29 Aralık 2015 Salı

15’ten 16’ya…

Geride bırakmakta olduğumuz yılda hayatımızda giderek daha fazla yer edinen siber dünyadaki gelişmeler gelecek yılda nasıl şekillenecek? Özellikle firmalar hangi gelişmelere dikkat etmeli?

Son birkaç yıldır günlük yaşamımızda giderek daha fazla yer ve zamanı işgal eden siber dünyanın etkilerinin genişlediği bir yıl oldu 2015.  Özellikle en yoğun dönüştürücü etkiler ise yayıncılık ile ona bağlı olarak reklamcılık ve halkla ilişkiler sektörlerinde hissedildi. İnternet ve mobil yayıncılık gelirlerinin Türkiye’de yayıncılık tarihinde bile ilk kez basılı yayınları geçtiği ve özellikle ABD’de televizyon gelirlerinin dahi yakalamak üzere olduğu yeni bir dönemin kapılarını da açtı 2015. Bu yıl içinde siber dünyanın etkin faydasını ilk defa tanıtım, reklam gibi araçlar üzerinden deneyimleyen ticari kurum ve kuruluşların 2016’da bu dünyanın farklı yönlerini de keşfetmesi, kuvvetle muhtemel. Bu bağlamda gelecek yıldan itibaren özellikle ticari kurumların dijitalleşmeye gündemlerinin ön sıralarında yer vermelerini bekleyebiliriz. Bu, ülkenin ya da dünyanın konjonktürü nasıl gelişirse gelişsin, geri çevrilemez bir gidişat; çünkü refah ve büyüme durumunda rekabette öne çıkma, kriz ve küçülme senaryosunda ise tasarruf ve verimlilik için en etkin araç ve yöntemler İnternet’te ya da mobil ağlarda; yani siber dünyada!

Önümüzdeki yıl hangi sektör olursa olsun iş süreçlerini dijitalleştirebilen şirketlerin yılı olacak. Bu dönüşümü yapan sektörün herhangi bir oyuncusu birden bire öne fırlayacak, eğer sektörün mevcut hiç bir oyuncusundan gelmezse bu hamle, dışarıdan gelecek bir girişimci tarafından yıkıcı yenilik (disruption) olarak gerçekleşecek ve o sektörün kuralları tamamen değişecek. Google’ın artık Türkiye ve dünya reklam pastasından aslan payını alması, sahibinden.com ve gittigidiyor.com’un ilan pazarının ana oyuncuları olması ya da geleneksel tacirlerin “dükkan alışverişi” iş modelinin e-ticaret oyuncuları tarafından “sanal dükkan alışverişine” dönüştürülmesi gibi örneklerin 2016 yılında farklı sektörlere de sıçraması kaçınılmaz.

Peki bu nasıl olacak? Dijital dönüşüm ve yıkıcı yenilik nasıl ve ne ile gerçekleşecek?

Bu sorunun yanıtı üç sözcükte gizli; Veri, İçerik ve Ağ…

Üretim, pazarlama ve yönetim döngüsünü içerik, veri ve ağ bileşiminden oluşan bir dönüşümle siber dünya ile tümleştirebilen kurum ve kuruluşların öne çıkacağı bir yıl olacak 2016.

Kuşkusuz bu kadar radikal bir dönüşüm tek bir yılda tamamlanamayacak kadar geniş ve derin bir süreç. Ancak yavaş yavaş tüm sektörlerde konuşulmaya başlayan Dijital Ağ, İçerik Pazarlama, Büyük Veri, Nesnelerin İnterneti gibi tek başına gücü sınırlı kavramların birkaçını bir araya getirme becerisini gösterip bunu iş süreçlerine rekabet ve verimlilik olarak yansıtmaya başlayacak firmaların sadece inovasyon olarak değil iş sonucu olarak da hasılayı toplayacağını göreceğiz önümüzdeki yıldan itibaren. Bu dönüşümü destekleyen giyilebilirleşen mobil cihaz ve platform çözümlerinin İnternet’e bağlı akıllı nesnelerle/robotlarla haberleşerek elde edilen devasa verinin bulut tabanlı sunuculara depolandığı ve bu sayede zaman-mekan sınırlarını ortadan kaldıran yapay zeka temelli üretim-pazarlama-yönetim sistemlerine daha fazla yatırım yapılacak 2016’da ve  sanırım ilk kez dijital dönüşümün ekonomiye doğrudan katkısını hem dünyada hem de Türkiye’de rakamsal boyutlarıyla hissedeceğiz. Kuşkusuz bu olumlu gelişmelerin yanında bu iş süreçleri üzerinden türeyecek kişisel mahremiyet ile veri etiği ihlalleri, siber savaş ve Yeni Medya üzerinden dezenformasyon, manipülasyon gibi olguların hayatlarımızı her geçen gün daha da iğdiş edeceği ve bunlara karşı seslerin de artacağı ve bu bağlamda veri-içerik-ağ tümleşik kullanımı sonucu farklılaşacak güvenlik-özgürlük dengesinin de daha fazlasorgulanacağı bir yıl kapımızda.

Görüldüğü gibi bizi olumlu ve olumsuz gelişmelerin bir arada olacağı karma karışık bir 2016 bekliyor ama yine de iyimserliğimi koruyarak herkese mutlu bir yeni yıl dilerim. Kutlu olsun!

26 Aralık 2015 Cumartesi

Eşsiz Chaplin

SEVİN OKYAY – 26 Aralık 2015

Onu düşündüğümüzde akla başka karakterler de gelir ama, Chaplin demek aslında The Tramp / Küçük Serseri demektir. 1914 tarihli Kid Auto Races at Venice’ten sonra Charlie Chaplin adı uzun yıllar bu serseriyle birlikte anıldı. Chaplin onu çabucak, o anda stüdyoda elinin altında ne varsa onlarla yaratmıştı, ama unutulmaz bir karakter oldu. Şalvar pantolona karşılık daracık ceketiyle, koca papuçları ve komik şapkasıyla dönemin en sevilen karakteriydi. Chaplin’in uzun süre sinemadaki ses devrimine karşı direnerek pandomim kullanmaya devam etmesi de “Serseri”sini sadece İngilizce bilenlerin değil herkesin anlamasını sağlamıştı.

