27 Ağustos 2015 Perşembe

Güneşin Kapısı

Puerta del Sol, Madrid…

ECE İREM DİNÇ – 26 Ağustos 2015

Keşif kolundakiler,Bu nemli ve sessiz cennetteÂdem’in günahından da eskilere giden anılarına kapıldılar…-Gabriel Garcia Marquez-

“Yolu buradan geçen herkesin kıyılarında, muhakkak karaya vurmuş bir gündoğumu hikâyesi kalacaktır,” diyor yabancı. Güneşin adeta dingin bir suda usul usul dalgalandırdığı bin bir renk misali, insanın gözbebeklerinden içine, daha diplerine doğru da bin bir türlü duygu, bin bir türlü anı süzülüyor bu meydanda. Yukarıda, göğün üzerinde nazende bir tebessümle yükselen güneş, insanın ruh sandalında beklenmedik bir delik açıveriyor sanki. Yer ve zaman birbirine karışıyor o an. Dünler, bugünler, yarınlar, mevsimler, haftalar, saatler, dakikalar kum gibi ufalanıp gidiyor avuçlarda. Hepsinden sonra tek bir şey kalıyor geride, son bir görüntü yalnız. Uzak, yılgın bir sis perdesinin ardında son derece ağır, telaşsız ve alabildiğine sakınımsız, kendi kendine aralanmakta olan bir kapı… Bir gölge belki, bir göz yanılgısı, bir tür “zannediş” hikâyesi… Açılıyor kapı, uyanıyor şehir, sisi yararak usul usul günaydınına varıyor geçmiş. Uzaklarda bir yerde Benet’in yazı makinesinin sesi işitiliyor sonra. Üzerinde tütün rengi kruvaze bir ceket; hemen köşedeki kahvede, günyenisi bir şiire başlıyor Neruda; “Bırak batırayım elimi derine peçeli parıltının ortasından, taştan gecenin ortasından ve bırak titresin unutulmuş ihtiyarın yüreği bende, bin yıllık tutsak bir kuş gibi…” Neruda’nın az ilerisinde, tozlu gün ışınlarının öptüğü elleri ile gitarının telleri arasına sıkıştırdığı hüzün yüklü bir şarkıyı mırıldanıyor genç İspanyol. Hayır; mırıldanmıyor, adeta haykırıyor… “Sin Palabras,” diye inliyor ağlamaklı. “Sin Palabras…” “Kelimeler Olmadan… Bakışlar, tebessüm ve her şey…”

Madridliler, “Güneşin Kapısı” diyorlar buraya. Plaza Mayor’un sonunda bulunan bu yer, Madrid’de kalan son şehir kapısı, güneşi ilk gören kısım. Nice hikâyeye konu olmuş bu meydan, bata çıka yol alan bir yelkene benzetiliyor. Gördüğü pek çok güzel günün yanı sıra bir o kadar da acı biriktirmiş hafızasında. İdamlar görmüş, engizisyonlara şahitlik etmiş. Kimi zaman neşeli, kıvrak Flamenkolar’la şenlenen kulakları, kimi zaman da oluk oluk kanayan yaraların çığlığıyla inlemiş. Ne ki, tüm kapılar zaman içinde birer ikişer yıkılıp giderken o, şehrin derinlerine doğru inatçı, vahşi bir kök salmış sanki. Ve çok şey görmüş, başından çok şey geçmiş meydanlara has bir suskunluğa, dinginliğe bürünmüş. Derler ki, üzerinde gül bitiren bir diken, hiç meyve vermeyen bir serviden daha makbuldür. Güneşin Kapısı’nı da bu denli özel kılan, iyisiyle kötüsüyle biriktirdiği onca hikâye olmalı diye düşünüyorum kendimce. Bu kapıdan gelip geçen insanlar bazen buse olup kalmışlar onun sinesinde, bazen de dert olup oturuvermişler yüreğine. Hem değil mi ki, incinin kıymeti de daha evvel derya ile bir arada bulunmasından ötürüdür. Derya içinde yüzmüş, nice fırtınayla boğuşmuş, bazen yükselen suların gümüşünde, bazen de alçalan maviliklerin içinde, öyle ya da böyle ayakta kalmayı başarmış bugüne dek.

