30 Temmuz 2015 Perşembe

Daima Bekleyen Gözler

ECE İREM DİNÇ – 30 Temmuz 2015

Kalbimin ucu, kararmış tahta bir kaşık gibiydi bayım!..Didem Madak

Kar helvası tadında, baştan ayağa beyaz, bembeyaz bir takım çekmiş üzerine delikanlı. Göğsünün tam orta yerinde gün sarısı parıltılar, kimine sarı kimine beyaz; kim nasıl, ne renk görmek isterse onu, tıpkı berrak bir su misali kendine bakanların hayallerine bürünüyor delikanlı. Akdeniz melezi; söylenenlere göre annesi Olympos’lu bir peri, babası ise İspanyol bir denizci. Yolu uzanmış ta Atina’ya; başında bin bir renkli serpuşu, adım adım dolaşıyor kıyılarda.

Derken Atina’nın uzak, ıssız bir dağına varıyor delikanlı. Duruyor, bakınıyor etrafına, tek bir insan evlâdı yok buralarda. Canı sıkılıyor bu duruma; iki laf edesi gelmiş oysa, bıkmış usanmış bir başına susup dolaşmaktan. Sesleniyor son bir umut; “Hey! Konuşmasını bilen biri yaşar mı bu yamaçta?”

“Yamaçtaaaa…” diye yanıt veriyor incecik, sağanak yağmur sesli bir peri kızı. Adı, Ekho. Şayet yoksa yanında yöresinde biri, konuşamıyor kızcağız bir başına. Ancak uzaktan, kendini göstermeden, söylenenlerin son kelimesini yahut son hecesini tekrarlayabiliyor.

Delikanlı heyecan içinde, kalbi kumrular gibi çırpınmakta… Demek ki varmış konuşacak birileri buralarda. “Yanıma gel!” diye bağırıyor. “Her kimsen, hemen yanıma gel…”

Ekho, şöyle bir uzanıp bakıyor. O an, onun da yüreği dalgalanıp derya misali coşmak, kendi havasından yükseklerde uçmak arzusuyla çarpıyor. Hani konuşabilse kendi kendine, bütün bir yeryüzü büyüklüğünde “aşk” diye yanıt verecek içindeki sese ya, konuşamıyor Ekho, olduğu yerde durup bekliyor ve hemen sonra, “Gel…” diye haykırarak gizlendiği mağaradan dışarı fırlayıp, ilk görüşte vurulduğu delikanlının yanında alıyor soluğu. Köpürmüş bir deniz gibi haykırdıkça haykırıyor Ekho; “Gel! Gel! Gel…” Öyle bir deniz ki, dalgaları aşk ve ümit dolu…

Delikanlı, apansız karşısında beliriveren bu peri kızına şöyle bir bakıyor ve ardından tek laf etmeksizin yürüyüp gidiyor yoluna. Zavallı Ekho; “Gel, Gel,” diye seslenmeye devam etse de, nafile, umduğu o kapı bir türlü açılmıyor. Tortop olup, hüzünle karışık bir öfkenin koynuna kıvrılıveriyor Ekho. Suretini gösterdiği için periliği elinden alınıyor, ama ne gam; mağarasına gerisingeri dönerken, çözülen diliyle yalnız ölümlülere has bir lanet savuruyor;

“Benim gözyaşımın her damlası, bir derya ahımın her kıvılcımı senin cehennemin olsun ey delikanlı! Dilerim sen de bir gün seversin ve asla kavuşamazsın…”

Naçar yürekli Ekho, aşk acısına dayanamıyor ve kısa süre içinde bir taşa dönüşüyor. Cismi gidiyor, sesi kalıyor.

Delikanlı mı? Yürüyüp gidiyor yoluna. Fakat masal bu, er ya da geç adalet yerini bulmalı. Ve günün birinde delikanlı duru, berrak bir pınar başına geliyor; uzanıp bakıyor sulara, aksini buluyor orada ve o an deli divane âşık oluyor yansımasına. Aşk kıvılcımı elden uzak oldukça ateşe dönüşür derler ya, delikanlı da uzanıp dokunmak istiyor sevdiğine. Oysa ne mümkün… Acılar içinde kıvranıp duruyor. Yüzü, adeta sarısabır taşına dönerken, içi kavrum kavrum kavruluyor. Nihayetinde bırakıveriyor kendini sulara.

Adı Narcissos olan delikanlının cesedi oracıkta, sarı-beyaz alacalı bir çiçeğe dönüşüyor. Nergis diyorlar bu çiçeğe. Kendine âşık çiçeğin ölümüne sebep olan suları, bir gözyaşı incisi olarak buluyor Olympos’lular. Merakla soruyorlar o vakit; “Bu gözyaşları, niçin?”

Gözyaşı incisi, bir süre sessiz kalıyor ve sonra şöyle diyor;

“Narcissos için ağlıyorum. Çünkü sularıma eğildiği zaman, gözlerinin derinliklerinde kendi güzelliğimin yansımasını görüyordum.”