Charlie Chaplin bu ı terk edeli otuz sekiz yıl oldu. Gelmiş geçmiş en iyi sinemacılardan, aktörlerden biriydi, sinema dilinde devrim yapmıştı. Dünyanın en sevilen karakterini yaratmış kişi olarak, olağanüstü yeteneğinin karşılığını almıştı, ama çocukluk yıllarında çektikleri sinemadaki başarısıyla birlikte silinip gitmedi. Charlie Chaplin daha sonraki yıllarda da dışlandı, sürgün edildi, ülkesine ihanetle suçlandı. Genç kızlarla evlenmek istemesi aleyhinde kullanıldı. Öte yandan, bu suçlamaların büyük kısmı McCarthyciler, FBI ve başını Hedda Hopper’ın çektiği basının vurduğu yaftalardı. Çok evlenen Chaplin’in genç eşi, oyun yazarı Eugene O’Neill’in kızı ve aktörün sekiz çocuğunun annesi Oona O’Neill ise ona toz kondurmadı hiç.

Küçük Charles Spencer Chaplin, azimli bir çocuktu. İlk yılları büyük bir yoksulluk, açlık ve yalnızlık içinde geçmiş, Güney Londra’nın en yoksul kesiminde yaşamıştı. Sonraları sessiz filmlerinde bu temaları sık sık kullanacaktı. O yıllarla bağlarını koparmamanın aktöre çok yararı oldu. 1921’de, 1931’de ve 1952’deki Limelight’tan sonra Londra’ya döndüğünde çocukluğunun yoksul sokaklarını mutlaka tek başına ziyaret ederdi. Limelight’ın mesleğinde düşüş yaşamış kahramanı Calvero’nun da Chaplin’in çocukluğuna benzer bir çocukluğu olduğu anlaşılıyor.

Charlie ile kardeşi Sydney, müzikhol komedyenleri Hannah Chaplin and Charles Chaplin SR’ın oğullarıydı. Sahne adı olarak Lily Harley’i kullanan güzel anneleri, oyuncu ve şarkıcıydı. Operet alanında kendine isim yapmıştı. Ne yazık ki, yetenekli babası alkolden ölürken annesi de çıldırdı ve bakamadığı iki oğlunu bir ıslahevinden diğerine göndermek zorunda kaldı. İki kardeşin yoksulluktan kurtuluşu ise tiyatro sayesinde oldu. Charlie zaten 1894’te sahneye çıkmıştı. Meslek hayatına ise Sherlock Holmes’da (1903-06) gazeteci çocuk Billy’yi oynayarak başladı, vodvil tiyatrolarında pandomimci olarak çalıştı. Sonunda da Amerika’ya gitti ve orada Karno pandomim grubuna katılıp altı yıl onlarla turneye çıktı.

Topluluk 1912’de yeni bir tur için Amerika’ya döndüğünde ise nihayet kamera karşısına geçti ve esas şöhrete sinema sayesinde kavuştu. İlk kontratını, 1913 Kasım’ında Making a Living filmi için Marc Sennett ve şirketi Keystone ile yaptı. Haftada 150 dolar alıyordu. Seyirciler onu bağrına basınca, diğer yapımcılar da bu İngiliz komedyenle ilgilendi. 1915’te unutulmaz karakterinin adını verdiği filmle ilk kez seyirci karşısına çıktı: The Tramp. 1916’da 12 tane iki bobinlik komedi için Mutual Film ile anlaştı. 1918 başında ise kendi filmlerini yazıp çekmeye başladı.

İlk tepkilerle de Birinci Dünya Savaşı sırasında karşılaştı. Amerika’da yaşadığı için İngilizler onu kaçaklık ve ödleklikle suçladı. İlk evliliğini 1918’de Mildred Harris ile yaptı, oğlu Norman Spencer üç gün yaşadı. 1920’lerin başında Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve D.W. Griffith ile kurdukları United Artists ile çalışıyordu. Bu ortaklık The Kid, The Gold Rush / Altına Hücum, City Lights / Şehir Işıkları, Modern Times / Asri Zamanlar ve The Great Dictator / Büyük Diktatör gibi klasik filmlerini yapmasıyla sonuçlandı.

Yepyeni film teknikleri kullanırdı ama sırrını açıklamayı sevmez, bir sihirbaz gibi  kendine saklardı. Gene de, asla bitmiş bir senaryoyla çalışmadığı, esprilerle diyalogları sette bulduğu bilinir. Çoğu kez sessiz sinemanın diğer büyük komedyeniyle, Buster Keaton’la karşılaştırılmıştı. Kuşkucu Keaton’a göre Chaplin’in daha duygusal, dokunaklı hikâyeleri tercih ettiğini söylemek mümkün. Chaplin’in bir özelliği de, filmlerinin çoğunun müziğini kendisinin yapmasıdır. Modern Times için bestelediği Smile, daha sonra Nat ‘King’ Cole’un sesiyle İngiltere’de iki numaraya tırmanmıştı. Sinemaya sesin gelişine de uzun süre direnmişti.

Amerika’nın kara döneminde senatör McCarthy onu komünistlikle suçladı. İlk sesli filmi The Great Dictator (1940) da, onlara göre bu iddiaları pekiştirdi. Ama film 5 milyon dolar gişe yapıp 5 Akademi ödülü kazandı. McCarthyciler yılmadı, 1947 yapımı Monsieur Verdoux’yu da eleştirdiler. 1952’de Chaplin, Sahne Işıkları’nın prömiyeri için Avrupa’ya gitti. ABD onun dönmesine izin vermeyince de İsviçre’ye yerleşti. 1972’de sinemaya hizmetlerinden ötürü bir Oscar almak için dönmesine izin verildi. Bu tören, Chaplin ile sinema endüstrisinin barışma töreni oldu. 1975’te de Kraliçe ona asalet payesi sundu.

Charlie Chaplin çocukluğundan beri hayatla mücadele etti. Bu mücadeleyi kazandığına hiç şüphe yok.  Güney Londralı yoksul çocuk, gelmiş geçmiş en büyük aktör ve sinemacılardan biri, belki de birincisiydi.