Yolu buradan geçen yolcular bilirler belki, meydandaki postane binasının hemen kuzeyinde sembolik olarak İspanya’nın merkezi kabul edilen “Sıfır Kilometre” noktası vardır. Kilometro Cero… Efsaneye göre, Madrid’e gelip de sıfır kilometre noktası üzerine ayak basan yolcular, er ya da geç yeniden dönüp gelirlermiş buraya. Ne de olsa, isminin içinde yeni başlangıçların tınısı var ve de her şeyi sıfırlayabilmenin güzelliği… Ol sebepten, Madrid’e gelen turistler ayrı bir ilgi gösteriyorlar bu noktaya. Malum, yeni ufukların açılmasında çok büyük etkileri olan “sıfır” kimi zaman lanetli, kimi zaman ise vazgeçilmez bir rakam olmuş tarihte. Antik Yunan’ın mistik felsefesinde “yokluk” ile eşdeğer kabul edilen bu rakam, geçmişte kimi milletlerce yasaklanmış ve uzun bir süre de şeytanın icadı olarak kabul görmüş. Sunya demişler adına: “boşluk…” Bindu demişler sonra; “nokta…” Ling diye anmış bazıları. Anlamı; “çiğ tanesi…”

Demem o ki, tarihte çoğunlukla “hiçlik” olarak yorumlanan ve hatta küçümsenen sıfır rakamı, özellikle Madridliler için bambaşka bir anlam taşıyor burada. Hani Nasrettin Hoca’ya sormuşlar ya; “Kimsin?” diye. “Hiç…” demiş hoca. Sonra karşısındakine sormuş, “Peki ya sen kimsin, de bakalım?” “Mutasarrıf,” demiş adam. “Ya sonra,” demiş hoca, “sonra ne olacaksın?” “Herhalde Vali olurum,” diye yanıt vermiş adam. “Daha sonra?” diye üstelemiş hoca. “Vezir,” demiş adam. “Daha daha sonra ne olacaksın?” diye devam etmiş hoca. “Bir ihtimal Sadrazam,” demiş adam. O vakit gülümseyerek sormuş hoca; “Peki, ondan sonra?” “Hiç…” demiş adam, zira orada tükenivermiş tüm makamlar.

“Hiç…”

Şu âlemde kim benliğinden kurtulur ve bir “hiç” olur, nakışsız bir ayna misali durup durur; işte o zaman bir anda “çok” olur ve bütün nakışları aksettirir, derler. Madridliler bilir bunu. Bu yüzdendir ki mesela sıfır rakamı, yepyeni bir başlangıç demektir bu diyarlarda.

Menziliniz hiçlikten, çömleğiniz boşluktan ayrı düşmesin dilerim.

Ve ki günün birinde yolunuz buralara düşecek olursa şayet, Güneşin Kapısı’ndan geçip de ayağınızı “sıfır kilometre” noktasına şöyle bir değdirmeden geçip gitmeyin derim. Puerta del Sol’u görüp, havasını içinize çektiğinizde –yabancının da dediği gibi– gönül kıyılarınızda muhakkak karaya vurmuş bir gündoğumu hikâyesi kalacaktır geride.

 

25 Ağustos 2015 Salı

İnsan Kendine De İyi Gelir

Ahmet Büke’nin “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi” çıkıyor!“Hakikatin Z. Hali”ni anlatan öyküler!

“Gece, Hatçam Teyze’yi eve bırakırken omuzuma dokundu.

“Evlatçım, mesarif dediydim ama benim param buğdaylara yetti,” dedi.

“Biliyorum Hatçam Teyze,” dedim. “Canın sağ olsun.”

 Ertesi sabah yine gün doğmadan uyandım. Yan komşu Türkan Şoray’lı bir film açmış, sesleri bana kadar geliyor. Şöyle dizlerimi yokladım. Her zamanki ağrı gitmiş gibi geldi bana.

“Acaba cemre dizlerime de düşmüş müdür?” dedim.

İşte insan böyledir. Bile bile aldanmayı iyi bilir.

Ama insan kendine de iyi gelir…”

Ana babasız, aile büyükleriyle kalmış bir çocuk… Mahallenin Arap Hatçam Teyze, Bakkal Nihat, Berber Kâzım gibi hayli garip, pek müstesna karakterleri… Toplumsal tarihimizin acı tatlı anılarına takılan bir kişisel tarihin izinde öykü öykü saat kaç!..

Çağdaş edebiyatımızın öykü anlatıcısı Ahmet Büke, ON8 Blog’daki “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi”nde bir yıl boyunca her hafta öykü yazdı. Karakterlerin öyküden öyküye atladığı bir seçki, yeni öykülerle bir araya geldi. Ödüllü öykücü Ahmet Büke, Mevzumuz Derin’in ardından ON8’deki ikinci kitabı İnsan Kendine De İyi Gelir’de, yatay zamanların derinlikli ayrıntılarıyla hem acıtıyor, hem de kırılgan ruhlara şifa oluyor.

