13 Eylül 2016 Salı

İnsan bir şeyler aramalı kendinde…

Biliyorsunuz parkların sizi çağıran tarafları,insanın gizli, karanlık köşeleriyle orantılı…Orada saklanıyor onlar.Edip Cansever, Umutsuzlar Parkı

Kaygılar, sorular, düşünceler… İşte, bir yaz sonu daha. Sular çekiliyor, yükseliyor da bir yandan. “Mavi,” diyor şair. “Biraz daha mavi… Hem, ne işi var bu kara bulutların? Gitsinler efendim, gitsinler. Başka yere gitsinler…”

Eylül geliyor sonra. Bir yağmur öncesi gibi kokuyor bütün sokaklar. Sulardan el ayak çeken insanlar evlerine, kentlerine geri dönüyorlar. Gözlerde biraz mavi, avuçlarda bir parça içsürmesiyle. “Bıldırcın Geçimi” diye yazıyor fırtınaların takviminde. Ağaçlar köklerine boyun eğiyor sapsarı, ıssız. Bıldırcınlar, gitmeleri bölüşürken gökyüzünde, biz kalmaları pay ediyoruz ayrım ayrım evlerimizde. Eylül, çıldırasıya bir alışkanlık… Kaldığımız yerden devam etmenin kapılarını aralıyor her keresinde. Öyle ya, böyle böyle alıştık biz. Olmasaydı nice olurdu hâlimiz? Sahi, eylül olmasa nasıl hatırlardık eve gitmelerin yolunu?

Maviden sarıya, denizden karaya döner dönmez yolumuz; parklara yerleşiyor bir yanımız. Bir kaçış planı gibi bazen. Bazen de, hasırdan yaz şapkalarımızı kurtlar kemirmesin diye bir dilek misali oturuveriyor parklar zihnimize. Tam orada bir yerde duruyorlar, bıldırcın göğünün hemen altında. “Günaydın,” diyorlar gökçil, yeşil bir gülümsemeyle. “Bak, yine döndün işte!”

“Bir yaz sonu daha. Mavileri unutup, birinci kat balkonunda duran fesleğen saksılarını içeri alma zamanı! Yağmurlar düşecek, bulutlar yakın. Boş vermek mevsimi geçip gitti yine. Süresiz, sevimsiz bir resim gibi inecek kış; az kaldı, gelecek. Çünkü bir yığın iş var önünde, bir yığın kemirgen. Yıkanmış gömleklerin bir kuş uçumuyla kurumayacak artık odalarda. Bir camı ardına dek açman gerekecek belki ya da tek tek ısıtman her şeyi. Öyle, iş olsun diye demlenmeyecek çaylar; uykulu olacak sabahlar hep çok erken. Rüzgârların yönü karışacak şimdiden sonra; ne geldiği yer belli, ne gittiği yer belli esintiler sızacak pencere altlarından içeri. Bir kitabın sayfaları arasına sığınacaksın belki, girip saklanmak isteyeceksin bir akşam bitiminin gölgesine. “Yok, sıkılıyorum,” diyeceksin. “Yaz bitmeseydi… Yatıp kalsaydık öyle, alıştığımız kumru mavilerde.” Kuşkulu yaklaşacak eylül, bir yığın soru olacak ceplerinde. “Hadi çıkalım,” demek için beklenen bir geçim zamanı olacak bu. “Hadi çıkalım parklara… Sona kalan otlara basar, kuru dalları çatırdatırız. Biraz soğuk alır, burnumuzu çekeriz. Yok yok, diye söyleniriz çekingen, tedirgin bir sesle. Yok muhakkak bu sene yoluna koyacağım her şeyi. Gör bak, koltukları da değiştireceğim bu kış. Yeni bir çift eldiven alacağım; alacalı, parmaksız. Önce parklara çıkalım ama, bir çıkalım şöyle, yürüyüverelim sarı sarı.”

Eylül geldi miydi, Umutsuzlar Parkı’nı okurum ben hep. Her eylül yeni baştan ezber ederim bu şiiri. Parkların beni çağıran taraflarını düşünür, kendi umutsuz eylül köşelerimle orantılarım. İyi de gelir doğrusu. O şiir orada, o her sonbahar kapısında durur da durur benimle.

“Hocam,” diye sorarım, “peki bu kış ne yapmak lazım?”

“Biraz da susmalıyız,” der Edip Hocam. “İnsan,” der sonra. “İnsan bir şeyler aramalı kendinde…”

Hadi, parkalara çıkalım… Çok kuşkuluyuz böyle, çok alışmış, çok bezgin. Sanki biz olmayan insanlarız da, hep çok kuşkuluyuz böyle…

İşte, bir yaz sonu daha.

Eylül gelmiş, bir çay koyalım da, biraz yağmur yağsın.

İnsan bir şeyler aramalı kendinde… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

10 Eylül 2016 Cumartesi

Daima Le Carré!

İngilizce’sini okuduğum, Türkçe’sinin de bende olduğunu sandığım bir kitabı aradım aradım bulamadım. Oysa onu NTV Radyo’daki polisiye programım “Cinayet Masası”nda kullanmayı düşünüyordum (ki, gene de kullanacağım tabii). Aradığım kitap, The Night Manager / Gece Müdürü. Le Carré’yi tanıyor ve seviyorsanız eğer, sadece onun adı bile kitapla ilgilenmenizi sağlayabilir. Üstüne üstlük, The Night Manager eleştirmenlere göre onun en iyi kitaplarından biri.

Bir başka cazibe noktası da, hemen hemen yazdığı her şey beyazperdeye ya da ekrana uyarlanmış olan yazarın 1993’te yayımlanan bu ilk Soğuk Savaş sonrası romanının pek popüler bir mini dizisinin, bu yıl yapılmış olması. Baş karakterimiz, kendini orduda bulmuş, hatta bazen ordunun ‘kurt-çocuk’u olmuş bir öksüz-yetim. Dizide onu tanıdığımızda 2011’deki Arap baharı sırasında Kahire’deki bir otelin gece müdürü. Yazarı kitapta onu, “gecenin gönüllü sürgünü ve gidecek yeri olmayan gemici” diye tanımlıyor (bu küçücük çeviri benim).

The Night Manager’ı kısaca şöyle özetleyebiliriz: Sabık İngiliz asker Jonathan Pine (dizide Tom Hiddleston), istihbarat sorumlusu Angela Burr (Olivia Colman) tarafından istihbarat örgütleriyle yeraltı silah ticareti arasındaki ittifakı ortaya çıkarmakla görevlendirilir. Silah taciri Richard Onslow Roper (Hugh Laurie), sevgilisi Jed (Elizabeth Debicki) ve yardımcısı Corkoran’ın (Tom Hollander) yakın çevresinin bir elemanı olacak, güvenlerini kazanacaktır.

Hugh Laurie’nin “House” olarak ünü malum. The Night Manager’ın kötü adamında da çok iyi bir performans sunduğu söyleniyor. Tom Hiddleston’a gelince, ben kendisini, Thor’a, The War Horse’a ve Midnight in Paris’e rağmen, Jim Jarmusch’un üç yıl önceki mükemmel filmi Only Lovers Left Alive / Sadece Âşıklar Hayatta Kalır’la hatırlıyorum en çok.

Bir de James Bond meselesi var tabii. Ne zaman yeni bir Bond’a aday göstermek gerekse, Hiddleston’ın adı telaffuz edilir. Gerçi bu sefer aday listesinin biraz gerisinde kalmıştı ama The Night Manager’ın ardından öne fırladı. Sanıyorum, o sıralarda Sony’nin, iki Bond filminde daha oynaması için Daniel Craig’e 150 milyon dolar teklif ettiği söylentisi yayılmamıştı.

Dizi beğenildi dedik, ama acaba yazarı ne düşünüyor? Ne de olsa televizyoncular, Pine’ı görevlendiren istihbaratçıyı kadın yapmış, kitabın mekânını ve finalini değiştirmişti. İlk kitabı The Spy Who Came in from the Cold / Soğuktan Gelen Casus’un uyaralamasında (“eski usul bir stüdyo filmi”) ona yazar olarak çok iyi davranıldığını, ama daha ikinci uyarlamada acı gerçekleri kavradığını belirten Le Carré, “Başlangıçta kelime vardı,” diyor. “Yazar onunla yaşar, onunla ölür. Sinemacı için ise, başlangıçta görüntü vardır. Bu yaratıcılar savaşı, ilk film titrek ışıklarla can bulduğundan beri mutlulukla sürer.”

“Çeyrek asır önce hakkında yazdığım bir kitap günümüze uyarlanacak demek? Hem de Pine’ın kuzey Quebec yolculuğu olmaksızın, Orta Amerika olmaksızın? Sevgili Kolombiyalı uyuşturucu tacirlerimin yerini Orta Doğulu savaş ağaları almış. Richard Roper’ın zilyon dolarlık lüks yatı yok, ki çok severdim. Böyle bir yattan dünyayı yönetebilirsin. Ama kiraları inanılmayacak kadar pahalıymış, çekimler için adayı tercih etmişler. Hikâyenin sonu da farklı. Ee, ne kaldı benim kitabımdan geriye?”

Şaşılacak kadar çok şey kalmış. “Umduğumdan çok fazlası”. Mr. Burr’ün Mrs. Burr olmasına bile itirazı yok. Yeni dünya koşullarına daha uygun buluyor. Aksi takdirde, orta yaşın biraz üstünde iki erkekle biraz altında bir erkek arasında geçen, sıkıcı bir hikâye olabileceğini söylüyor. The Night Manager’da mücadele eden iki erkek, ödül olarak Jed / Elizabeth Debicki var. Bir de hikâyenin Iago’su, en iyi repliklerin sahibi Corcoran / Tom Hollander.

Ben anlamam ama herhalde internetten izlenebiliyordur. Ancak, hikâyeyi üstadın yazdığı şekilde okumak isterseniz, şu sıralarda kitabı bulmak mümkün. Hikâyenin orijinalinde Jonathan Pine’la Zürih’teki Hotel Meister Palace’ta tanışırız. Derken, soğuk bir gecede silah ve uyuşturucu kaçakçısı Roper ile maiyeti gelir. Zaten roman esas olarak Pine’ın, Roper’in suç imparatorluğunu çökertmek istemesi üzerine. Roper’le de ilk kez, gene gece müdürü olarak çalıştığı Kahire’deki lüks Kraliçe Nefertiti Oteli’nde tanışmış. Pine’a onun hakkındaki ilk bilgileri de otel sahibi Freddie Hamid’in kısa süre sonra öldürülmüş olarak bulunan Fransız-Arap metresi Sophie sunmuş.

Farkındaysanız, daha Mr. ya da Mrs. Burr ile karşılaşmadık bile. John Le Carré kitapları uzundur. Neyse ki öyle keyifle okunurlar ki, uzunlukları bir sorun olmaz. Öyleyse iyi okumalar! Bir de mini diziden kontrol edeyim diyen olursa, buyursun etsin. Çift dikiş gitmiş olur. Sonra da TV ve sinema uyarlamaları üzerine bir deneme yazar.

 

Daima Le Carré! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

Don Kişotluğun Lüzumu, Don Quijote’nin Lüzumu

Anlattığımız öyküler muhtemel yaşantılarımızın yayıldığı haritada sivri birer doruk, parlak birer deniz feneri olma gücüne sahipler. Ne olabileceğimizin ya da olmak istemeyeceğimizin gerçekçi değilse bile simgesel nirengi noktaları olabiliyorlar. Hayat dalgalarının heyecanı ve yolculuğun baş döndürücülüğü içinde onları kerteriz alıyoruz, farkında olarak ya da olmayarak. En karmaşık halleriyle bile pür modeller teşkil ediyorlar bize, çünkü hayali karakterlerin ötesinde birer fikir halini alıyorlar.

Bu tabloda Don Quijote ya da adının bizde nam salmış versiyonuyla Don Kişot da, şüphesiz edebiyat tarihinin en önemli karakterlerinden, en kalburüstü isimlerinden birini teşkil ediyor.

Peki biz gündelik hayatımızda bu anlı şanlı ismi en çok ne vesileyle duyuyoruz?

Muhtemelen, “Don Kişotluğun lüzumu yok” sözünün bir parçası olarak!

Ya da “Don Kişotluk yapma” gibi kalıplaşmış tembihlerin içinde.

“Don Kişotluk yapmak”, kültürümüzün çıkardığı (ve tercihen araya “efendime söyliyeyim”ler serpiştirilerek sayılacak) lüzumsuzlar listesinde anlı şanlı yerini almıştır. “Amerika’yı yeniden keşfetmenin lüzumsuzluğu” ve “icat çıkarma!” tembihiyle aynı sulardan beslenir: “Elalem”in çoktan bulup da uygulamaya koyduğu bir yaklaşım varken, yenisini bulmaya çalışmanın gereksizliğini vurgular ve bilhassa genç dimağları, yaratmanın çırpıntılı sularından uzak, aynen kopyalamanın dingin ve hava almamaktan ağır kokan sularına yakın tutmaya yöneliktir.

“Don Kişotluk yapmak”, sonuç alınması çok da muhtemel görünmeyen zorlu işlere kalkışmaktır, Yani pratiklik (ki kahramanımızın yardımcısı Sancho Panza tarafından temsil edilir), uygulanabilirlik dinlemeyen idealizmdir, hayalperestliktir. Tıpkı kardeşleri gibi, “Don Kişotluk yapma” tembihi de hep bizim iyiliğimizi ister; boş hayaller peşinde kendimizi harcamamamızı, şu hayattaki azıcık vaktimizi ve gençliğimizi heba etmememizi, günü en-bir-kolay-yakalanır yerinden yakalamamızı söyler. Pragmatik parmaklarıyla sırtımızı sıvazlar, “haydi yoldaş, şu gördüğün daha önce defalarca tepilmiş yoldan aynen devam” diyerek yolcu eder bizi. Böylece de hayallerimizi, doruklara gözünü dikmiş yüksek ideallerimizin peşinden gitme şevkimizi öldürmeye çalışır.

Öte yandan, elbette ki hayati derecede önemlidir Don Quijote ve Don Kişotluk. Şöyle soralım: Edebiyat tarihinde kaç karakter başlı başına bir özelliği temsil eder, neredeyse sıfat niyetine kullanılır hale gelebilmiştir? Bir mit olmuştur? Diyelim Frankenstein (maalesef genellikle yanlış karakter kastedilir ama)… Diyelim, Moby Dick’in saplantılı Kaptan Ahab’ı… Diyelim, Goethe’nin Genç Werther’i… Hangi ölçütlerle sayarsanız sayın, bu sıfata dönmüş mitik karakterler arasında Don Quijote tüm heybetiyle tahtına oturacaktır mutlaka. Çünkü “Don Kişotluk yapmak” tabirine yakışır raddede güçlü ve pür, anlam yüklü bir karakterdir Don Quijote.

Nitekim bizde olduğu gibi, İngilizcede de “Don Kişotluk” bir tabir halini almıştır. “Quixotism” der İngilizce konuşanlar buna ve aşağı yukarı bizim “Don Kişotluk yapmak” tabirimizle aynı şeyi kastederler: Pratikliği feda etmiş bir idealizm, devlerle savaşmak için yola çıkan ve nihayetinde değirmenlerle savaşan bir romantizm. (Zira Don Kişot karakteri, mum ışığında yemek yemeye indirgenmiş modern zaman romantizminin değil, olağanüstü, fantastik şövalye hikayeleri anlatan “romans” türünün bir takipçisi olarak, asli romantizmin temsilcisidir.)

Peki, Cervantes’in Don Kişot’u bu doğrucu davutluktan, bu ne olursa olsun iyiliğin ve adaletin safında yer alan deli şövalyelikten mi ibarettir? Yenilemeyecek değirmenlere (daha doğrusu bir fikir olarak “dev”lere) savaş açması mıdır yegane özelliği?

Öncelikle, şunu unutmamalı: Nasıl ki, Shakespeare İngilizce, Dante ise İtalyanca demekse, Don Kişot’un yazarı Cervantes de İspanyolca demektir. Sadece bir dönemin değil, bütün bir dilin kaderini etkilemiş bir edebi eserdir Don Quijote. Modern Batı romanının pınarı sayılır. Ve bu edebi konumu içinde, bir taraftan da ilk “bibliyofil” roman karakterini bize sunar: Don Kişot sadece kendinden sonraki kitapları besleyen bir karakter değildir, aynı zamanda kendisi kitaplardan beslenen bir karakterdir. Bu karakterin en ilginç tarafı, kendi gerçekliğini kitapların gerçekliği üzerine kurmuş olmasıdır. Dünyayı kitaplarda anlatılan değerlerin (ki onun durumunda genellikle “şövalyelik erdemleri”dir bunlar) filtresinden gören bir gerçekliktir onunki.

