30 Haziran 2016 Perşembe

Elf dilinin cazibesi

Tamam, belki Elfçe demeliydim.

Hatta hangi kolu olduğunu söylemeliydim. Öyle ya, Quenya mı, Sindarin mi, Eldarin mi, Telerin mi… Nihayetinde JRR Tolkien, o kadar uğraşıp ayrıntısıyla koca bir dil dünyası yaratmış, zücaciye dükkânına girmiş Mûmak gibi paldır küldür bir adlandırma yapmamalıydım.

Ama mazur görün; maksadım Orta Dünya’nın bu güzide dil ailesini ayrıntıyla ele almak, müstakbel Elf Dilleri ve Edebiyatı öğrencileri için kapsamlı bir kılavuz oluşturmak değil. Maksadım, genel olarak “yapay dil” ya da “yapma dil” denen o tuhaf ve büyüleyici şeyden, zaman içinde doğal ve anonim şekilde gelişmemiş, belli biri ya da birileri tarafından icat edilmiş, basbayağı uydurulmuş dillerden bahsetmek.

JRR Tolkien bir dilbilimciydi ve kitaplarında kullandığı üretilmiş dilleri, o kitapları zenginleştiren birer bezeme, ayrıntıların üzerine titreme tasasının fazlaca ileri götürülmesinin bir eseri olarak görmüyordu. Tam tersi geçerliydi: “Bu diller, hikâyeler için oluşturulmamış, daha ziyade hikâyeler bu dillere bir dünya oluştursun diye yazılmıştır,” diyordu.

Nitekim 1960’larda eleştirmen Robert Reilly, Tolkien’den bahsederken, “Hayatta kimse sırf bir dil uydurmak için varlığının sinir uçlarını ve liflerini böylesine ifşa etmemiştir; sadece delilik değil, gereksiz de bu,” diye isyan etmişti!

Öyle mi gerçekten?

Sanırım bu, dile nasıl baktığınıza bağlı. Dilden, size pratik getirisinden öte bir keyif alıyor, onda daha derin anlamlar, hatta bir güzellik buluyorsanız, ilk bakışta varoluş mantığını inkâr edermiş gibi görünen bu girişimler, tenha ama sihirli bahçeler haline geliyor.

Peki, tüm bu bahçelerin kökleri nerede? Bu konudaki en meşhur anlatıya gidelim:

Kutsal kitaplarda Babil Kulesi, insanın göklere ulaşma çabasının –ve dolayısıyla Tanrı katından bakıldığında kibrinin– eseridir. Bu kibir, “tek dil”in parçalanıp birçok dile ayrılmasıyla cezalandırılır: Dil bölününce insanlık da bölünür, birbirini anlamamaya başlar. Bence gayet anlamlı bir şekilde, dilin uğradığı bu duruma bugün hem “karışma” ya da “kargaşa” hem de “dillerin doğuşu” diyoruz: Diller bir yandan ayırıyor, ama öbür yandan zenginleştiriyor, açıları ve ihtimalleri artırıyor. Va tabii ki çevirmenseniz, bu anlatıya göre, Babil Kulesi mesleğinizin de doğuşu oluyor!

Amaç, ister Babil’de dağılan dilleri yeniden birleştirmek olsun, ister karışıklığa bir tutam da kendi tuzunu katmak, yeni diller icat etmek insanın eski bir uğraşı aslında. Mesela 12. yüzyılda başrahibe ve birçok farklı alanda yetenek ve irfan sahibi Hildegard von Bingen, Lingua Ignota ya da Latince anlamıyla, “Bilinmeyen Dil” adlı bir dil yaratmıştı. Amacı insanları Babil’in yıkıntılarından çıkarmak mıydı, yoksa zor nüfuz edilen özel bir dil üretmek mi, tam da dilin adına uygun şekilde, bilmiyoruz. Bildiğimiz, bin küsur kelimeli bu dilin Latince gramerini kullandığı ve kendi alfabesine sahip olduğu.

İlginçtir ki tarihteki en önemli yapay dillerden biri bu topraklardan çıkmıştı. Bâleybelen, 16. yüzyılda Muhyi-i Gülşeni tarafından icat edildi. Çok geniş bir alana yayılmış Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı diller konuşan kültürlerin yardımcı dili olması amacıyla oluşturulmuş olan Bâleybelen’in dil meraklıları için talihli tarafı, iyi belgelenmiş olmasıydı. (Bazı yerli kaynakların en azından gramer düzeyinde “dünyanın ilk yapma dili” olarak tanımladığı Bâleybelen’e ilgi duyanlar için eldeki önemli bir çalışma, Mustafa Koç’un Klasik Yayınlar’dan çıkmış Bâleybelen: İlk Yapma Dil adlı kitabı.)

Tabii, Babil’in yıkıntılarından çıkma çabası asırlar önce vazgeçilmiş bir mücadele değil. Aksine, bu çabanın en meşhur ürünü 19. yüzyılda üretilen Esperanto olsa gerek. Kelime anlamı “ümit eden kişi” olan bu dil, bugün dünyanın en yaygın konuşulan yapay dili. Belki bütün dünyanın bu dil altında “birleşeceği” şeklindeki ütopya hiçbir zaman gerçekleşmedi, ama bugün dünyada yaklaşık iki milyon kişinin Esperanto konuşabildiğini belirtmek gerek – ki bunlardan bin ile iki binin doğumdan itibaren Esperanto’yu bir “anadil” olarak öğrendiği söyleniyor!

Anadil olarak öğrenilen yapay dillerden bahsetmişken, Klingon diline değinmemek olmaz! Uzay Yolu dizi ve filmlerindeki Klingon türünün konuştuğu bu dil, kendi alfabesine, lûgatına ve hatta enstitüsüne sahip. Bir dilbilimcinin çocuğuyla doğumundan itibaren üç sene boyunca sadece bu dilde konuşmasının sonucunda, en azından bir kişinin anadili olmaya epey de yaklaşmıştı bir ara! Çocuk için endişelendiyseniz, endişelenmeyin: Bir ara, haberi internette epey infial yaratan bu deney (Çocuğun sadece Klingon dili konuşabildiği ve bu yüzden devlet tarafından ailesinden alındığı yönünde hayli abartılı ve belli ki yanlış bir çeşitlemesini bile okumuştum!), babanın kendi ifadesiyle nihayetinde “başarısızlığa uğramış”. Etrafında İngilizce de konuşulduğundan, çocuk zamanla tamamen İngilizce’ye geçmiş.

Belki Tolkien’de dil, hikâyeden sonra gelmiyordu, ama Klingon dili dahil kurmacadaki pek çok yapay dil tabii ki tam da böyle üretiliyor. Blade Runner adlı bilimkurgu filminde, geleceğin Los Angeles’ında kullanılan Cityspeak (“Kentağzı” diyebiliriz) diye bir dil var ki, bu açıdan hakikaten söz etmeye değer. Aslında hiç öyle detaylı, kendi alfabesine ya da gramerine sahip bir dil değil bu. Hatta kendi kelimelerine bile sahip değil: Japonca, Korece, Macarca, Fransızca, Almanca gibi farklı farklı dillerden kelimeleri bir araya getiriyor (Böyle dillere “a posteriori” yani “sonrasal” yapay dil deniyor). Peki o halde, nedir bu dili bahsetmeye değer kılan? Hayli titiz bir aktörün rolüne hazırlanma sürecinin eseri olması! Yazarlar ya da bir dil uzmanı tarafından değil, yan rollerden birini canlandıran Edward James Olmos tarafından, rolü için araştırma yaparken uydurulmuş. Olmos sayesinde filmin geleceğe dair vizyonu bir nevi lingua franca’ya sahip olmuş.