 

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Her yaşta, her devirde

Tarık Dursun K., hikâyelerini, romanlarını, senaryolarını ve filmlerini bize bırakarak bu dünyayı terk etti. Bir de, elinden memnuniyetle tuttuğu, çoğu artık genç olmayan genç yazarlarını…

Tarık Dursun K.’nın bu dünyayı geride bıraktığını ilk kez, onun destek olduğu genç yazarlardan Cihan Demirci’den öğrendim. Birbiri ardınca ölen güzel insanları kaybettiğimiz 2015’in, “can dostum, ilk editörüm” dediği Tarık Dursun’un kaybıyla kara bir yıla dönüştüğünü söylüyordu. Ona inanıp ikinci kitabını basan, İlkin Deniz ile birlikte kurdukları yayınevine destek olmak için onu kolundan tutup “tek tek kitap dağıtıcılarıyla tanıştıran”, matbaa bile bulan Tarık Dursun K. ağabeyini kaybetmişti. Otuz yılı bulan bir dostluğun ardından…

Doğrudur, Tarık Dursun, Demirci’nin dediği gibi “pek çok genç yazar-çizere editörlük, danışmanlık, ağabeylik yapmış”, onların elinden tutmuş bir edebiyatçıdır. Ki, bunun da az görülen bir özellik olduğunu vurgulamaya bile gerek yok.

Ancak, yazarın esas olumlu niteliğinin bu olmadığı da besbelli. Her şeyden önce, iyi bir yazardı. İnsanın içine işleyen hikâyeleri, unutulmaz karakterleri, duru dili okurunu etkilerdi. Günışığı Kitaplığı’nın Semih Gümüş’ün editörlüğünde yayımlanan “Köprü Kitaplar” dizisinin son kitabı Elde Var Hikâye de öyle. Bu kitap, yazarın her yaşta, her devirde aynı zevkle okunabildiğini bir kez daha gösteriyor. Gençler yabancısı değil. İlk döneminden itibaren, Gümüş’ün ifadesiyle, gençlik yıllarını, genç insanlar arasındaki duygusal ilişkileri, sorunları konu etti. “Sonra sokaklara çıktı, öykülerinde işçilerin, emekçilerin sorunlarını anlattı.” Burada hepsi var. O nefis diliyle, baskın konuşma dilinin hikâyelere kattığı ivmeyle. Bir senarist, sinemacı dili, ki öyleydi zaten. Doğan Hızlan, “Tarık Dursun K., her türde başarılı ürünler vermişti. Tarık’ın Türkçesinin kıvraklığı okuru daha ilk satırda kendine çeker,” diyor. Selim İleri ise, “Çok değerli bir öykücü…” demiş. “Türkçe’yi en iyi kullanan yazarlarımızdan biridir.” Elhak doğru.

Bence kadri kıymeti yeterince bilinmemiş Tarık Dursun K.’yı tanımıyorsanız eğer, hemen okumaya başlayın. Onun okuruysanız, ne mutlu! Bize o eşsiz kitaplarından birini daha bıraktı. Ne yazık ki, kendisi o güzel öykülerinin basılmış halini göremedi bu sefer. Kolay kolay beğenmeyen Murathan Mungan, durumu kısaca özetliyor: “Tarık Dursun K., güzel öyküler yazdın bıraktın; gittin.” Uğur Vardan ise, benim için de çok önemli olan bir şeyden söz ediyor: Romanlarının isimleri o kadar güzeldi ki…” Hikâyelerinin de öyle. Elde Var Hikâye, misal: Kırlar, Kırlar, Ey Kırlar!, Öpüşsüz Bir Güvercin Aşkı, Ve Büyükanne Aşk Yokken Ölür, Hatırla Ey Peri! ve Elim Elim İbrişim, Elde Var Bir Kuşum.

Yazarın Ona Sevdiğimi Söyle adlı kitabından çok etkilendiğini söyleyen Ahmet Ümit’le noktalayalım: “Dünyayı güzel kılanlardandı, güzel uyusun.”

Tarık Dursun K., anlattıklarına yakın bir yazardı. Ortaokulu dışarıdan bitirmişti.

Gazete dağıtıcılığından seyyar satıcılığa, otobüs biletçiliğine kadar çeşitli işlerde çalıştı. Film yönetmenliğine 1962’de Aramıza Kan Girdi ile başladı. Senaristlik, reji asistanlığı da yaptı. İnsan Kurdu ve Kurşun Ata Ata Biter adlı romanları 1971 ve 1985’te sinemaya aktarıldı. Yazdıklarının kolay okunmasını sağlayan o güzel konuşma dili sayesinde, onlar da film gibi hareketlidir, süratlidir. Milliyet Yayınları ile Koza Yayınları’nı yönetti, Kurul Kitabevi’ni açtı. 1950 kuşağının, hatta bütün kuşakların en verimli kalemlerindendir. Sadece “çok” yazmadı, “iyi” de yazdı. Aldığı ödüller arasında Türk Dil Kurumu, Sait Faik Hikâye Armağanı (iki kez), Orhan Kemal Roman Armağanı, Türkiye İş Bankası Büyük Edebiyat Ödülü, Yunus Nadi Roman Armağanı, Sedat Simavi Edebiyat Ödülü ve Altın Portakal Yaşam Boyu Onur Ödülü var.