Bir okur olarak Don Kişot’la ilgili vereceğimiz en önemli kararlardan biri, onun hakikaten ne kadar “deli” olduğu, dünyayı değirmenlerden değil de devlerden ibaret görmesine kendi iradesinin ne kadar müdahil olduğu meselesine dairdir. Bu karara göre Don Kişot, kitapların gerçekliğini kendi gerçekliği haline getirmiş, kendi dünyasını kitaplardaki “pür fikirler”le yeniden inşa etmiş bir bibliyofil (kitapsever) haline gelebilir.

Yani evet, Don Kişot aslında roman tarihinin ilk “kitapkurdu” kahramanıdır!

Cervantes, Don Kişot’u yazdığında roman biçimi henüz çok gençti. Bugün roman, edebiyatın en popüler biçimi, ilhamını yazılmış olanlardan alan karakterler de artık edebiyatta klasik bir unsur halini almış durumda. Öte yandan, artık “yazı”nın ve “okuma”nın başlıca mecrası kağıt değil, internetin sanal sayfaları haline geliyor. Bunun bir uzantısı olarak “okur fantezisi”, yani okuduklarımız üzerinden yarattığımız hayali “persona”lar da kağıtta değil internette ikamet ediyor. Nitekim artık internet – özellikle de sosyal medya– olmak istediğimiz, görmek istediğimiz “biz”in resmi haline gelmiş durumda…Tabii zaman zaman ne olmak istemeyeceğimizin. Artık “gerçek hayat”taki “biz” ile “yazıdaki biz” arasında Don Kişotvari bir başka uçurum var: Klavyemizin tuşlarının çizdiği bizle eylemde bulunan biz arasındaki çevrimiçi/çevrimdışı uçurumu. O uçurumu ne kadar kapatmaya, ne kadar “yazıdaki gibi” olmaya talip olacağız?

 

Don Kişot, hakikaten değirmenlere karşı savaştığından tamamen bihaber olacak kadar “deli” midir? Ve öyleyse, deliliği değerli bir delilik midir? Hayat, ne ölçüde ideallerimizin tarif ettiği gerçekliğe göre yaşanabilir?

Galiba bu şövalyelik serüveninin kilit noktası, bu soruların cevabında yatıyor. Yani bir bakıma, yazımızın dünyasının hakikatinde…

Don Kişotluğun Lüzumu, Don Quijote’nin Lüzumu yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

30 Ağustos 2016 Salı

Shakespeare yaşıyor!

William Shakespeare’in asla unutulmadığını, unutulmayacağını söylemek, abartı olmaz. Bu yılın kutlamalarına bir göz atarsak, onun ölümünün 400. yıldönümünde dünyanın en popüler oyun yazarı olduğunu anlarız. Bu yıl SALON’da gösterilen “Hamlet”in önceden bildirilen gösterim sayısının defalarca üstüne çıkması bir tesadüf olmadığı gibi, sadece “Sherlock” ile meşhur olan aktör Benedict Cumberbatch’in varlığıyla da açıklanamazdı.

Başta Stratfon upon Avon olmak üzere, dünyanın dört bucağında kutlamalar yapıldı, halen de yapılıyor. Eldivenci John Shakespeare ile çiftçi kızı Mary Arden’ın oğlu, dünyanın en popüler oyun yazarı William Shakespeare, adı öyle olsa da olmasa da, bu oyunlarla şiirleri kendi yazsa da yazmasa da, artık şöhretinin de önüne geçmiş biri. Oysa asil ya da çok zengin bir ailenin oğlu değildi. Üniversitede eğitim görmedi, büyük bir sanatçı onu himayesi altına almadı, zengin ya da muteber bir ailenin kızıyla da evlenmedi. Bir aktör olarak yeteneği de mütevazı görünüyor, yıldızlara özgü rollerde oynamadı. Yazar olarak başarısı ise kraliyet desteğine bağlıydı. Ama bugün dünyanın en fazla oynanan ve okunan yazarı.

BAŞKA SİNEMA ile BRITISH COUNCIL bu kutlama yılında çorbada bir tuzları olsun  istemiş. İki kuruluşun işbirliğiyle Shakespeare filmleri 8 Eylül’de izleyiciyle buluşuyor. Shakespeare Lives / Shakespeare Yaşıyor kapsamında 4 şehirde yapılacak gösterimler BRITISH COUNCIL işbirliğiyle ve BAŞKA SİNEMA ev sahipliğinde İstanbul, Antalya, Bursa ve Eskişehir’de gerçekleşecek. Biz şimdiden duyuralım da, sonra kaçırmış olmayın:

Kenneth Branagh’ın yönettiği ve başrolünde oynadığı, Emma Thompson, Keanu Reeves’li kadrosuyla öne çıkan 1993 yapımı “Much Ado About Nothing / Kuru Gürültü”; Ian McKellen’ın III. Richard’a hayat verdiği, Richard Loncraine’in yönettiği 1995 yapımı uyarlama “III. Richard”; Michael Fassbender’in Shakespeare’in ölümsüz karakterine bambaşka bir yorum kattığı 2015’in en çok ses getiren uyarlamalarından “Macbeth” ve Manchester Royal Exchange Tiyatrosu’nda kapalı gişe oynayan bir Hamlet: “Maxine Peake’ten emsalsiz bir performans.

British Council “Hamlet”in çok beğenilen sahne prodüksiyonunun film versiyonunu da desteklemişti. Sarah Frankcom’un 2014’te Manchester Royal Exchange’de sahnelenen oyununun film versiyonu, Mart 2015’te 300’e yakın Birleşik Krallık sinemasında oynadı. Maxine Peake’in “Hamlet”i 2016’da anadili İngilizce olmayan pek çok ülkede, British Council’ın “Britten on Film” uluslararası turnesinin bir parçası olarak gösterilecek. Bizde ise, bir gün sürecek bu ücretsiz gösterimdeki filmler hakkında düzenlenecek kısa online yarışma ile sürpriz ödüller de kazanmak mümkün.

Ben kendi hesabıma başka Shakespeare sürprizleriyle de karşılaştım. Polisiye dizi seven biriyim. Digitürk Vice’ta son zamanlarda severek izlediğim bir HBO mini dizisi var. “The Wire” yazarı Richard Price’ın yazdığı bu mini dizide, bir gece tanımadığı bir kızla parti yapan yirmi üç yaşındaki Pakistanlı-Amerikalı üniversite öğrencisi Nasir “Naz” Khan (Riz Ahmed), sonradan adının Andrea Cornish olduğu ortaya çıkan kızın vahşice öldürülmüş cesediyle karşılaşıp onun evini terk eder. Ne olduğunu bilmez, ama durumun kötü olduğunun farkındadır.

Riz Ahmed benim için, HBO yapımı olsa da sonuçta bir polisiye dizide izlediğim genç bir aktördü. Onun için, Guardian gazetesinin bir Shakespeare kutlamasında onun adını görünce şaşırdım. Gazete, Guardian Solos’u, “Önde gelen aktörler Shakespeare’in en büyük tiratlarından bazılarını, yazarın 400’üncü yılı onuruna bir video dizisinde okuyor/oynuyor” diye takdim ediyor. Önce “Hamlet”te Adrian Lester, “III. Richard”da David Morrissey, “Onikinci Gece”nin Viola’sında Joanna Lumley ve “Macbeth”te Daniel Mays ünlü ozandan tiratlar okuyor.

Meğer dahası da varmış. “Julius Caesar”da Damian Lewis’in, Marc Anthony’nin Caesar’ın mezarının başındaki konuşmasını layıkıyla dile getirdiği tiradı dinledim: “Dostlar, Romalılar, yurttaşlar, bana kulak verin; / Caesar’ı gömmeye geldim, övmeye değil;” diye başlayan ve memnuniyetle başlarını sallayan suikastçıları neye uğradıklarını anlamadan suçlu olarak sunan konuşma. Sonra da aşina olduğum bir isim ve ses çıktı karşıma: Riz Ahmed, Kral Lear’de piç Edmund olarak karşımızdaydı. Aktör, “King Lear”in Birinci Perde, 2’nci Sahne’sinden Edmund’un tiradını okudu. Karakteri gayrımeşru bir çocuk olmak üzerine düşünüyor ve üvey kardeşi Edgar’a komplo kuruyordu. Böylece, perde ve ekrana bunca sevgisi olan, özellikle oyuncuları yücelten biri olarak, bir aktörün hakkını mı yedim diye biraz da üzüldüm.

Yani, Shakespeare durumu böyle. Yıl sonuna kadar da çeşitli ülkelerde, mecralarda devam edecek. Ozanı seviyorsanız eğer bu fırsatları kaçırmayın. BAŞKA SİNEMA’da 8 Eylül’de BRITISH COUNCİL desteğiyle kutlamaya katılmış.

Kaçırmayalım derim.

Shakespeare yaşıyor! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

25 Ağustos 2016 Perşembe

Bu çeviri için tam 30 kilo verdi!

(Ya da Bir Performans Sanatı Olarak Çevirmenlik)

Evet, böyle bir gazete başlığı düşünün: “Bu Çeviri için Tam 30 Kilo Verdi!”

Ya da: “Bu çeviriye hazırlanırken, bir ay boyunca günde on beş saat taksi şöförlüğü yaptı!”

Komik geliyor, değil mi?

Elbette kimse yapacağı bir çeviri için bile bile otuz kilo filan vermedi –yani, umarım vermemiştir! Öte yandan, bir ay taksi şöförlüğünü yabana atmayın: Bir De Niro olmayabiliriz, ama kahramanı taksi şöförü olan bir kitap çevirecek olsak, eminim bizim de ucundan kıyısından işimize yarardı. Nihayetinde çevirmenlerin bir metni hakkıyla çekip çevirebilmek için zaman zaman yapmak zorunda kaldıkları şeyler, Marlon Brando, Robert De Niro, Dustin Hoffman ve Daniel Day Lewis gibi aktörlerin “metot oyunculuğu” hikâyelerinin yanında sönük kalmakla birlikte, bazen uzaktan uzağa onların hazırlıklarını andırabiliyor.

Örneğin, koyu bir dönem dokusu ya da “yerel renk” taşıyan metinleri çevirmek için, hikâyenin geçtiği zamana ya da mekâna hatırı sayılır bir aşinalık kazanmanız gerekebilir. Gün gelir –Böyle bir lüksünüz varsa!– bir çeviriyi kenara koyup, haftalarca, aylarca araştırma yaparsınız. (Neyse ki bizim malzememiz metin olduğundan “gidip yaşamak” yerine “oturup okumak” çoğu zaman işimizi görüyor.) Ne de olsa edebi çeviri işi, öncelikle bir “derin okuma” işidir; çevirdiği metnin iyi öğrencisi olmak çevirmen için hayatidir… Ve bu öğrencilik, bazen o metin için zayıf kalan donanımımızı bir şekilde tahkim etmeyi de gerektirir. Eh, taksi şöförünün dil dünyasına (ve mesleki jargonuna) aşinalık kazanmak adına, De Niro usülü hazırlık da –Böyle bir lüksünüz olsa!– faydalı olurdu muhtemelen.

Peşinen söyleyeyim, burada bir “metot çevirmenliği” manifestosuna girişecek değilim! Öte yandan, oyunculuk ve çevirmenlik arasında kurulan bir analoji bana hiç de garip gelmiyor.

Diyeceksiniz ki: Sinemanın görünen yüzleri oyuncularla edebiyatın görünmez parmakları çevirmenler arasında ne tür bir benzerlik olabilir? Birinin adı afişlerde koca koca yazıyor, siması dünyanın her yanındaki insanlara aşina geliyor; öbürününse, çevirdiği kitabın kapağına adını minicik yazdırabilmek için, bazen Herkül’ün 12 görevine rahmet okutması gerekiyor! Haklısınız. Ama ilginçtir, aslında çok da yeni bir benzetme değil bu. Üstelik, çeviri yaptıysanız ya da üzerine kafa yorduysanız, benzetmenin dayanaklarını hemen tahmin edebilirsiniz:

Her şeyden önce, başka birinin yazdığı metinle çalışıyorsunuz. Sözcükler, size ait değil. Yani “yaratıcılık”, her ne kadar iki iş için de vazgeçilmez bir özellik olsa da, ancak bir yere kadar mümkün.

Öte yandan, başkasına ait olan o sözcükleri “dile getirmek”, size düşüyor. Dolayısıyla onlara “hakkını vermek” ya da vermemek, onları etkileyici ya da sahici, kuru ya da suni göstermek tamamen sizin elinizde.

Bununla birlikte, çevirmenin metnin aktarımındaki rolü, oyuncuların ya da yönetmeninkinden epey farklıdır; bu aktarımı büyük ölçüde tek başlarına gerçekleştirdikleri için etkileri daha mutlak, üzerinde çalıştıkları metni başka bir ortama değil de yine kâğıda aktardıkları içinse daha az görünürdür. Robert Wechsler “Sahnesiz Performans” adlı incelemesinde tam da bu durumdan, madalyonun bu iki yüzünden bahseder: “Evet, edebi çeviri bir sanattır,” der. “Onu tuhaf bir sanat haline getiren şey ise, bir çevirmenin fiziksel olarak bir yazarla tamamen aynı işi yapmasıdır. Bir oyuncu bir oyun yazarıyla, bir dansçı bir kompozitörle ya da bir şarkıcı bir şarkı yazarıyla aynı işi yapsa, onların yaptıkları işe de kimse fazlaca ehemmiyet vermezdi. Çevirmenin sorunu, onun sahnesiz bir icracı olmasında, işi bittiğinde tıpatıp orijinaline benzeyen bir şey ortaya çıkarmasındadır.”

Zamanla farkına vardığım bir başka benzerlik ise, uzun süre oynanmış bir “rol”e geri dönme sürecinde.

Kült bilimkurgu-komplo dizisi The X-Files çok uzun bir aradan sonra televizyona dönerken, başrol oyuncuları David Duchovny ve Gillian Anderson onca zaman sonra eski bir role girmenin güçlüklerinden bahsetmişlerdi. “Yazım tarzını unuttum, o yazım tarzını nasıl konuşmaya çevireceğimi unuttum,” diyordu Anderson açık yüreklilikle. “İlk günler berbatımdır ben… Başta fazla takarım. Sonra o kadar takmamayı öğrenirim. Nasılsa yerine oturacaktır.”

Bana seri çevirisinden hayli tanıdık gelen bir süreç bu. Ne zaman bir “Harry Potter” çevirisine başlayacak olsak, benim için ilk bölümde hep bir şeyler yerine oturmuyor gibidir. Sözcükler yabancı gelir, cümleler yabancı gelir… Bir şeyler yerine oturmaz. Benden çıkan cümlelerin sesi, akışı benim bildiğim “Harry Potter” gibi gelmez bana. Sonra o metnin dünyasıyla buluşma noktanızı (ve bunun ortaya çıkardığı doğal sesi) yeniden keşfettikçe, her şey yerine oturur. Şimdi tam da “oyuncular tarafından oynanmak üzere yazılmış” yeni bir “Harry Potter” metninin çevirisini Sevin Okyay ile – rollere değil ama– bölümlere ayırmış, üzerinde çalışırken, bu paralellik tekrar aklıma geliyor.

Eh, mademki bu analoji oyununa girdik, hakkını verelim… Ve The X-Files’ın diğer yıldızı Duchovny’nin seneler önce konuk olduğu Actors Studio’da (ki, Actors Studio “metot oyunculuğunun” karargâhı gibi bir şeydir) James Lipton’a verdiği söyleşide bahsettiği bir “aydınlanma”yı ziyaret edelim: Üniversite eğitimi İngiliz Edebiyatı üzerine olan Duchovny o söyleşide, ilk başta oyunculuğun sadece “metindeki sözcükleri belli bir şekilde söylemek”ten ibaret olduğunu sandığını, sonralarıysa kendinizden hiçbir şey katmadan (ki, “kendi hakikatini” der Actors Studio buna) sadece sözcükleri söylemenin ne büyük bir hata olduğunu öğrendiğini anlatıyordu.

Aynı şeyi çeviri için de söyleyebilir miyiz?

Neden olmasın? Sonuçta bir çeviriyi öldürmenin (ya da ona hiç can verememenin!) garantili yollarından biri, ortaya çıkardığınız metne bir “ses”, bir doğallık kazandıramadan sadece “sözcükleri karşılamak”tan geçmiyor mu? Çevirinin “tekinsizlik vadisi”ne (yani insan gibi görünüp insan hissi vermeyen robotların diyarına) çıkan anayol budur herhalde. Aksi yönde ise, metnin besbelli başkası tarafından yaratılmış olmakla birlikte size hiç mi hiç yabancı gelmemesi, orada robotik karşılıklar ve ortalamalar değil de sizden bir şeyler bulunduğu hissi ve bunun sonucu olan sahiplik duygusu vardır.