Lingua franca da Babil’in gölgesinden çıkma çabasının bir başka ürünüdür. Bu terim günümüzde genellikle “geçer dil”, yani farklı dillerden insanların aralarında anlaşmak için kullandıkları karma dil anlamında kullanılıyor. Ancak bu isimde (ve terimin kökeni olan) gerçek bir dil karma dil de var tarihte. Hem de, yine ilginçtir ki, bu toprakların çok aşina olduğu bir dil: Bizde daha çok “Sabir” olarak bilinen “esas” Lingua Franca, 11. yüzyıldan 19. yüzyıla Akdeniz limanlarında, daha çok da doğu Akdeniz’de kullanılıyordu. “Frenk dili” anlamına gelen Lingua Franca, bir “soncul” dildi ve –TDK’nın sitesinin tanımıyla– “Fransız, Provensal, İspanyol, Katalan, Yunan, italyan ve Arap dillerinin karışmasından” meydana geliyordu.

Belli ki ortak bir dil oluşturmak bu bölgenin köklü bir çabasıymış. Ve Blade Runner’ın kentağzından asırlar önce, Akdeniz’in limanağzı varmış!

Elfçe’ye dönersek… Belki fantazya-severlerin lingua franca’sı olmayacak; Tolkien’in kendi bile bu dilleri konuşamıyordu ve zaten herhangi biri tarafından konuşulmak üzere üretmemişti. Tamamen kendi zevki için, kendi deyimiyle “şahsi dilsel estetik ya da beğeniyi ifade etmek üzere” üretmişti. Tabii bu durum, 1970’lerden beri Tolkien hayranlarının Elfçe şiirler yazmasını, dövmeler yaptırmasını engellemiş değil. Hatta, Neo-Quenya söz konusu olduğunda, o dillerden birini alıp geliştirmeye devam etmesini de. Besbelli ki, tanım gereği “ölü” doğmuş diller bile, yeterli sayıda tutkuyla seveni olduğunda, yaşayabiliyor.

Elf dilinin cazibesi yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

28 Haziran 2016 Salı

003 Venüs

İçerisi boş. Elimde mavisi bozarmış bir bez, masaları siliyorum. Masaların yüksekliği neredeyse göğüs hizamda. Ayaktayken her tarafını silmek güç. Bazen bir sandalyeye tırmanıp öte tarafına öyle yetişebiliyorum.

Kantinin yaylı kapısını sertçe ittirip giriyor. Koltuğunun altında çizim rulolarıyla kalın ciltli bir kitap.

“Çazım Abi korba var mı,” diyor kıkırdayarak.

Aramızdaki bir şaka bu. Bir defasında Kâzım Abi çorba var mı, diyecekken dili sürçmüştü. O zamandan beri arada bir böyle söyleyip gülüyor.

Masaları silmeyi bırakıyorum. Gidip ocaktaki çorbanın altını yakıyorum. Elindekileri beyaz formika masalardan birine bırakıp oturuyor.

“Yok ya, şaka yaptım. Tost yiycem ben.”

Ocağı söndürüp tost makinesinin düğmesine basıyorum.

“Makine soğuk, bekleyeceksin.”

Arkasına kaykılıp saçlarını sandalyeden sarkıtıyor. Neredeyse yere değecek simsiyah, dalgalı saçları var. Yumuşak.

“Olsun beklerim, işimin adı ne.”

Oturduğu sandalyede geriniyor böyle derken. Göğüslerinin yuvarlağı iki küçük tepe gibi ortaya çıkıyor böyle kendini geriye verince. Gözlerimi tost makinesine çeviriyorum.

“Hayırdır, gün ortasında böyle dönmüşsün okuldan?”

“Çizim teslim ettim,” diyor yalandan esneyerek. “Sabahladık. Geberiyorum uykusuzluktan. Bir şeyler yiyip yatacağım.”

Ekmek dilimlerini ayırıp dolaptan malzemeyi çıkarıyorum.

“Kaşarlı mı?”

“Hı, hı. Yağ sürme ama. Çizim yaparken durmadan tıkınmaktan kilo aldım zaten.”

Bunu söylerken bacağına vuruyor. Kotundan gergin bir pat pat sesi çıkıyor.

“Yok almamışsın,” diyorum, ekmeklerin arasına iri bir kaşar dilimi yerleştirirken. “Böyle çok iyisin.” Bunu söylerken sesim ufalıyor, yüzüm kızarıyor.

Beni duymuyor. Fermuarlı, yeşil bir hırka giymiş. Fermuarıyla oynayıp duruyor. Aşağı indirdikçe göğüs çatalı çıkıyor ortaya, teninin beyazlığı.

“Sen bu işlerden anlamıyorsun. Şimdi zayıflık moda Kâzım Abi,” diyor. Demek duymuş.

Önündeki rulolardan birkaçını açıp bir şey arıyor. Aradığını bulunca iki eliyle yanından bastırıp açık tutuyor ruloyu.

“Gel bak.”

Tostu makineye sürüp yanına gidiyorum. O oturunca aynı boydayız. İki ucundan tutarak masaya açtığı çizimi işaret ediyor başıyla. Kızıl saçlı bir kadın, açılmış bir istiridyenin içinde ayakta duruyor. Sağ eliyle memelerini, sol eliyle uzun saçlarından bir tutamla önünü kapatmış. Başını hafif yana yatırmış, ağlayacak gibi bakıyor.

“Bu kim?” diyorum.

“Venüs. Botticelli’nin Venüs’ü. Ben yeniden çizdim. Ödev bu.”

“Hani teslim etmiştin?”

“Bu eskiz. Taslak yani. Tam bitmemiş hali.”

Venüs’ün çukur çenesini, küçük ağzını, ince kaşlarını, birbirinden ayrık duran gözlerini, uzun saçlarını ona benzetiyorum.

“Sana benzemiş bu,” diyorum.

Ben böyle söyleyince ellerini bırakıveriyor. Kâğıt yine kendiliğinden rulo haline dönüyor. Venüs ortadan kayboluyor.

“Hah işte gördün mü bak!” diyor. Fermuarını sinirle yukarı aşağı hareket ettirmeye kaldığı yerden devam ediyor.

“Demek ki, ben de şişmanım işte.”

Masanın üstünde duran kalın kitabı açıp sayfaları karıştırıyor. Ortasından bir yerden ayırıyor kitabı, önüme koyuyor.

“İşte, aslı da burada.”

Deminki Venüs’ün renkli hali parlak bir sayfadan bana bakıyor. Saçları kızıl sarı, gözleri elâ, yüzündeki ifade ağlamaklı değil masum. Sol yanında iki melek, sağında bir kadın, kırmızı şalla çıplaklığını örtmeye çalışıyor. Elimi uzatıp kûşe kâğıdın üstünde gezdiriyorum. Parmaklarım yağ gibi kayıyor.

“Hiç benzemiyormuş sana,” diyorum. “Böyle renkli olunca ilgisi bile yok. Sen biraz başka çizmişsin.”

Rahatlayıp arkasına yaslanıyor. Kitabı kapatıveriyor.

“Hadi ordan. Durumu kurtarmaya çalışıyorsun.”

Bir şeyler geveleyecekken, bahçeye açılan servis kapısından elinde üst üste istiflenmiş bisküvi ve gofret kolileriyle dağıtımcı çocuk giriyor. Elindekileri yere indirip, teslim fişini imzalatıyor. Terden sırılsıklam olmuş.

“Otur, bir şey iç, benden,” diyorum.

Bir sandalyenin ucuna ilişiyor. Gözü karşı masada.

İki kız daha içeri girip doğruca onun masasına yayılıyorlar. Aralarında bir gülüşmedir başlıyor. Ortalığa ince bir yanık kokusu yayılıyor. Tost makinesini işaret ederek bağırıyor.

“Bizim tost da Venüs’e kurban gitti. Hadi, sen bize yeni baştan üç tost at Kâzım Abi.”