 

24 Aralık 2015 Perşembe

Yılın Telif Kitabı Ödülü Ahmet Büke’nin!

Dünya Kitap dergisinin 23 yıldır verdiği “Yılın En İyileri” ödüllerinin çeşitli başlıklardaki 2015 kazananları açıklandı. Çağdaş edebiyatımızın öykü anlatıcısı Ahmet Büke’nin, ON8 Blog’daki “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi” adlı köşesinde yazdığı öykülerin bir araya geldiği İnsan Kendine De İyi Gelir adlı kitabı “Yılın Telif Kitabı” ödülünü aldı.

Doğan Hızlan, Selim İleri, Başar Başarır, Yekta Kopan, İlknur Özdemir, Dünya Kitap Yayın Yönetmeni Faruk Şüyün ve Dünya Gazetesi Temsilcisi’nin yer aldığı seçici kurul, Ahmet Büke’ye bu ödülü “edebiyatçı için çok zor olan düzenli aralıklarla yazma disiplini ile internet ortamında vücuda gelmiş çalışmalarında nitelikli, güleryüzlü, bugünün dilinde konuşan, umut dolu bir dünyayı bize önerdiği; kitabında bir araya getirerek yaşam sevinci sunan öyküler bütününe dönüştürdüğü için” verdiğini açıkladı.

Kitapları, Oğuz Atay Öykü Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı ile Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin (ÇGYD) Yılın Gençlik Romanı Ödülü gibi saygın ödüllere değer görülen Ahmet Büke, bir yıl boyunca her hafta ON8 Blog’daki köşesi “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi”nde öyküler yazdı. Yazarın yeni öyküleriyle blog öykülerinin bir araya getirildiği ve karakterlerin öyküden öyküye atladığı seçki, İnsan Kendine De İyi Gelir adı altında yayımlandı. Ödüllü ilk gençlik romanı Mevzumuz Derin’in ardından, blogda bir yılı aşkın sürdürdüğü öykü deneyimini de kitapla bütünleştiren öykücü, ON8 Blog’da her pazartesi yeni yeni öyküler yazmaya devam ediyor.

“Hakikatin Z. Hali”ni anlatan öyküler:

Ana babasız, aile büyükleriyle kalmış bir çocuk… Mahallenin Arap Hatçam Teyze, Bakkal Nihat, Berber Kâzım gibi hayli garip, pek müstesna karakterleri… Toplumsal tarihimizin acı tatlı anılarına takılan bir kişisel tarihin izinde öykü öykü saat kaç!..

Kitaptaki “Bazen İyi Doyarız” adlı öyküden tadımlık:

Bir tencere kuru fasülye bir sarayın hazinesinden daha kıymetliydi o gece. Çünkü hava iyice serinlemişti ve işsizler eski kilisenin bahçesinde kediler, salyangozlar, kulaklı orman baykuşları ve kırmızı Kaliforniya solucanlarıyla birlikte toplanıyorlardı.

İyi yedik o gece.

Çok iyi yedik.

Epey doyduk yani.

22 Aralık 2015 Salı

İçinizden mektup yazmak gelecek

İrem Uşar’ın ON8 Kitap’tan çıkan romanı “Ben Ayrıkotu”, milletin kafasını Whatsapp’ten kaldırmadığı bir zamanda, içi elma dolu kurabiyeler gibi, mektup yazmanın / mektup almanın sıcaklığıyla dolu bir kitap.

(Milliyet Kitap, Elif Türkölmez, 20 Kasım 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

17 Aralık 2015 Perşembe

Kalbe Yürüyen İğne

“Bir devri daim işidir yazmak,boyuna kelimeler ve sen yer değiştireceksin…”Sevim Burak(Mach I’dan Mektuplar)

“Bu dünyayı izleyenler için bir halt yok. Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım,” demişti yayımladığı ilk kitabının ardından. “Ben, dünyasını kaybetmişler için yazacağım. Kendim için yazacağım. Erken bunamışlara, hayalperestlere, çok acıklılara, bu dünyadan gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım.”

Sevim Burak’tan söz ediyorum. Yazıyla olan ilişkisi alışılmışın dışında bir kadındır o. Tek boyutlu kâğıtlar üzerine not edilen hikâyelerden haz etmez. Kelimeler onun için adeta bir heykeltıraşın çamuru, mermeri kadar elle tutulur bir varlığa sahiptir. Öyle ki, anlamı yakalamak pahasına, gerekirse kelimelerden bile vazgeçebileceğini iddia eden Burak, kendi icat ettiği bir tür bilgisayar öncesi “kes-yapıştır” yöntemiyle çalışır. El yazısıyla yazdığı metinleri birkaç kopya hâlinde daktilo eder, sonra da bunları kesip birbirine iğneleyerek evdeki perdelere tutturur. İğnelenmiş sayfaları tekrar tekrar söküp birleştirir, yeniden ve yeniden onlarca kez yazar. Cümlelerin tırmandığı tül perdeler, onun çalışma yeridir.

“Yalnız içinden görebilirsin kendini ve asıl konsantre olduğun kargacık burgacık dizeler – laf dizeleri – bir daktilo üstünde geçer – sonra kesip alt alta üst üste yapıştırır, eğilir bükülürsün yerlerde. Halıların üstünde fal açar gibi yan yana getirirsin tutmaz, tutmaz. Yani fal bir türlü açılmaz. Ev dar gelir… İğneleri alır, perdelere tutturursun kelimeleri. Duvarlarda saç lülesi gibi kâğıtlar…”

Hüviyet teması, görünmek, saklanmak, göründüğü gibi olmak ya da olmamak, özellikle ilgi alanıdır Sevim Burak’ın. Başkasının kılığına girmenin kendi yazı tekniğinde ne denli önemli bir yeri olduğundan bahseder ve kendisinin de sadece yazdığı kişilerle, nesnelerle değil, daha da ileri giderek, kelimelerle yer değiştirdiğini söyler. Ona göre, yazmanın kendisi, bu yer değiştirme sürecidir.