Ancak tabii bu yol iki yönlü işliyor: Siz metne sızarken, metin de size sızıyor! En azından bir süre, çevirdiğiniz metinle yaşıyorsunuz ve o metnin dünyası, malumatıyla, endişeleriyle, özlemleriyle ve hatta sözleriyle, gündelik yaşamınıza da sirayet edebiliyor. Tamam, belki Oscar alırken “yıllardır hayli tuhaf bazı adamlarla birlikte yaşamak zorunda kalmış” karısına teşekkür eden müthiş metot oyuncusu Daniel Day Lewis’inki kadar ciddi bir durum değil bu, ama en azından yaptığınız işe bir “alışveriş” olarak bakmayı mümkün kılıyor. Kim bilir, çevirinin maddi açıdan pek tatmin edici bir meslek olmamasına rağmen, gördüğü ilginin bir ayağı, yukarıda sözünü ettiğim “sahiplik” duygusuysa, öbür ayağı da bu “seri aidiyet” duygusunun yaşattığı serüvenler silsilesidir belki…

Peki ya bizim gibi iki ya da daha çok kişinin yaptığı çevirilerde “rol paylaşma”? O konuda da oyunculuğa kıyısından köşesinden dokunan bir şeyler söylenebilir mi? Ona ne şüphe! Zaten bu analoji daha çok yol gider –ama müsaadenizle, arabayı teslim etmem lazım!

Bu çeviri için tam 30 kilo verdi! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

23 Ağustos 2016 Salı

007 Zülküf Dağı

O yaz her şey çoktu. Hava çok sıcak, gökyüzü çok mavi, deniz çok serin, sahil çok kalabalık.

Sabahları erken uyanıp, güneş etrafı kavurmaya başlamadan kasabaya kadar yaklaşık altı kilometre yürüyor, dönüşte kan ter içinde kendimi denizin serin sularına bırakıyordum. Arkadaşım tembel biriydi, sabah o saatte kalkıp yürümek, arkasından da deniz daha ısınmadan yüzmek ona göre değildi. Yine de iyi biriydi; ben denizden çıktıktan sonra fırından aldığım sıcak ekmek ve gazeteyle eve döndüğümde çayı demlemiş, beni bekliyor olurdu.

Yazlık sitenin yanında bir otel vardı. Denize girdiğimiz yer aynıydı. Yalnız, otelin şezloglarıyla bizim siteninkilerin arasına geçmeyi engelleyecek dev saksılar yerleştirmişlerdi ve bizimkilerin aksine onların şezlonglarında minder vardı. Yine de otel müdürü ile site yöneticisinin arası iyi olduğundan bizim onların iskeleyi kullanmamıza ve arada denizden çıkınca duş almamıza ses çıkarmıyorlardı.

Otelin iskelesinin tam karşısında küçük bir kulübe yapmışlardı. İki kişi içine zor sığar. Bira, kola, su , ayran makineleri koymuşlar, müşterilerin kâğıt bardaklarda soğuk içecek alması için bir mini bara çevirmişlerdi.

Onu ilk orda gördüm. Bizim sitenin sahilinden denize girip duş almak için onların iskeleden çıkıyor, sonra kızgın kumlara basarak bizim şezlonglara yürüyordum. O, mini kulübenin önünde toplaşan susuz müşterilere yetişmeye çalışıyor; beyaz tişörtü terden ıpıslak görünüyordu. Tek işi bu da değildi. Güneşlenmeye gelen müşterilerin şezlonglarını istedikleri yere taşımak ve üstlerine minder yerleştirmek, onlar kalktıktan sonra minderleri toplayıp brandanın altına kaldırmak da onun göreviydi. Akşamları da herkes odasına dönüp sahil boşalınca, bir hortumla bütün şezlongları yıkıyordu.

Barın önünde kimsenin olmadığı bir sabah kulübenin dışına taşıdığı tabureye oturmuş denizi seyrediyordu. Ne kadar kara, diye düşündüm. Güneşten mi böyle olmuş, yoksa haddinden fazla esmer mi, karar veremedim.

Duş almış, üstümden şıpır şıpır akan sularla önünden geçiyordum ki, “Bir şey içer misiniz?” diye sordu. Bana mı söylüyor, diye şüpheye düşüp etrafıma baktım, çünkü otel müşterileri dışında birine içecek vermesinin yasak olduğunu biliyordum. Bunu arkadaşım söylemişti.

“Ben otelde kalmıyorum,” deyip yoluma devam edecek oldum.

“Biliyorum,” dedi. “Ama yine de bir şey ikram etmek istedim. Hava çok sıcak.”

Geri dönüp, uzattığı kâğıt bardağı aldım. Tam teşekkür edip gitmek üzereydim ki, plastik beyaz sandalyelerden birini çekti.

“Biraz oturmaz mısınız?” dedi.

Islak mayomu değiştirmeye acele ettiğim halde, kabalık etmemek için, gösterdiği sandalyeye oturdum.

“Sitede mi kalıyorsunuz?” dedi. “Her sabah görüyorum sizi. Akşamüstü de arkadaşınızla geliyorsunuz.”

“Evet,” dedim. “Arkadaşımın evinde misafirim.”

Birden önemli bir şey hatırlamış gibi, başındaki şapkayı çıkardı, elini uzattı. “Adım Zülküf benim,” dedi. “Her yaz bu otelde çalışırım. Kışları da memlekete dönerim.”

İsmi bir tuhaf geldi nedense. O yaştaki birine hiç yakıştıramadım.

“Ben de Ayşegül,” dedim, uzattığı elini sıkarken. Elleri sert ve kuruydu.

“Ne kadar eski bir ismin var, dedenin ismini mi koymuşlar?”

Sırf konuşacak bir konu olsun diye saçmalamış, söyler söylemez de pişman olmuştum.

“Yok,” dedi. “Bizim memlekette bir dağ vardır, Zülküf Dağı. Zülküf Peygamber vaktiyle orada yaşamış derler. Aileler genelde ilk oğlan çocuklarının adını Zülküf bırakırlar.”

“Bırakmak?”

“Yani, koyarlar. Biz öyle deriz de…” Bunu söylerken utanıp önüne baktı.

Pot üstüne pot kırdığım için aptallığıma kızıyordum. Bardaktaki kolayı kafama dikip kalkacak oldum.

“Hatta öyle mübarektir ki Zülküf Peygamber, terinin düştüğü yerde çiçeklerin bittiği söylenir,” diye devam etti. “Dağdaki çiçekler yani…”

Söyleyecek bir şey arıyordum. Düşündüm. Benim ismimin de böyle bir hikâyesi olup olmadığını. Bir şey söylemiş olmak için, “Benim adımı da annem koymuş, kızamıktan çocuk yaşta ölen bir arkadaşının ismiymiş,” diye uydurdum. Belki öyle aman aman bir şey değildi ama yine de bir hikâyeydi işte.

“Ne güzel,” dedi. “Bir kola daha içer misiniz?”

“Yok,” dedim. “Islak mayoyla durmayayım şimdi. Çabuk üşütüyorum.”

O da ayağa kalktı.

“Arada uğrayın, bir şeyler için,” dedi. “İkramımız olsun. Hem burada çok sıkılıyorum bazen. Yani bu kadar insanın içinde bile çok sıkılıyorum.”

“Tamam,” dedim. Teşekkür edip bizim sitenin şezlonglarına doğru yürüdüm. Kızgın kumlar tabanlarımı dağlıyordu. Kabine girip aceleyle mayomu değiştirdim.

Yerime döndüğümde, gözlerim Zülküf’ü aradı. Az ötede, kaprisli bir müşterinin şezlongunu gölgeye çekmeye çalışıyordu. Alnından boncuk boncuk ter damlıyordu.

Kumların üstünde açan çiçeklere baktım. Sadece sigara izmaritleri vardı.

007 Zülküf Dağı yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Şimşek gene çaktı!

2016 Rio Olimpiyatları’yla vedalaşmaya hazırlanıyoruz. Çeşitli sorunlara rağmen iyi bir olimpiyattı. Geçen haftaki yazıda performanslarını heyecanla beklediğimiz sporculardan söz etmiştim. Bizi hayal kırıklığına uğratmadılar. İngiliz Mo Farah, 5,000 – 10,000 dublesini yeniledi. Katie Ledecky madalyalarına madalya kattı. Michael Phelps, Olimpiyat altını sayısını 23’e çıkarttı. Usain Bolt ise, Pekin ve Londra’da aldığı 100-200 metre altınlarına yenilerini kattı. Bayrak yarışını da kazanırlarsa, emsalsiz bir başarıya ulaşmış olacak: Üç Olimpiyat’ta dokuz altın.

Tam da bu noktada bir mukayese ortaya çıkıyor. “Gelmiş geçmiş en büyük sporcu” olma açısından. Bolt, 200’u kazanmasının ardından yapılan bir söyleşide Michael Phelps’den söz ederek, “Bambaşka branşlarımız var,” demiş ve bu mukayeseyi basına bıraktığını eklemiş. “Phelps çok baskındı, emekliye ayrıldı, geri geldi ve hâlâ en iyilerden biri olduğunu kanıtladı. Ona saygım var. Sporu için de çok şey yaptı. İkimiz, kendi farklı alanlarımızda büyüğüz.”

Usain Bolt, adının spor ikonları Muhammed Ali, Pele ve Phelps ile aynı solukta anılmasından onur duyduğunu da söyledi. “İnsanlar beni bu gruba dahil edecekler mi, hayranlar beni öyle görecekler mi diye Olimpiyat Oyunları’nın sona ermesini bekliyorum. Benim için neler yazılacağını da göreceğiz…”

Bolt’un sahiden de gelmiş geçmiş en büyük atletlerden biri olduğu konusunda hiç şüphe yok. Bizim zamanımızın emsalsiz atletlerinden Carl Lewis de öyleydi, bugün de öyle. Lewis, Fin uzun mesafe koşucusu Paavo Nurmi ile birlikte atletizmde en fazla Olimpiyat altını olan sporculardan biri. O 1984 ile 1996 arasında dokuz altın alırken, Nurmi de 1920 ile 1928 arasında aynı başarıya ulaşmıştı. Müthiş yeteneğiyle ırkçılığın kalesi Almanya’yı dize getiren Jesse Owens ise, hep benzersiz bir efsane olarak kalacak.

Ama adı hep ülkesi Jamaika ile birlikte anılacak olan Trelawny’li çocuk da özel bir yeri hakediyor. “En büyük olduğumu kanıtlamak için daha ne yapabilirim?” diyor. “Ali ile Pele arasında olabilmek için. Sporu heyecanlı hale getirdim, insanlarda sporu izleme arzusu uyandırdım. Sporu farklı bir düzeye koydum.” Eh, biraz da maskaralık ettiği bir gerçek. Olsun, sevilme nedenlerinden biri de bu. Rio’yu Prens Harry ile birlikte partilerde kutlayacakmış.

Ne var ki, Rio’da 200 metre yarışında, özellikle yarı finalde onu zorlayan Kanadalı Andre de Grasse ile Fransız Christophe Lemaitre’i (foto finişle üçüncü olup Britanyalı genç Adam Gemili’yi podyuma çıkarmadı) geçen Bolt, derecesinden hiç hoşnut kalmadı. 19.19’luk dünya rekorunu kırmayı umut ediyordu, hatta belki de Rio’nun Olimpiyat Stadyumu’nda 19 saniyenin altına inmeyi… Neden olmasın? Olmadı ama, biraz da hava koşulları izin vermedi. Ancak Bolt çabucak kendine geldi. Kulaktan kulağa bir tebessümle, herkesin beklediği “Şimşek” işaretini yaparken, hayranları onun adını haykırıyordu.

Bakalım bayrak yarışında da aynı başarıyı sürdürebilecek mi? Gerçi bayrak yarışını kazanmak için birden fazla iyi atlete ihtiyaç var, ama Jamaika da bunun için birebir. Üç milyon nüfuslu bu ülke, atletizmde şimdiye kadar 13 Olimpiyat altını aldı. Son beş yılda hem erkek, hem kadın atletleri 100 metre yarışında geçilmez ekipler oluşturdu. Amerikalılar bayrak alıp verme işindeki şaşırtan acemiliklerini sürdürdükçe de böyle olacak herhalde. Peki, tek neden bu mu?

Elbette değil. Usain Bolt, Trelawny tepelerinde yetişti. Babası Wellsley Bolt, onun küçük yaşta, farkına varmaksızın form tuttuğunu söylüyor. “Bu atletlerin çoğu bu dağlık bölgedendir,” diyor. “Onun için bu kadar hızlı koşuyorlar.” Bir de, Jamaikalılar’da “hız geni” denen bir şey olduğundan söz ediliyor. Batı Hint Adaları Üniversitesi’nden Profesör Rachel Irving’e göre, pek çok Jamaikalı’da yüksek düzeyde serotonin var. “Zihin gücünü serotonin tayin eder. Eğer düzeyiniz yüksekse, özel bir geniniz var demektir. Çok kararlı ve agresif olma eğilimi gösterirsiniz. Bütün koşullar altında kazanırsınız, kendinizi başka her şeye kapatırsınız. Farkı sağlayan bu.”

Gerçekten sır serotoninde mi, yoksa Usain Bolt’un halası Lily’nin göklere çıkardığı yiyecek “yam”de mi? Bilemiyoruz elbette. Gerçek şu ki, Jamaika gen havuzu nispeten homojen. Yani yakın gelecekte başka Usain Boltlar, Asafa Powellar ve Shelly-Ann Fraserlar bekleyebiliriz. Usain’in eski okulunun jimnastik hocası ise, buradaki her çocuğun koşmak istediğini söylüyor. “Bir tutku bu. Usain’e sorun size söylesin, bir tutku.” Usain ise jimnastik hocası Lorna Thorpe’un onun için ikinci bir anne olduğundan, okulda kendisini hep kolladığından bahsediyor. “Benim hayatımda çok önemli bir rol oynadı.”

İyi de, Jamaikalılar niye böyle hızlı koşuyor? “Güven,” diyor Usain. “Biz kendine güvenen bir halkız, kazanmayı sevdiğimiz için çok çalışırız.” Tacını devretmeye henüz hazır değil ama, pek çok yetenekli atlet yetişeceğinden emin. “Onlara, ‘Evet, çok iyi olacaksınız,’ diyorum ama ‘Beni yakalayamazsın,’ demeyi de ihmal etmiyorum.”

Usain Bolt, çoğu atletin aksine, adasında kaldı. ABD’de çalışmayı reddetti. O Jamaika’yı seviyor, Jamaika da onu. Bir sonraki Olimpiyatlar’a katılmayacağını gene tekrarladı. 200 metre yarışından sonra yeri öpmesinin bir veda olduğunu belirtti. Ama Dünya Şampiyonası’na henüz veda etmedi. Onu böyle bir şampiyonada bir daha izlemek için heyecanla bekliyoruz.

Şimşek gene çaktı! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

18 Ağustos 2016 Perşembe

Madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz?

 “Heey bre Karacaahmet, kara mezarlık, sana gelmiyorum işte. Var mı bir diyeceğin. Yorgo’nun Meyhanesi’ne gidiyorum, daha çok beklersin!”

1987 yılında Füruzan’ın eserinden televizyona uyarlanmış ve Füruzan’ın senaryosunu yazdığı, Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay’ın başrolleri paylaştıkları, üç bölümlük “Gecenin Öteki Yüzü” dizisinin bir giriş sahnesinde Müşfik Kenter’e ait repliktir. İntihar etmek için deniz kenarına giden Zuhal Olcay’la karşılaşır Kenter ve sigarasını yakmak için ateş ister, Karacaahmet’e haykırışının öncesinde de, “Madem ateşin var, neden karanlıkta duruyorsun,” der Olcay’a… Böylece kadın, hayata bir adım attı. Karacaahmet’e haykıran o adam her yaşta, her koşulda yaşama inadı ve umudu verdi.

1980’li ve 90’lı yıllarda ALF adlı televizyon dizisinde sevimli uzay yaratığı ALF karakterini seslendirdi. Muazzamdı. ALF’in evin kedisi Şanslı’yı Kenter’in sesiyle hipnotize edip, “Artık bir kedi değilsin, sen bir yemeksin,” demesi her yaşta, her koşulda güldürmeyi başardı.

Önce tiyatroya gülen, sonra oynadığı Hamlet rolüyle dünya literatürüne giren, sadece sahnede değil, beyazperdede de izleyenlerini büyüleyen bir sanat insanı. Atıf Yılmaz’ın Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987) filminde, “Ben öyle hayali fener gibi dolaşan asilzadelerden çok, hayatın çamurunda yoğrulmuş gerçek insanı sevdim hep vesselam,” repliğini hatırlarım. Kenter, bu repliği akıllara geldikçe, gerçek insanı bulma ve o insan olabilme umudunu verdi.  “İyi bir insan olmazsanız, iyi bir oyuncu olamazsınız,” diye yetiştirdi öğrencilerini.