Sonra kendi âlemlerine dalıp varlığımı unutuyorlar.

Çocuğun önüne gazoz şişesini bırakırken, “Senin de işin iş abi,” diyor onların masayı işaret ederek. “Her gün bu hurilerin arasında. Bi’ de boyun azcık…” Konuşmanın incitici bir yere gittiğini fark edip, “Öyle demek istemedim. Affedersin,” diyor sonra. Mahcup.

Sesimi çıkarmıyorum. Ekmekleri yeniden tezgâha yayıp, hepsinin üstüne incecik yağ sürüyorum.

003 Venüs yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

25 Haziran 2016 Cumartesi

Önüm, arkam, sağım solum caz!

İşte nihayet caz da geldi. Daha doğrusu, hem geldi hem gelmedi. 23. İstanbul Caz Festivali, gerçi pazartesi akşamı “Africa Exspress Presents: The Orchestra of Syrian Musicians + Damon Albarn + Guests” konseri ile Açıkhava’da başlıyor, ama iki konserin ardından uzunca bir ara verilecek. Salı akşamı ise Festival’in “tek gecelik festival” diye tanımladığı bir konser var. Üç Grammy’li Nile Rodgers grubu CHIC, KüçükÇiftlik Park sahnesinde olacak. O konserden önce de Indie Rock grubu Unknown Mortal Orchestra’yı izleyebilirsiniz. Belki de geçen Kasım’da Salon’daki konserlerinden hatırlıyorsunuzdur. Sonra festival, bayram tatiline giriyor. 11 Temmuz’daki Ödül Gecesi ile yeniden kavuşacağız.

Ama bu arada Damon Albarn’ın projesinden biraz daha söz edelim. Konserde eski ve yeni üyeleriyle 50 kişilik Suriyeli Müzisyenler Orkestrası (Şef, Issam Rafea) sahnede olacak. Onlara, aralarında Rachid Taha, Baaba Maal’ın da bulunduğu zengin bir konuklar grubu eşlik edecek. Ülkelerindeki olaylar nedeniyle dağılan Suriyeli Müzisyenler Orkestrası’nı yeniden bir araya getiren kişi, Blur ve Gorillaz’ın “yaratıcı beyni” Damn Albarn. Haberiniz olsun, Ceza da sahnede olacak. Türkiye’de yaşayan yaklaşık 300 mültecinin de konsere katılması bekleniyor.

Bayram tatilini İstanbul dışında geçirdiyseniz, dönüşünüzde sizi Ödül Gecesi bekliyor olacak. Avusturya Kültür Ofisi Bahçesi’nde Özdemir Erdoğan ve Ergüven Başaran, Yaşam Boyu Başarı Ödülü alacak. Ertesi akşam ise Uniq İstanbul Açık Hava Sahnesi’nde hemen tanınacak, kendine mahsus bir sese sahip Erdoğan’ın Caz Akşamı var. Kendisi bu müziğe, albümler çıkaracak kadar aşina olan bir müzisyendir.

İlle de gitmek istediğimiz konserleri sona bırakma pahasına, kimilerini birer cümle ile özetleyelim derim: “Fransız caz ritimlerinin havada uçuşacağı” 15 Temmuz akşamında French Quarter’ın arkasından, Hugh Coltman da Nat King Cole şarkıları söyleyecek. Birdman’in müziğinin yaratıcısı caz davulcusu Antonio Sanchez, lider olarak ilk albümü “Migration”ı sunacak. Reggae ve ska’nın devi Ernest Ranglin seçkin bir ekiple (aralarında Courtney Pine da var) KüçükÇiftlik Park’ta olacak. (Açılış, The Budos Band’den). Laura Mvula / Jacob Collier, Almanya Sefareti’nin Tarabya’daki tarihi bahçesinde sahneye çıkacak. Mvula Festival’e gelmeden önce Nile Rodgers ile yeni single’ı “Overcome”ı yaptı.

Gelelim Joss Stone’a. İngiliz şarkıcı, gerçekten de olağanüstü bir sese sahip. Bu onu İstanbul’da ikinci görüşümüz ama, eminiz ki arkası gelecek. Grup Ses Beats ile Vintage Trouble, gecenin diğer isimleri. Festival’in son gecesinde ise sahneye iki vokalist, Allan Harris ve Roberta Gambarini ile trompetçi Roy Hargrove çıkacak. Ama bizce daha da önemlisi, Kamil Özler yönetimindeki TRT Hafif Müzik ve Caz Orkestrası. Kendini çoktan kanıtlamış bu seçkin orkestrada neredeyse bütün cazcı arkadaşlarımız var desek yalan olmaz.

Benim için 23. İstanbul Caz Festivali’nin en müthiş geceleri ise 13, 14, 18 (iki konser) ve 19 Temmuz. İlkinde Nicholas Payton Trio, özel konukları Jane Monheit ile Sakıp Sabancı Müzesi’nde olacak. Aslında ikisini de tarife hacet yok. Müziğe büyük bir ciddiyetle sarılmış trompet virtüözü ve multienstrümentalist Payton, en başından beri olağanüstü bir yetenek olarak kabul edildi. Sololara dikkat! Grammy adayı Jane Monheit ise, kendi grubuyla turnede değilse, senfoni orkestralarına eşlik ediyor. İkili, Louis Armstrong ve Ella Fitzgerald repertuarını seslendirecek. Ertesi akşam Kamasi Washington çok şaşırtıcı bir mekânda, Beykoz Kundura Fabrikası’nda konser veriyor. Washington, yeni caz diye bir şey varsa eğer, işte onun temsilcisi. On üç yaşına kadar eline saksofon almadı, ama bir aldı pir aldı. “Saksofonun Başrahibi” ünvanına layık görülen cazcı John Coltrane hayranı, gençler de onun müziğinin hayranı. Ondan önce sahneyi Ibeyi ikizleri ısıtacak.

18 Temmuz’daki iki konser de Zorlu PSM’de. İlkinde, caz müziğinin üç ustası, Cyrus Chestnut, Buster Williams, Lenny White sahneye çıkacak. Time Magazine’e göre Chestnut, çağının en iyi caz piyanisti. Kendine özgü bir tekniğin sahibi Buster Williams ile füzyon davulunun üstadı Lenny White, insanda ille de izleme arzusu uyandıran bir üçlü oluşturuyor. Williams ve White, eski Miles Davis elemanlarından. Aynı akşam 21.30’da yetenekten yana zengin Marsalis ailesinden Branford Marsalis’in dörtlüsü, özel bir konuğa, daha önce de İstanbul’da birkaç kez ağırladığımız caz vokalisti ve besteci Kurt Elling’e eşlik edecek. Branford Marsalis’in müzisyen olarak değeri zaten malum, Kurt Elling’i daha önce izlememiş olanlar da bu sefer kaçırmasın.

Geldik sonuncusuna… 19 Temmuz Salı akşamı Zorlu PSM Ana Tiyatro, bence 23. İstanbul Caz Festivali’nin en iyi konserinin mekânı olacak. Scofield – Mehldau – Guiliana isimleri, yazılı olarak, satırda bile pırıl pırıl parlıyor. O isimlerin sahiplerinin sahnede gerçek birer yıldız kesileceğinden eminiz. Gerçi “yıldız” payesini hak ediyorlar ama, esas özellikleri müziğe duydukları sevgi, tutkunlukları… John Scofield, dünyanın en iyi üç caz gitaristinden biri sayılıyor

(Merak etmeyin, biri de Pat Metheny). Ayrıca, Medeski, Martin & Wood’u da bütün dünyaya tanıtan kişi. Brad Mehldau festival broşüründe “gelmiş geçmiş en yaratıcı caz piyanistlerinden” diye tanımlanmış ki doğrudur. Mark Guiliana’yı ise nispeten yeni tanıdık, ama ilk andan beri hayranıyız.