“Gözlerimi, kulaklarımı, kalbimi kapatmalıyım bütün güzelliklere, zenginliklere ki aklım herkesin görüp sevdiği şeyleri görmesin, güzelliklere dalıp yanlış düşüncelere kapılmayayım. Sevgi mevgi isteyip kendi kendimi kandırmayayım… Sonra yaşam beni cezalandırır, yazamam.”

Her okuyuşumda beni yazgımın o sessiz boşluklarından birinde hayallere daldıran Burak’ın tiyatro metinlerini özellikle severim. İskambil ya da el falına bakar gibi baktığı kelimelerin dünyasında kendisini her şeyden soyutlayarak, sadece ve sadece yazının pelür zarfına bürünmeyi seçen bu kadının enteresan âleminde gezinmekten hoşlanırım. Onun hikâyeleri mizahi olduğu kadar da öfkelidir bir yanıyla. Ve yaralı… Metin Altıok’un dediği gibi, “kelime” zaten özü itibariyle yaralanmak anlamına gelen “kelem” sözcüğünden türer ve insan yazdıkça, hikâyeler anlattıkça yaralarını gösterir diğerine. Burak için de önemli bir meseledir yaralar ve yaralanmalar. 1970’lerin başından itibaren boğuştuğu kalp hastalığı, doktorlar, ameliyatlar ve kaygılar onun edebi mizacını baştan sona yeniler. Neşesinin ve parlak kişiliğinin içinden zaman zaman fışkırıveren aşırı öfkeli üslubunda hep hasta, yaralı ve endişeli bir kadının can havliyle kelimelere sarılışı sezilir. “Ah Ya Rab Yehova” hikâyesinde bir imgeyle, kahramanlarından birinin kalbine doğru yürüyen iğne olarak, en derin yarasını okurlarıyla paylaşır.

“İğne kalbime doğru yürümeye başladı. Göğüs kafesinden hareket eden dikiş iğnesi şiddetli ağrı ve sancıyla kalp yoluna girmiş, sonumuzun geldiği şüphesini uyandırmış, bu hengâmeyle bodruma koşulmuş, kapı açılmış, yeleğimin iç cebinden kibrit çıkartılmış, tutuşturulmak üzereyken sancı kesilmiş ve iğnenin yürümesi durmuş. Yani Ecel, bizimle alay ediyormuş…”

30 Aralık 1983’te hayata veda eden Burak için ölüm saati şüphesiz ki biraz erken çalar. Daha ilk kitabında, “İki Şarkı” hikâyesinde cesurca ve kendine özgü mizahıyla sonunun ne zaman geleceğini sorgulamıştır zaten. Yine de, ölümden söz etmeden önce söyleyecek pek çok sözü olan Burak, onlarca düşsel metni ölüm için ayırıvermiştir hayattan, ansızın…

15 Aralık 2015 Salı

Bir blog macerası

Etrafımızdaki insanlara, kimi zaman hayvanlara hatta nebata iyiliğimiz dokunduğu olur. Bir gülümseme, samimiyetle dert dinleme, bazen sevinci, bazen kederi paylaşma karşımızdakini mutlu eder.

(TRT Vizyon Dergisi, Mine Sultan Ünver, 1 Aralık 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

12 Aralık 2015 Cumartesi

Akılları başa alma zamanı

Dijital dönüşümün baş döndürücü hızı insanlığı, baş etmekte zorlanacağı bir dönemin eşiğine getirdi. Mesele, eğitimden işe ve hatta yaşam biçimine herşeyin hızla dönüşmeye başlayacağı bir dünyada nasıl yer alacağımızda.

Dünyanın gözü kulağı Orta Doğu’da; ekranlarda görüntüleri akan hemen yanı başımızdaki çatışmaların Doğu-Batı eksenli küresel bir savaşı tetikleme olasılığını kaygıyla izliyoruz. Umarız 3. Dünya Savaşı senaryoları gerçeğe dönüşmez ancak dünyanın farklı coğrafyalarında halihazırda gerçekleşmekte olan bir “sessiz devrim”, sonuçları itibarıyla tüm insanlığı buna benzer bir radikallikte etkileyeceğe benziyor. Kimi çevreler tarafından “3. Endüstri Devrimi” (Endüstri4.0, vs.) olarak adlandırılan ancak biçim ve etki alanı olarak endüstri kavramını aşan niteliklere sahip bu olgu, içinde Akıllı Robotlar, Yapay Zeka, Makineler arası iletişim (M2M), Akıllı Şehir, Nesnelerin İnterneti gibi bugünlerde dillerden düşmeyen bir çok terimi de barındırmakta. Son yıllarda basit ve daha yerel uygulamalarını da görmeye başladığımız bu “sessiz devrim” giderek büyük ölçekli uygulamalara doğru evrilmekte. İşte bu aşamada baş döndürücü bir hıza ulaşacak bu radikal dönüşümün insanlığı nasıl etkileyeceği de, 2016 yılından itibaren kamuoyunun gündeminde daha fazla yer işgal edecek.

Bu yıl içinde yayınladığı “Robotların Yükselişi; Teknoloji ve işsiz bir gelecek tehdidi” kitabıyla 2015 Financial Times ve Mc Kinsey en iyi iş kitabı ödülünü alan Martin Ford da, geçtiğimiz hafta bu konuya ilişkin çarpıcı bir yazı yayınladı. Yazısında, robotlaşma maliyetlerinin mevcut iş gücünün istihdamını imkansızlaştıracak şekilde düşüş gösterdiğini ve artık aranan işgücünün ağırlıkla işin kendisini yapan mavi yakalılardan robotun çalışma sürecini tasarlayacak, kodlayacak ve uygulayacak becerilere sahip beyaz yakalılara doğru evrilmekte olduğunu vurgulayan Ford, ancak asıl sıkıntının bu beceri seviyesine sahip insan gücünün bulunmamasında yaşandığının altını çizmiş ve robotların giderek akıllanacağı ve çeşitli iş süreçlerinin kontrolünü ele alacakları bir çağda bunun yeni sorun ve tehditleri beraberinde getireceğini işaret etmiş.