Çocukken, tiyatrocu olmayı aklından geçirmeyen, “hiçbir şey olmayı aklından geçirmeyen” Kenter, bir röportajında, “Oyunculuğu ciddi bir şaka olarak düşünürüm,” diyor. 1965 yapımı Metin Erksan efsanesi Sevmek Zamanı’nda boyacı Halil’i oynadı, boyamaya girdiği evin duvarında gördüğü kadının resmine aşık olan Halil’i. “Ciddi bir şaka”ydı gerçekten de boyacı Halil’in aşkı.

1981’de Kent Oyuncuları tarafından sergilenen, Murathan Mungan’ın Orhan Veli şiirlerinden kurgulayarak yazdığı tek kişilik oyunda gördük bu defa Kenter’i. Oğuz Aral yönetmenliğiyle eşlik etti ve oyun, Türkiye’de aynı oyuncuyla en uzun süreli sergilenen eserlerden biri oldu. Oyunun Müşfik Kenter sesinden bir de albümü yayınlandı. O albüm ki, çok şeye bağladı, çok şeyi sevdirdi biz ölümlülere… Orhan Veli’yi, şiiri, Garip’i, Boğaziçi’ni, edebiyatı, insanı, karpuzdan fener yapmasını, rakı şişesindeki balığı, “Elifbamın yapraklarında” diye mırıldanmasını, gemileri ve İstanbul’u dinlemeyi…

20’li yaşlarında başladığı sigarayı 60’ında doktorların uyarısıyla bıraktı. Televizyondaki bir kamu spotunda sigaranın zararını anlatıp, benzersiz sesiyle sigaraya karşı insanları, “Derin bir nefes alın ve sigarayı bırakın,” diye uyaran büyük usta, 15 Ağustos 2012’de akciğer kanseri nedeniyle tedavi  gördüğü hastanede gözlerini son kez kapadı. Sesinde Orhan Veli, gözlerinde İstanbul, soluğunda insan olan adamı kaybedeli 4 yıl oldu.

Canlandırdığı, ses verdiği, emeğini işlediği tüm karakterlerde yaşamın en saf haline dokunduğumuzu hissettirdi. Başımızdan iyi bir şey geçtiğini hissettik sayesinde. Bir insanın sesi, hecesi, boğazındaki hırıltısı, kahkahası bu kadar mı sevilir? Sevdirdi. O her koşulda, her yaşta “sevilen insan” oldu.

Müşfik Kenter susmayan sesiyle hâlâ her yaşı güldürüyor, her yaşa “umut” diyor, “diren” diyor. Öyle ya, madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz?

Madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz? yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

16 Ağustos 2016 Salı

Madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz?

 “Heey bre Karacaahmet, kara mezarlık, sana gelmiyorum işte. Var mı bir diyeceğin. Yorgo’nun Meyhanesi’ne gidiyorum, daha çok beklersin!”

1987 yılında Füruzan’ın eserinden televizyona uyarlanmış ve Füruzan’ın senaryosunu yazdığı, Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay’ın başrolleri paylaştıkları, üç bölümlük “Gecenin Öteki Yüzü” dizisinin bir giriş sahnesinde Müşfik Kenter’e ait repliktir. İntihar etmek için deniz kenarına giden Zuhal Olcay’la karşılaşır Kenter ve sigarasını yakmak için ateş ister, Karacaahmet’e haykırışının öncesinde de, “Madem ateşin var, neden karanlıkta duruyorsun,” der Olcay’a… Böylece kadın, hayata bir adım attı. Karacaahmet’e haykıran o adam her yaşta, her koşulda yaşama inadı ve umudu verdi.

1980’li ve 90’lı yıllarda ALF adlı televizyon dizisinde sevimli uzay yaratığı ALF karakterini seslendirdi. Muazzamdı. ALF’in evin kedisi Şanslı’yı Kenter’in sesiyle hipnotize edip, “Artık bir kedi değilsin, sen bir yemeksin,” demesi her yaşta, her koşulda güldürmeyi başardı.

Önce tiyatroya gülen, sonra oynadığı Hamlet rolüyle dünya literatürüne giren, sadece sahnede değil, beyazperdede de izleyenlerini büyüleyen bir sanat insanı. Atıf Yılmaz’ın Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987) filminde, “Ben öyle hayali fener gibi dolaşan asilzadelerden çok, hayatın çamurunda yoğrulmuş gerçek insanı sevdim hep vesselam,” repliğini hatırlarım. Kenter, bu repliği akıllara geldikçe, gerçek insanı bulma ve o insan olabilme umudunu verdi.  “İyi bir insan olmazsanız, iyi bir oyuncu olamazsınız,” diye yetiştirdi öğrencilerini.

Çocukken, tiyatrocu olmayı aklından geçirmeyen, “hiçbir şey olmayı aklından geçirmeyen” Kenter, bir röportajında, “Oyunculuğu ciddi bir şaka olarak düşünürüm,” diyor. 1965 yapımı Metin Erksan efsanesi Sevmek Zamanı’nda boyacı Halil’i oynadı, boyamaya girdiği evin duvarında gördüğü kadının resmine aşık olan Halil’i. “Ciddi bir şaka”ydı gerçekten de boyacı Halil’in aşkı.

1981’de Kent Oyuncuları tarafından sergilenen, Murathan Mungan’ın Orhan Veli şiirlerinden kurgulayarak yazdığı tek kişilik oyunda gördük bu defa Kenter’i. Oğuz Aral yönetmenliğiyle eşlik etti ve oyun, Türkiye’de aynı oyuncuyla en uzun süreli sergilenen eserlerden biri oldu. Oyunun Müşfik Kenter sesinden bir de albümü yayınlandı. O albüm ki, çok şeye bağladı, çok şeyi sevdirdi biz ölümlülere… Orhan Veli’yi, şiiri, Garip’i, Boğaziçi’ni, edebiyatı, insanı, karpuzdan fener yapmasını, rakı şişesindeki balığı, “Elifbamın yapraklarında” diye mırıldanmasını, gemileri ve İstanbul’u dinlemeyi…

20’li yaşlarında başladığı sigarayı 60’ında doktorların uyarısıyla bıraktı. Televizyondaki bir kamu spotunda sigaranın zararını anlatıp, benzersiz sesiyle sigaraya karşı insanları, “Derin bir nefes alın ve sigarayı bırakın,” diye uyaran büyük usta, 15 Ağustos 2012’de akciğer kanseri nedeniyle tedavi  gördüğü hastanede gözlerini son kez kapadı. Sesinde Orhan Veli, gözlerinde İstanbul, soluğunda insan olan adamı kaybedeli 4 yıl oldu.

Canlandırdığı, ses verdiği, emeğini işlediği tüm karakterlerde yaşamın en saf haline dokunduğumuzu hissettirdi. Başımızdan iyi bir şey geçtiğini hissettik sayesinde. Bir insanın sesi, hecesi, boğazındaki hırıltısı, kahkahası bu kadar mı sevilir? Sevdirdi. O her koşulda, her yaşta “sevilen insan” oldu.

Müşfik Kenter susmayan sesiyle hâlâ her yaşı güldürüyor, her yaşa “umut” diyor, “diren” diyor. Öyle ya, madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz?

Madem ateşimiz var, neden karanlıkta duruyoruz? yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bir çocuk, iki bomba

Garip Akımı’nın şairleriyle yaşıtmış gibi hissederim kendimi. Aslında annemle yaşıtlardı, ama şiirlerini o kadar küçük yaşlarda okumuştum ki, bana arkadaşımmış gibi geliyorlardı. Hatta bir kısmını ezberlemiştim, kimi şiirleri yaşıma göre biraz büyük işi sayılsa da…

Bunlardan biri de Melih Cevdet Anday’ın “Hiroşima” şiiriydi:

Büyükbabam, babam, ben

Küçük oğlan, kız, damat…

Gelişimiz teker tekerdi

Gidişimiz cümbür cemaat.

Komik bulmuş olmalıyım. Hele “cümbür cemaat”i. Ben üç yaşındayken atılan bu bombayı duymuş olsam da, durumu kavrayamıyordum. Aslında İkinci Dünya Savaşı hakkında bütün bildiğim de, hayal meyal hatırladığım bir iki şeydi: karartmada kullanılan siyah storlar, damgalara boğulmuş nüfus kâğıtları, heyecan içinde dinlenen haberler.

Ancak yıllarla birlikte o “cümbür cemaat” gidişin dehşetini kavrayabildim. Tam 71 yıl önce, A.B.D., Birleşik Krallık’ın da desteği ve onayıyla, kayıtsız şartsız teslim olmayı reddeden Japonya’nın Hiroşima şehrine atom bombası atmıştı. 9 Ağustos’ta da bu sefer Nagazaki atom bombasına hedef oldu. Hiroşima’da 20 bin asker ile 70-146 bin sivil; Nagazaki’de 39-80 bin sivil öldü. Bomba ile ölmeyip daha sonra etkilerinden ölenleri de unutmayalım. Bunun dışında başka hiçbir savaşta nükleer bomba kullanılmamıştı, bir daha da kullanılmadı. Ama Amerikalılar kendi yarattıkları kâbusun esiri olup ağır bir yabancı korkusuna kapıldılar.

Bu ksenofobi sonucu ortaya o meşhur B sınıfı fantazya ve bilimkurgu filmleri çıktı ki, üstlerinde durmaya değmez. Ama meselâ, yaşı tutan herkesi etkilemiş bir film, Alain Resnais’nin ilk filmi Hiroshima mon amour / Hiroşima Sevgilim, onu açık fikirle izleyen herkesi etkilemiştir. Savaş sonrası Hiroşima’da bir Fransız aktris (2012’de Amour/Aşk ile Oscar adayı olan Emmanuelle Riva) ve bir Japon mimarın (Eiji Okada) kısa, yoğun ilişkilerine odaklanan film, Marguerite Duras imzalı senaryosunun da katkısıyla, cidden çok etkileyiciydi.

Ama bir film daha var ki, Pasifik’te savaşın bitmek üzere olduğu dönemi bence akıldan çıkmaz bir şekilde canlandırır. Doğrusu, Steven Spielberg’i çok sevmekle birlikte, J.G.Ballard’ın aynı yıllarda başından geçenleri yansıtan kitabından uyarladığı Empire of the Sun / Güneş İmparatorluğu’nda bu kadar başarılı olacağını sanmazdım. Demek Ballard’ı daha çok seviyormuşum. Gerçekliği aşan sihir, ailesini arayan çocuk ve masumiyetin kaybı dahil, yönetmenin pek çok imzası var bu filmde. Filmde olanların yarısının Ballard’ın kafasında meydana geldiğini düşünmesinin belki de Güneş İmparatorluğu’na hayrı dokunmuştur, bilemiyorum.

Pearl Harbor öncesi Şanghay’da ayrıcalık sahibi bir İngiliz ailesinin uçaklara âşık küçük oğlu Jim Graham (Christian Bale), 1941’de rüyasında Tanrı’nın tenis oynadığını görür. Bundan dört yıl ve belki de dört ömür sonra da, açlıktan ölmek üzere, bitap düşmüş bir savaş esiri olarak atom bombasının pırıl pırıl ışığını izler ve Tanrı fotoğraf çekiyor diye düşünür. Aradaki dört yılda ise onun ailesinden uzak düşmesini ve hayatta kalmaya çalışmasını izleriz. Japon istilasında onları kaybeder, çünkü tepeden geçen uçaklara bakmış ve sonra da düşürdüğü oyuncak uçağını almak için eğilmiştir. Bir anda annesinden koptuğunu fark eder.

Steven, Spielberg Tom Stoppard’ın uyarladığı çok çarpıcı bir hikâye anlatıyor. Özgün bir dile ve yüksek görsel ifade gücüne sahip, bazı bölümlerinde yok denecek kadar az diyaloğu olan, iyi oynanmış bir film. Bu filmin adını duyunca çoğunun gözünün önüne kendinden başkasını düşünmeyen, acımasız, üç kâğıtçı Amerikalı Basie gelir. İyi oynamaya karar verdiği zaman gerçekten emsalsiz olabilen John Malkovich’in en iyi performanslarından biri. Ancak filmde onu da gölgede bırakan biri var: Neredeyse her an perdede olan ve Jim’in 9 yaşıyla 13 yaş arasındaki halini oynayan Christian Bale. Ailesini kaybettiğini anladığı, yapayalnız kaldığı andan itibaren oyunuyla filmi bambaşka bir düzleme taşıyor.

Bu harikulade Ballard/Spielberg filmi, hatta aslında özgün kitap da, takdirle karşılanmamıştı. Ama sonra ikisi de başlangıçtaki başarısızlıklarını telafi ettiler. Zaten yazar da kitabı seviyor. Bir söyleşide “Filmi sevdim,” demiş. “Bence çok etkileyici bir iş. Birkaç yılda bir görürüm… Yıllarla birlikte sanki daha zenginleşir ve daha ilginç bir hal alır. Onu kitabımın filmi olarak değil, kendi başına bir film olarak değerlendiriyorum.”

Bir çocuk, iki bomba yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

4 Ağustos 2016 Perşembe

Dante: Evden Uzakta, Evin Şavkında

“Dante ile Shakespeare dünyayı aralarında paylaşır; bu iki ada eklenebilecek üçüncü bir ad yoktur.”  –T. S. Eliot

Birkaç hafta önce, tam da Shakespeare’in, ölümünün dört yüzüncü senesinde ülkemiz gündemine “Şeyh Pir” namıyla bir sorti yapmasından kısa süre önce, bu köşe şemsiyesi altına “Şaksiper’in Laneti” başlıklı bir yazı yazmıştım. Orada Shakespeare ve Dante konusunda, modern şair T. S. Eliot’ı alıntılamıştım. Şimdi işe yine onu alıntılayarak başlamam yerinde olur, çünkü bu şairlerin hepsi, adına dünya edebiyatı dediğimiz yolculuğun nirengi noktaları olan yaratıcılardır ve başeserleri bu yolculukta hem bir varış hem de bir kalkış noktası olduklarının çok açık ispatıdır.

Tıpkı bu sene ölümünün dördüncü yüzyılı dolayısıyla çok sık anılan Shakespeare gibi, geçen sene doğumunun yedi yüz ellinci senesi sebebiyle anılan Dante’nin de bu topraklarda bahis konusu olması, 19. yüzyılın ikinci yarısını bulmuş. 1884’te, Envâr-ı Zekâ dergisinde Mustafa Reşit, Dante’nin şiir ve şairler için anlamını tarif ederken (muhtemelen Dante’nin mezarının epey bir süre kitabesiz kalmasını açıklamak için ortaya atılmış) bir hikâye nakletmiş. Özetliyorum:

Meşhur İtalyan şairi Dante vefat ettiğinde, tüm şairler toplanıp onun mezar taşına ne yazılsın diye fikirlerini ortaya koyuyor… Fakat bulunan fikirlerden hiçbiri Dante’yi tarif etmeye layık görülmüyor: Dante’yi ancak, “Dante” adının kendisinin tarif edebileceğine ve mezar taşına sadece tek kelime yazılmasına karar veriliyor: Dante!

Efsane olsun olmasın, anca kendiyle tanımlanabilirliğin çok güzel bir örneği bu. Dante’nin ayağını bastığı topraklar şüphesiz ki taze topraklar değildi, zaten onun büyük eseri İlahi Komedya’yı okursanız, bu metnin “öbür dünya” fikrinin içinde olduğu kadar, edebiyat ve fikir tarihinin de içinde yapılmış bir seyahat olduğunu göreceksiniz. Ama Dante bu yolculuğu yaparken modern İtalyanca’yı yaratan dili de kurmuştur –Nasıl ki Shakespeare İngilizce demekse, Dante de İtalyanca demektir.

Zaten yolculuk şeması, hikâye anlatma geleneğimizde bu yönüyle çok verimli bir şema değil mi? Bir taraftan bize, yolculuk dediğimiz sürecin aşinalığından gelen rahatlığı, güvenlik hissini sunar, bir taraftan da tabiatı gereği yenilikler vaat eder. Belki de en popüler hikâye anlatma biçimimiz bu: Bir düşünsenize, kaç tane unutamadığınız kahraman, bir şeyleri başarmak, bir amaca ulaşmak, hatta alttan alta (sembolik anlamda) “büyümek” için yollara koyulurlar?