Yazarların onun ardından yazdıkları arasında, en çok Sennur Sezer’in dediklerinden bir bölüm dikkatimi çekti, içime yazıldı. Uzun ama, gene de aktaracağım:

 “Tarık Dursun’un bir öyküsünü çoğaltıp dağıtmayı düşünüyorum. Çoğaltmak da yetmez şehrin kalabalık saatlerinde alanda okutsam mı…

 Öykünün adı ‘Ona Sevdiğimi Söyle’. Yurtdışında çalışan bir delikanlının öyküsü. Ailesi acele Türkiye’ye çağırır onu, anlatır eşinin vefasızlığını. Vefasızlık bir yana peşine takıldığı delikanlı yüzünden bir buluşma evindedir genç kadın. Alıp evlerine götürürler yedirip içirip karısını nasıl vurması gerektiğini anlatırlar. Cebine tabancayı yerleştirirler…

 Neler yapması gerektiğini tekrarlarlar. Delikanlı yıkanır, süslenir. Karısının çalıştığı eve gider. Karısını sorar. Bir müşteriyle birliktedir kadın. Gümrükten aldığı parfümü kızın çalıştığı evin yöneticisine verip, ‘Ona sevdiğimi söyle,’ der.

 Yitirdiğimiz Tarık Dursun K. bir sitemin, kurşundan ağır olduğunu bilirdi.”

Aydınlık yüzlü, insanlar gibi karakterlerini de seven, hayatın her ânını bize yansıtan, namuslu Tarık Dursun, İzmirli’ydi. Yüz yüze görüşmek hayli zordu bu yüzden. Birkaç kez karşılaşmışızdır. Acaba bazı kişiler söz konusu olduğunda hiç engel olamadığım o şapşal hayranlık ifadesi şaşırttı mı onu? Pek sanmam aslında. Nitekim, öyle bir hukukumuz olmadığı halde ona “Tarık ağbi” diye hitap etmemi de hoş karşılardı. Ne yaparsınız ki bir insan, velev ki bir yazar, kendi yarattığı insanlarla hayatınıza böylesine girince, ister istemez bir aile durumu doğuyor.

Gelelim K harfine. Tarık Dursun’un sonundaki K harfi hep merak edilmiştir. K, yazarın soyadı Kakınç’ın kısaltılmışı. Semih Gümüş, yazarlığının ilk yıllarında kardeşi Faruk Kakınç’la birlikte katıldığı bir yarışmada soyadlarının karıştığını söylüyor. Tarık Dursun, soyadını K. olarak değiştirmiş ve sonra hep K.’yı kullanmış.

 

20 Ağustos 2015 Perşembe

Gitmeyi Hatırlamıyor Değilim…

ECE İREM DİNÇ – 20 Ağustos 2015

Kimi zaman da yapayalnız gitmek,Uzun ve çok dönemeçli yolları…Adalet Ağaoğlu, “Hadi Gidelim”

Bir kitapta okumuştum; “Ey hayat!” diyordu şair Nizâmi; “Mademki senin gamın benim eteğimi tutmuş, mademki ekmeğimi alıp da heybeme koymuş, o hâlde artık gidebilirim… Ne ki gitmeyi hatırlamıyor değilim…”

Sadece “gitmek” fikri üzerine kurulmuş öyle çok masal biliyorum ki, bu yazıyı kaleme alırken de biteviye dönüp dönüp hatırlıyorum her birini. “Az gittim, uz gittim… Dere tepe düz gittim,” diyor bir tanesi. “Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek, soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittim,” diyor ötekisi. “Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim,” diyerek araya giriyor başka biri. “Gide gide bir arpa boyu yol gitmişim…”

Ne zaman ki içinde yaşadığımız bu dünya, bu kent, bu sokaklar dar gelir bize, o vakit hepimiz alıp başımızı öylece yürüyüp gitmek isteriz. İnsan dediğin su misali; akmazsa bulanır rengi, coşup çağlamadıkça hüzne bulanır sureti. Çoğu zaman hayatlarımızda süreklilik kazanan tek şey, olduğumuz yere “iş-güç” çivileriyle öylece mıhlanıp kalmak iken, gene de “gitme” fikrinin kendini sever, içten içe koruyup kollarız onu. Bu yüzdendir ki, yüzyıllık kıyılarını bir çırpıda terk edip de uzaklara gidebilen insanların ardından yarı hayran, yarı buruk el sallarız.