İşte bu efsaneden dolayıdır ki, mesela, bugün yanından yürüyüp geçtiğim nergis çiçeklerinin sarı-beyaz kıvrımları arasında tüyden, hayali bir kalemle havaya nakşedilmiş olan hikâyeyi bir kez daha geçirdim içimden. Onun yaprakları için, “Daima bekleyen gözler,” demiş birileri. Doğrusu, benziyorlar bir parça. Etrafında sedef sedef, fildişinden kelebeklerin oynaştığı nergislere bakarken, bendeki beni gördüm bir an için. Delikanlıyla esvaplarımız, zamanlarımız, hikâyelerimiz ayrı idi; lakin o an, orada durmuş, beraberce yanı başımızdaki denize doğru bakarken gördüğümüz deniz de aynıydı, mavi de… Hemdil, hemsefer; yaklaşan aynı yazı bekliyorduk birbirimizden habersizce. Uzanıp, yapraklarına dokundum. Tarifsiz bir koku bulaştı ellerime. Şu hayatta en çok, ama en çok kendini sevebilenler; işte onların kokusu sinmişti artık tenime.

Sessiz, cılız bir selam gönderdim uzaklardaki Ekho’ya. Ve “Bak!” dedim, “Bak, kim var yanımda, burada?”

“Burada…” diye yanıt verdi güzel peri kızı.

Sesi buruk ve kıyısız gibiydi, yine de zindandan pervası olmayanların olağanüstü güzelliği içindeydi.

“Burada… Burada… Burada…”

28 Temmuz 2015 Salı

YAZAR KİMİN İÇİN YAZAR?

Romanımızın isimsiz kahramanı, lisansını Cambridge Üniversitesi’nde tamamlamış, Fransız ve Alman dili ve edebiyatı okumuştur. Çağdaş Fransız taihi konusunda bitirme tezi yazar ve sonra doktoru yapmaya karar verir. Doktora tezini de Goncourt ödüllü Fransız romancı Paul Michel hakkında yazacaktır.

(Sabit Fikir, Hayati Roman, 9 Temmuz 2015)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

 

 

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Okurunu yitiren yazar

SEVİN OKYAY – 25 Temmuz 2015

Foucault’yu Sayıklamak, sadece okur ile yazar arasındaki tutkulu ilişkinin değil, gerçek olanla kurmaca olan arasında ve delilik ile akıl arasındaki ilişkinin de altını çiziyor.

ON8’de birinci yılımı kutlarken buradaki bütün okurlarıma teşekkürü bir borç bilirim. Bugünkü yazımızdan da açıkça anlaşılacağı gibi, yazarlar okurlarına sandığımızdan daha da fazla bağlı olabiliyor. Patricia Duncker’ın ilk romanı olan (başkalarını da yazmış, merak etmeyin) Foucault’yu Sayıklamak / Hallucinating Foucault, esas olarak yazarlar ile okurları arasındaki aşkı anlatıyor. Önce yazar Paul Michel ile, kitaplarını bir mektup gibi sırf o okusun diye yazdığı kişi olan Michel Foucault arasındaki, sonra da kitabımızın adsız anlatıcısı ile Paul Michel arasındaki aşkı…

Duncker, yazarın okura (bu durumda, yazarın, yazar olan bir okura) bağlılığının da, okurun yazara bağlılığının da iyice altını çizmiş. Ama sakın bunları okuyup da çok akademik, ciddi, ders verici bir kitapla karşı karşıya olduğunuzu sanmayın. Hem öyle, hem değil. Her şeyden önce, Foucault’yu Sayıklamak çok sürükleyici bir hikâye ve fevkalade çekici bir kahramanı var. Eşcinsel olduğunu gizlemeyen güzel romancı Paul Michel, tanımadığını söylediği halde hayranı olduğu Michel Foucault’nun 1984’teki ölümünden bir hafta sonra bir mezarlığı altüst ettiği için gözaltına alınıyor. Paul Michel, kurmaca bir karakter ama gerçek olan Foucault’nun kendisinden çok daha gerçek. Okurların çoğunun Foucault’yu tanımayışının da bunda rolü olmuştur mutlaka. Michel’in Google’da kitaplarını arayanlar olmuş, ona âşık olanlar da… Hatta bir okur, “Bilmediğim bir şeyi anlatmıyorsunuz,” demiş, “annem okulda onun üzerine bir tez hazırlamıştı.”

Öyleyse, hikâyeyi özetleyelim. Adını bilmediğimiz anlatıcımız, lisansını Cambridge’de tamamlamış. 1968-1983 yılları arasında beş romanı, bir kısa hikâye derlemesi yayınlanmış ödüllü yazar Paul Michel üzerine bir doktora tezi hazırlıyor… Kendini ona adamış,. “Tez yazmak, yalnız ve saplantılı bir uğraştır. Hep kafanızın içinde yaşarsınız, başka bir yerde değil.” Tez hazırladığı sırada kısaca, Germanist dediği bir Germen dilleri uzmanıyla çıkıyor. Germanist de tezinin konusu Schiller’e çok düşkün. Germanist ve “Merkez Bankası” diye anılan bankacı babası, anlatıcımıza tuhaf bir şekilde destek oluyorlar.

Sonra anlatıcı, Paul Michel’in Fransa’da bir akıl hastanesinde tutulduğunu öğreniyor. Başlangıçta Paul Michel’e ilgisi sadece onun yazdıklarını okumakla sınırlıyken, ona fena halde bağlanıyor. Gidip yazarı aramak, kendisiyle konuşmasını sağlamak (konuşmayı seven biri değil), hatta mümkünse, onu hastaneden çıkarmak istiyor… Başından geçmeyen bela kalmamış, hatta belaya kaşınan Paul Michel’in dünyada en korktuğu şey ise, o okusun diye yazdığı adamı, Michel Foucault’yu kaybetmek. Ne yazık ki, bu korkusu da gerçekleşmiş. O yüzdendi ki, anlatıcı, nihayet Paul Michel ile karşılaşınca, ona kendini “İngiliz okurunuz” diye tanıtıyor.