Festival’in özel geceleri-günleri, projeleri de var. Biri, Parklarda Caz. Adı geçen Park, Fenerbahçe Parkı. Genç Caz ekipleri de orada olacak. Gece Gezmesi gene bizim yakada, Kadıköy’de. Kapı kapı gezmeyi sevenler için on küsur mekânda. Avrupa Caz Kulübü konserleri ise her zamanki gibi Salon İKSV’de, bizim müzisyenlerimiz ile yabancıları birleştiriyor.

Bir de, çocuk günü var ki, caz festivalinde ilk kez oluyor. İKSV bu yıl çocukları diğer müzik festivalinde, yani İstanbul Müzik Festivali’nde de hatırladı, ne iyi! 16 Temmuz’da Bomontiada’da “Çocukça Bir Gün”de Oran Etkin Timbalooloo’yu dinleyeceğiz mesela. Dünyaca ünlü klarnet virtüözü eğlenceli bir müzikal eğitim programı sunacak. Genç Caz Yarışması’na da katılan on iki yaşındaki piyanist Hakan Başar triosuyla karşımızda olacak. Barış için Müzik Bakır Üflemeliler Topluluğu ise, Bomontiada Avlu’da çalacak. “Çocukça Bir Gün”ü atölyeler tamamlıyor.

Dolayısıyla çok iyi cazcıları konuk edeceğimiz ama her nabza göre şerbet verebilen bir festival söz konusu. Bayram tatili de bize hediye. Görüşürüz!

 

Önüm, arkam, sağım solum caz! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

23 Haziran 2016 Perşembe

Şaksiper’in Laneti!

“Olmak yahut olmamak!” diyor gamlı prens, seçeneklerini tartarak. “İşte mesele burada!..”

Bu kadarı gayet tanıdık, değil mi? Devam edelim:

“Menhûs tali’in, gaddar bahtın cevr ü ezâsına, taarruzuna katlanıp eziyet çekmek mi ruha daha hoş gelir; yoksa bunca fenalıklara karşı ilân-ı isyan ederek belâ sellerine mukabele etmek ve onları bitirmek mi?”

Görmeyeli Hamlet’e bir haller olmuş diyorsanız, haklısınız. Ne olduğu belli değil mi, zamanda geri gitmiş! Ama kendi zamanından değil, bizim onunla tanıştığımız zamandan bir geri gidiş söz konusu. (Tiradın sahibi delikanlının muazzam baskı altındaki zihnini mekân ve zaman gibi tek bir uzlaşılmış gerçeklikte zaptetmek her zaman zordu zaten.) Nitekim, yukarıdaki kısım da 1886 senesinde, Manzara dergisinde Shakespeare’i ve eserlerini tanıtan bir yazıda yer verilmiş tercümeden alınma. Bilindiği kadarıyla bu, Hamlet’ten Türkçe’ye yapılan ilk çeviri.

Tabiatı gereği tercümenin bir ucu sabit dururken öbür ucu hep hareket halindedir; koklar, tekrar keşfeder, ayak uydurur. O yüzden de zaten okur için hayli zevkli olan bir uğraşa, bir metne farklı açılardan tekrar tekrar bakmaya teşvik eder insanı. Benim de aklımda, dönüp tekrar bakmaktan bıkmadığım Shakespeare’in eserlerinin en eski çevirilerine göz atma fikri vardı bir süredir. Editör ve çevirmen Selahattin Özpalabıyıklar sağ olsun, yukarıdaki alıntının yapıldığı kitapla (Tanzimat Devrinde Shakespeare Tercümeleri ve Tesiri, Doç. Dr. İnci Enginun) tanıştım. Eh, göz gezdirirken de sayfaların arasından o trajedi kahramanlarının en tuhafının, Hamlet’in verdiği “eski ses”i duymazdan gelemedim tabii.

İşin ilginci, Selahattin Özpalabıyıklar bana kitaptan sayfaların fotoğraflarını gönderirken, epostanın konu kısmına tek kelime yazmıştı: Şaksiper. Hey gidi Şaksiper, seni hatırlamamak mümkün mü? Çoğumuz kendisiyle tanışma şerefine Ömer Madra’nın Tutunamayanlar için yazdığı önsöz vesilesiyle nail olmuştuk. Madra Tutunamayanlar’ı anlatmanın imkânsızlığından dem vururken “Şaksiper Kimdir, Eserleri Nelerdir?” başlıklı (maalesef müellifini hatırlamadığı) eski bir broşürü yâd ediyordu.

Shakespeare’in Şaksiper haline gelişi, Shakespeare gibi bir dil üstadını linguistik ve kültürel olarak bu kadar öteye uzatmaya çalışmanın hayli komik bir yan ürünü gibi durmuyor mu? Fakat sanki-taşınmış isim, işin esprisi tabii… ya yazdıklarını taşımaya ne demeli? Şöyle düşünün ki, Shakespeare demek sadece fikirler, temalar ve imgeler demek değil; koca bir dil demek. Shakespeare alelade bir edebiyatçı değil çünkü. Modern İngilizce’nin hayati bir menbaı; “erken modern İngilizce” demek, pratikte Shakespeare İngilizcesi demek. Dile 1700 kadar kelime kazandırdığı tahmin ediliyor; ondan önce kullanımda olmayan birçok söyleme biçimi de onunla birlikte yaygın kullanıma giriyor. Dili sadece kullanmıyor, üretiyor da.

Üstelik insan bu üretimin içinden sadece kendini gülünç duruma düşürmeden alınıp kullanılabilenleri alıyor… Bir de sadece onun kullanabildiği özel ayarları var çünkü bu dilin. İngilizce Dilinin Şairleri antolojisinde W. H. Auden, onun dilde ürettiği müthiş “imkânlar menzili”nin alelade sanatçı için nasıl tehlikeli sular teşkil ettiğinden bahsederken, T. S. Eliot’ın bir görüşünü yineliyordu mesela: Dante’yi taklit edip beceremezseniz, sadece sıkıcı olursunuz; ama Shakespeare’i taklit edip beceremezseniz, kendinizi gülünç duruma düşürürsünüz.

Öte yandan, enteresandır, ama Shakespeare kendi döneminde bugünkü kadar büyük bir şair ve oyun yazarı olarak görülmüyordu. 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başında eser verdi (bu arada, şu an ölümünün 400. senesindeyiz – Shakespeare senesi!) ama ancak 18. yüzyılda, oyunlarının ulaştığı büyük popülerlik sayesinde bugünkü Shakespeare itibarının ipuçları görülmeye başlandı.

Sonra eserleri kendi dilinin ötesine yolculuk yaptığında işler daha da karmaşıklaştı tabii: 18. yüzyılda Shakespeare oyunları dünya sahnelerinde fırtına gibi esmeye başlamıştı, ama sert itirazlar da gelmiyor değildi (en ünlü saldırılardan biri Voltaire’den gelmişti mesela). Bu topraklara vardığındaysa, onu birçok açıdan öncüleri olarak gören Romantikler’in de katkısıyla Shakespeare artık bir tür edebi abide konumundaydı. Türkçe’ye bu statüsü koltuğunun altında geldi.

Gelgelelim hâlâ ortada bu abidenin Türkçe nasıl dikileceği, edebi dehanın kendi geleneklerine ve kültürüne bu kadar uzak bir dilde nasıl ifade edileceği meselesi vardı elbette. Daha baştan kimi geleneksel Divan biçimlerini ve imgelerini işe koştu, kimiyse ondaki yeni imgeleri taşıyıp, bir bakıma “burada Shakespeare’e yer açmaya” çalıştı. (Mesela, baştan merak ettiğim sonelerden bir numune: “İşte burada, ruhumun timsâl-i mevhûmu, gölgeni gözlerime ibrâz eder,” demiş Mehmed Nâdir, Shakespeare’in 27 numaralı sonesinden dizeleri Türkçe’ye nesir olarak taşırken.)