Bugün, burada, tam da uzun bir yolculuk evveli oturmuş bu yazıyı yazarken bir başıma; çocukluğumdan bu yana her okuyuşumda kalbimi kıpırdatan seyyahların hikâyelerini düşünürken buldum kendimi. Yollara iptila[1], her türlü melceden[2] uzak, ıssız, kıyısız fakat gönüllerini koskocaman bir dünyaya açma cesaretine vakıf olabilmiş bu daimi göçebeleri, bu yeryüzü yolcularını hayranlıkla andım. Efsane olur ki bir vakitler yer âlemini baştan sona tavaf etmeye meyyal olan bütün o seyyahlar vardıkları kentlere adım atmadan evvel müsaade isterlermiş, bir nevi destur mahiyetinde. Şayet kent, bile isteye ve kendi gönlünce aralamazsa kapılarını, o yörenin toprağı üzerinde yürümek evla değilmiş. Her kentin, her yolun, her sınırın ayrı bir hamisi, ayrı bir tanrısı olduğuna inanılırmış. Bu ilahi güçler, o bölgede yaşayanlar ile içinden geçip giden yolcuları her türlü beladan korumakla görevli imiş. Ayrıca yerin üzerinde ve yerin altında olanları, yani yaşayanlar ile ölüleri birbirine bağlayan bağ da onların elindeymiş. O bölgenin asıl sahiplerini ve ziyaretçilerini bu suretle ayırt ederlermiş. Marquez’in dediği gibi yani; eğer kişinin ayak bastığı toprağın altında ölüleri yoksa o kimse o toprağın insanı kabul edilmezmiş. O vakit misafir misafirliğini, yolcu yolunu bilmeli ve kandilini söndürmeden yürüyüp gitmeliymiş yeniden.

“Gitmelerin esrarı,” diye yazar eski bir seyyah masalında. İnsanın gönül pergelini az biraz oynatabilmesi için yerinden, gitmelerin esrarını okuyabilmesi gerekiyormuş evvela. Toprak gibi kendi ruhunun zeminine çakılıp kalmak yaraşmazmış insan evladına. Hayat dediğin yeni yollara, yeni hikâyelere ve her daim değişime ihtiyaç duyarmış. Ben demiyorum, eski bir seyyah masalı diyor. Bitip tükenmek bilmeyen bir süreklilik içinde bir an, tek bir an olsun durdurup da dünyayı, yolların masallarına kulak vermek iyiymiş bazen.

Bugün hâlâ yeryüzünün bir yerlerinde böylesi seyyahlar gezinir mi bilmem, malum ne yoldan ne de yolcudan kimseye bir haber yok. Ben en iyi Şebdiz[3]’i bilir, onu hatırlarım okuduğum masallardan. Hani rüzgârı geride bırakan bir süratle yolları yollara ekleyen, durup durduğu yerden ayrılalı beri feleğe bile dönüşünü unutturan, bütün bir âleme müptela gezgin Şebdiz…

Demem o ki, “gitmek” güzeldir bazen. Biteviye süregiden, içi bin bir türlü alışkanlık ve vazgeçilemeyenlerle tıka basa doldurulmuş bir dünyayı kısa bir an olsun durdurup da gitmek, gidebilmek, en güzelidir bazen. Mademki âdem âlemin, âlem de âdemin içindedir; öyleyse yepyeni hikâyeler biriktirmek üzere, benim için de yol vaktidir şimdi.

Ve çok, çok sevdiğim yazar Sevgi Soysal’ın da dediği gibi;

On bir ayın birisinde gidelim; güzel gidelim… On bir ayın birisinde muhakkak yepyeni bir yerlere gidelim…

Ömrünüzden yolların ve yolculukların eksik olmaması dileğimle…

[1] iptila: Düşkünlük, tiryakilik.[2] melce: Sığınak, barınak.[3] Şebdiz: Şirin’in atı.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Kahrolası Sentetikler ve Robotlar

İnsanlar ve sentetikler. Gelecek yüzyılın en büyük ayrımı bu olacak gibi görünüyor. Robotların tüm işleri yapmaya başladıkları ve “Bilinç” kazandıkları bir zaman. Synth isimli bu androidler neredeyse her meslekte çalışıyorlar. Yapay zeka ve beyaz yakalı robotlar üzerine daha önce yazmıştım. Son … Continue reading →

Google’ın ABCsi

Yeni çatı oluşumu Alphabet’i duyuran Google, çıtası çok yüksek bir oyun planına hazırlanıyor. Şirket, 21. yüzyılın en yenilikçi dönüşümünün önünü mü açacak yoksa dünyayı raydan çıkaracak bir felaketin kapısını mı aralayacak?