Okur ile yazar arasındaki esrarengiz bağı keşfe çalışırken, Patricia Duncker, Foucault ile Michel arasında da bağlar kuruyor. İkisi de toplumun kıyılarını tercih eden adamlar, ikisi de delilik ve arzuya kafalarını takmış ve ikisi de isyanlarını yazdıklarıyla ifade ediyorlar. Clermont Ferrand’daki Sainte-Marie Hastanesi de ortak yanlarından biri. Foucault’nun akademik meslek hayatı orada başlamışken, Michel de sonunda kendini orada, sıkı güvenlik altındaki bir koğuşta, hasta olarak buluyor. Bir de, Michel Foucault’nun adı aslında Paul-Michel ama Foucault başından beri Paul’u kullanmamayı tercih etmiş.

Foucault’yu Sayıklamak, sadece okur ile yazar arasındaki tutkulu ilişkinin değil, gerçek olanla kurmaca olan arasında ve delilik ile akıl arasındaki ilişkinin de altını çiziyor. Bir yandan da edebiyatın yazara bahşettiği anlatma yöntemlerini rahatlıkla kullanıyor. Gerçi hikâyemizin bir isimsiz anlatıcısı var, ama Duncker, rüya sekanslarından, Michel’in Foucault’ya yazdığı mektuplardan ve gazete kupürleri ile haberlerden / makalelerden de yararlanmış.

Ona göre, mit tarihe açık fark atar. “Gerçekte neler olduğunun anlatılmasındansa, hayali dünyalara girmek çok daha heyecan vericidir.” Ayrıca, her kitabın arkasında da başka bir kitap olduğuna, bu kitapları seçmenin size kaldığına inanıyor.

Editörüm kitabı benden önce okumuş ve birazcık ağlamaklı olmuş diye ona takılıyordum. Ne var ki, bu alaylar aynı hale düşmemi engellemedi. Ama bu kitap ağlatan bir kitap diye tanımlanamaz, akademik bir çalışma olarak da. Heyecanlı bir hikâye, bir aşk (hatta iki aşk) hikâyesi; ille de edebi olsun diyorsanız, zaten öyle.

Duncker, “Ben Graham Greene ekolünden Katolik bir yazarım,” diyor. “Greene vaktiyle kendi yazdıkları için, ‘Biz tehlikeli uçlarda duranlarla ilgileniriz,’ demişti. Aynı şey benim için de geçerli. Ben toplumun kıyısında duranları, cinsel yasaklara karşı gelenleri, marjinalleri, delileri, gizlenmiş olanları yazıyorum… Yazdıklarım, okuduklarımdan ve en derindeki entelektüel kaygılarımdan geliyor. Herkes okusun diye muzip, anlaşılan, popüler janrlara: Gerilim, korku, polisiye ve tarihi aşk kitaplarına yakın şeyler olmalarına dikkat ediyorum. Mekân hissi kuvvetli olsun istiyorum. Greene gibi ben de gezer araştırırım, elimde kameram ve defterimle bütün dünyayı dolaşırım.

Peki ya Foucault’yu Sayıklamak?

Şöyle diyor Duncker; “Aşk hikâyesi olsun, okurlar ile yazarlar arasındaki aşkı anlatsın istedim. Kitaplar, şişedeki mesajdır. Foucaıult da, felsefeci olmaktan ziyade yazar olmak ister gibiydi. Paul Michel karakteri onun gerçekleşmemiş arzularının cisim bulmuş hali. Foucault’ya hediyem. Paul Michel’i James Dean kadar yakışıklı yaptım ve ona âşık ettim –daha ne ister ki?”

 

 

23 Temmuz 2015 Perşembe

Böyle Başlar Zerdüşt’ün Batışı…

ECE İREM DİNÇ – 23 Temmuz 2015

“Ama şu öğüdü vereyim sana ayrılırken ey deli;bir yerde artık sevemiyor musun,oradan geçip gitmeli…”Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt

(Resim: Nicholas Roerich, Zerdüşt, 1931)

İnsanlık var olduğu, kendini sorguladığı ilk günden itibaren, bilhassa iyilik ve kötülük arasındaki çizgiyi, kimi zaman tanrısal güçle, kimi zaman bilimle, kimi zaman da felsefeyle belirlemeye çalışmış ve bulduğu yöntemleri kendince bir rehber saymıştır. Fakat bu noktada sizi yanıltmak istemem, zira az sonra yazacaklarımın hiçbiri bilimsel, tanrısal ya da felsefi boyutlarda salt iyilik ya da kötülükle ilişkili olmayacak. Öyle ki, her iki kavramın da çok, çok ötesine geçmeyi başarabilmiş olan öteki insanlardan söz edeceğim. Daha açık bir aydınlıkla ifade etmem gerekirse, bu, yaşayan yıldızların hikâyesi olacak; diğer bir deyişle, Zerdüştler‘in…

Nietzche’nin meşhur Zerdüşt’ünü az çok bilirsiniz. Hani, otuz yaşına basınca yurdunu ve yurdunun gölünü terk ederek dağlara çıkan o bilge adam… Orada, vardığı uzaklıklarda ruhunun ve yalnızlığının zevklerine ulaşan Zerdüşt günün birinde, bir şafak vakti kalkar ve güneşin karşısında dikilerek ona şöyle der;