O zamandan beridir de Shakespeare’i yazıldığı dilde okuma imkânı olmayan (ki İngilizce bilen için bile kolay metinler olmadığını teslim etmeli) ve “Bu Shakespeare niye bu kadar meşhur yahu?!” diye haklı olarak yarı-isyan-yarı-merak eden dimağlara Türkçe cevaplar sunmaya çalışıp duruyoruz. Genel olarak şiir tercümesinin cazibesi ve laneti bu tabii. Ama bu vakada, daha çok da Şaksiper’in kendine has laneti!

Bereketli bir lanet ama. Okur olarak, gölgesinde serpilebileceğimiz bir lanet. Ne de olsa tercüme eserlerle ilişki söz konusu olduğunda, unutmamalıyız o hareketli uç öyle böyle değil epey bir hareketlidir, âdetâ bir Bay Hyde özgürlüğüyle çok az bilinen kuytuları ziyaret etmiş olabilir – hem gelecekte (ki umarım çok daha fazla Shakespeare çevirisi görürüz) hem de geçmişte. Metinlerin güzelliği soru sormaya hep devam edebilmekte; her tür devirden tercümeler de soru sormaya en güzel teşviklerden biri.

Nitekim Abdullah Cevdet, Hamlet’in yukarıdaki tiradını sadece üç sene sonra tercüme ederken –tam da benim hep olması gerektiğini düşündüğüm gibi– bir soruyla başlamamış mı?

“Varlık mı ya yokluk mu?.. Budur mes’ele işte.”

Şaksiper’in Laneti! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

21 Haziran 2016 Salı

Bir salla okyanusu aşmak!

Hep söylerim, çok okuyan bir çocuktum. Belki de heves ettiğim maceraları yaşayamayacak kadar küçük olduğum için büyük kâşiflerin maceralarını su gibi okurdum. Kaptan Scott, Kaptan Cook, Amundsen adeta kardeşim gibiydiler. Ancak soğuk yerlerde keşfe çıkmaları, çok üşüdüğüm için biraz önümü kesiyordu.

Sonra Heyerdahl geldi. Kendisiyle bir Doğan Kardeş kitabı vasıtasıyla tanıştık. Doğan Kardeş hem benim çocukluk dönemimin en iyi dergisiydi, hem de bu dergiyi ve Doğan Kardeş kitaplarını annem de beğeniyor, okumama kızmıyordu. Ödev yapmam gerekirken okuyorsam, o başka. Kon-Tiki’yi okumama kimse itiraz etmedi. Tekneyi inşa ettiren ve yolculuğun ekip başı Thor Heyerdahl, 1950’de bir belgesel çekti (film Oscar aldı). 2012’deki uzun metraj kurmaca film de Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterildi. Zaten Kon-Tiki’yi yeniden aklıma düşüren de bu film: Akbank Sanat ve İstanbul Modern’deki Nordik Film Günleri/Festivali’nde ay sonuna kadar izleyebilirsiniz.

Thor Heyerdahl, zooloji, botanik ve coğrafya eğitimi de olan Norveçli bir maceracı ve etnograftı. Belki böyle kalsa, güzel bir salla Pasifik Okyanusu’nu aşmaya kalkmasa, kendisinden doğru dürüst haberim bile olmazdı. Ama bana göre maceraperestliği etnograflığıyla atbaşı giden Heyerdahl (inatçı da olsa gerek),  başkaları ne derse desin, Polinezya’ya ilk kez Asya ana kıtasından gelenlerin göç ettiğine, göçün batıdan doğuya gerçekleştiğine inanmıyordu. Ona göre Polinezya’ya ilk kez Güney Amerika kıtası halkları göçmüştü. Beş arkadaşıyla birlikte bir okyanus yolculuğu yaparak bunu kanıtlamaya karar verdi.

Heyerdahl bir İnka efsanesine göre Peru’daki mitik beyaz insanların başı olan güneş tanrısı Con-Tici Viracocha’nın varlığına da inanıyordu. Aslında adı Kon-Tiki ya da İlla-Tiki; yani Güneş-Tiki ya da Ateş Tiki imiş. Ancak bu gizemli ve sakallı beyaz adamlara Cari diye bir şef ve adamları saldırmış. Onları kıyıma uğratmış. Ama Kon-Tiki ile en yakın arkadaşları tekneyle kaçmış, batıya giderek Pasifik kıyılarına varmış. Polinezya’da da koloniler kurmuşlar.

Heyerdahl, Peru’da yetişen balsa ağacı kütüklerinden yaptığı ve Kon-Tiki adını verdiği salla Güney Amerika’dan yola çıktı, Tuamotu Adaları’na vardı. Toplam 4 bin 300 millik yolu 101 günde aldı. Eski insanların uzun deniz yolculukları yapabileceklerini ve farklı kültürler arasında bağlantı kurulabileceğini kanıtlamak istiyordu. Kon-Tiki bugün Oslo’da kendi adını taşıyan müzede sergileniyor.

Peki, bizim hayatımıza nasıl girdi? Yukarıda söylediğim gibi, bir Doğan Kardeş kitabı sayesinde… Thor Heyerdahl beş arkadaşıyla birlikte 1947’de yaptığı yolculuğun ardından 1948’de bir kitap yazdı: The Kon-Tiki Expedition: By Raft Across the South Seas. Doğan Kardeş de 1954’te Kon-Tiki’yi Türkçe olarak bastı (Behçet Cemal çevirisi). Bu ilk baskının Türkçe altbaşlığı, “Pasifik Okyanusu’nda Bir Sal Yolculuğu” idi. İnsanın paylaşsam diye içinin gittiği bir maceraydı, okuyunca da kitabı çok sevdik zaten, ama beni en fazla kapağı etkilemişti: Kon-Tiki’nin kapağını, birçok Doğan Kardeş kapağı yapmış Yalçın Emiroğlu çizmişti. Kon-Tiki yelkenini rüzgârla kabartmış, yola koyulmuştu. Teknenin güzelliği, kullanılan canlı renkler bir yana, o kapağa baktıkça kulağıma hep rüzgârın sesi gelmiştir sanki. Kutuplardan kurtulmuştum.

Sonra Thor Heyerdahl, Yunanistan’dan Gürcistan’a yapılan benzer bir yolculuğun yaratıcısı, kaptanı Tim Severin’le ortak noktamız oldu. Tim, daha önce de Atlas Okyanusu’nda Brendan Yolculuğu’nu, Hint Okyanusu’nda Sinbad Yolculuğunu yapmıştı. Oxford Keşifler Tarihi bölümü mezunuydu. Tıpkı Heyerdahl gibi o da eski çağlarda da kullanılabilecek ilkel malzemeler ve o günün teknolojisiyle bu yolculukların yapılabileceğine inanıyordu. Büyük kısmı Türkiye kıyılarında geçen Yunanistan-Gürcistan yolculuğunun adı İason/Jason Yolculuğu’ydu. Yunanistan’da eski bir ustaya hiç metal kullanmadan yaptırdığı gemisiyle, gerçekten de Karadeniz’i aşmıştı. Sonra da bir okul gemisinin arkasına bağlanıp geri döndüler. Neşeli çocuklardı. İşlerini güçlerini bırakıp gemiye atlayıp yola çıkmışlardı. Nick ile Adam doktordu, Peter Dublin’de büyük bir otelin müdürü, Miles deniz subayı, Cormac ailesi 17 kuşaktır balıkçılık yapan bir balıkçı, Trondur daha önceki yolculuklara katılmış çok tecrübeli bir denizci ve ressam, Mark Oxford’da kürek hocası, vd. National Geographic’ten iki fotoğrafçı ile Argo’yu izleyen bir BBC ekibi takımı tamamlıyordu.