“Alphabet (alfabe) ismini sevdik çünkü harfler insanlığın en önemli inovasyonlarından dilin simgeleridir ve aynı zamanda Google arama endekslenmesinin temelini oluşturan topluluklardır.”

10 Ağustos 2015 Pazartesi günü Google kurucularından Larry Page’in http://abc.xyz sitesine yazdığı ve dünya piyasalarını sarsan blog yazısındaki beni en çok düşündüren cümleydi bu. Bu yeni oluşuma göre Google artık Alphabet oluşumunda yer alan bir şirket olarak yoluna devam edecek ve şu ana kadar Google altında toplanan şirketlerin arama işleviyle ilgili olmayanları ve bundan sonra kurulacak oluşumlar ile yapılacak satın almalar da Alphabet çatısı altında yer alacak.

Peki halihazırda hem şirket değeri hem de karlılık olarak son derece pozitif görünüme sahip ve finansal çıkış trendinde olan bir şirket neden böyle bir yapılanma gereğini hisseder? Aylar önce yazdığımız gibi, son dönemde şirket içi inovasyon süreçleri verimsiz ve öncelikleri belli olmayan şekilde yürütülmekte ve bu dağınıklığın (olumlu finansal gidişata rağmen) uzun vadede şirketi rekabet ve verimlilik açısından sıkıntıya sokması kuvvetle muhtemeldi. Ayrıca şirketin bünyesine giren hemen her inovasyonunun şirketin amiral gemisi arama motoru kerteriz alınarak önceliklendirilmesi de, şirketin geniş bir yelpazede hizmet vermesini engeller ve hatta hareket alanını “bir arama motorunun etrafında kümelenen hizmetler” seviyesinde kısıtlar hale gelmişti. Google+, Education, Latitude, Inbox ve Glass başarısızlık örnekleri ise bunun açık kanıtlarıydı. Elbette Alphabet, Google’ın kurucularının uzun zamandır tasarladığı vizyoner ancak zamanlaması itibarıyla tüm bu sorunları çözecek nitelikte olması açısından zamanlaması da manidar bir hamledir.

Tabii Larry Page ve Serge Brin ikilisinin oyun planı bunların çok ötesinde. Larry Page’in girişte alıntıladığım açıklamasından yola çıkarak Alfabedeki harflerin oluşturacağı sözcüklerden cümlelere, metinlerden kitaplara ve nihayet kütüphanelere uzayan zincire benzer bir taksonomiyle modelleneceğini düşündüğüm Alphabet, dünyanın en geniş ürün ve servis içeriğine, en anlamsal veritabanına ve en yaygın hizmet ağına sahip muazzam bir kurumsal dijital dönüşüm ve (adeta bir kuantum sıçraması) peşinde. Kurucularının vizyonuna, yeni CEO Suncar Pichai dahil ekibin dinamizmine ve en önemlisi eldeki kaynaklar ve rakiplerin durumuna bakıldığında, Alphabet’in bunu başaramaması için, kendisi dışında, hiç bir engel yok.

İstisna olarak sözünü ettiğimiz “kendisi” sözcüğünün ise, iki önemli boyutu var; İlki, eğer Alphabet altında konumlanan şirketler, 20. yüzyılın hiyerarşik organizasyonuna benzer dikey bir yapılmaya başlar ve her biri adeta birer derebeyliğe dönüşürse, işte o zaman 21. yüzyılın o yaratıcı ruhu kaybolur ve Alphabet, Sanayii Çağı’nın sıradan bir holding yapısına döner. 

Bu noktada Page ve Brin’i bekleyen bu büyük tehlikeden sıyrılmanın yolu, Alphabet’i formal bir şirketler topluluğu olarak değil içinde her formdan canlının yaşayabileceği esnek bir inovasyon ekosistemi olarak konumlamak ve vahşi kar güdüsünü gemleyip bu ekosistemin oyuncularının de hakkaniyetle beslenip yaşayabileceği bir refah ortamı oluşturabilmektir. Bu bağlamda şirketin yukarıdaki gibi değil daha yenilikçi ve yaratıcı bir organizasyon şemasına sahip olması şart. Bunlar yapılırsa, dijital emek sömürüsü ile ilgili dünyadan çeşitli muhalif seslerin yükselmeye başladığı bir dönemde, 21. yüzyılın ileri toplumu için önemli bir refah alternatifi olabilir Alphabet.