Homeros’un kahramanı Odisseas, İthaka’dan ayrıldıktan sonra ailesine dönene dek Akdeniz ve Ege’yi tarayan muazzam bir yolculuklar silsilesinden geçer… Yüzüklerin Efendisi’nin Frodo Baggins’i, beraberinde kendi gibi birkaç “hobbit”le birlikte, Shire’daki huzurlu hayatını geride bırakıp Hüküm Dağı’nın heybetli gölgesine doğru uzun ve tehlikeli bir yolculuk yapar… Mançalı yaşlı asilzade Don Quixote, okuduğu kitaplardaki şövalyeliği yeniden canlandırma hayaline kapılıp, yardımcısı Sancho Panza ile birlikte yollara düşer… Lemuel Gulliver gemi kaptanı olarak nice seyahatler yapar, nice tuhaflıkta dünyalarla karşılaşır –Bu arada da yazarına, dönemin Anglosakson dünyasını hicvetmek için harikulade fırsatlar sunar… Moby Dick’in kaptanı Ahab ise saplantısının kuyruğunda gemisini ve tayfasını felakete sürükler.

Aslında bu hikâyelerin hepsinde, coğrafi seyahatlere eşlik eden bir iç yolculuk da vardır. Aynı şekilde Dante’nin İlahi Komedya’da epik şiir biçiminde anlattığı hikâye de, hem coğrafi bir yolculuk hem de son derece teferruatlı bir iç yolculuk içerir. “Coğrafi” yolculuk “öbür dünya”da, Cehennem, Araf ve Cennet’te, iç yolculuk ise Dante’nin kendi hayatının, tecrübelerinin, düşüncelerinin ve inançlarının köklerinde yapılır: Dante’ye öbür dünyada bir diğer büyük şair olan Vergilius (Aeneis’in yazarı) kılavuzluk eder; karşısına “gerçek aşkı” Beatrice çıkar, yolda hayattan, tarihten ve hikâyelerin evreninden aşina olduğu kişiler ve karakterlerle karşılaşır. Mutlu sona doğru (adının “Komedya” olmasının sebebi budur; “komik” olması değil!) giderken bilinen, öğrenilen, hatırlanan, hatta “olunan” her şeyle bir hesaplaşma niteliğindedir bu yolculuk.

Ancak belki daha da ilginci, yazımı da büyük bir yolculuktur bu hikâyenin: Dante Alighieri muazzam şiirini hayatının son döneminde, tam on iki sene zarfında, doğup büyüdüğü Floransa’dan uzakta yazmıştı. Sürgünde. Tam da bu eserle Floransa’da kullanılan lehçeyi İtalya’nın geçerli dili haline getirecekti ama şehrini bir daha göremedi. Gelgelelim, Floransa bir fikir olarak, anı olarak ve her şeyden öte bir ses, bir “dil” olarak her zaman içinde kaldı.

Ne demişti Kavafis?

“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.Bu şehir arkandan gelecektir.”(“Şehir”den, çeviri: Cevap Çapan)

Dante, Floransa’yı hep beraberinde getirdi, dilini baştacı yaptı. Floransa şehri ise sonunda onu sürgüne mahkûm ettiğine pişman oldu. (Fakat ilginçtir, anca 2008’de, Dante’nin ölümünden aşağı yukarı yedi asır sonra kent konseyi onun Floransa’ya dönmesi halinde yakılacağına hükmeden sürgün kararını kaldırdı!)

Sonunda Dante’yi yola mahkûm eden siyasi şartların o gün için yakıcı gerçekleri, tarihte nispeten küçük bir hikâye olarak kaldı; Dante’nin muhayyilesinin ortaya koyduğu yolculuk ise muhteşem parlaklığını ve dahası, ancak fantastik dev aynalarının sunabileceği o tuhaf “hakiki”liğini koruyor. Belki yolculuk anlatıları biraz da bunun için var: “Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” sorusunun bir cevabının daha olduğunu bize hatırlatmak için: Okuryazarlık da gezginliktir, hem de en hakikisinden!

Dante: Evden Uzakta, Evin Şavkında yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Arkadaşlık Günü geldi çattı!

Bugün, bir şeyi kutlamamız gereken o malum günlerden biri, Dünya Dostluk Günü. 1958’de Paraguay’da Dünya Dostluk Günü / Dünya Arkadaşlık Günü adıyla kutlandığından beri pek çok yerde kutlanıyor. A.B.D.’de Ağustos’un ilk haftasında. Kimileri de A.B.D.’deki kutlamaların 1935’te, hatta 1919’da başladığını söyler. 2011 Nisan’ında Birleşmiş Milletler ise 30 Temmuz’u resmi Uluslararası Dostluk / Arkadaşlık Günü ilan etmişti. En iyisi, aklına geldikçe sık sık kutlamak bence.

Her neyse, yani Temmuz sonu gelince her yaştan insanlar, büyük ihtimalle de daha çok gençler, dostlarını anıyor ve böyle günlerde âdet olduğu üzere birbirlerine mesajlar, armağanlar, kartlar yolluyor, alıntılar ezberliyorlar. Bazıları da kutlama ticarileşti diye burun kıvırıyor. Doğrudur, böyle günler insanları genelde bir şeyler almaya teşvik eder. Ya da, biz zaten alışverişe meraklıyız da, bahane oluyorlar. Ben şahsen, çok dalgın ve unutkan biri olarak, hatırlatılmasından yanayım. Yani, Facebook olmasa arkadaşlarımın doğum gününü bile hatırlamam.

Belki ilham verir diye arkadaşlık üzerine deyişlere şöyle bir göz atmaya niyetlenmiştim, ama onlar da öyle klişeleşmiş geldi ki, en iyisi arkadaşlık deneyimlerimi anayım dedim. Kendimi pek çok şeyin dışında kalmış hissetsem de, aslında sosyal bir insan sayılırım. Buna karşılık bir yakınım, “Asosyalsin, söyleyince de darılıyorsun,” demişti. Evet ama hiç değilse durumu idare ediyoruz. Okulda, basketbol ve voleybol takımlarında pek sıkıntısını çekmedim doğrusu. Çalıştığım yerlerde de. Bağ kurma konusunda esas sorun, yaş farkı oluyor artık.

Ancak, insanlarla ahbap olmak, buluşmak, belki bir yerlere gitmek başka şey, gerçek anlamıyla arkadaş olmak başka şey. Benim iyi ihtimalle yılda bir kez gördüğüm, İngiltere’de yaşayan bir arkadaşım var, mesela. Ankara’da otururken, Musil kitabı Niteliksiz Adam’ı ödünç alma izni istemişti de, haftalarca ne kafa dengi arkadaşım var diye sevinmiştim. En güvendiklerimden, en sevdiklerimden biridir. Biraz fazlaca iyi niyetli, temiz kalpli olan, insanların hakkını yememeye çalışan arkadaş listeme dahil. Zaten altı yedi kişi varlar. Mutlaka çok daha fazladır sayıları, ama tespit ettiklerim bunlar. Onların yanında kendimi çok daha iyi hissediyorum.

Bir de, benzer şeyleri sevdiğin, hatta daha basit bir ifadeyle dediğini anlayan insanlar var. Bazen kendimi kısılıp kalmış, boşluğa seslenir gibi hissettiğimde, güvendiğim bir avuç insandan birini arayıp, “Allah rızası için gel de iki çift laf edelim,” diyorum. İkiletmeyip geliyorlar. İki saatlik bir tedavi günlerce kendine gelmeni sağlıyor. Tabii bir de sevdiğin konularda (en fazla da edebiyatta) bir şeylere takılıp gitmek var ki, o daha da uzun süreli tedavi sağlar.

Bu sonuncular arasında, Facebook arkadaşlarımdan birkaç kişi de var, çok değil ama. Sadece bu dostluklar nedeniyle, Facebook’un işe yarar bir şey olduğunu düşünüyorum. Daha çok eski dostlara sadık kalmış bir yakınım ise, bu yaptığımı şüpheyle karşılıyor. Eh, benim de eski dostlarım var. Kolej arkadaşlarımla bugün de zaman zaman toplanırız, bir yerlere gideriz. Hatta bir Balkan gezisi bile yapmıştık. İçlerinde ortaokuldan, yani 1954’ten beri arkadaş olduklarım var. Bir iki tanesi o zaman da en iyi arkadaşlarımdandı, şimdi de öyle. Son birkaç yılda, kendimize “Cumartesi Çaycıları” dediğimiz bir dostum da, gene edebiyat kanalıyla hayatıma katıldı. En büyük şansım ise, ailemin bana kalan üç mensubuyla; yani kızım, oğlum ve kardeşimle gerçekten iyi dost olmam.

Bu istisnai durum bir yana, bence dostların kıymetini bilmek gerek, çünkü ne de olsa onları kendin seçiyorsun ve aklına geldiklerinde içini de hoş bir duygu kaplıyor. Zaman zaman iyice tatsızlaşan bir dünyada böyle duygular için şükretmek gerekiyor.

Arkadaşlık Günü geldi çattı! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

28 Temmuz 2016 Perşembe

Amerika’yı Yeniden Keşfetmenin Faydaları

“Devlerin omuzlarında durmak”…

Muhtemelen çoğumuzun karşısına bir yerde çıkmıştır bu tabir. En meşhur kullanımı, bilim tarihinin hakiki “dev”lerinden Isaac Newton’a ait: 1676’da rakibi Robert Hooke’a yazdığı bir mektupta, “Eğer daha ileriyi görebildiysem, devlerin omuzlarında durduğum içindir,” cümlesini kurmuş Newton.

Çok kullanışlı bir benzetme bu. İnsanlığın birikimini, bir geleneğin parçası olarak keşfetmeyi, üretmeyi, bir “ilerleme yoldaşlığı”na ait olmayı son derece akılda kalıcı bir imgeyle anlatıyor. Bizden önce gelenlerin eserlerini bilmek, kişisel donanımın ve ilerlemenin de, genel olarak o alanın birikimini genişletmenin de mutlak gerekliliği. Bu söz çoğumuzun aklına daha ziyade bilim ve felsefe gibi dalları getirir, ancak edebiyat için de gayet geçerlidir bu. Belki bilimde olduğu şekliyle değil, ama üretende ve üretimde zenginliği, derinliği belirleme açısından. Eski eserler sürekli yenilerinin tohumlarını atar; sadece fikirlerle ve hikâyelerle değil, üslupla da. Bir de tabii, o klasiklerin kendi sırtını dayadığı birikimi aktarmak suretiyle.

Bu yüzden klasik eserleri okumaya devam ettikçe, edebiyatı muazzam bir “konuşma” olarak görmeye başlar insan. Bir eserde çıkmış bir tartışmanın cevabını başka bir eserde buluruz, bir kitapta sorulan bir sorunun cevabına diğer bir kitapta, bir romanda anlatılan hikâyenin devamına diğer bir romanda rastlarız. Bazen de aynı hikâye farklı eserlerde farklı kisvelerde anlatılır.

Evet, edebiyat bu “konuşma”nın tabiatı gereği, aynı hikâyeleri tekrar tekrar anlatmayı da sever. İçindeki soruşturmacının, hoşsohbetin, kâşifin ve hatta yaratıcının “ilerleme”sinin etkili yollarından biridir bu. Nitekim edebiyat tarihine yakından bakınca bir başka eseri tekrar eden, devam ettiren, onun üzerine yorum yapan, ona itiraz eden eserlerle dolu bir âlem görürüz. Hem de üzerine titrediğimiz “özgünlüğün” sandığımızdan çok daha az yaygın ve çok daha az belirleyici olduğunu düşündürmeye başlayacak kadar…

Shakespeare’in eserlerine aşina çoğu okur, bu büyük İngiliz “ozan”ın anlattığı hikâyelerin çoğunun kendi “özgün fikri” olmadığını bilir. Çoğunlukla tarih metinlerinden ve başka eserlerden (mesela, başka oyunlardan) yola çıkarak yazmıştı Shakespeare eserlerini. Romeo ve Juliet’in birkaç selefi vardır –mesela Luigi da Porto tarafından yazılmış Giulietta e Romeo. Gelgelelim “özgün hikâye” Shakespeare’e ait olmasa da, yorumunun gücü ve tesiri sayesinde, ondan beridir artık “Romeo ve Juliet hikâyeleri” denebilecek bir “tür” var! Klasik müzikal film Batı Yakasının Hikâyesi de Isaac Marion’ın genç yetişkin edebiyatından “zombi delikanlı / yaşayan kız” aşk hikâyesi Sıcak Bedenler de bu türe ait.

Goethe’nin Faust’u, bir Alman efsanesinin anlatımıdır, ama ilk anlatım olmadığı gibi, bu konuda yazılmış ilk oyun bile değil! Mesela iki yüz sene kadar önce, Shakespeare’in çağdaşı Christopher Marlowe’un yazdığı bir Doctor Faustus vardı. Yüz elli yıl sonra ise Thomas Mann’ın müthiş düz yazı eseri Doktor Faustus geldi. O zamandan bu zamana nice “Faust hikâyesi” var ve neredeyse her biri “ruhunu şeytana satan adam” hikâyesinin muazzam sayfasına yeni bir not düşerler.

Joyce’un Ulysses’i Homeros’un Odysseia’sının modern bir yeniden anlatımıdır…

Margaret Atwood, Penelopia’da bu destanın kahramanı Odyssesus’un karısının hikâyesine odaklanır…

Jean Rhys ise Geniş Geniş Bir Deniz’de Charlotte Brontë’nin Jane Eyre’inde tavanarasında kilitli tutulan “evin efendisinin eski karısı”nın geçmişine giderek hikâyesini ayrıntılandırır…

Helen Fielding’in yazdığı Bridget Jones’un Günlüğü Jane Austen’ın Aşk ve Gurur’unun ayak izlerinden gider… Aşk ve Gurur ve Zombiler ise detay ve nüans ustası Austen’ın klasiğine yaşayan ölüleri zerkeder!

Philip Pullman’ın çocuklara yönelik nefis Karanlık Cevher üçlemesi, John Milton’ın Kayıp Cennet’ine ilginç bir “ayna aksi”ni oluşturur.

Michael Crichton’ın 13. Savaşçı’sı Ahmed İbn-i Fadlan’ın Seyahatnamesi’nin, Dan Brown’ın Cehennem’iyse Dante’nin İlahi Komedya’sının sıkı öğrencileridir. Dante’nin muazzam baş eserinin kendi bile Thomas Aquinas’ın Summa Theologica’sının izinden yürür –hem de “manzum Summa” yakıştırmasını alacak ölçüde!

Üstelik bu sohbet sadece “büyük metin”lere ya da “temel metin”lere odaklı da değildir; en beklenmedik metinlerin takipçilerini, onlarla sohbete giren başka metinleri bulabilirsiniz. Ve biz bu “yeniden ziyaret”leri ziyaret ettikçe, her yeni metin bize hem daha tanıdık hem de mucizevi şekilde daha engin, daha keşfe –ve tekrar-keşfe!– değer görünmeye başlar.

Zaten “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok” tabiri bana her zaman enteresan gelmiştir. Amerika’nın dünya nazarında “keşfedilmiş” sayılması için birkaç kez keşfedilmesi gerekmemiş miydi sonuçta? Öyle ya, kim keşfetmişti Amerika’yı? Oraya çağlar önce giden ilk insanlar mı? Daha sonra (bugünden bir binyıl önce) kıtaya ayak basmış görünen Vikingler mi? Yoksa Vikingler’den yarım binyıl sonra Kristof Kolomb mu? Besbelli “Amerika’yı yeniden keşfetmeye” gerek kalmışken, hikâyeleri tekrar keşfetmek, onların zamanda ve mekânda izlerini sürmek niye gereksiz olsun? Yazar için de, okur için de son derece verimlidir eskinin keşfi ve tekrar keşfi; klasikler, klasikler için bile –hatta belki en çok onlar için– ziyadesiyle mümbit topraklardır…

Stephen Fry ne demişti The Liar romanında, her zamanki nüktedanlığıyla?

“Özgün bir fikir. Çok da zor bir şey olmasa gerek. Kütüphaneler onlarla dolu olmalı.”

Amerika’yı Yeniden Keşfetmenin Faydaları yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

26 Temmuz 2016 Salı

005 Üçüncü

Bizi ilk defa o gün tanıştırmıştın. Hatırlıyor musun? Ben soluk soluğa fakülte binasına girmiş derse geç kaldığımı düşünerek koşuyordum. Birden karşıma çıktınız. “Dur,” deyip, bileğimden yakaladın beni. Dersin saatini şaşırdığım ortaya çıktı. Güldünüz. Onu ilk kez görüyordum. Bizden üç yaş büyüktü. “Bak,” dedin, “bu Gül. Son sınıflardan. Yazlıktan arkadaşım.”

Dersin başlamasına bir saat vardı. Üçümüz birlikte kantine gittik. Aranızda bir türlü katılamadığım bir espri dönüp duruyor, siz kahkahalarla güldükçe kendimi orada fazlalık gibi hissediyordum. Bir an kalkıp gitmeyi düşündüm. Ama senin karşında her zamanki gibi neyi yapsam yüzüme gözüme bulaştıracağımı biliyor, aptal şakalarınıza dudak ucuyla gülüyordum çaresiz.

