi’ni, edebiyatı, insanı, karpuzdan fener yapmasını, rakı şişesindeki balığı, “Elifbamın yapraklarında” diye mırıldanmasını, gemileri ve İstanbul’u dinlemeyi…

20’li yaşlarında başladığı sigarayı 60’ında doktorların uyarısıyla bıraktı. Televizyondaki bir kamu spotunda sigaranın zararını anlatıp, benzersiz sesiyle sigaraya karşı insanları, “Derin bir nefes alın ve sigarayı bırakın,” diye uyaran büyük usta, 15 Ağustos 2012’de akciğer kanseri nedeniyle tedavi  gördüğü hastanede gözlerini son kez kapadı. Sesinde Orhan Veli, gözlerinde İstanbul, soluğunda insan olan adamı kaybedeli 4 yıl oldu.

Canlandırdığı, ses verdiği, emeğini işlediği tüm karakterlerde yaşamın en saf haline dokunduğumuzu hissettirdi. Başımızdan iyi bir şey geçtiğini hissettik sayesinde. Bir insanın sesi, hecesi, boğazındaki hırıltısı, kahkahası bu kadar mı sevilir? Sevdirdi. O her koşulda, her yaşta “sevilen insan” oldu.

Müşfik Kenter susmayan sesiyle hâlâ her yaşı güldürüyor, her yaşa “umut” diyor, “diren” diyor. Öyle ya, madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz?

Madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz? yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bir çocuk, iki bomba

Garip Akımı’nın şairleriyle yaşıtmış gibi hissederim kendimi. Aslında annemle yaşıtlardı, ama şiirlerini o kadar küçük yaşlarda okumuştum ki, bana arkadaşımmış gibi geliyorlardı. Hatta bir kısmını ezberlemiştim, kimi şiirleri yaşıma göre biraz büyük işi sayılsa da…

Bunlardan biri de Melih Cevdet Anday’ın “Hiroşima” şiiriydi:

Büyükbabam, babam, ben

Küçük oğlan, kız, damat…

Gelişimiz teker tekerdi

Gidişimiz cümbür cemaat.

Komik bulmuş olmalıyım. Hele “cümbür cemaat”i. Ben üç yaşındayken atılan bu bombayı duymuş olsam da, durumu kavrayamıyordum. Aslında İkinci Dünya Savaşı hakkında bütün bildiğim de, hayal meyal hatırladığım bir iki şeydi: karartmada kullanılan siyah storlar, damgalara boğulmuş nüfus kâğıtları, heyecan içinde dinlenen haberler.

Ancak yıllarla birlikte o “cümbür cemaat” gidişin dehşetini kavrayabildim. Tam 71 yıl önce, A.B.D., Birleşik Krallık’ın da desteği ve onayıyla, kayıtsız şartsız teslim olmayı reddeden Japonya’nın Hiroşima şehrine atom bombası atmıştı. 9 Ağustos’ta da bu sefer Nagazaki atom bombasına hedef oldu. Hiroşima’da 20 bin asker ile 70-146 bin sivil; Nagazaki’de 39-80 bin sivil öldü. Bomba ile ölmeyip daha sonra etkilerinden ölenleri de unutmayalım. Bunun dışında başka hiçbir savaşta nükleer bomba kullanılmamıştı, bir daha da kullanılmadı. Ama Amerikalılar kendi yarattıkları kâbusun esiri olup ağır bir yabancı korkusuna kapıldılar.

Bu ksenofobi sonucu ortaya o meşhur B sınıfı fantazya ve bilimkurgu filmleri çıktı ki, üstlerinde durmaya değmez. Ama meselâ, yaşı tutan herkesi etkilemiş bir film, Alain Resnais’nin ilk filmi Hiroshima mon amour / Hiroşima Sevgilim, onu açık fikirle izleyen herkesi etkilemiştir. Savaş sonrası Hiroşima’da bir Fransız aktris (2012’de Amour/Aşk ile Oscar adayı olan Emmanuelle Riva) ve bir Japon mimarın (Eiji Okada) kısa, yoğun ilişkilerine odaklanan film, Marguerite Duras imzalı senaryosunun da katkısıyla, cidden çok etkileyiciydi.

Ama bir film daha var ki, Pasifik’te savaşın bitmek üzere olduğu dönemi bence akıldan çıkmaz bir şekilde canlandırır. Doğrusu, Steven Spielberg’i çok sevmekle birlikte, J.G.Ballard’ın aynı yıllarda başından geçenleri yansıtan kitabından uyarladığı Empire of the Sun / Güneş İmparatorluğu’nda bu kadar başarılı olacağını sanmazdım. Demek Ballard’ı daha çok seviyormuşum. Gerçekliği aşan sihir, ailesini arayan çocuk ve masumiyetin kaybı dahil, yönetmenin pek çok imzası var bu filmde. Filmde olanların yarısının Ballard’ın kafasında meydana geldiğini düşünmesinin belki de Güneş İmparatorluğu’na hayrı dokunmuştur, bilemiyorum.