Alphabet’in önündeki ikinci ve en yaşamsal engel ise, bu yapılanma sonucu elde edilecek (aslında edilmekte olan) küresel bilginin insanlığın yaşamına katkıda bulunmak için mi, yoksa onun üzerinde bir “Büyük Birader” olarak hükmetmek için mi kullanılacağı. Google ve artık Alphabet’in çalışma alanları olan insan sağlığı, yapay zeka, vb. arge alanları artık insanlığın kaderini olumlu ya da olumsuz ama radikal biçimde değiştirecek sınırlara gelmiş durumda. Geçtiğimiz günlerde Stephen Hawking ve Elon Musk’ın da aralarında bulunduğu bir grup, bu konularda çalışan şirketleri tehlikeli yollara sapmamaları için uyardılar. Bu bağlamda Google’ın ilk kurulduğu günden beri kullandığı “Şeytan olma” sloganı iyi ama yeterli değil. Eğer Alphabet, kariyer ya da kar tutkusu üzerinden tehlikeli sınırları zorlar ve karanlık tarafa doğru yol alırsa bu hem şirket, hem de insanlık için bir felaketin kapılarını aralar. Bugünden yazalım; eğer böyle bir durum olursa Alphabet’in V harfi için planladığı (Ventures- Girişimler) şirketi karşısında bambaşka bir V grubu bulabilir!

* Tüm bu gelişmelere bakınca “Ya, biz bu memlekette nelerle uğraşıyoruz?” diyesi geliyor insanın!

Alphabet ile ilgili yerli ve yabancı ilginç değerlendirmeler:

1) Google’s name game: Alphabet has some swooning, others scorning (Patrick May-San Jose Mercury News)

2) Neden Alphabet’in cevabı Goooooooogle mı? (Merve Kara– Webrazzi)

3) Larry Page says he wants his fortune to go to Elon Musk. Alphabet is the next best thing (Dylan Mattews-Vox.com)

 

İçten gelen bir ışık

SEVİN OKYAY –  Marilyn Monroe bu dünyayı muhtemelen kendi isteğiyle bırakıp gideli yarım yüzyılı geçmiş. Acaba ona mahsus o parlak, sıcak güneş ışığı şimdi nerelere vuruyor?

15 Ağustos 2015

Eğlence ve sinema âleminin bir ikonu, en büyük efsanelerinden biri bu diyarları terk edip gideli yarım yüzyılı geçmiş. Babası belli olmayan, yoksul annesi de ruhsal sorunlara sahip Norma Jeanne Mortensen (vaftiz adıyla Baker), ya da tanıdığımız adıyla Marilyn Monroe, benzer koşullarda büyümüş her yoksul kıza umut verecek bir efsane yaratmıştı. Güzel ve seksi olsa da, aynı zamanda duygusaldı, utangaçtı, reddedilmekten korkardı. Şöhretine rağmen, aslında herhalde şöhreti yüzünden, çok yalnızdı. Ama hayatı severdi, ölümünden kısa süre önce gelecek için projeler yapıyordu. Meslek hayatının henüz başladığını düşünüyordu. En azından ona çok yetenekli bir oyuncu gözüyle bakan, Actors’ Studio gurusu Lee Strasberg böyle diyor. Strasberg, onun ardından yaptığı konuşmada, “Mükemmelliği arayan sadık dost Marilyn’e, içten gelen bir ışıkla parlayan bu kıza sevgiyle au–revoir,” demişti (“Çünkü vedaları sevmez o”). Strasberg, seks tanrıçalığıyla yetinmeyip kendini bulmak, iyi oyuncu olarak ayakları üzerinde durmak isteyen Marilyn’in o dönemde tutunduğu daldı.

Dedik ya, kendine güvenen bir kız değildi. Bir seferinde, “Küçükken kimse bana güzel olduğumu söylemedi,” demişti. “Her küçük kıza bu söylenmeli oysa, güzel olmasa bile.” Sonradan güzellik ve cinselliğin sembolü oldu, bir ikon haline geldi ama, demek ki küçükken ondan esirgenenlerin eksikliğini çekmiş hep.

Masumiyeti ve doğal cinselliği ona kırılgın bir hava veriyordu, kimse onun varlığı yüzünden kendini tehdit altında hissetmiyordu. Gücünü insanları istismar etmek için kullanan bir “femme fatale” değildi Marilyn. Tam tersine, yarattığı ilgiden kendi de şaşırmış görünüyordu. Bu ise onu daha da çekici kılıyordu. “Yukarda ışıklarla yazılı olan benim adım mı?” diye hayret içinde soruyordu. “Olamaz, ama orda duruyor işte. Işıklarla yazılı.”