Ey ulu yıldız! Kendilerine ışık saçtıkların olmasaydı, saadetin nerede kalırdı? Bak, on yıldır yükselir durursun mağaramın üstünde; benim için, kartalım için, yılanım için… Şayet bizler olmasaydık, ışığından da, bu yoldan da bıkardın. Ey ulu yıldız, bundan böyle daha derinlere inmeliyim… Denizin ardına batıp alt dünyaya ışığını götürürken, akşamları senin yaptığın gibi tıpkı… Mutluluğun yankısını dört bir yana götürmeden evvel şimdi, şu dakika, şurada batmalıyım en derinlere…

Ve işte böyle başlar Zerdüşt’ün batışı.

İyi ile kötü, haz ile elem, ben ile sen… Zerdüştler’e göre, bütün bunları bilmek, kavramak ve çözümlemek hem bir erdem hem de bir felakettir özünde. “Erdemlerini seveceksin,” derler, “çünkü günün birinde, onlar yüzünden yok olacaksın…”

Peki kimdir bu Zerdüştler? Ne farkları vardır senden, benden, bizlerden?.. Şöyle kafamızı iyice bir sallayabilsek, yüklerimiz topak topak dökülüverecekken üzerimizden; adına Zerdüşt denilen bu insanların yüksüz, tasasız, dünya çilesi görmemiş gibi duran o ferahfeza halleri nereden gelir? Sahi, nedir bunun sırrı?

“Zerdüştlük” çok, çok eski zamanlardan kalma bir terimdir. Kimileri buna, “Mecuzilik” de diyebilir. Bir tür dini inançlar bütününü ifade eder aslında. Ateşin kutsal sayıldığı dinlerden biridir ve ateş, bu inancın tanrısı olan Ahura Mazda’nın ruhudur. Zerdüştler, dünyanın dört evreden oluştuğuna inanırlar. Buna göre birinci dönemde iyilik ve kötülük ortaya çıkar, ikinci dönemde dünya karanlığa ve felaketlere doğru sürüklenir. Üçüncü dönemde ise iyilikle kötülüğün mücadelesinin sonunda, zafer iyilerin olur. Tıpkı o eski Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi yani… Kim bilir, belki de o dönem yönetmenlerinin de içlerinde bir parça Zerdüştlük olacak; zira her filmde evvela iyi ile kötü karşılaşır, sonra felek türlü oyunlarla en galiz yüzünü ortaya çıkarır ve en nihayetinde kazanan yine iyiler olur. Öyle ki, buna, gelmiş geçmiş tüm Zerdüştler’in Anadolu topraklarında yaşamış oldukları teoremini de ekleyecek olursak, Yeşilçam felsefesinin kaynağını, bir parça da olsa, ateşin çocuklarına dek çekip uzatabiliriz.

İşin dini boyutlarını bir yana bırakacak olursak, Zerdüştler aslında, güçlü birer filozof ve düşünce adamı olarak da tarihe adını yazdırmayı başarmış bilge kişiliklerdir. Ne ki, antikçağ Yunan filozoflarının ana hareket noktası da Zerdüştler’in felsefi öğretilerine dayanır. Ahura Mazda aklın efendisidir, Zerdüştler ise “Yaşayan Yıldızlar”… Her daim soran, sorgulayan, insanlığın özlemleri ile yaşamın sunduklarını belli bir dengede tutmaya çabalayan bu insanlar, evrenin özdevinimlerini arkalarına alarak uzun, çok uzun bilgelik yollarına çıkmışlardır. Bu uzun ve engebeli yolları nasıl tamamladıklarını soranlara ise şu yanıtı vermişlerdir;

İnsanoğlunun geleceğe dair taşıdığı o bir avuçluk umut, eğer yüreğinin terkisinde duruyorsa hâlâ, aşamayacağı yol yoktur. Çünkü insana yürümeyi öğreten şey; içinde hafif, narin, canlı, minicik ruhların uçuştuğu o umudun ta kendisidir işte!

Böyle buyuruyordu Zerdüştler.

Küçücük ruhları ve uçsuz bucaksız gönülleri vardı onların. Kurtarıcılara inanmazlardı. Saatleri, beklenen erdem vaktini vurduğunda ise şöyle derlerdi;

Olgunluk zamanı, bir sabahtı. Fakat artık benim gündüzüm başlıyor; gel artık, gel, ey büyük öğle!

Adına “dünya” denilen ve muammaengiz yollardan, dönemeçlerden mürekkep bu boşlukta içimizde kalan bir pişirimlik Eyûb sabrıyla yol alma telaşındayız her birimiz. Çizdiğimiz sınırlar, ördüğümüz duvarlar, sakladığımız sırlar boyumuzu aşıp da biperva noktalara doğru uzandığında, belki de bütün bunların olgunluk çağlarımıza yollanan bir sabah vaktinden ibaret olduğunu düşünmek evladır, kim bilir. Ne de olsa, herkesin öğle vakti er ya da geç mutlaka gelecektir. Ve bir Zerdüşt’ün deyişiyle;

Eğer kâinat bahçesinden bir servi eksildi ise, sen sağ ol ki, kâinatın canı sendedir!..