Pearl Harbor öncesi Şanghay’da ayrıcalık sahibi bir İngiliz ailesinin uçaklara âşık küçük oğlu Jim Graham (Christian Bale), 1941’de rüyasında Tanrı’nın tenis oynadığını görür. Bundan dört yıl ve belki de dört ömür sonra da, açlıktan ölmek üzere, bitap düşmüş bir savaş esiri olarak atom bombasının pırıl pırıl ışığını izler ve Tanrı fotoğraf çekiyor diye düşünür. Aradaki dört yılda ise onun ailesinden uzak düşmesini ve hayatta kalmaya çalışmasını izleriz. Japon istilasında onları kaybeder, çünkü tepeden geçen uçaklara bakmış ve sonra da düşürdüğü oyuncak uçağını almak için eğilmiştir. Bir anda annesinden koptuğunu fark eder.

Steven, Spielberg Tom Stoppard’ın uyarladığı çok çarpıcı bir hikâye anlatıyor. Özgün bir dile ve yüksek görsel ifade gücüne sahip, bazı bölümlerinde yok denecek kadar az diyaloğu olan, iyi oynanmış bir film. Bu filmin adını duyunca çoğunun gözünün önüne kendinden başkasını düşünmeyen, acımasız, üç kâğıtçı Amerikalı Basie gelir. İyi oynamaya karar verdiği zaman gerçekten emsalsiz olabilen John Malkovich’in en iyi performanslarından biri. Ancak filmde onu da gölgede bırakan biri var: Neredeyse her an perdede olan ve Jim’in 9 yaşıyla 13 yaş arasındaki halini oynayan Christian Bale. Ailesini kaybettiğini anladığı, yapayalnız kaldığı andan itibaren oyunuyla filmi bambaşka bir düzleme taşıyor.

Bu harikulade Ballard/Spielberg filmi, hatta aslında özgün kitap da, takdirle karşılanmamıştı. Ama sonra ikisi de başlangıçtaki başarısızlıklarını telafi ettiler. Zaten yazar da kitabı seviyor. Bir söyleşide “Filmi sevdim,” demiş. “Bence çok etkileyici bir iş. Birkaç yılda bir görürüm… Yıllarla birlikte sanki daha zenginleşir ve daha ilginç bir hal alır. Onu kitabımın filmi olarak değil, kendi başına bir film olarak değerlendiriyorum.”

Bir çocuk, iki bomba yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

4 Ağustos 2016 Perşembe

Dante: Evden Uzakta, Evin Şavkında

“Dante ile Shakespeare dünyayı aralarında paylaşır; bu iki ada eklenebilecek üçüncü bir ad yoktur.”  –T. S. Eliot

Birkaç hafta önce, tam da Shakespeare’in, ölümünün dört yüzüncü senesinde ülkemiz gündemine “Şeyh Pir” namıyla bir sorti yapmasından kısa süre önce, bu köşe şemsiyesi altına “Şaksiper’in Laneti” başlıklı bir yazı yazmıştım. Orada Shakespeare ve Dante konusunda, modern şair T. S. Eliot’ı alıntılamıştım. Şimdi işe yine onu alıntılayarak başlamam yerinde olur, çünkü bu şairlerin hepsi, adına dünya edebiyatı dediğimiz yolculuğun nirengi noktaları olan yaratıcılardır ve başeserleri bu yolculukta hem bir varış hem de bir kalkış noktası olduklarının çok açık ispatıdır.

Tıpkı bu sene ölümünün dördüncü yüzyılı dolayısıyla çok sık anılan Shakespeare gibi, geçen sene doğumunun yedi yüz ellinci senesi sebebiyle anılan Dante’nin de bu topraklarda bahis konusu olması, 19. yüzyılın ikinci yarısını bulmuş. 1884’te, Envâr-ı Zekâ dergisinde Mustafa Reşit, Dante’nin şiir ve şairler için anlamını tarif ederken (muhtemelen Dante’nin mezarının epey bir süre kitabesiz kalmasını açıklamak için ortaya atılmış) bir hikâye nakletmiş. Özetliyorum:

Meşhur İtalyan şairi Dante vefat ettiğinde, tüm şairler toplanıp onun mezar taşına ne yazılsın diye fikirlerini ortaya koyuyor… Fakat bulunan fikirlerden hiçbiri Dante’yi tarif etmeye layık görülmüyor: Dante’yi ancak, “Dante” adının kendisinin tarif edebileceğine ve mezar taşına sadece tek kelime yazılmasına karar veriliyor: Dante!

Efsane olsun olmasın, anca kendiyle tanımlanabilirliğin çok güzel bir örneği bu. Dante’nin ayağını bastığı topraklar şüphesiz ki taze topraklar değildi, zaten onun büyük eseri İlahi Komedya’yı okursanız, bu metnin “öbür dünya” fikrinin içinde olduğu kadar, edebiyat ve fikir tarihinin de içinde yapılmış bir seyahat olduğunu göreceksiniz. Ama Dante bu yolculuğu yaparken modern İtalyanca’yı yaratan dili de kurmuştur –Nasıl ki Shakespeare İngilizce demekse, Dante de İtalyanca demektir.