Ford’un kitabında ve yazısında işaret ettiği bu durum, aslında hem nicelik hem de nitelik boyutlarıyla karşımızda. Her ne kadar kendisi bu sorunların tek başına eğitimle çözülemeyeceğini söylese de kişisel olarak eğitimin sorunun çözümü için iyi bir başlangıç olacağı kanaatindeyim. Ancak mevcut eğitim modelini radikal biçimde yeniden yapılandırmak koşuluyla. Bu bağlamda özellikle mesleki ve üniversite eğitimindeki tüm uzmanlık alanlarının gözden geçirilerek nitel ve nicel ağırlığın tasarım, kodlama ve uygulama odaklarına kaydırılması ve bu odak alanlarının hem kendi aralarında hem de bunun dışındaki diğer alanlarla interdisipliner çalışmasını konusunu pratik ettirmek gerekli.

Örneklersek; çok yakın bir gelecekte bir gıda firmasının organizasyonu üretim ve dağıtımı süreçlerinde çalışacak akıllı robotlar, ar-ge, satış-pazarlama ve yönetim süreçlerinde kullanılacak yapay zeka sistemleri ve bunların dış dünyayla ilişkilerini sağlayacak İnternet nesneleri ile tüm bunların hep birlikte çalışmasını tasarlayacak, kodlayacak ve uygulayacak ama bunların ahenkle çalışmasını sağlayacak becerilere sahip bir ekipten oluşacak ve bu ekip üretip dağıttıkları gıda ürünlerinin marketlerden yapılan satışlarını (rakiplerin satışlarını ve hatta satışla ilgili diğer konjonktürel gelişmeleri de) İnternet nesneleri üzerinden gerçek zamanlı biçimde toplayıp bunu şirketin yapay zeka sistemine aktararak onun kararıyla anında İnternet bağlantılı üretim robotlarına aktaracak ve üretim-dağıtım süreçlerini çok daha esnek biçimde düzenleyip rekabet ve verimlilikte sıçrama yapacak.

Kuşkusuz bu senaryoyu şu anda kısıtlı biçimde de olsa hayata geçirmeye  çalışan kurumlar dünyada da, Türkiye’de de var. Ancak hepsinin ideale ulaşmalarındaki temel sorun, interdisipliner beceriye sahip işgücü. Eğer devletler ve iş dünyasının patronları bu soruna sözünü ettiğim şekilde yaklaşmaz ve eğitim-istihdam politikalarını bunu göre düzenlemez ve olaya salt robotlaşmanın olarak bakarlarsa bunun getireceği şey, rekor sayıda işten çıkartma ile işsiz kalan mavi yakalılar, yıllarca çeşitli seviyede ‘eğitim’ almış ama uygun beceriye sahip olmayan genç nüfus ve bu kitlelerin getireceği sorunlarla uğraşmak zorunda kalacak ülkeler.

Tabii akıllanmış ve yavaş yavaş hayatlarımızı kontrol altına almaya başlayacak robotlar da ‘cabası’.

 

Keyifli günler ve heyecanlı bir akşam

SEVİN OKYAY – 12 Aralık 2015

Mesleğim sorulunca “Çevirmenim,” demesem de, çeviriyle yakın bir ilişkim var. Her şeyden önce, beraberliğimiz elli yılı aşmış. Ona bakarsanız, edebiyatla beraberliğim de yetmiş yılı bulmuştur. Çünkü okuma yazma öğrenmeden önce akşamları yatma vaktinde annem bana sevdiğim kitapları okurdu: Tom Sawyer, Oliver Twist, Polyanna, Küçük Kadınlar. Doğrusu bunları kimin Türkçe’ye çevirdiğini düşünmek aklımdan geçmezdi.

Ancak birkaç yıl sonra bu sorunun cevabını merak etmeye başlamış, çevirmen isimleri ezberlemiştim. Aralarından biri de, o sıralar bunu bilmesem bile, daha sonra LCC’de İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce çeviri öğretmenim olacaktı. Seniha Yazıcıoğlu’nun acemilere yol gösteren öğütlerinin içinde, en fazla şunu sevmiştim: “Cümleyi kuyruğundan yakalayın.” Gerçekten de, yapması o kadar kolay olmasa da fevkalade faydalı bir öğüttür.

Kasım ayı içinde İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) tarafından bir yıl önce vefat eden Talât Sait Halman adına düzenlenen çeviri yarışmasının jürisine davet edildiğimde, çeviri ile uzun yıllar geçirmiştim. Hatta Kutlukhan ile ikimiz, “Harry Potter” sayesinde, bu meslekte pek olmayan bir şeyle karşılaşmış, çocuklar tarafından tanınan çevirmenler olmuştuk. Alberto Manguel’in Hayali Yerler Sözlüğü sayesinde iki kişinin nasıl bir tek kitaba üçer buçuk yıl harcadığını yaşamış çevirmenler… Yani, hayli tecrübe sahibiydik.

İyi de olmuş, çünkü Halman jürimiz çok sağlam bir jüriydi: Doğan Hızlan başkanlığında Yiğit Bener, Ahmet Cemal, Kaya Genç ve bendeniz. Bu ilk yılın bir cilvesi olarak, çok az vaktimiz ve 40’tan fazla kitabımız vardı. Bu da, çeviriler ile orijinalleri karşılaştırmak için de çok az vaktimiz olduğu anlamına geliyordu. Yiğit hemen listeler yapmaya girişti. Hayali Yerler Sözlüğü yüzünden bu sanatta ustalaşmış biri olarak katkıda bulundum. Arada yaptığımız jüri toplantıları, eldeki kitaplar hakkında konuşmalarımızla geçiyor, Doğan Bey’in anekdotları ve esprileriyle de daha bir renkleniyordu. Ama bizlerde de yeterince anekdot vardı.

Ne de olsa, 35’inin altındaki Kaya, sahiden de genç olsa, Yiğit Bener yaş ortalaması temsil etse de, Ahmet’le ben yaşıttık, Doğan Bey bizden biraz büyüktü. Yani hiçbirimizin hayatının baharında olduğu söylenemez. Tecrübe açısından bakarsanız, faydaları var elbette.