Peki, esas ekipte kimler vardı diyeceksiniz. Ekip başı Thor Heyerdahl’dı elbette. Beş kişilik mürettebat ise biri hariç Norveçliler’den oluşuyordu. Sadece sosyolog Bengt Danielsson İsveçli’ydi. Ressam Erik Hesselberg çocuklar için bir Kon-Tiki kitabı yazmıştı, Knut Haugland ve Torstein Raaby telsizciydiler, Herman Watzinger ise teknik ölçümlerde usta bir mühendis. Yolculuk için Heyerdahl’a ilk katılan oydu. Pardon, az daha geminin maskotu papağan Lorita’yı unutuyordum.

Böyle maceralara atılanlar sonra da duramıyor, anlaşılan. Heyerdahl da Severin gibi birçok yolculuk yapmış. Kon-Tiki’yi, Ra, Ra II ve Tigris tekneleri izlemiş. Aslında insanın böyle arkadaşları olmalıymış belki de. Savulun, geliyoruz!

Bir salla okyanusu aşmak! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

9 Haziran 2016 Perşembe

Kelimelere inanmayın! (ama yine de onları sevin, olur mu?)

“Kelimelere inanmam ben,” diyordu yazar. “En becerikli insan tarafından bir araya getirilmiş olsalar dahi. Ben dile inanırım – ki dil kelimelerin ötesinde bir şeydir.”

Yazarın adı Henry Miller’dı (ki işbu yazının çıkış günü, yani 7 Haziran 2016 günü ölümünün otuz altıncı yılına gelmiş bulunuyoruz). Okuruyla ilişkisi genellikle “yaşama” meselesi üzerine inşa edilmiş gibi görülürdü, oysa benim için Miller her şeyden önce dil demekti. Hem de sadece zanaat olarak dil değil; yaşamsal bir esas olarak dil, hayatın ifade alanından öte temel gerçekliğine kapı açmanın bir vasıtası olarak dil.

İşte bu yüzden, ne yapacağımı şaşırmıştım: Dilini çok önemsediğim bu yazarın tam da dil konusundaki bu görüşü, beni yaka paça tereddüte düşürmüştü. Nasıl düşürmesin? Nihayetinde çoğu dilsever gibi, aynı zamanda iflah olmaz bir kelimeseverim ben. Hatta bir bütün olarak dilin içinde kelimelerin o özel sihrine iltimas geçtiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Bize dünyayı getiren ve bizi dünyaya götüren bu harikulade mahlukâtın, Le Guin’in fantastik dünyasındaki gibi birer büyü anahtarı olduğunu düşünürüm.

Kaldı ki, yaptığım işin büyük bölümü onlarla kâh kovalamaca oynayarak (doğru kelimeyi aramak), kâh boğuşarak (bulduğum kelimeyi önünü arkasını tutarak istediğim anlam ve duygu alanına zapt etmeye çalışmak) geçiyor. Güzel kelimeler, komik kelimeler, bazı hisleri ifade etmede son derece kullanışlı kelimeler, bir yabancı dildeki tam da o müthiş zorluk çıkaran mefhumu karşılayabilecek kelimeler, hiçbir “işe yaramayacak” ancak serüveni son derece ilginç olan kelimeler… Hepsine oldum olası meraklıyım.

Tabii bir de uydurulmuş, yoktan var edilmiş kelimeler var. Bir çevirmen olarak, benim için “kelimelerle hoşça vakit” seanslarının başını çekiyor bunlar: Eğlenceli ve işi gören uydurma kelimeler, işi tam gören ama sıkıcı uydurma kelimeler, işi ucundan gören ama fena halde eğlenceli kelimeler… “Harry Potter” kitaplarını çevirdiğimizde hepsinden nasibimizi almıştık, ama sanırım benim terazimde her zaman “sıkıcı olmamak” ağır basmıştı. O yüzden Düşünseli, Seherbaz ve Büyüceşura gibi anlama sadık (ve yine de bize eğlenceli gelen) kelimelerin yanı sıra, Hortkuluk ve Böcürt gibi daha ziyade sese sadık ve kâğıt üzerinde yazılı gördüğümüzde basbayağı pişmiş kelle gibi sırıtmamıza yol açan kelimeler de çıkmıştı ortaya.

Büyük bir terim trafiği vardı “Harry Potter”da: Kelimeler kelimeler ardına yığılıyor, onların izini sürmek için tuttuğumuz Word dosyası büyüdükçe büyüyordu. Yine de zamanla bu çeviri hakkında konuşurken, “Harry Potter”da bile dilin bu terimlerden, tercümesinin de terimlerin karşılıklarını üretmekten ibaret olmadığını sıkça söyler buldum kendimi.

Çevirmenler olarak bir tür imkânsızlığın peşindeyiz hep: Bir yazarın sesini kaynağından, yani dilinden koparıp başka bir dile taşımaya çalışıyoruz. Manguel boşuna demiyor, “Her dil bir başka dile ancak kusurlu şekilde tercüme edilebilecek özel düşünceler üretir,” diye. Belli bir süre çeviri yapan herkes, bu taşıma işleminin sadece kelimelere karşılık kelimeler bulmaktan geçmediğini bilir. “Yazarın sesi” dediğimiz şey, çözümlemekten çok sezdiğimiz bir doku, zapturapta almaktan ziyade, beraberce yolculuk yaptığımız bir uçarkaçardır. Kelime üstüne kelime koyarak çeviri yaparız, ama peşinde olduğumuz şey kelimelerin çevirisi değil, çok daha büyük bir mesele olan “dil”i ve onunla örülmüş anlatının üslubunu yeniden üretmektir.

Henry Miller Yazmak Üzerine Düşünceler makalesinde, kelimelere inanmadığı şeklindeki beyanının hemen ardından, bu üslubun – yazarca – üretilmesinin öneminden de söz ediyor:

“Kelimeler dil üzerine olsa olsa kifayetsiz bir yanılsama sunar bize. Kendi başlarına varolamazlar – en azından akademisyenlerin, etimologların, filologların vb. zihinleri dışında. Dilden ayrılmış kelimeler ölü şeylerdir, hiçbir sır elevermezler. İnsan kendini üslubunda, kendisi için yarattığı dilde gösterir.”

Yazı yazdıkça ve çeviri yaptıkça, dil üzerine düşündükçe giderek daha çok aklıma yattı bu. Hele ki kelimelerin çoğu ilginç ve güzel şeyler gibi esir alınmaya bir hayli meyilli olduğunu, özellikle siyasetçilerin dilinde nasıl eğilip büküldüklerini de görünce, Miller’ı kelimelerin asli önemine yönelik itirazını daha da iyi anladım: Farklı fikirlerden insanlar bu savunmasız şeyleri kendi buyrukları altına almak için iki ucundan tutup çekiyorlardı sanki.

Kavram kargaşası işte böyle doğuyor. Nihayetinde, her kelime bir uzlaşmadır ve insanlar uzlaşmamaya kararlıysa hiçbir dilde anlaşamazlar. Babil Kulesi’nin gölgesi zihinlere düşmüştür artık. Gelgelelim, Miller’a göre anlaşmaya zaten niyetli iki kişi, konuşmaları ne kadar tuhaf ve sersemletici bir hâl alırsa alsın, anlaşır. Zaten “netlik ve mantıkta ısrar eden insanlar genellikle meramını anlatmada başarısız olurlar,” der.