Gül seninle konuşurken kızıla boyanmış uzun saçlarını tek omuzundan aşağı çekiştirip duruyor, ben orada yokmuşum gibi davranıyordu. Neden sonra dersin başlayacağını, artık kalkmamız gerektiğini söylediğimde yüzüme küçümseyerek baktı. Çantasını alıp başka bir arkadaş grubunun masasına geçti.

Daha o ilk günden sevmemiştik birbirimizi. Sana bunu her söylediğimde, beni yersiz yere kıskançlık yapmakla suçladın. Fakültede ilk yılımızdı ve büyük sınıflardan bir arkadaşın bize olsa olsa faydası dokunurdu.

Ondan sonra Gül bütün o abartılı giysileri, kahkahaları, her şeyi hafife alan ve kolaylaştıran tavrıyla hayatımızın başköşesine yerleşti. Her şeyin iyisini o biliyordu, her probleme bir çözümü vardı, bütün kararları üçümüz adına o alıyordu.

Film festivaline toplu bilet aldığımız, sonra da hep birlikte bir filmden diğerine koşturduğumuz o kış günlerini düşünüyorum. İkinizin o çoğul enerjisine bir türlü ayak uyduramıyordum. Gül’ün, arabası olan bir arkadaşı ve onun sevgilisi de bizimle birlikteydi. Biz arka koltukta üçümüz oturuyorduk. Sen ortamızda. Senin neden ortada oturduğunu, o sıkışıklık içinde hangimize daha yakın olduğunu merak ediyordum. Öyle otururken elimi tutmamıştın. Sadece filmlerden söz ediyordun. Seni uzun zamandır bu denli mutlu görmemiştim.

Gül, Ortaköy’de durup kumpir yemek istedi. Arabayı park ettik, sahilde yürüdük. Hava soğuktu. Arabayı kullanan çocuk ve ben hariç hepiniz kumpir yemiştiniz. Karnım aç olduğu halde, sırf onun istediği bir şeyi daha yapmış olmamak için ben yememiştim. Oysa varlığımın farkında bile değildi, biliyordum. Seni önemsiyordu. Seninle konuşuyor, sana akıllar verip duruyordu. Aşkı tartışıyordunuz. Her şeyin zamanla nasıl sıradanlaştığını. Seyrettiğimiz filmin konusu buydu. Aşk.

Gül, o şuh kahkahalarından birini atıp ağzı patatesle tıka basa doluyken, “İstersen sevgiline sor,” demişti, sana beni göstererek. “Sor bakalım, seni ilk günkü gibi mi seviyormuş?”

Hepiniz birden dönüp bana baktınız. Ben cevap vermedim. Dudaklarımı ısırıyor, benim yerime senin bir cevap vermeni bekliyordum. Oysa sen sadece gülmekle yetindin. O anda neşeni kaçıracak herhangi ciddi bir konuda konuşmak istememiştin. Böyle dedin.

Akşam herkesi sırayla evine bırakarak dönecektik. Yolumuzun üstünde ilk Gül’ün inmesi gerekiyordu. Birden canı tatlı istedi ve yolu değiştirmek zorunda kaldık. Böylece çikolatalı ve muzlu krep yiyebilecek ve hemen arkasından ilk beni bırakacaktınız. Bir taşla iki kuş vurmuştu. Böyle düşündüğünden, bunu planlayarak yaptığından eminim.

O gece beni eve yakın bir yerde indirdiğinizde bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Kırılmıştım. Gözlerimde yaşlarla eve yürüdüm. Uyuyamadım. Bir bardak süt ısıtıp televizyona boş gözlerle baktım.

Neden sonra telefon çaldı. Senin aradığını düşündüm. Arayan Gül’ün arabalı arkadaşının sevgilisiydi. Vicdanı rahat etmemiş, senin o gece Gül’ün evinde indiğini söyledi. “Fark etmez,” dedim, sesimin titreşmesini güçlükle bastırarak. “Zaten her şey çoktan bitmişti.”

005 Üçüncü yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Yerini bulan çocuk

Canavar / Monster’ı yavaş yavaş okudukça kendimi kitabın kahramanı Steve’in değil, yazarı Walter’in hikâyesine kulak verirmiş gibi hissediyorum. Herhalde tam olarak benzer şeyler yaşamasalar da, aynı ortamda büyüdükleri için…

Walter Dean Myers’ın ON8’deki iki kitabını bu haftaya kadar okuyamamıştım. Esas olarak, Canavar / Monster’ı okumak istiyordum. Okudum ve hayatıma Steve Harmon girdi. O bittikten sonra daha da büyük bir merakla elime aldığım 1. Manga / Sunrise over Fallujah ise bana Serçe (Robin) ve Jonesy’yi armağan etti. Onun için de en iyisi, artık bu dünyada olmayan Walter Dean Myers’ı yazmaktır diye düşündüm. Ne de olsa, ruhu kitaplarına nüfuz etmiş. Ha bir kitabını okmuşsun, ha Myers’le tanışmışsın. Çok sevdiğim bir yazarın yazdıklarıyla ona yol gösterdiğini öğrenince de, daha fazla etkilendim. Demek dedim, Walter Dean Myers’ın bir yazar olarak yerini bulmasında James Baldwin’in de payı olmuş.

Yazarımız 1937 yılında Batı Virginia’da doğdu. “Annem öldüğünde iki yaşındaydım ve beni anlaşılmaz bir şekilde Florence ve Herbert Dean’e verdiler,” demiş. Aslında pek anlaşılmayacak bir şey yok. Babası, sekiz çocuğa birden bakamamış. Walter üç yaşına geldiğinde, onu Dean ailesine vermişler. “Afrikalı-Amerikalı olan Herbert ve Alman-Amerikan yerlisi melezi olan Florence beni Harlem’de büyüttü. Harikaydı, beni çok seviyorlardı, ben de Harlem’i sevmeye başladım. Hayata ait ilk izlenimlerimi orada edindim.”

Çocuk olarak, hayatının mahalle ve kilise merkezinde geçtiğini söylüyor. “Mahalle beni korudu, kilise bana yol gösterdi.” Akıllı bir çocuktu, ama okulda mutlu değildi. Konuşma güçlüğü çekiyordu, çocuklar da onunla alay edince yumruklarıyla cevap veriyordu. Neyse ki, kitaplar ona huzur sağladı. Annesi çok küçük yaştan beri ona okurmuş. “Kucağındaki rahatçacık tüneğimde, onun parmağını sayfada yavaş yavaş hareket ettirmesini izlerdim ve karakterleri hayal ederdim. Okumak, beni kendi dünyamın dışında dünyalar aramaya itti. Özellikle ailemin kötü günlerinde çok faydasını gördüm.”

Yalnız okumak mı? Yazmak da genç Walter’a iyi geliyordu. Lisedeki İngilizce öğretmeni onun yeteneğini keşfetmiş ve başına ne gelirse gelsin, yazmaya devam etmesini söylemişti: “Senin yapman gereken bu.” Myers ona minnettar. Sınıfta bir kitabı, yazıyı okumakta zorluk çekse de, öğretmeni ona kendi yazdığı bir şeyi, örneğin bir şiiri okumasını söyleyince, konuşma engelini aştığını fark etti. Sonra bir deneme yazıp, bir yarışmada ödüle layık bulununca, babası da ona elden düşme bir daktilo aldı. Ardı arkası gelmeyen hikâyeleri yazdığı daktilo…

Gerçi liseyi bırakmak zorunda kalıp, 17. yaş gününde askere gitti ama, ordudan ayrılınca öğretmeninin söyledikleri aklına geldi ve her gece ne olursa olsun, yazmaya başladı. Yerel tabloid gazetede bir köşe, erkek dergilerine hikâyeler… Okuduğu bir James Baldwin hikâyesi ise, ona yönünü gösteren şey oldu. Kentlerdeki kara derililerin yaşadıklarını, başlarına gelenleri yazan Baldwin’i kendine örnek aldı. Walter Dean Myers, kendi deneyimlerini yazabileceğini anladı. “Nedense hep hayatımın en fırtınalı günlerine dönerim. Vaktiyle olduğum sorunlu çocuk için ve hâlâ içimde yaşayan çocuk için kitap yazarım. Yapmam gereken bu.”

Gerçekten de öyle görünüyor. Bir yandan da nasıl ayakta kalabileceğini öğreniyordu. Üç çete üyesi ile mahalleye yeni taşınan bir çocuk arasındaki kavgayı ayırdığında, damgalanmış biri oldu. Bir seferinde ağaca çıkmış kitap okurken çete üyeleri ağacı çevirdi. Myers aşağı atladı, bir koşu kopardı. Kaçtı ama bu olayı hiç unutamadı. Hayatında büyük değişiklikler olsa bile, gücünü yazmaktan aldı. Yazmayı hiç bırakmadı. Zaten onun hikâyesi acı çeken bir ruhun, hayata küsmüş bir adamın hikâyesi değil. Yeteneğini genç okurlarıyla paylaşmaya kararlı, karmaşık ama yetenekli birinin hikâyesi. Yazdıkları, büyük şehrin sokaklarında büyüyenlerin çarpıcı bir tablosunu çizer, ama yakın ilişkileri, güveni ve kişisel gelişmeyi de vurgular. Yıldan yıla kitapları daha da popüler bir hal aldı ve okunacak olumlu kitaplar ile rol modelleri arayan Afrikalı-Amerikalı gençleri etkiledi.

Sık sık kendi çocukluğunun ekonomoik ve etnik koşullarını yansıtan kitaplar yazar. “Ama bir baba olarak, kitaplarım çocukluğuma ayna tutmuyor. Benim annemle babam epeyce yoksuldu, çocuklarım ise orta sınıfın rahatlığını yaşıyor. Afrika desenlerini özel tasarım blucinlere yakıştırıyor, reggae müzik ile pizza yiyorlar ve AVM’ler, kültürlerinin değişmez bir parçası.” Hem kendinin, hem çocuklarının dünyasına hakim olması, yazdıklarını inanılır kılıyor. Onu son dönemin en önemli çocuk ve genç yetişkin yazarlarından biri yapıyor. Aldığı ödüller de bunun kanıtı.

“Liseden terk” olduğu halde sevilen bir yazar olan Walter Dean Myers, aradığını okuyarak ve yazarak bulmuş. Zaten yazarlığın ilk adımı da okumaktır. “Eve kütüphaneden kitap getirirsem benimle alay ederlerdi,” diyor. “ Büyük bir kesekâğıdı alır, okuyacağım kitapları içine doldurup eve öyle getirirdim. Benimle alay etmelerinden korktuğum için değil, nasıl olsa ânında hadlerini bildirebilirdim. Ama kitaplardan biraz utanıyordum işte.” Özellikle gelirleri düşük olan azınlık gruplarından ana babalara hitap ederek, “Bakın,” diyor, “sadece günde yarım saat ona kitap okuyarak, çocuğunuzun hayatında bir değişiklik meydana getirebilirsiniz.”

Öyle olsa gerek. Çünkü kimseyi öldürmediği, silahı olmadığı halde arkadaşlarıyla birlikte “canavar” yaftası yiyen Steve Harmon da Canavar’da bu kurtuluş yolunu seçiyor ve mahkeme ile hapishanede olanları küçük bir deftere senaryo şeklinde yazıyor. Okuyan çocuk yazmaya başladığında, kendi geleceğine doğru büyük bir adım atmış olur.

Yerini bulan çocuk yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

19 Temmuz 2016 Salı

Bahçe sinemalarının İstanbul’u

Yaz geldi! Önce serin havalarla, yağmurlarla nazlandı ama, nihayet geldi. Eski yazlara benzemese de sonunda yaz işte. İstanbul’da hâlâ bir miktar deniz var. Ama bahçe sinemalarımız artık yok desek yalan olmaz. Şehrimizin, yazlarımızın, çocukluğumuzun en renkli hatıraları arasında yerlerini aldılar.

Çocukluk akşamlarımız, sihirli ışıklarla zenginleşirdi. Gece, bahçe sinemalarının karanlığında, makine dairesinden perdeye uzanan ışıklar. Arada birileri yüksek sesle fikir beyan eder, Türk filmlerinde perdeye bir yıldız çıktığında bir alkıştır kopardı. Arkadaşım Sadi Çilingir (sadibey.com), neredeyse eksiksiz bir yazlık sinema listesi sunarken, okur okumaz hatırladığım bir şeyden de söz etmiş:

“Mahallenin bıçkın delikanlılarının perdedeki Erol Taş’a veya Kazım Kartal’a sinirlendiklerinde içtikleri sigaranın izmaritini perde istikâmetine mermi gibi fırlattıkları hâlâ hatırlanır. Yağmur yağdığında, tek kapalı yer olan makine dairesinin altına koşuşturur, filmin devamını oradan izlemeye çalışırsınız. Çünkü yağmur hep filmin en heyecanlı yerinde başlar.”

Yirmili yaşlarıma kadar, hayatım Beşiktaş ve Kartal-Maltepe arasında ikiye bölünmüştü. Denizin her iki tarafında, iki yaşlı kıtada da çok kıymetli yazlık sinemalarım vardı. Yazları birkaç ay Maltepe, onun dışında Beşiktaş. Maltepe deyince aklınıza bugünün semti gelmesin. Daha çok, bazı sayfiyecilerin de itibar ettiği bir balıkçı köyüydü, harikuladeydi. Maltepe’de sinemaya daha çok annemlerle, ama bazen de Aral ağabeyimin kuyruğundan ayrılmamaya çalıştığım için onun grubuyla giderdim. Çok eğlenceliydi, çok. Aileyle gitmek o kadar eğlenceli olmuyor.

Yanlış anlamayın, bugünün sözde yazlık sinemalarından söz etmiyorum. Benim gönlüm, bildiğimiz bahçe sinemalarını çekiyor. Deniz kenarında, ya da çarşının içinde, belki hemencecik yolun karşısında. Hani gazoz, çekirdek falan. Sinema saatinin az öncesinde ya arkadaşlarla birliktesindir, ya da evde sofrada. Kalkıp öyle pat diye gidersin. Gidişi de, dönüşü de kendi kadar keyiflidir. Hele çocuksan, eve dönerken sırtta taşınmanın tadına doyum olmaz.

Maltepe’de bir Mehtap Sineması vardı, “yukarı”da. Bu “yukarı”, çarşıdaki demiryolu geçidinin yukarısında demekti. Bir de aşağıda sahil boyundaki Yalı Sineması. Maltepe’nin sayfiyeci gençleri, biraz yabancı film oynattığı, biraz da ‘piyasa’ya yakın olduğu için Yalı’yı tercih ederdi. “Mehtap” sineması ise, voleybol sahamıza çok yakın olduğu halde aynı itibarı görmezdi. Türk filmi oynattığı için olsa gerek. Annemle arkadaşları, bir akşam gezmesi olsun düşüncesiyle ona da giderlerdi.

Benim için ise hiç fark etmiyordu, bir yazlık sinemaya gidelim de, ne olursa olsun. Akşam yemeği çabucak yensin, hazırlanılsın, yola koyulup yürünsün. Sinemaya gelince sağa-sola bakılsın, çekirdekle gazoz alınsın. Eşe-dosta selamlar verilsin. Yeniyetmelik yıllarında ise bakmaktan çok bakılmak önem kazandığı için, iyiden iyiye, bize bakmasını tercih ettiğimiz insanların gittiği “Yalı”ya doğru kaymıştık.

Yüz yıldır oturuyormuşçasına benimsediğim semtim Caddebostan’ın civarındaki vaktiyle var olan sinemalar arasında ise en çok Çiçek ve Budak sinemalarını severdim. Pamuk içinde büyütülmüş çocuklardık, arkadaşlarla gidilen o sinemalar bizim için bir özgürlük simgesiydi, akşamın serinliği ruhu ferahlatırdı sanki. Yalnız onlar mı? Yerinde bir apartman yükselen Kınay, Ozan, Serdar; sonra, daha önce görülmüş film sayısı çoksa da boş akşam kaldıysa, İkizler, Toraman, Yoğurtçu, ille de Kalamış Sahil, vs.

Ama benim esas uzmanlık alanım, Beşiktaş’ın bahçe sinemalarıdır. Semtimiz bu konuda hayli zengindi. Üç tane büyük yazlık sineması vardı. Şimdi Bir Demet Tiyatro’nun bulunduğu yerden biraz daha anacaddeye doğru olan Suatpark, Yumurcak sinemasının mekânının önceki sahibi Gürel ve onun karşısında, biraz daha çarşı içine doğru Beşiktaş Bahçesi ya da Basri Bey’in Bahçesi, daha yaygın deyişle, Kamburun Bahçesi. Basri Bey kısa boylu, kambur bir adamdı gerçekten de. Ama Beşiktaş halkının kısm-ı azamisinin aksine, bizim evimizde bu “kambur” lafı ağıza alınmazdı.