Herkesin seçtiği bir ya da iki kitap belli olunca, o kitapları bütün jüri üyeleri okudu. Yeniden tartıştık ve sonunda Siren İdemen’in çevirisini seçtik. Metis Yayınları’ndan çıkan bir George Perec kitabı: La Boutique Obscure: 124 Rêves /  Karanlık Dükkan: 124 Rüya. Ödül töreni akşamına kadar herkes sus pus oldu, ama Martı Otel’e gelenlerin hepsi ödülü kimin aldığını biliyordu. Tevekkeli Doğan Bey bize dememiş, “Edebiyat dünyasında hiçbir şey gizli kalmaz,” diye. Sahiden de kalmamıştı.

İKSV’nin ilk edebiyat ödülü töreni hepimizi memnun etti. Talât Sait Halman Çeviri Ödülü’nü alan, şahsen tanıdığım, hatta Nokta binasında birlikte çalıştığım Siren İdemen ile Metis Yayınevi temsilcileri oradaydı. Yayınevlerinden arkadaşlarımız da. İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı konuşmasında, “Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı ve ilk Kültür İşleri Büyükelçisi olan, 2008 yılında İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Mütevelliler Kurulu Başkanlığı görevini üstlenen Talât Sait Halman’ı ölümünün birinci yılında özlemle anıyoruz…” diye başladı. “Talât Bey, vakfımızın kurucusu Nejat Eczacıbaşı’nın İKSV ve İstanbul Festivali’yle ilgili heyecanlarını sürecin en başında paylaşan isimler arasında yer almış ve festivalin gerçekleştirilmesine hem dönemin Kültür Bakanı, hem de bir kültür-sanat insanı olarak gönülden destek vermişti…” Eczacıbaşı’nın ardından Talât Sait Halman’ın tiyatro oyuncusu kızı Defne Halman da bir konuşma yaptı ve babasını nasıl özlediğinden, onun ne kadar değerli bir kültür-sanat insanı, ne kadar iyi bir baba olduğundan söz etti. O da anekdotlar nakletti.  Yaşar Kemal’in babası için, “Çağımızın kültür köprülerinden biriydi,” dediğini hatırlattı. “Faulkner’ı Türkçe’ye, Sait Faik’i İngilizce’ye ilk çeviren kişiydi.” Talat Halman’ın, William Shakespeare’in bütün sonelerini çevirdiğini de hatırlatalım.

Doğan Hızlan, bir kez daha sahneye gelerek, ödülün gerekçesini açıkladı: ”Siren İdemen, yazarın kendine özgü dilini ve üslubunu Türkçe’ye büyük bir yetkinlikle uyarlamış, yazarın sık başvurduğu sözcük, hatta ses ya da ses birimi, hece düzeyindeki hınzırca dilsel oyunlar için son derece yaratıcı karşılıklar üretebilmiştir. Bunu yaparken metnin engin kültürel alt katmanlarını ve üstü kapalı göndermelerini es geçmemiş, ya metne yedirerek ya da gerekli yerlerde titiz bir çalışmanın ürünü olan yetkin çevirmen notlarıyla okurların metnin tüm katmanlarına ulaşabilmelerini sağlamıştır.” Hızlan, Metis Yayınları’na da sitem etti: “Çevirmenin isminin kapakta, biyografik bilgilerinin de kitap içinde yer almaması bizi biraz düşündürdü.”

Hızlan onu överken utanan İdemen ise, “Çevirmenlik genelde kadri bilinmeyen bir meslek, bir uğraş. İğneyle kuyu kazma uğraşı. İnsan bazen çok uzun süre emek veriyor,” diye konuştu ki, doğrudur. Hangi çevirmenle konuşsanız, haklı şikayetleri vardır. Siren İdemen, birçok yayınevinin çevirmenle yaptığı sözleşme metinlerinin bile, çevirmeni “aşağılar” nitelikte olduğunu söylüyor. Peki, memnun olduğumuz yayınevleri yok mu? Var tabii. Ya yayınevleri ile okurların hoşnut olmadığı çevirmenler? Ne yalan söyleyelim, onlar da var. İdemen, uzun yıllar gazeteci ve TV’ci olarak çalışmış, kurucuları arasında yer aldığı Express, Roll ve Bir+Bir dergilerinde muhabirlik, yazarlık ve editörlük yapmıştı. Ona göre ödüllü metnin en büyük zorluğu, yazarın kelime ve ses ‘cambazlıkları’ndan ziyade, metinde Perec’in önceki kitapları ve hayatına yapılan göndermeleri atlamamaktı.

Hepimiz için heyecanlı bir akşamdı aslında. Martı Otel’i hayatımızdan memnun şekilde terk ettik. Doğru bir çeviri seçmiştik, takdirle karşılanmıştı. Mesleki bir deformasyon olarak, jürilik görevinden de, sabahlara kadar kitap okumaktan da, törenimizden de keyif almıştık. Eh, deformasyon işte…

 

 

5 Aralık 2015 Cumartesi

Vur Yokuş Aşağı!

SEVİN OKYAY – 5 Aralık 2015

Yokuş aşağı inmek, sanki yokuş yukarı çıkmaktan kolaymış gibi görünür. Oysa, nefes tıkanıklığı gibi bir sorununuz yoksa eğer, daha kolay olan yokuş yukarı çıkmaktır. Zaten Wolfgang Herrndof’un ON8’den harika kitabı Yokuş Aşağı’nın pek heyecanlı bir bölümünde de, çocuklar hurda bir Lada ile dik bir yokuştan/eğimden indikten sonra başlarını derde sokar.

Okuduğum kitabın kahramanına sempati duymak benim için önemli. Başına ne geldiğine bile aldırmadığım karakterleri (insan olsun, olmasın) niye seveyim ki? Yokuş Aşağı / Tschick’in iki gencecik karakterini ise, daha kitabın başından bağrıma basmıştım. İnsan, yaşıtları ve yakın çevreleri tarafından dışlananlara sempati duyar. Ama Maik ile Çik de, böyle olmasa da ömür çocuklar. Daha sonra karşılaştıkları arkadaşları İza’yı da unutmayalım.