 

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Bayram geldi cihane…

SEVİN OKYAY – 18 Temmuz 2015

Bu bayram gününde, aslında benim size, yaş icabı, ne bileyim, rahmetli Burhan Felek gibi (kendisini pek severdim) eski bayramları tatlı tatlı anlatmam gerekir.

Gelin görün ki, doğru dürüst bir şey hatırlamıyorum. Annemin hiç akrabası yoktu, babamın da bir halası (ona “babahala” derdik) bir üvey halası (Büyük Hala), bir de hala kızı vardı. Büyük Hala’nın kızı, yani Suat Hala. Mecburi bayram gezmelerimiz bu halalarla sınırlıydı. Babamızın halası olan Feride Hanım, emekli bir başöğretmendi. Aklı pek yerinde olmayan bir oğlu, tasvip etmediği bir gelini, sakin bir kocası vardı. İkisi ikiz, üç de torunu. Eli sıkıydı, misafirler genelde bir önceki bayramdan kalma şekerlere talim ederdi. Bize şeker ikram vakti gelince ise gelinine, “Naciye, sedirin altından verme,” derdi. Kızıltoprak’ta ortancaları olan nefis bahçesiyle, üç katlı ahşap bir konakta otururdu. Genelde Kadıköy’den faytonla giderdik. Çok eğlenceliydi. Niyazi Amca, özellikle Sinan’a, gıcır on liralık hatırı sayılır bir bahşiş verirdi. Ev hâlâ orada, harap anıt mezar gibi duruyor.

Başka neler vardı? İşe yaramayan şekerler (doğuştan tatlı sevmem), pek güzel olsalar da, sayıları onu aşınca anlamsızlaşan mendiller, annemin her bayram gününe ayrı bayramlıkla beni bütün mahalleye rezil etmesi ile, doğru dürüst bayram harçlığı bile toplamaktan aciz oluşum (evden çıkmadan, “Çingenelik etme, çocuğum!” diye sıkıca tembihlenir, ancak en ısrarcı harçlıkçılardan harçlık alabilirdik).

Bayram yerleri de naçiz bayram tarihimizin içinde yerlerini almıştır. Kızıltoprak’ta bir tane vardı. Sinan, Küçüksu Çayırı’ndaki kayık salıncağını hatırlıyor. Ben kazanlarını cadı edasıyla karıştıran mısırcıları… Esas olarak, Ihlamur’daki bayram yerini unutamam. Hep, çocuklara mahsus mavi salıncağa bindirilirdim. Annem yeşile binmeme izin vermezdi. Sonunda galiba ona kavuşmak nasip oldu ama asıl göz koyduğum salıncağa, büyüklerin siyah salıncağına binemeden bayram yeri kapandı. Bir de lokomotif vardı ki, hiç unutamam. Hep binmek isterdim, çabucak “Yandı!” diye bağırırlardı. Annem, taş çatlasın iki seferden sonra artık beni bekleyemeyeceğini söylerdi.

Yakın zamanlardan hatırladıklarım ise, sabık akrabalarım olan, ama en yakınlarım arasında yer alan eski eşimin ailesiyle olan bayram gezmeleridir. Bu gezmeler arasında gidilen yerlerden ikisinde çok iyi yemek yapan yengeler vardı ve bayram ziyaretleri amacını kaybedip, hangi yengede neyi daha çok yersek hakkımızda daha hayırlı olabilir şeklindeki ince hesaplara dönüşüyordu. Ne var ki, ikisinin elinde de lezzet vardır, gerçekten.

Yıllar önce yazdığım “Sosyalleşelim, afiyet olsun!” başlıklı yazıda böyle bir bayram gezmesini anlatmışım ki, hakikaten âlemdir. Küçük görümcemle kocası, kızımla birlikte karşıdan gelmişti. Ben de arabaya dahil oldum, oğlumu da aldık. Önce sabık eşimin amcasına gittik. Çocuklar için iki yenge söz konusuydu, babalarının amcasının eşi ve kendi amcalarının eşi. Ama bizim meselemiz, nerede ne kadar yenmesi gerektiği üzerinde odaklanmıştı. Maksat yengeler küsmesin. İlk yenge evine gittiğimizde sabık eşimle onun yeni eşi ile ev sahiplerinin büyük kızı ve eşi de oradaydı. Yedik içtik, aklımız öbür evdeydi ama. Hatta yolda dayanamayıp telefon ederek, “Geliyoruz” dedik. Kapıdan girince Seher’e, hiç utanmadan, dolmalar tamam mı diye sordum. Bizimle kafa buldu, çay yanına biraz bir şeyler yaptığını söyledi. Hafif bir şok geçirdik ama, inanmadık.

Küçük oğulları evdeydi, büyüğü birazdan genç eşiyle birlikte gelecekmiş. Bizim sabık eşle yeni eşi ise, ilk evde biraz daha oturmuşlardı; onlar da sonradan geldi. Şu kadarını söyleyeyim ki, eğer kendilerine dolma kalmışsa, tamamen istiap haddinden doğan bir meseledir. Ben bir ara dolmaları (bana) doggy bag yaparlar mı diye sordum ama yüz vermediler.