Suatpark nispeten küçük bir sinemaydı ama Güler ve Beşiktaş Bahçesi büyük ve yemyeşildi. İkisinin de arkada küçük birer havuzu vardı. Gündüzleri öğrenci mekânı olurlardı, özellikle Yıldız Teknik ve Akademi. Ben de o bahçelerde ders çalıştığımı hatırlarım. Küçükken de oyun oynardık, oyun oynamaya çok müsait bahçelerdi. Sonradan, romantik ilişkiler yeşertmeye de uygun oldukları anlaşıldı.

Akşam ise, karanlıkla birlikte sinemanın büyüsü çökerdi bahçelere. Bazen tahta, bazen metal, kimi düz, kimi aralıklı, şeritli sandalyelerde otururdun. Bazen birbirlerine bağlanmış olurdu bu sandalyeler, yerinden kıpırdatamazdın. İstemediğin kişiden uzaklaşıp istediğine yaklaşamazdın. Bahçe sinemalarının özgürlüğüne yakışmazdı doğrusu. O aşina bahçe sineması duygusunu son yıllarda, Kuzguncuk’ta bir ilkokuldaki sinema ile Büyükada Lale Sineması’nda yaşadım bir tek. Keşke hâlâ film gösteriyor olsalar… Plajlar ile bahçe sinemaları, benim büyüdüğüm şehrin olmazsa olmazlarıydı…

Bahçe sinemalarının İstanbul’u yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

16 Temmuz 2016 Cumartesi

“Yazan İnsan”dan “Tuşlayan İnsan”a…

Marshall McLuhan’ın yüksek tesirli medya teorisi kitabı Gutenberg Galaksisi, “tipografik insanın oluşumu” alt başlığını taşır. Bana her zaman son derece şık bir adlandırma gibi görünmüştür bu. Öyle ya, türümüzü tanımlamak için homo sapiens yani “bilen insan” diyoruz, ama bilginin suretleri mağarada durduğu gibi durmuyor ki! Bilen insan içinde de, konuşan insandan yazan insana, ardından matbaa eseri basılı harf insanına, yani tipografik insana evrildik. Sonra hızla çoğaltılıp yayılabilen yazılı sözün Gutenberg galaksisinden, elektrikle beslenen kitle iletişim araçlarının “Marconi galaksisi”ne geçiş yaptık (radyonun mucidi Guglielmo Marconi). Şimdiyse, yeni bir galaksinin yeni insanları olmakla meşgulüz: Kimine göre homo digitalis, kimine göreyse homo interneticus. Bu galaksi bir yandan bilgiye nasıl ulaşıp onu nasıl sakladığımızı radikal biçimde değiştirirken, bir yandan da aslında yazı alanında tipografik harfin hükmünü neredeyse mutlak kılıyor ve zaten var olan bir meyli giderek dikleştiriyor: Elyazısına yabancılaşma meyli.

Ben klavye tuşlarıyla çok erken tanıştım. Küçüklüğümden beri, etrafımda bir şekilde işi yazmak olan insanlar vardı ve bu insanlar, neredeyse istisnasız şekilde, bu iş için kalemle kâğıdı değil, klavyeyi kullanıyorlardı. Daktilo klavyesini. Tı-tık tık tık tık tı-tık tı-tık! Geceleri geç saate kadar süren işlerin bitişik odasında bu tuş sesleriyle uykuya dalışlarımı bugün bile büyük bir berraklıkla hatırlıyorum. Belki bu yüzden, hâlâ kafamda daktilo sesi huzurlu bir normalliğe, hatta bir nevi fonetik mahmurluğa sahiptir. Bir şey çocukluğunuzla böyle doğallıkla içiçe geçmişse, onu ne kadar “yapay, mekanik ve soğuk” bulabilirsiniz ki? O yüzden, klavye benim için hiçbir zaman o “kişisellikten uzak, yeni, korkutucu teknolojik dünya” fikrinin bir parçası olmadı. Yazının ve hayatın bir parçası oldu.

Kaldı ki, el yazım her zaman berbattı. Daha ilkokulda dersleri iyi olduğu halde el yazısı pes dedirttiğinden, öğretmeni tarafından sınıfta bırakılmakla tehdit edilen birinden bahsediyoruz sonuçta! Yazar Janet Finch, “El yazısı berbat biri olarak bilgisayarı çok seviyorum, hayatım boyunca bilgisayarı bekledim,” demiş ya… İşte benim için de aynısı geçerli. Zaten gazeteci, yazar, çevirmen tayfasına aşinalığımdan dolayı çocuk aklımda kalem ve kâğıt heveskârın, klavye ise profesyonelin mecrasıydı… Lise bittikten sonra çalışma zorunluluğu doğunca ve kendimi dergicilik işinde bulunca, klavyeye “terfi etmiş” oldum.

Gelgelelim seneler sonra kalem ve kâğıtla uzun uzun not almam gerekip de elimin aklıma hatırladığım doğallıkla itaat etmediğini, hatta düpedüz yazmakta zorlandığımı fark edince dehşete düştüm! (O gün bugündür yanımda her zaman kalemle kâğıt taşıyor ve onlara mümkün olduğunca başvuruyorum).

Evet, ben kendi yazı evrenimde tipografik galaksiye erken geçtim belki, ama izole bir vaka değil tabii ki bu. O zaman girdiğim meslekte son derece normaldi (tıpkı şu yazıyı yazarken bile kullandığım F klavye gibi), şimdiyse herkes için çok erken yaştan itibaren normal. Hâlâ okuma yazma elle yazarak öğreniliyor, ama bunun ötesinde, yazıyla ilişkimiz neredeyse tamamen kâğıt-kalemden klavyelere taşınmış durumda. Yazmıyoruz, “tuşluyoruz”. Ama düşünürseniz, tıpkı dijitalleşen fotoğraflarımız gibi, yazılı sözlerimiz de giderek bir “ara teknoloji” olmaksızın erişilemez hale geliyor bunun sonucunda. Öyle ki, yazısever bazı çevreler “el yazısı”nın iyiden iyiye yok olmaması için projeler geliştirmeye, cemiyetler kurmaya başladılar!

Bir zamanlar Jean Cocteau, “Sinema, ancak malzemeleri kalem ve kâğıt kadar ucuzladığında sanat olabilir,” demişti. Kamera epey ucuzladı ucuzlamasına da, yazı yazmak için en yaygın kullandığımız malzemeler pahalandı! Hatta çoğumuz için ikisinin aynı fiyatta olduğunu söyleyebiliriz, çünkü artık pratikte ikisi de akıllı telefon anlamına geliyor. Daha bu yeni binyılın başlarında, yani akıllı telefonlardan önce, Japon gençler kendilerine “başparmak nesli” demeye başlamışlardı bile (Bu isim gençler arasında telefonla mesajlaşmanın yaygınlığından geliyordu elbette). Şimdi işin nesli filan kalmadı, mecazi olarak tamamen “başparmak insanlığı”na dönüştük. Üstelik anlaşıldığı kadarıyla, Japonlar’ın kendileri “başparmak nesli”ne, hatta genel olarak dijital dünyaya geçişin bedelini benim seneler önceki birdenbire kalem ve kâğıtla yazmakta zorlandığını fark etmiş halimden daha ağır ödüyorlar. Son derece teferruatlı ve çok sayıdaki harflerinin nasıl yazıldığı konusunda giderek yaygınlaşan bir unutkanlıkla (Bu ilginç durum, söz konusu harflere “kanji” dendiği için “kanji amnezisi” olarak tanımlanıyor).

Peki gerçekten ne kadar önemli, harfleri yazabilmek? Japonlar için –yahut bizim için? Yazıyı tanıyor ve tuşlara bakarak üretebiliyor olmamız yeterli değil mi? Dünyanın yüzüne, somut bir yüzeye not bırakamamanın ve tıpkı parmak izi gibi bize ait eşsiz bir “imza” olan el yazımızdan olmanın hazinliğinin ötesinde, romantik bir fikir mi acaba el yazısının asaleti? Yoksa elle yazmayarak, temel bir şeyleri de kaybediyor muyuz?

Öyle gibi görünüyor. Öncelikle de hatırlama konusunda. Son yıllardaki araştırmalar, elle yazdığımız bir şeyi “tuşladığımız” bir şeye kıyasla, uzun vadede daha iyi hatırladığımızı gösteriyor. Bunun sebebi, elle yazmanın tuşlamaya kıyasla daha karmaşık bir işlem olması ve beyinde daha kalıcı bir iz bırakması. Hatırlamak istediği her şeyi bir yere yazarak büyümüş (ve neyse ki, seneler önceki o acı not alma tecrübesinden sonra bu alışkanlığı derhal geri edinmiş) biri olarak bana gayet doğal geliyor bu: El yazım ilkokulda şekliyle başıma ne kadar dert açsa da bir taraftan da kurtarıcımdı, doğrudan beynimdeki kayıt dairesine giriş yapabilen bir vasıtaydı adeta.

Bir ikinci sonuçsa, çoğumuzun elle yazma hızının klavyeyle yazma hızından daha düşük olmasının eseri: Üniversite öğrencileri arasında yapılan bir araştırmaya göre, özellikle not alırken “tuşlayanlar” yazdıkları üzerine pek de kafa yormuyorlar, tabiri caizse daha “mekanik” bir işlem halini alıyor not tutmak. Bunun sonucunda çok fazla not alıyor ve aldıkları notların çok azını hatırlıyorlar. El yazısıyla not tutanlar ise daha yavaş yazdıklarından, kafalarında hızla bir özet çıkarıp seçerek, yorumlayarak yazmak zorunda kalıyorlar. İşte bu “süzme” işlemi, not almayı daha az mekanik, daha etkin bir faaliyet haline getiriyor ve yazılanların daha iyi hatırlanmasını sağlıyor.

Genel olarak bilginin muazzam arttığı, yorumun ise arkada kaldığı yeni çağı çok iyi tarif eden bir durum değil mi bu?

Yazar Clive Barker’a bakarsanız, “tuşlayan insan”ın farkı bununla da sınırlı değil. Kelime işlem programıyla yazdığında, yazarın üslubuna “bir şey olduğunu” söyleyen Barker, nitekim günümüzde yavaş yavaş ortaya “kelime işlemci üslupları çıkmaya başladığını” ileri sürüyor. Ve kendi tecrübesinden yola çıkarak, yüzlerce sayfalık bir kitabı elle yazdığınızda, hiçbir kelimeyi değeceğinden emin olmadıkça yazmadığınızı ifade ediyor!

Ne yalan söyleyeyim, aklıma, yazılmış onca yazıdan bile önce, klasör içinde klasörlerin derinliklerinde bekleyen, hepsine bakmaya ömür yetmeyecek dijital fotoğraflarımız geldi.

Eskiden, distopyalarımızı hep “yokluk” üzerine kurardık. Ama belki de homo digitalis’in asıl sorunu yokluktan ziyade, çokluk! En azından yazı söz konusu olduğunda, bu çokluğu süzmenin formüllerinden biri “elimizde” gibi görünüyor.

“Yazan İnsan”dan “Tuşlayan İnsan”a… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

2 Temmuz 2016 Cumartesi

May – kııııl!

Altı yıl önce yazdığım yazıya “Hazin Bir Kayıp” başlığını koymuşum. Ne kadar yazık gerçekten! Daha elli yaşındaydı, İngiltere’de yaşı kadar konser vererek bir dönüş yapmaya hazırlanıyordu. Hatta 2009 Mart’ında Londra’da bir basın toplantısı yapıp This Is It başlıklı bir dizi geri dönüş konserini duyurmuştu. 1997’deki HIStory World Tour’dan bu yana ilk büyük konser dizisi… Jackson, bu şovların ardından emekliye ayrılabileceğini de çıtlattı, ama ağzına hiç yakışmadı.

Önce Londra’da 10 konser düşünmüşlerdi. Sonra bunu Paris, New York City ve Mumbai’deki konserler izleyecekti. Şarkıcının ilk 10 konserden 50 milyon dolar alacağı düşünülüyordu. Londra programı, bilet satışları rekor kırınca değişti. İki saatten kısa sürede bir milyon bilet satılmıştı. Konserler Los Angeles’ta 13 Temmuz’da başlayacaktı. Londra’daki ilk konserden üç hafta önce Jakcson kalpten öldü. Elli yaşındaydı henüz. Elli yaş nedir ki? Sonradan doktoru ihmalden suçlandı, ama iş işten geçmişti. Michael Jackson, müziğini, videolarını, filmlerini ve yalnızlığını geride bırakarak gitti.

Bizler için, yani o Jackson Five ile altı yaşında ilk kez sahneye çıktığında yirmi yaş civarında olanlar için, büyümesini şefkatle izlediğimiz bir çocuktu. Gördüğüm en sevimli veletlerden biri. Hoş, ağabeyleri de şirindi ya. Ama, belki Janet’i bir yana bırakırsak, hiçbiri tek başına onunkiyle mukayese edilecek bir başarıya ulaşamadı. Aile içinde şiddet görmüş, taciz edilmiş çocuklardı. Belki babaları başka bir kadınla evlenip ondan çocuk sahibi olunca bir nebze rahat etmişlerdir. Bizden sonraki kuşaklar ise, onunla birlikte çocukluklarının bir parçasını kaybetti. Bir dönem kapandı, bir rüya bitti.  Genç bir arkadaşımın dediği gibi, “Medyanın acımasızca yıprattığı sanatçının eriyip gidişi” onlarda da hüzün uyandırdı.

Michael, çocuk sevgisi yüzünden başını hayli belaya sokmuştur. Ben çocuk tacizi suçlamalarını hak ettiğine hiç inanmadım. Gerçi bu yüzden sık sık aptal muamelesi gördüm, ama memnuniyetle söyleyeyim ki, South Park’ın hiç de aptal olmayan iki yaratıcısı, Trey Parker ile Matt Stone da benimle aynı fikirdeydi. Animasyon dizinin ona ayrılmış bir bölümünde ona çok iyi davranmışlardı.

Michael Jackson hayattaki tek çocukluk tecrübesini, kendi çocuklarıyla birlikte yaşamıştır diye düşünüyorum.

Çocukluğun ne olduğunu bilemedi hiç, çünkü normal yaşamadı. Aniden sadece şöhret değil, star oldu. Nasıl normal davranılacağını da asla öğrenemedi. Ağabeylerinin oluşturduğu gruba katıldı, Motown plak şirketine götürüldü. Orada, şirketin sahibi Berry Gordy’nin yanında, nasıl efsane olunacağını, insanın kendisine nasıl uygun bir imaj yaratacağını öğrendi. Dokuz yaşındaydı ve stardı. Gordy’nin yardımıyla plak satışları arttı, ama para ona değil, Gordy’ye gitti. Hakkında öğrendiği ilk gerçekler de bunlardı.

Babası öfkeli bir adamdı, onu ve sekiz kardeşini döverdi. La Toya’ya göre, onu ve Michael’ı cinsel olarak da taciz etmişti. Ağabeyleri Jackie, Tito, Jermaine, Marlon ve Randy’ye gelince, onlar şöhretin cazibesine kapılmıştı. O sıralarda babaları evlendi. Grubun sefası da üç yıl sürdü. Para kazanamadıklarını anlayınca Columbia’ya gittiler. Gordy onların Jackson Five adını bile kullanmasına izin vermedi. Michael 14 yaşındaydı.

Beş yıl içinde kendisini toparladı, babasının yumruğu altından uzaklaştı ve iki albüm yaptı. İlk albümünü unutmak mümkün değil. 1979 yapımı Off the Wall, müzik dünyasını şaşırtan bir albümdü. Michael Jackson da o sıralar yeteneğini yeni sergilemeye başlamış, kara derili olmaktan hoşnut, çok çekici bir çocuk. Albümün kapağındaki resimde çok keyifli görünür.

Ama benim asıl unutamadığım üç yıl sonraki Thriller’dır. Kimsenin de unutmuş olduğunu sanmam. O sıralar daha ailesiyle yaşıyormuş. Ne de olsa, tek geçim kaynaklarıydı. Thriller’ın videosundaki çevik, sevimli halini unutamıyorum. Bir de, dansını. Michael gerçekten de gördüğüm dansçıların en iyisiydi. İki yaşında MTV’de videosu gösterilmişti. O sıralar American Werewolf in London ile şöhretini perçinlemiş John Landis’in yönettiği, korku janrının en büyük adlarından Vincent Price’ın anlatıcısı olduğu bir video. Hayatımın en unutulmaz Michael Jackson anısıdır. Aynı zamanda gelmiş geçmiş en çok satan albümmüş, dünyada 65 milyon satmıştı.