Bu yaklaşımıyla ve yaklaşımın işbaşında olduğu eserleriyle Henry Miller, kelimeler ummanında kaybolan her yazar için seksen küsür yıldır bir deniz feneri görevi görüyor. Onun ışığını bu kadar uzaktan bile görmemek imkânsız ama… Kelimelerle bunca hukukumuz var, kendilerini hepten feda edemeyeceğim! O yüzden bir taraftan Miller’dan sırtımızı kelimelere yaslamadan dil kurabilme konusunda feyzalırken, bir taraftan da onları “iyi kullanmayı” önemseyen Le Guin’e kulak verelim ki kelimelerimiz esir kalmasın:

“Dili yanlış kullanmak demek, onu siyasetçilerin ve reklâmcıların kullandığı gibi kullanmak demektir; kâr için, kelimelerin ne anlama geldiği konusunda sorumluluk almadan. Güç elde etmek ya da para kazanmak için bir araç olarak dili kullanmak, kötü sonuç verir: yalan söyler. … Bir yazar, kelimelerin ne anlama geldiğine, ne dediğine, nasıl dediğine önem veren biridir. Yazarlar kelimelerin onları hakikate ve özgürlüğe götüren yol olduğunu bilirler, onun için de onları özenle, düşünceyle, korkuyla, coşkuyla kullanırlar. Kelimeleri iyi kullanarak ruhlarını güçlendirirler.”

Kelimelere inanmayın! (ama yine de onları sevin, olur mu?) yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

4 Haziran 2016 Cumartesi

Çat orda, çat burda…

Sir Arthur Conan Doyle’un doğum gününü kaçırdık ama, olsun. Onu ve yarattığı emsalsiz karakteri unutmadık elbet. Sherlock Holmes, dönemlerin geçişinden etkilenmediğini, sadece bir dönemin insanı olmadığını, fiziki olarak değişebileceğini ve hatta zamanda bir anlamda seyahat ettiğini hepimize kanıtladı. O kendine özgü şapkası, pelerini, pertavsızı, elinden düşmeyen piposuyla tanıyıp sevdiğimiz Sherlock epeyce bir zamandır ortada yok. Artık daha farklı kılıklarla dolaşıyor. Teknolojinin nimetlerinden faydalanıyor. Hatta Apple iç arama motoru sistemi yazılımına “Sherlock” adını verdi ve logo olarak da şapka ile pertavsızı kullandı.

Kıskanmamak elde değil. Yazarı da, kahramanı da. Daha doğrusu, kahramanları da demeli. Çünkü Sherlock Holmes’un adının anıldığı her nefeste bir başka isim daha telaffuz edilir: Dr. Watson. Geçen yüzyıldaki çeşitli Sherlock uyarlamalarından bazılarında Watson, ayıptır söylemesi biraz salakça gibi görünebilir. Oysa Guy Ritchie’nin”Sherlock Holmes” filmlerinde Jude Law’un oynadığı Dr. John Watson hiç de salak görünmüyor. Holmes’un olağanüstü zekâsının yanında ezilmiş bir hali de yok.

BBC’nin “Sherlock” mini dizilerinin Watson’ı Martin Freeman ise, bence Sherlock’un can yoldaşının tam da olması gerektiği gibi bir karakter: doktor, ama aynı zamanda asker, aklıselim sahibi bir şahıs ve “sıradan insan” tipiyle Sherlock’un esrarını çözmemizde bize yardımcı olan bir anlatıcı. Bu arada hemen belirtelim: BBC’nin mini dizisiyle adını daha da fazla duyuran (ülkesinde zaten meşhur bir aktördü) Freeman, hemen ardından “Hobbit” filmlerinde Bilbo Baggins’i aynı inandırıcılıkla oynayarak uluslararası bir şöhret oldu.

Gelelim Sherlock’la beraberliğine: Dünyanın en büyük detektifi ile yardımcısı, bildiğiniz gibi 1881-1904 yılları arasında 221B Baker Street adresinde yaşamışlardı. En son 1936’da pansiyon olarak kullanılan evin Baker Sokağı’na bakan birinci kattaki meşhur çalışma odası, bugün de tıpkı Victoria devrindeki haliyle muhafaza ediliyor. Polisiye dergimiz 221B de elbette adını bu adresten almış, dolayısıyla Holmes’a saygılarını sunuyor.

Üstat, polisiye dünyasına ilk adımını İskoç yazar ve doktor Sir Conan Doyle sayesinde 1887 yılında atmıştı. Mantıktan yararlanışı, vakaları gözlemciliğiyle çözmesi ve tümdengelim yöntemini kullanmasıyla tanınır. Kendini “danışman detektif” olarak tarif eder. Başkalarına zor gelen olaylara uzman olarak davet edilir. Çoğu kez de evinden çıkmadan bir problemi çözebildiği söylenir. Onun yardımını isteyenleri, büyük gözlem gücüyle etkiler. Kişilikleri ve o yakınlardaki etkinlikleri konusunda, hepsi doğru çıkan tahminlerde bulunur. Bugün olsa, müşterileri etkileyen birinci sınıf bir tanıtım derdik. Aslında Holmes da, tıpkı Agatha Christie’nin detektifi Hercule Poirot gibi, iş peşinden koşmaz. Tam tersine, ona gelen işlerin arasından ilginç ve zor bulduklarını seçer yalnızca.

Sir Arthur Conan Doyle, Holmes’u yaratırken Edinburgh Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki hocalarından birini, marifetli cerrah ve forensik dedektif (adli tıp bilimi o zamanlar yeni bir alanmış) Josph Bell’i seçmiş. Ancak Bell’in yıllar sonra Conan Doyle’a yazdığı bir mektupta “Sherlock Holmes, sen kendinsin, üstelik bunu da iyi bilirsin,” demiş. Yazarımızın Sherlock adını bir İngiliz kriketçiden aldığı söylenir ama, ailede de bir Jane Sherlock var.

Sonuçta karşımızda zeki, mantıklı, gözlem gücüne sahip, ince uzun bir dedektif var. Kılık kıyafet, malum. Ancak şapkasının biçimini yazarından çok Holmes hikâyelerinin çizeri Sidney Paget’e borçlu. Kılık değiştirmekte de üstüne yoktur doğrusu. İyi bir boksör ve eskrimcidir, ender olarak dövüştüğünde de genelde rakiplerini yenilgiye uğratır. Parmakları özellikle kuvvetliymiş. Bir de “Japon güreş sistemi” baritsu’yu bilirmiş biraz. Suçun Napolyon’u denen can düşmanı Profesör James Moriarty’den bu sayede kurtulmuş. Hani şu, Holmes’la dövüşürken Reichenbach Şelalesi’nden düşüp ölen Moriarty. Conan Doyle yarattığı kahramandan sıkılınca onu bu şekilde ortadan kaldırmaya karar vermişti. Kendisi daha ciddi işlerle uğraşmak istiyordu, ruhlar falan gibi.

Olmadı ama, daha sonra Agatha Christie’nin de anlayacağı gibi, Holmes ve Poirot misali karakterleri yazarları yaratabilir, ama yok edemez. Okurlar kıyameti koparttı, protesto ettiler, hakaret ettiler, duvarlarına yazılar yazdılar, hatta tehditler savurdular. Sonunda Boş Ev’i (The Adventure of the Empty House) yazarak Sherlock’u diriltti. Meğer Moriarty aşağı düşmüş, ama Holmes düşmemiş, dağlarda saklanmış. Kimi kaynaklar da Moriarty’nin vaktiyle Holmes’un matematik öğretmeni olduğunu söyler. Bu durum ise, bize olsa olsa Holmes’un onu niye sevmediğini anlatır. Oysa emin olun ki, duyguları karşılıklı.

Conan Doyle, Holmes’un kahramanı olduğu dört roman ve elli altı kısa hikâye yazdı. Hemen hemen hepsini dostu ve biyografi yazarı Dr. John H. Watson anlatır. Holmes’un aktardığı iki tanesi ve üçüncü şahıs ile yazılmış iki başka hikâye hariç. Hikâyeler önce dergilerde (özellikle The Strand’de) tefrika edildi. Devrin icabı, Charles Dickens’ın eserleri de bu şekilde okurlara ulaşmıştı. Hikâyeler 1878’den 1903’e kadarki dönemi kapsar, 1914’te de son bir vaka gelir. The Times’a göre 1964’te Sherlock Holmes satışları İncil’in hemen arkasından ikinci geliyordu. Diyoruz ki, Dr. Watson’a göre üstat her ne kadar edebiyat, felsefe ve astronomi konusunda hiçbir şey bilmese de, gene bu listenin başında kalsın ve onu günümüze getiren Sherlock mini dizisi de çok yaşasın!