Ancak, asıl rezillik profiterolden çıktı. Evet, Seher profiterol yapmıştı. Ben kızıma yavaşça, “Profiterolü ne zaman yiyeceğiz?” diye sordum. “Bekle biraz, ayıp,” dedi. Derken, her dileğinin ânında yerine gelmesine duacı olduğum görümcem yerinden kalktı geldi (o kibar kibar kanapede oturuyordu, biz masaya dizilmiştik, maksat vakit kaybetmeyelim), eline kaşığı aldı ve “Profiterol açılışını yapıyorum,” dedi. Kızım, “Sevin Okyay zaten biri alsın diye bekliyordu,” dedi. Görümcem de bana “İstiyor musun?” diye sordu. Kendisine, bir deliye nasıl bakılırsa öyle baktım ama, doğrusu kaşığı kapıp kendime servis yapmaya niyetim yoktu. Durumu anladı, bol kepçe tarafından bana bir profiterol servisi yaptı. Hatta, melul melul baktığımı görünce, “Allah aşkına, biraz daha al,” deyip, ikinci kaşığı da doldurdu. “Eh, sen ısrar ediyorsan,” dedim. Sonra aynı şeyi hepimizin birbirimize yapmamız gerekti.

Bayram ziyaretleri bir zorunluluk diyenlere teessüf ederim, yemek kültürünü geliştirme açısından çok faydalı oluyorlar. Ben başka bir yerde bu kadar yesem, yemin ediyorum ki hasta olurdum. Aile sevgisi gibisi yok, o gün turp gibiydim maşallah. Şimdi ise, bu ziyaretler sona erdi; ama eksik olmasın, çocuklar gelirken bir şeyler getiriyor. Dün de sürpriz yapıp haber vermeden gelmişler.

İyi ki bacağım tutmuyor da Remzi Kitabevi’ne gidememiştim. Pelit torbaları ortada kalacaktı.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Özgür Uçkan’ın ardından…

Türkiye’nin çorak İnternet kültürünün nadide insanı, hepimize çok şey katarak aramızdan ayrıldı.

Uzun zamandır dostlar arasında fısıltıyla dillendirip zihnimizden kovmaya çalıştığımız kabus gerçeğe dönüştü ve Özgür hocanın ölüm haberi düştü ekranlarımıza.

2009 yılında dönemin gözde sosyal medya platformu FriendFeed.com’da tanışmıştık. Sanal ortamda tanışmanın doğası gereği, önce onu sadece oradaki siyah gözlüklü avatarı ve paylaşımları üzerinden tanımaya çalıştım. İlk izlenimlerim, son derece ödünsüz ve hatta yer yer sert ancak son derece donanımlı bir entellektüel olduğu yönünde idi. Tartışmalarda uzun uzun açıklamalar yapar, linkler üzerinden referans gösterir ve her tartışmada adeta bir makale yazmış kadar olurdu.

Açıkçası İnternet’in geliştirici ve dönüştürücü hemen her alanında bu kadar fazla detay ve derinlik yakalayan biri, ilk başlarda bana pek inandırıcı gelmemişti. Kendisinin bunları bir yerlerden arama motoru yardımıyla bulup “kopyala-yapıştır” yöntemiyle idare ettiğini düşünüyordum. Aylar sonra daha ilk karşılaşmamızda, tüm o paylaştıklarının hemen hepsinden ayaküstü söz edip referans verdiği kaynakların sayfalarını bile kafadan tüm detaylarıyla söyleyince, farklı bir insanla karşı karşıya olduğumu ancak idrak edebildim.

Sonraları sanat, felsefe ve ekonomi gibi her biri bir ömür uğraşı gerektirecek alanlardaki nitelikli çalışmalarına da görme, konuşma ve tartışma fırsatım oldu. Aslında Özgür hocayı herkesten ayıran yönü de buydu; çok-disiplinli ve disiplinler arası bakışı. Geçmişten gelen tüm bu birikim ve deneyimini, İnternet gibi dinamikleri net olmayan ama dönüştürücü bir alanla harmanlayabilmek, içinde yaşadığımız bu çağın pek az insanında toplanan bir haslet. İşte bu nedenle hem eski hem de yeni kuşağı ve onların ruhunu çok iyi yakalayabilen nadir akademisyenlerdendi Özgür hoca. Akademik araştırmalar konusunda yönlendirdiğim pek çok öğrenciye (onca vakitsizliğine rağmen) beklediğinden fazlasını sunar ve karmaşık kavramları bile yalın anlatabilme yeteneği sayesinde zihinlerinde farklı ışıklar yakardı.

İnternet, Özgür Uçkan için bir akademik çalışma alanının çok ötesinde bir yaşam alanıydı. “İnternet özgürlüğü” kavramı, benliği hatta kendi adı gibi, onun olmazsa olmazıydı. Bu konudaki tüm tartışma ve mücadelelerde ödün vermez ve sert bir yaklaşım sergilerdi. Herkesin tereddüt ettiği, sinikleştiği ve hatta geri adım attığı zamanlarda bile Özgür hoca, duruşunu bozmazdı.