Yazar Wolfgang Herrndorf’u daha önce tanımıyordum. Neyse ki, Maik ve Çik’in maceraları onunla da arkadaş olmamızı sağladı. Yokuş Aşağı’nın bir başka ilginç yanı ise, çok sevdiğimiz Fatih Akın’ın kitabı sinemaya uyarlayacak olması. Kitapların, özellikle sevdiğim kitapların beyazperdeye aktarılması içimi hep korkuyla doldurur ama, Akın gençlerin sorunlarını iyi bilen bir yönetmen olduğu (eh, kendisi de genç sayılır) ve “yol hikâyeleri”ni ustaca anlattığı için, ona güveniyorum. Yukarıdaki fotoğraf da umut veriyor mu? Veriyor.

Ancak, bu maceranın asıl kahramanı, Wolfgang Herrndorf. Kalkmış, toplumdışı iki çocuğun anlamsız ve akıl dışı görünen yolculuğunu yazmış. Üstelik hikâyeyi kahramanlarından Maik’in ağzından anlatıyor ki, aman aman! Kendileri ergen olmayan yazarlar için mayınlı arazide dolaşıyor demektir. O yaşın konuşmasını, deyimlerini kullanacağım diye komik duruma düşmek de var, hislerini ve düşüncelerini yakalayamamak da.

Oysa, çevrelerindeki insanlara benzemedikleri gibi, sekizinci sınıf öğrencisi olmak dışında birbirlerine de benzemeyen Maik (Klingenberg) ile Çik’in (Andrej Çiçatşov) tuhaf yolculuklarını sanki kendisi de onlardan biriymiş gibi anlatıyor. Bu yolculuğun başlıca nedeni, Çik’in sınıfındaki çocuklar arasında bir tek Maik’ten hoşlanması; ikincisi de, Maik’in alkolik annesi “güzellik çiftliği” dedikleri bağımlı kliniğine yatınca, bunu fırsat bilen babasının genç sarışın asistanıyla tatile çıkması ve zaten aşk acısı çeken Maik’in yalnız kalması. Bütün bunların üstüne Çik’in “ödünç” aldığı eski bir Lada’yla görünmesi tuz-biber ekiyor. Önce Maik’in karşılıksız bir aşk duyduğu Tatjana’nın evine, çağrılmadıkları bir doğum gününe uğrayıp, sonra da Eflak yoluna koyuluyorlar. Çik, “intihar ediyorsun” denmeyecek ölçüde araba kullanabiliyor neyse ki.

Peşinen söyleyelim: Kitapta, yıkanıp da eski ve kirli giysilerini sırtından atan bir kızın doğal bir şekilde çıplak kalması dışında seksi hatırlatacak bir şey yok. Kimi büyüklere göre aksiyon da zayıfmış ama, ben çocukların yaşadıklarının eşsiz maceralar olduğunu düşünüyorum: Önce gergedana benzettikleri, sonra iyi biri olduğu anlaşılan bir hanım; bir tarikata bağlı olduklarından şüphelendiğimiz ve kurbağa gözlü çocuklarının süpermarketin yeri hariç her şeyi bildiği bir aile; bisikletli aristokratlar ve tetik parmağı yalama olmuş eski tüfek bir komünist karşılarına çıkanlardan sadece bazıları. Sağlık hizmetlileri ile kolluk kuvveti elemanlarını saymıyoruz bile.

Yokuş Aşağı’yı herkesin Catcher in the Rye’a benzetip Salinger etkisinden söz etmesine bir itirazım yok. Sadece, aynı fikirde değilim. Ama modern bir Huckleberry Finn ile Tom Sawyer’ı andırmıyor değiller. Öte yandan, kitabı yetişkinlerin daha fazla seveceği tahminlerine karşıyım. Kahramanlarımız iki ergen, hem de toplumdışı iki ergen. Bundan daha “cool” ne olabilir ki? Belki Fatih Akın…

Sonuçta Maik’in, sorunlu ama doğru dürüst yaşayan bir ailesi var. Çik ise, kendisi gibi “süprüntü” abisiyle yaşayan bir mülteci. Onun sorunları, Almanya’ya sığınmış olanların sorunlarını da yansıtıyor. Bunca sorunun en iyi yanı, çocukluktan çıktı çıkacak iki kahramanımızın, Maik ile Çik’in (kitabın orijinal adı da onun adından geliyor zaten: Tschick) nerede olduğunu bile bilmedikleri bir yere, Eflak’a, eski bir arabayla, haritasız olarak gitmeye kalkışmaları. Maceranın ta kendisi!

Maik ile Çik, nasıl ki arkadaş olmaları beklenmeyen bir ikiliyse, Wolfgang Herrndorf da bu kitabı şaşılacak arkadaşların desteğiyle yazdı. Tschick, 2010 sonbaharında yayınlandığında, birkaç aydır bir beyin tümörü nedeniyle ölümcül hastaydı. Arkadaşları için bir blog başlattı ve mümkün olduğu kadar çok kitap tamamlamak için zaman çalacağını söyledi. Sonra da bu bloğu herkese açıp adını Arbeit und Struktur / Çalışma ve Yapı koydu. Tıpkı Maik ile Çik gibi, kendi şeridinde kalmak için buna ihtiyacı vardı. Gene onlar gibi, arkadaşlarından büyük destek gördü. Ne yazık ki kendini, gerçeklikle bağı ve kaçış aracı olsun diye aldığı tabancayı sonunda kullanmak zorunda hissetti. 26 Ağustos 2013’te, 48 yaşında bu dünyayı terk etti. Bize yazdıkları kaldı. İlle de Maik ve Çik, ölümsüz ikili! Öyleyse, Wolfgang’ın kendisi de ölümsüz…

 

2 Aralık 2015 Çarşamba

Mutlu dedektif aranıyor!

SEVİN OKYAY – 28 Kasım 2015

Şehrimizde çok seçkin bir polisiye yazarı var. Kahramanları adaletten yana, kendileri mutsuz olsa da başka insanlara adalet getirme yanlısı olan yazarlardan. Sayıları da pek fazla değil, dün Hakan Nesser’in sevdiğim dedektifi Van Veeteren’in bende olmayan bir macerasını okurken farkına vardım. O da çoğunluğa dahil mutsuz bir polis. Oysa şehrimizdeki yazarın dedektifi Kostas Haritos’un birazcık cahil, ağız dalaşını seven ve TV düşkünü olsa da çok sevdiği bir karısı, hukuk öğrencisi inatçı bir kızı var. Arada kapışsalar da gül gibi geçinip gidiyorlar denebilir.