Aslında popun inkâr kabul etmez ikonu nasıl ölürse ölsün, şaşıracaktık. Çünkü iyisiyle de, kötüsüyle de bu dünyaya ait değil gibiydi. Başka gezegenden gelmiş bir çocuktu. Peter Pan’di, E.T.’ydi. Gerçi son yıllarda, onca zamandır hayran olduğumuz Michael’a benzemiyordu, ama gene de süperstardı. Teknolojinin yardımıyla, sanırım Michael’ı ağabeyleriyle dans edip şarkı söylerken ya da Moonwalk yürüyüşü yaparken görmemiş kimse kalmamıştır. Bütün o kanıtlanmayan suçlamalar da sevdiğimiz Michael’ı, I Want You Back, ABC, Don’t Stop Til You Get Enough, Rock With You’nun Michael’ını unutturamadı bize.

Bir arkadaşımın İngilizce olarak yazdıklarını çevireyim, en iyisi: “Ne hazin bir kayıp. Huzur içinde yat, Michael. Seni sevmiştik.” Bir de şunu söyleyeyim. Thriller’ı ve Moonwalk’unu ömür boyu unutamam. İnan bana, genç bir Travolta bile senin kadar iyi dans edemezdi, Michael.

 

May – kııııl! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

30 Haziran 2016 Perşembe

Elf dilinin cazibesi

Tamam, belki Elfçe demeliydim.

Hatta hangi kolu olduğunu söylemeliydim. Öyle ya, Quenya mı, Sindarin mi, Eldarin mi, Telerin mi… Nihayetinde JRR Tolkien, o kadar uğraşıp ayrıntısıyla koca bir dil dünyası yaratmış, zücaciye dükkânına girmiş Mûmak gibi paldır küldür bir adlandırma yapmamalıydım.

Ama mazur görün; maksadım Orta Dünya’nın bu güzide dil ailesini ayrıntıyla ele almak, müstakbel Elf Dilleri ve Edebiyatı öğrencileri için kapsamlı bir kılavuz oluşturmak değil. Maksadım, genel olarak “yapay dil” ya da “yapma dil” denen o tuhaf ve büyüleyici şeyden, zaman içinde doğal ve anonim şekilde gelişmemiş, belli biri ya da birileri tarafından icat edilmiş, basbayağı uydurulmuş dillerden bahsetmek.

JRR Tolkien bir dilbilimciydi ve kitaplarında kullandığı üretilmiş dilleri, o kitapları zenginleştiren birer bezeme, ayrıntıların üzerine titreme tasasının fazlaca ileri götürülmesinin bir eseri olarak görmüyordu. Tam tersi geçerliydi: “Bu diller, hikâyeler için oluşturulmamış, daha ziyade hikâyeler bu dillere bir dünya oluştursun diye yazılmıştır,” diyordu.

Nitekim 1960’larda eleştirmen Robert Reilly, Tolkien’den bahsederken, “Hayatta kimse sırf bir dil uydurmak için varlığının sinir uçlarını ve liflerini böylesine ifşa etmemiştir; sadece delilik değil, gereksiz de bu,” diye isyan etmişti!

Öyle mi gerçekten?

Sanırım bu, dile nasıl baktığınıza bağlı. Dilden, size pratik getirisinden öte bir keyif alıyor, onda daha derin anlamlar, hatta bir güzellik buluyorsanız, ilk bakışta varoluş mantığını inkâr edermiş gibi görünen bu girişimler, tenha ama sihirli bahçeler haline geliyor.

Peki, tüm bu bahçelerin kökleri nerede? Bu konudaki en meşhur anlatıya gidelim:

Kutsal kitaplarda Babil Kulesi, insanın göklere ulaşma çabasının –ve dolayısıyla Tanrı katından bakıldığında kibrinin– eseridir. Bu kibir, “tek dil”in parçalanıp birçok dile ayrılmasıyla cezalandırılır: Dil bölününce insanlık da bölünür, birbirini anlamamaya başlar. Bence gayet anlamlı bir şekilde, dilin uğradığı bu duruma bugün hem “karışma” ya da “kargaşa” hem de “dillerin doğuşu” diyoruz: Diller bir yandan ayırıyor, ama öbür yandan zenginleştiriyor, açıları ve ihtimalleri artırıyor. Va tabii ki çevirmenseniz, bu anlatıya göre, Babil Kulesi mesleğinizin de doğuşu oluyor!

Amaç, ister Babil’de dağılan dilleri yeniden birleştirmek olsun, ister karışıklığa bir tutam da kendi tuzunu katmak, yeni diller icat etmek insanın eski bir uğraşı aslında. Mesela 12. yüzyılda başrahibe ve birçok farklı alanda yetenek ve irfan sahibi Hildegard von Bingen, Lingua Ignota ya da Latince anlamıyla, “Bilinmeyen Dil” adlı bir dil yaratmıştı. Amacı insanları Babil’in yıkıntılarından çıkarmak mıydı, yoksa zor nüfuz edilen özel bir dil üretmek mi, tam da dilin adına uygun şekilde, bilmiyoruz. Bildiğimiz, bin küsur kelimeli bu dilin Latince gramerini kullandığı ve kendi alfabesine sahip olduğu.

İlginçtir ki tarihteki en önemli yapay dillerden biri bu topraklardan çıkmıştı. Bâleybelen, 16. yüzyılda Muhyi-i Gülşeni tarafından icat edildi. Çok geniş bir alana yayılmış Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı diller konuşan kültürlerin yardımcı dili olması amacıyla oluşturulmuş olan Bâleybelen’in dil meraklıları için talihli tarafı, iyi belgelenmiş olmasıydı. (Bazı yerli kaynakların en azından gramer düzeyinde “dünyanın ilk yapma dili” olarak tanımladığı Bâleybelen’e ilgi duyanlar için eldeki önemli bir çalışma, Mustafa Koç’un Klasik Yayınlar’dan çıkmış Bâleybelen: İlk Yapma Dil adlı kitabı.)

Tabii, Babil’in yıkıntılarından çıkma çabası asırlar önce vazgeçilmiş bir mücadele değil. Aksine, bu çabanın en meşhur ürünü 19. yüzyılda üretilen Esperanto olsa gerek. Kelime anlamı “ümit eden kişi” olan bu dil, bugün dünyanın en yaygın konuşulan yapay dili. Belki bütün dünyanın bu dil altında “birleşeceği” şeklindeki ütopya hiçbir zaman gerçekleşmedi, ama bugün dünyada yaklaşık iki milyon kişinin Esperanto konuşabildiğini belirtmek gerek – ki bunlardan bin ile iki binin doğumdan itibaren Esperanto’yu bir “anadil” olarak öğrendiği söyleniyor!

Anadil olarak öğrenilen yapay dillerden bahsetmişken, Klingon diline değinmemek olmaz! Uzay Yolu dizi ve filmlerindeki Klingon türünün konuştuğu bu dil, kendi alfabesine, lûgatına ve hatta enstitüsüne sahip. Bir dilbilimcinin çocuğuyla doğumundan itibaren üç sene boyunca sadece bu dilde konuşmasının sonucunda, en azından bir kişinin anadili olmaya epey de yaklaşmıştı bir ara! Çocuk için endişelendiyseniz, endişelenmeyin: Bir ara, haberi internette epey infial yaratan bu deney (Çocuğun sadece Klingon dili konuşabildiği ve bu yüzden devlet tarafından ailesinden alındığı yönünde hayli abartılı ve belli ki yanlış bir çeşitlemesini bile okumuştum!), babanın kendi ifadesiyle nihayetinde “başarısızlığa uğramış”. Etrafında İngilizce de konuşulduğundan, çocuk zamanla tamamen İngilizce’ye geçmiş.

Belki Tolkien’de dil, hikâyeden sonra gelmiyordu, ama Klingon dili dahil kurmacadaki pek çok yapay dil tabii ki tam da böyle üretiliyor. Blade Runner adlı bilimkurgu filminde, geleceğin Los Angeles’ında kullanılan Cityspeak (“Kentağzı” diyebiliriz) diye bir dil var ki, bu açıdan hakikaten söz etmeye değer. Aslında hiç öyle detaylı, kendi alfabesine ya da gramerine sahip bir dil değil bu. Hatta kendi kelimelerine bile sahip değil: Japonca, Korece, Macarca, Fransızca, Almanca gibi farklı farklı dillerden kelimeleri bir araya getiriyor (Böyle dillere “a posteriori” yani “sonrasal” yapay dil deniyor). Peki o halde, nedir bu dili bahsetmeye değer kılan? Hayli titiz bir aktörün rolüne hazırlanma sürecinin eseri olması! Yazarlar ya da bir dil uzmanı tarafından değil, yan rollerden birini canlandıran Edward James Olmos tarafından, rolü için araştırma yaparken uydurulmuş. Olmos sayesinde filmin geleceğe dair vizyonu bir nevi lingua franca’ya sahip olmuş.

Lingua franca da Babil’in gölgesinden çıkma çabasının bir başka ürünüdür. Bu terim günümüzde genellikle “geçer dil”, yani farklı dillerden insanların aralarında anlaşmak için kullandıkları karma dil anlamında kullanılıyor. Ancak bu isimde (ve terimin kökeni olan) gerçek bir dil karma dil de var tarihte. Hem de, yine ilginçtir ki, bu toprakların çok aşina olduğu bir dil: Bizde daha çok “Sabir” olarak bilinen “esas” Lingua Franca, 11. yüzyıldan 19. yüzyıla Akdeniz limanlarında, daha çok da doğu Akdeniz’de kullanılıyordu. “Frenk dili” anlamına gelen Lingua Franca, bir “soncul” dildi ve –TDK’nın sitesinin tanımıyla– “Fransız, Provensal, İspanyol, Katalan, Yunan, italyan ve Arap dillerinin karışmasından” meydana geliyordu.

Belli ki ortak bir dil oluşturmak bu bölgenin köklü bir çabasıymış. Ve Blade Runner’ın kentağzından asırlar önce, Akdeniz’in limanağzı varmış!

Elfçe’ye dönersek… Belki fantazya-severlerin lingua franca’sı olmayacak; Tolkien’in kendi bile bu dilleri konuşamıyordu ve zaten herhangi biri tarafından konuşulmak üzere üretmemişti. Tamamen kendi zevki için, kendi deyimiyle “şahsi dilsel estetik ya da beğeniyi ifade etmek üzere” üretmişti. Tabii bu durum, 1970’lerden beri Tolkien hayranlarının Elfçe şiirler yazmasını, dövmeler yaptırmasını engellemiş değil. Hatta, Neo-Quenya söz konusu olduğunda, o dillerden birini alıp geliştirmeye devam etmesini de. Besbelli ki, tanım gereği “ölü” doğmuş diller bile, yeterli sayıda tutkuyla seveni olduğunda, yaşayabiliyor.

Elf dilinin cazibesi yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

28 Haziran 2016 Salı

003 Venüs

İçerisi boş. Elimde mavisi bozarmış bir bez, masaları siliyorum. Masaların yüksekliği neredeyse göğüs hizamda. Ayaktayken her tarafını silmek güç. Bazen bir sandalyeye tırmanıp öte tarafına öyle yetişebiliyorum.

Kantinin yaylı kapısını sertçe ittirip giriyor. Koltuğunun altında çizim rulolarıyla kalın ciltli bir kitap.

“Çazım Abi korba var mı,” diyor kıkırdayarak.

Aramızdaki bir şaka bu. Bir defasında Kâzım Abi çorba var mı, diyecekken dili sürçmüştü. O zamandan beri arada bir böyle söyleyip gülüyor.

Masaları silmeyi bırakıyorum. Gidip ocaktaki çorbanın altını yakıyorum. Elindekileri beyaz formika masalardan birine bırakıp oturuyor.

“Yok ya, şaka yaptım. Tost yiycem ben.”

Ocağı söndürüp tost makinesinin düğmesine basıyorum.

“Makine soğuk, bekleyeceksin.”

Arkasına kaykılıp saçlarını sandalyeden sarkıtıyor. Neredeyse yere değecek simsiyah, dalgalı saçları var. Yumuşak.

“Olsun beklerim, işimin adı ne.”

Oturduğu sandalyede geriniyor böyle derken. Göğüslerinin yuvarlağı iki küçük tepe gibi ortaya çıkıyor böyle kendini geriye verince. Gözlerimi tost makinesine çeviriyorum.

“Hayırdır, gün ortasında böyle dönmüşsün okuldan?”

“Çizim teslim ettim,” diyor yalandan esneyerek. “Sabahladık. Geberiyorum uykusuzluktan. Bir şeyler yiyip yatacağım.”

Ekmek dilimlerini ayırıp dolaptan malzemeyi çıkarıyorum.

“Kaşarlı mı?”

“Hı, hı. Yağ sürme ama. Çizim yaparken durmadan tıkınmaktan kilo aldım zaten.”

Bunu söylerken bacağına vuruyor. Kotundan gergin bir pat pat sesi çıkıyor.

“Yok almamışsın,” diyorum, ekmeklerin arasına iri bir kaşar dilimi yerleştirirken. “Böyle çok iyisin.” Bunu söylerken sesim ufalıyor, yüzüm kızarıyor.

Beni duymuyor. Fermuarlı, yeşil bir hırka giymiş. Fermuarıyla oynayıp duruyor. Aşağı indirdikçe göğüs çatalı çıkıyor ortaya, teninin beyazlığı.

“Sen bu işlerden anlamıyorsun. Şimdi zayıflık moda Kâzım Abi,” diyor. Demek duymuş.

Önündeki rulolardan birkaçını açıp bir şey arıyor. Aradığını bulunca iki eliyle yanından bastırıp açık tutuyor ruloyu.

“Gel bak.”

Tostu makineye sürüp yanına gidiyorum. O oturunca aynı boydayız. İki ucundan tutarak masaya açtığı çizimi işaret ediyor başıyla. Kızıl saçlı bir kadın, açılmış bir istiridyenin içinde ayakta duruyor. Sağ eliyle memelerini, sol eliyle uzun saçlarından bir tutamla önünü kapatmış. Başını hafif yana yatırmış, ağlayacak gibi bakıyor.

“Bu kim?” diyorum.

“Venüs. Botticelli’nin Venüs’ü. Ben yeniden çizdim. Ödev bu.”

“Hani teslim etmiştin?”

“Bu eskiz. Taslak yani. Tam bitmemiş hali.”

Venüs’ün çukur çenesini, küçük ağzını, ince kaşlarını, birbirinden ayrık duran gözlerini, uzun saçlarını ona benzetiyorum.

“Sana benzemiş bu,” diyorum.

Ben böyle söyleyince ellerini bırakıveriyor. Kâğıt yine kendiliğinden rulo haline dönüyor. Venüs ortadan kayboluyor.

“Hah işte gördün mü bak!” diyor. Fermuarını sinirle yukarı aşağı hareket ettirmeye kaldığı yerden devam ediyor.

“Demek ki, ben de şişmanım işte.”

Masanın üstünde duran kalın kitabı açıp sayfaları karıştırıyor. Ortasından bir yerden ayırıyor kitabı, önüme koyuyor.

“İşte, aslı da burada.”

Deminki Venüs’ün renkli hali parlak bir sayfadan bana bakıyor. Saçları kızıl sarı, gözleri elâ, yüzündeki ifade ağlamaklı değil masum. Sol yanında iki melek, sağında bir kadın, kırmızı şalla çıplaklığını örtmeye çalışıyor. Elimi uzatıp kûşe kâğıdın üstünde gezdiriyorum. Parmaklarım yağ gibi kayıyor.

“Hiç benzemiyormuş sana,” diyorum. “Böyle renkli olunca ilgisi bile yok. Sen biraz başka çizmişsin.”

Rahatlayıp arkasına yaslanıyor. Kitabı kapatıveriyor.

“Hadi ordan. Durumu kurtarmaya çalışıyorsun.”

Bir şeyler geveleyecekken, bahçeye açılan servis kapısından elinde üst üste istiflenmiş bisküvi ve gofret kolileriyle dağıtımcı çocuk giriyor. Elindekileri yere indirip, teslim fişini imzalatıyor. Terden sırılsıklam olmuş.

“Otur, bir şey iç, benden,” diyorum.

Bir sandalyenin ucuna ilişiyor. Gözü karşı masada.

İki kız daha içeri girip doğruca onun masasına yayılıyorlar. Aralarında bir gülüşmedir başlıyor. Ortalığa ince bir yanık kokusu yayılıyor. Tost makinesini işaret ederek bağırıyor.

“Bizim tost da Venüs’e kurban gitti. Hadi, sen bize yeni baştan üç tost at Kâzım Abi.”

Sonra kendi âlemlerine dalıp varlığımı unutuyorlar.

Çocuğun önüne gazoz şişesini bırakırken, “Senin de işin iş abi,” diyor onların masayı işaret ederek. “Her gün bu hurilerin arasında. Bi’ de boyun azcık…” Konuşmanın incitici bir yere gittiğini fark edip, “Öyle demek istemedim. Affedersin,” diyor sonra. Mahcup.

Sesimi çıkarmıyorum. Ekmekleri yeniden tezgâha yayıp, hepsinin üstüne incecik yağ sürüyorum.

003 Venüs yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.