Onun “kırmızı çizgileri” yoktu, yaşam ilkeleri vardı. Bunları hiç bir zaman pazarlık konusu etmez ve tartışmalarda kıyasıya savunurdu. Bu tartışmalarda onun görüşlerine katılmayan hatta ona kırılan insanlar bile kişiliğine ve bilgisine her zaman saygı duymuşlardır. Zaten onun niyeti de, kendi görüşünü başkalarına empoze etmek değil aksine kendisini ve yaşam ilkelerini iyi ifade edebilmekti. Zaman zaman benim de onunla farklı düşünce ve duruş sergilediğim olmuştur ama her ikimiz de tartışma zeminimizi hiç bir zaman kaybetmedik aksine oradan beslenmeye özen gösterdik. Zaten bir arada yaşamanın ve saygılı bir tartışma zemininde çok seslilikle ilerleyebilmenin yolu da bu değil miydi? Üstelik onunla yaptığım tartışmalarda ne çok şey öğrendim ve öğrendik hepimiz. Herkesin kişiliğini, birikimini ve becerilerini iyi analiz eder ve ona göre yol gösterirdi. Gelişimine katkı ve yön verdiği ne çok öğrencisi, ne çok dostu olduğunu, ancak bugün sosyal medyadan fark edebildik. Bana da özellikle İnternet’in gelecekteki mimarisinin süpermerkezi mi yoksa gayrimerkezi mi olacağı konusunda ödevler verir, bu konuda yazı yazıp yazmadığımı bile takip ederdi.

İki yıl önce başlayan rahatsızlığı bile uzun süre, bu konudaki motivasyonuna, enerjisine ve üretkenliğine engel olamadı ama son zamanlarda sadece Twitter’da her gün otomatik yayınlanan kişisel gazetesi ve o son tweetiyle usulca veda etti bizlere.

Kuşkusuz ardında bıraktığı kitap, makale-yazı, konferans ve dersler hepimiz için değerli bir miras ama onun bizlerdeki bu emeğinin karşılığını bulması için sanırım hepimize düşen en önemli sorumluluk; Özgür ve İnternet sözcüklerinin birbirinden ayrılmaması için mücadele etmemiz olsa gerek.

Bunun da ötesinde onun özgür kişiliğini İnternet’in ruhuna yansıtacak bir eser, proje ve/veya ödül üzerine çalışmaya bugünden başlamamız gerek.

Özgür Uçkan, Türkiye ve dünya İnternet kültürü üzerine yaptığı katkıları, duruşu ve eserleriyle hep aramızda olacak ama kan ter içinde bir problemle boğuşurken yanınızda bitiverip aradığınız alet-edevatı size gülümseyerek veren o ustayı, öğrencilerimle benim eksik disiplinlerimizi tamamlayan o hocayı ve duruşunu her daim takdir ettiğim o Özgür insanı çok özleyeceğim ben.

Ailesinin, kurucuları arasında olduğu Alternatif Bilişim Derneği üyelerinin, öğrencilerinin, dostlarının ve sevenlerinin başı sağolsun, başımız sağolsun!

 

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Geek kere Geek!

SEVİN OKYAY – 11 Temmuz 2015

Geek Festival Avrasya 2015, 27-28 Haziran’da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeydi.

Daha kapıdan girdiğim anda Geek Festivali’ni yazmaya karar vermiştim aslında, ama araya başka şeyler girdi. Doğrusu, Joan Baez’e de “başka şey” demek istemiyor insan. Ama bizim için Geek’ler de önem taşıyor.

Geek Festival Avrasya 2015, 27-28 Haziran’da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeydi. Kutlukhan’la (Kutlu) ikimiz konuşmacı olarak davetliydik. Yoksa FABİSAD (kurucu) üyesi olarak mı? Yo, ikisi de değil. YKY’den çıktı çıkalı bizi de kendisiyle birlikte sürükleyen, basbayağı meşhur eden çocuk hakkında konuşmak için. Çok zor yürüdüğüm günlerden biri olduğu için, evden Kutlu’yla çıktım. Meğer dizim artık ölmeye hazırlanıyormuş da, ben geçer sanıyordum.

Neyse, kapıda kartlarımızı teslim aldık. Unvanımız: Konuşmacı. Kutlukhan’a bilmem kaçıncı kere, “Ne diyeceğiz biz?” gibilerden hafif ebleh bir soru sordum. Omuzunu silkti. (İnsanın için ferahlatma konusunda üstüne yoktur.) İnsanların karşısına çıkmaktan tırsan biri olarak neler uydururdum da, neyse ki, ana kapıdan girer girmez Geek ruhum kabardı. Tam karşıda deniz, ama ona bile bakayım demiyorsun. Hemen etraftaki masaları kesmeye başladım. Bir şeyler buldum ama alırsam bir işe yaramayacağımın da farkındayım. Onun yerine gezdim, biraz misafirlik ettim. Sonra da, sırıta sırıta bir koridordan geçip, konuşacağımız salonun kapısına geldik. Bir çay edinmeyi bile başardım. (Yaşasın Merve Çay!)

İçerideki arkadaşlar konuşmalarının sonuna gelmişler, ama saatler biraz kaymış. Arada bir ekip daha varmış. Kim var diye sordum, K’lı falan bir şeyler söylediler -malum, kulak da duymuyor- çayımı alıp masaya oturdum. Bir beş dakika geçmişti ki, “Kayra” lafı duydum. Ne, Kayra mı? Zıpladım, Kutlukhan’a “Kayra mı dedi?” diye sordum. Kutlu sakin sakin, “Ben zaten duymadığını anlamıştım,” dedi. “Kayra konuşuyor içeride.”