Zaten yolculuk şeması, hikâye anlatma geleneğimizde bu yönüyle çok verimli bir şema değil mi? Bir taraftan bize, yolculuk dediğimiz sürecin aşinalığından gelen rahatlığı, güvenlik hissini sunar, bir taraftan da tabiatı gereği yenilikler vaat eder. Belki de en popüler hikâye anlatma biçimimiz bu: Bir düşünsenize, kaç tane unutamadığınız kahraman, bir şeyleri başarmak, bir amaca ulaşmak, hatta alttan alta (sembolik anlamda) “büyümek” için yollara koyulurlar?

Homeros’un kahramanı Odisseas, İthaka’dan ayrıldıktan sonra ailesine dönene dek Akdeniz ve Ege’yi tarayan muazzam bir yolculuklar silsilesinden geçer… Yüzüklerin Efendisi’nin Frodo Baggins’i, beraberinde kendi gibi birkaç “hobbit”le birlikte, Shire’daki huzurlu hayatını geride bırakıp Hüküm Dağı’nın heybetli gölgesine doğru uzun ve tehlikeli bir yolculuk yapar… Mançalı yaşlı asilzade Don Quixote, okuduğu kitaplardaki şövalyeliği yeniden canlandırma hayaline kapılıp, yardımcısı Sancho Panza ile birlikte yollara düşer… Lemuel Gulliver gemi kaptanı olarak nice seyahatler yapar, nice tuhaflıkta dünyalarla karşılaşır –Bu arada da yazarına, dönemin Anglosakson dünyasını hicvetmek için harikulade fırsatlar sunar… Moby Dick’in kaptanı Ahab ise saplantısının kuyruğunda gemisini ve tayfasını felakete sürükler.

Aslında bu hikâyelerin hepsinde, coğrafi seyahatlere eşlik eden bir iç yolculuk da vardır. Aynı şekilde Dante’nin İlahi Komedya’da epik şiir biçiminde anlattığı hikâye de, hem coğrafi bir yolculuk hem de son derece teferruatlı bir iç yolculuk içerir. “Coğrafi” yolculuk “öbür dünya”da, Cehennem, Araf ve Cennet’te, iç yolculuk ise Dante’nin kendi hayatının, tecrübelerinin, düşüncelerinin ve inançlarının köklerinde yapılır: Dante’ye öbür dünyada bir diğer büyük şair olan Vergilius (Aeneis’in yazarı) kılavuzluk eder; karşısına “gerçek aşkı” Beatrice çıkar, yolda hayattan, tarihten ve hikâyelerin evreninden aşina olduğu kişiler ve karakterlerle karşılaşır. Mutlu sona doğru (adının “Komedya” olmasının sebebi budur; “komik” olması değil!) giderken bilinen, öğrenilen, hatırlanan, hatta “olunan” her şeyle bir hesaplaşma niteliğindedir bu yolculuk.

Ancak belki daha da ilginci, yazımı da büyük bir yolculuktur bu hikâyenin: Dante Alighieri muazzam şiirini hayatının son döneminde, tam on iki sene zarfında, doğup büyüdüğü Floransa’dan uzakta yazmıştı. Sürgünde. Tam da bu eserle Floransa’da kullanılan lehçeyi İtalya’nın geçerli dili haline getirecekti ama şehrini bir daha göremedi. Gelgelelim, Floransa bir fikir olarak, anı olarak ve her şeyden öte bir ses, bir “dil” olarak her zaman içinde kaldı.

Ne demişti Kavafis?

“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.Bu şehir arkandan gelecektir.”(“Şehir”den, çeviri: Cevap Çapan)

Dante, Floransa’yı hep beraberinde getirdi, dilini baştacı yaptı. Floransa şehri ise sonunda onu sürgüne mahkûm ettiğine pişman oldu. (Fakat ilginçtir, anca 2008’de, Dante’nin ölümünden aşağı yukarı yedi asır sonra kent konseyi onun Floransa’ya dönmesi halinde yakılacağına hükmeden sürgün kararını kaldırdı!)

Sonunda Dante’yi yola mahkûm eden siyasi şartların o gün için yakıcı gerçekleri, tarihte nispeten küçük bir hikâye olarak kaldı; Dante’nin muhayyilesinin ortaya koyduğu yolculuk ise muhteşem parlaklığını ve dahası, ancak fantastik dev aynalarının sunabileceği o tuhaf “hakiki”liğini koruyor. Belki yolculuk anlatıları biraz da bunun için var: “Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” sorusunun bir cevabının daha olduğunu bize hatırlatmak için: Okuryazarlık da gezginliktir, hem de en hakikisinden!

Dante: Evden Uzakta, Evin Şavkında yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.