Çat orda, çat burda… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

2 Haziran 2016 Perşembe

Kitap bir coğrafyadır!

Alberto Manguel, unutulmaz kitabı Okumanın Tarihi’nde, hem de tam o harikulade kitap hırsızlığı bölümünün girişinde bir taşınma sahnesi anlatır. Taşınırken nakliyecilerle yaptığınız pazarlığın en hararetli tartışma konusunu kitaplar teşkil ediyorsa, söz konusu manzaraya üç aşağı beş yukarı aşinasınızdır zaten: “Yerlerinden alınan eşyaların umulmadık köşelerde ortaya çıkardığı tozun altında kitap kuleleri, çölde rüzgârın yonttuğu kayalıklar gibi duruyorlar.”

Yarı metrukluk hissiyle yoğurulmuş hüzünlü bir manzaradır bu tabii… Ama en azından, benim için daha aydınlık bir karşı yakası da var: Yerlerinden indirilmiş kitapları yeni evlerinde tekrar raflara dizmek.

Epey ev taşıdım. Çoğu insanın bu süreçten, kurulu bir düzeni söküp başka bir yere takmaya çalışmaktan hiç haz etmemesini gayet iyi anlıyorum. Ama şahsen taşınmayı sevmişimdir hep – en azından kısmen. Ve sanırım, bunda başrolü tam da bu kitap yerleştirme ânı oynuyor. Hiç şüphe yok ki, kitaplığa musallat olmuş kitap perilerinin doğurduğu kargaşaya – haydi – bir kez daha el atmak, ortalığa çekidüzen vermek için iyi fırsat sunması bir yana… Başka pek az şey gibi, benimle birlikte ev ev dolaşan, o zaman zarfında da imkânsız sabra sahip bir istilacı güç gibi usul usul, sessiz ve derinden genişleyen bu eşlikçilerin arasında dolaşmak, okuma tarihim içinde yolculuk yapmak gibi geliyor bana. Kar tatilinin İki Sene Okul Tatili, ilk kez Karaköy – Kadıköy vapurunda başlanmış Mahşer, Taksim’de bir otelde ilk mısraları okunmuş 75 numaralı Edmund Spenser sonesine de yer veren beş ciltlik İngilizce şiir antolojisi…

“Bir gün adını kumsala yazdım / Dalgalar geldi, aldı götürdü” diye, başarısızlıkla, noksanlıkla başlar Spenser’ın şiiri. Sevgiliye olan aşkı ölümsüzleştirme çabasındadır şair. Nihayetinde başarıya ulaştığını biliriz, benim şu satırları yazıyor olmam bunun ispatı zaten. Fakat bu “kalıcılık”ın kendisinden daha ilginç olanı, onu elde edişinin safhalarıdır. Sonunda sevgilinin “erdemlerini ebedileştiren” şiirdir, ama ondan önce kumlara yazılan yazı gelir. Bu durum, ister istemez yazıyı ne kadar ölümsüz görsek de, aslında varoluşu için bir taşıyıcıya muhtaç olduğunu hatırlatıyor bize.

Alberto Manguel bir başka kitabında, merakın izini sürdüğü Curiosity’de değiniyor bu konuya: “Hiçbir metin tamamen sanal değildir; her metin, elektronik metin bile, hem kelimeleriyle hem de o kelimelerin varolduğu uzamla tanımlanır.”

Her ne kadar kitapları bazen muhayyilemizi besleyen soyut pınarlar gibi görsek de, aslında elbette ki “somut”lukları onlarla ilişkimizde hayati rol oynuyor. Mesele şu ki, okumak, türümüzün tabiatında olan bir şey, bahşedilmiş yüce bir haslet değil. Tür olarak, bu işi öğrenmemiz gerekti – ve her bir ferdimiz de bu öğrenme sürecinden geçmeye devam ediyor. Basılı bir kitabı okurken kafamızda neyin nerede olduğuna dair bir tür zihinsel resim, bir harita oluşturarak başarıyoruz bu işi. Bu da kitapları bir bakıma “coğrafya” haline getiriyor. Ve o coğrafyanın içinde aslında görme dışındaki duyularımızın da katıldığı (Sayfa çevirirken parmağınızı yalıyorsanız, tat alma duyusuna kadar!), tamamen fiziksel bir yolculuk da yapıyoruz. İzleri bile kalıyor bu yolculuğun: “Düşülmüş notlar, lekeler, çeşit çeşit işaretler, belirli bir yer ve zaman bu cilde bir kimlik kazandırır ve onu değer biçilemez bir basılı metin yapar,” diyor Manguel. E-kitapların yaygınlaşmasıyla birlikte yapılan araştırmalarda, basılı kitapların bu “coğrafi” niteliğinin özümseme ve hatırlama konusunda bazı avantajlar sağladığına işaret ediyor.

Geçen sene internetin “babalarından” sayılan Google Başkan Yardımcısı Vint Cerf, endişe verici bir uyarıda bulundu: 21. yüzyılda bizi bir “dijital karanlık çağ”ın bekleyebileceğini söyledi. Sebebini de, artık her şeyimizi dijital tutuyor olmamız sonucu, format değişimlerinden, hatta medya değişimlerinden dolayı bir süre sonra eski verileri okuyamayacak hale gelme ihtimalimiz olarak açıkladı. Bu uyarıyı ilk okuduğumda zihnimde hemen uyanan, William Gibson’ın enteresan ve kehaneti keskin bilimkurgu kitaplarından Idoru’da çizilmiş metruk bir dijital gelecek olmuştu: Terk edilmiş web sitelerinin hayalet kasaba kabilinden birer mekân olarak tasviri. Soyutu cisimleştirme meylimizin epey akılda kalıcı timsali. Biraz Manguel’in taşınma sahnesini de hatırlatıyor, değil mi?

Daha 2010’da, insanlık tarihinde 2013 yılına kadar ürettiğimiz toplam veri miktarını her iki günde bir üretmeye başlamıştık. Hepsinin kuma yazılan yazı gibi yok olması fikri son derece ürpertici. (Kaybolacak tüm o kedi resimlerini düşünün!) Acaba okurlar olarak içten içe bu dijital kuşatmada tekinsiz bir şeyler, hayal meyal bir alarm sesi duyduğumuzdan sosyal medyaya kitabın cismini hatırlatan resimler yağdırıyor olabilir miyiz? Tüm o kitaplarla kahve fincanları, tutkumuzun nesnesine, yani kitaba kelime anlamıyla bir “nesne”, güvenilir bir yoldaş olarak tutunmaya devam etme arzumuzdan geliyor olabilir mi?

ABD ve İngiltere’de basılı kitaplarda, özellikle de ciltli ve özel basımlardaki artış da sanki durumun biraz böyle olduğunu gösteriyor. Bu uğurda kitap, internetin suretler dünyasında sadece ismiyle ya da kapak resmiyle değil, başka nesnelerle çevrelenerek, cismaniliği tahkim edilmiş halde arzı endam ediyor artık. Yardakçısı kahve ise, bu “cisim”liğin (kediyle birlikte!) uyandırdığı dokunma hissini, tat ve kokunun imasıyla desteklemiş oluyor. Böylece, kitap yeniden birçok duyunun dâhil olduğu bir coğrafya haline geliyor.

Yalnız… kitaptır, kahvedir derken kediyi sevecek el kalmadı, farkındasınız, değil mi?

Kitap bir coğrafyadır! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.