Norma Jeane, başka ailelerin yanında büyüdü, dokuz yaşında yetimhaneye verildi. On altı yaşında evlendi, dört yıl sonra boşandı. Bu arada, Burbank’taki Radio Plane Company uçak fabrikasında çalışırken, mayolu pozlar vermeye başlamıştı. Sonra da saçını sarıya boyatıp pin-up oldu. 50 dolara poz veriyordu, o fotoğraflar bir milyon sattı ve 750 bin dolar kâr getirdi. Howard Hughes onları görüp genç modelle RKO şirketi için bir deneme çekimi yaptı. Ben Lyon’la Darryl F. Zanuck ondan erken davrandılar, Norma Jean’le haftada 125 dolara anlaşma imzaladılar. Oysa Zanuck ilk başta onu güzel bulmayıp geri çevirmişti.

Macera böyle başladı. İlk üç filminin ardından ,0 o daracık etekle kalçalarını kıvıra kıvıra yürüyüşü herkesin yüreğini titretti. Tam o sırada 1948’de çektirdiği çıplak fotoğraflar ortaya çıktı ve birden şöhretin doruğuna tırmandı. Masumiyetle seksi enfes bir kompozisyonla birleştirmişti ya da öyle doğmuştu belki, kim bilir? İzleyiciler onu affetti. Yoksul olduğu için soyunmuştu, kimsesi yoktu, değil mi? Hayranları onu daima affetmiştir zaten. Marilyn en fazla iş yapan oyuncu oldu. Derken Amerika’nın beyzbol ilahı Joe Dimaggio ile evlendi ve yerini büsbütün sağlamlaştırdı. Öldüğü zaman onun cenazesiyle ilgilenen kişi de Dimaggio oldu.

Sinema dünyasının gerçek bir ikonuydu, Greta Garbo ve Marlene Dietrich gibi. Öyle de olsa, bir sarışın ne kadar saldırıya dayanabilir? Herkes Marilyn’den bir şekilde yararlanmasını bilmiştir. Hakkında 300’den fazla biyografi (aralarında Norman Mailer’ın “Marliyn” kitabı da var), âlimâne makaleler yazıldı, hem de saygıdeğer isimler tarafından. Sayısız belgesel yapıldı. Warhol’un ipek serigrafileri ve porselen koleksiyon bebekleriyle dövmeler yarıştı. Marilyn aktrisken ikon oldu, sonra da lisanslı marka. Pazar payı olarak onunla ancak Elvis ve James Dean yarışabilir. Otuz altı yaşında, birkaç film çevirdikten sonra intihar eden bir kadın nasıl olur da epik bir meta halini alır? Üstelik şiirleri de vardı: “İmdat imdat / İmdat hayatın yakınlaştığını hissediyorum / Oysa ölmek tek istediğim.”

Actors’ Studio’da edindiği yeni arkadaşlardan biri de Arthur Miller’di. Marilyn kendi yapım şirketini kurdu, Miller’le evlendi. Ele güne, komedi yeteneğini gösterdi. Ama “Uygunsuzlar”ın ardından (dünyanın en bahtsız setiydi herhalde) Miller’le evliliği son buldu. Depresyona kapıldı, hastaneye yattı. Son filmi “Something’s Got to Give”in (1962) setine hep geç kalıyordu, geldiği zaman da doğru dürüst çalışmıyordu. Açıkçası, hali perişandı. Şöhretine falan bakmadan, onu setten kovdular. Otuzuncu filmi yarım kaldı Marilyn’in, hayatı da. Bir ay sonra, 5 Ağustos 1962’de Brentwood, California’daki evinde ölü bulundu, fazla miktarda uyku ilacı almıştı. Dünyanın en sevilen kadını seçilip Altın Küre aldığı yıl…

O gün neler olup bittiği hakkında da, kimlerin yanında olduğu, kimlerin onu izlediği hakkında da rivayet muhtelif. Herkes az çok bir şeyler anlattı, kimine inanıldı, kimine inanılmadı. Kuşku uyandıracak ihmallerden söz edildi ve Marilyn bu dünyayı bırakıp gitti. Ama filmleri, ille de fotoğrafları ve yaradılışına kendisinin de katkıda bulunduğu hikâyesi bize kaldı. Doğalı neredeyse yüz yıl olacak ama o yaşarken hiçbir filmini görmemiş gençler bile tanıyor Marilyn’i.

Işıl ışıl bir yanı vardı. Herkes onun çocuksu saflığını paylaşmak, güzelliğini doya doya izlemek isterdi. Lee Strasberg, eğer seyirciler onu kendilerinin gördüğü gibi görebilseydi, Marilyn Monroe’nun tiyatro sahnesinin büyük oyuncularından biri olacağını düşünüyor.

Sevgili Marilyn, veda etmeyi sevmezmişsin. Biz de sana veda etmiyoruz, senin yazdığın bir şiirle selamlarımızı yolluyoruz:

 “İşte böyle- / İyi geceler / İyice uyu / bir güzel dinlen / Ve başını koyduğun her yerde- / Umarım burnunu da bulursun-“