Bu arada, Bedros Markaryan adıyla Heybeliada’da doğmuş olan (evi hâlâ duruyormuş) Petros Markaris, sadece polisiye yazmıyor. Almanca’dan her çevirmeni ürkütebilecek çevirileri var: Goethe’den Faust l ve Faust 2 ile Brecht’in Cesaret Ana’sı. Bu çalışmalar ona 2013’te, “Alman diline ve uluslararası kültürel ilişkilere seçkin katkısı için” Goethe Madalyası kazandırdı.

Bir faaliyet alanı daha var. Markaris birkaç oyun yazdı ve eski dostu Theo Angelopoulos ile senaryolar üzerinde çalıştı. Yönetmenin pek çok senaryosu, onun imzasını taşıyor. Ama bence yazdıkları içinde en etkileyicisi, duygulandırıcısı, üç yıl önce karşıdan karşıya geçerken görevde olmayan bir polisin kullandığı motosiklet altında kalarak ölen arkadaşı Angelopoulos’u andığı Sonsuzluk ve Bir Günlük. “Eternity and a Day / Sonsuzluk ve Bir Gün”ün senaryosu üzerinde birlikte çalışmışlardı, her zaman olduğu gibi tartışmışlardı. Markaris de Theo sonradan dediklerini inkâr etmesin diye bir kitap yazdı. Belli ki, arkadaşını kaybetmeye bir türlü alışamamış.

Markaris, Heybeliada Halk Kütüphanesini Koruma Derneği’nin davetiyle, bugün saat 13:30-16:00 arası, polisiye tarihçisi Erol Üyepazarcı ve polisiye yazarı Esmahan Aykol ile birlikte mekânı Heybeliada’da, Halki Palas’ta olacak. Yakında olan ya da görmek isteyenin haberi olsun.

Peki, mutlu dedektifler ne olacak? Aklımıza gelenleri hemen sıralayalım. Bir numarada Donna Leon’un Venedikli Commisario’su Guido Brunetti var. İki çocuklarıyla, her anlamıyla mutlu bir evlilik. Nefis yemekler, ikisinin de okumayı sevdiği (farklı farklı) kitaplar ve adaletin yerine gelmesi konusundaki ortak takıntıları.

Başka? Simenon’un eşsiz Maigret’si, tabii. Burada da yemek faslı önemli. Mme Maigret güzel yemekler yapıyor, kocası gelene kadar bekleyip yemeğini ısıtıyor. Yalnız bir ara Michelin kursuna gitmeye kalktı da, zavallı başmüfettiş tuhaf yemeklerden kurtulmak için evden nasıl kaçacağını şaşırmıştı. Karı-koca polisiyeciler Maj Sjöwall ile Per Wahlöö’nun yarattıkları, İsveç polisiyesinin öncüsü sayılabilecek Martin Beck ise, iki yeniyetme çocuğuna rağmen karısından ayrıldı; ama, sonradan tanıştığı bir hanımla, evlenmese de, mutlu bir beraberlik yaşadı.

Ruth Rendell’in 1964’ten beri yazdığı serinin kahramanı Başmüfettiş Reginald Wexford da çok sevdiğimiz namuslu polislerdendir. (Pek bulunmuyor da… Kurmacada, tabii!) Karısı Dora, kızları Sheila ve Sylvia ile sakin denebilecek bir ilişkileri vardır. Kızlarından birini daha çok sevmesi bazen sorun çıkarsa da. Wexford, ilgisini çeken konularla, modern bir roman kahramanı da sayılabilir.

Kitapları Türkçe’ye çevrilmemiş yazarların kahramanları arasında da ‘mutlu’ olanların varlığından söz ediliyor. Ne yazık ki, bazılarını okumadım. Ama bir soruşturmada da, bizim yukarıdaki kısacık listemizde bulunanlardan bazıları yok.

Meseleyi iyice abartıp TV dizisi McMillan and Wife’tan (çok da eskidir) söz etmelerini ise ciddiye alamıyorum.

Normalde sevdiğimiz polis dedektifleri/müfettişleri orta yaşlı, huysuz, arkadaşları arasında pek sevilmeyen iyi polisler. Dünyayla sorunlarını çözümlemek için güvendikleri şey ise içki. Hepsi içiyor. Lawrence Block’un Matt Scudder’ı ile birlikte AA toplantılarına gittik, iyi bir ilişkiyi yürütemeyişini gördük, gene de çok severiz. İskandinavlardan Kurt Wallander (bu yıl ölen Henning Mankell’in kahramanı) ve Jo (‘Yuu’ okunuyor, benim gibi ‘Co’ deyip de sağda-solda rezil olmayın!) Nesbo’nun (kendisi aynı zamanda ekonomist ve rockçı) Harry Hole’u gibi. Sicilyalı Salvo Montalbano ise (halen yazan, 90 yaşındaki muhteşem Andre Camilleri) aşırı içmiyor. Ama bu, şarabın günlük hayatın bir parçası olduğu ülkelerden gelen çoğu dedektif için geçerli. Otoriteye karşı olduğu söylenir. Livia ile ilişkisine gelince, evlenecek de, ayrılacak gibi de görünmüyorlar. Ama depresif bir karakter değil. Caz meraklısı da değil. Oysa bu grupta cazı çok sevenler var. En tanınmış örneği ise L.A.’in geçimsiz polisi (bir dönem, özel dedektifi) Hieronymous “Harry” Bosch. Zaten yazar Connelly’nin kendisi (korku yazarı Peter Straub gibi) cazı öyle sever ki, bir kitabıyla CD bile vermiştir.

Petros Markaris’i bahane ederek daldığımız bu konu belli ki bitmeyecek. En iyisi bunu bir tez konusu yapalım da, Heybeliada’ya gitmeyi düşünecek olanlara vapurlar ile Mavi Marmara motorlarını tavsiye edelim. Olmazsa da üstadın kitaplarına buyurun. Olmadı, senaryosunu yazdığı bir Angelopoulos filmi izleyin. Unutmadan, “Bulutları Beklerken”de de Yeşim Ustaoğlu ile çalışmıştı.