Kapının önüne geldim, ama açmaya da cesaret edemiyorum. Acaba kapı salonun ne tarafına açılıyor? Yavaşça sapı çevirdim ve sahneyle kabak gibi yüzyüze geldim. Salon da hemen sağımda uzanıyor. İşin komik yanı, sahnedekiler de ayakta. Bana yakın olan konuşmacı, Kayra Keri Küpçü tabii. “Ablacığım, çok özür dilerim, başka yer yoktu, buraya oturdum,” dedi. Ne diyorsun sen, kardeşim? “Kes şunu, Kayra!” diyorum, dinlemiyor tabii. Bütün salon bana bakıyor. Sonunda bangır bangır “SEVİN OKYAY!” diye de ilan etmez mi? Herkes de tanımaz mı? Neyse ki, normal bir çocuk çıktı da, “Herkes tanıyor, kimsiniz? Ben meşhur insanları tanımak isterim,” dedi. Her neyse, ben o sırada nispeten kıyıda bir yere oturmuştum. Arkadaş oğlu olmasa, elimde kalacak (heh he!).

Kayra’yla birlikte, telaştan adını bile duymadığım arkadaşının ardından, Yankı (Enki) ile Burak (N. Aydın) çıktı. Çok da severek dinliyorduk, ama zaten geç başlamışlardı, bu sefer de Yankı rahatsız oldu. Onları beklediğimiz için kısa keseceklerini söylemeye başladı. Ne yaptıksa fayda etmedi. O arada Potter’cılar da akın etmişti bile. Ve kendimizi sahnede bulduk.

Böyle yerlerde konuşmak harika oluyor. Okulların da, kitap fuarlarının da bir resmiyeti var, kurallar koyuyorlar. Oysa burada, çevirdiğimiz kitapların kahramanlarını sevenlerle birlikteydik. Kutlukhan, “Herhangi bir şey anlatacağımıza birlikte konuşalım,” dedi. İyi bir seçimmiş. Zaten Potterhead’ler daima senden fazla ayrıntı bilir. Rowling bile onlarla başa çıkamamıştır. Çok soru sordular, cevap verdik. Ben biraz eğlendirdim, Kutlukhan elinde olmayarak biraz bilgilendirdi. Kutlukhan daha çok konuştu, çünkü ben soruları duymadığım için tekrarlamak zorunda kalıyordu. Eh, bu da bir yere kadar tabii. Sonunda çocuklara, atılmak istemiyorsak çıkmamızın isabet olacağını söyledik. Biraz da dışarıda konuştuk. Bu arada, ertesi gün için davetler gelmeye başlamıştı. Ama ben, o gün bile ayıp olmasın diye gitmiştim zaten.

Oradaki arkadaşların kıymetini bildik ama. Tanıdıklarım vardı, arkadaşlarım. Eşiyle birlikte gelmiş İlker Karaş’la artık aynı işyerinde çalışmadığımız için ne zamandır görüşmüyorduk. Rastlaşmak harikaydı. Bir avuç kişi konuşup deşarj olduk. Ama geçen seferki gibi muhtelif kılıklara girmiş FRP’cilerin peşine takılmadım. O toplantıya da beni İlker Karaş götürmüştü, İTÜ Eski Kütüphanesi’nde soğuktan donup fevkalade eğlenerek saatlerce oturmuştuk. İlker, Darth Vader’i üstüme salmış, ödüm kopmuştu. Öyle heyecanlanmıştım ki, fotoğraf çektirmek istiyor ama söyleyemiyordum. Sonunda İlker beni yanına itmiş, kulağıma da “O Ateş, abla, heyecanlanma!” demişti. Gene de insan bu kadar heybetli birinden çekiniyor. Koskoca Darth Vader yahu, şakası olur mu? Fısıldayarak, “Ateş, sen misin?” demiştim, o da yüksek perdeden homurdanmıştı. Neyse, birkaç dakika sonra titrek bir sesle “Darth Vader nerede?” deyince aldığım cevap beni rahatlattı. Oyun oynuyormuş.

Tarihimizde böyle bir ilk tecrübe olduğu için, Potter’cılarım çok üzülse de, ne yazık ki ertesi günkü yarışma için söz veremedim. Süperdi ama. Kaçınılmaz bir şekilde Harry’ler, başka kitaplar, kâğıtlar imzaladık. Sandviçler yedik. Tebdilikıyafet halde oraya gelmiş köpeği sevdik. Birlikte gittiğimiz Bekir Dalgıç, hem bizim hem de onun resimlerini çekti. Hatta o, Facebook’ta daha fazla ilgi görmüş. Hiç şaşmam. Bu sefer ciddi bir şekilde bir oyuncak alıyordum ki, Kutlukhan gene cesaretimi kırdı. Olsun, çok eğlendim; herkes eğleniyordu. Pek çok yeni arkadaşla tanıştık. FABİSAD’cı sayısı fazla değildi gerçi. Herhalde açılışta oradaydılar diye düşündüm. Hayalgücümüzü çalıştıran FABİSAD bizi yaramazlığa da teşvik ediyor. Madem her şey mümkün, değil mi?

Geek Festival’im beni bir hafta süreyle kendime getirdi. Diz de neymiş?

7 Temmuz 2015 Salı

Kalabalıkların Gücü

Londra’da bir ayakkabıcı dükkanında çalışan bir İngiliz, “neye ve kime güvenerek” Yunanistan’ı kurtarmaya kalkışıyor?

Bu aralar Yunanistan üzerine yazmak o kadar moda oldu ki, yazmayanı dövüyorlar. Hatta bendeniz de furyaya katılıp dünkü referandumdan bir gün önce kısa bir seyahat için gittiğim Yunanistan’daki izlenimlerini Atina’dan… pardon Kavala’dan bildirdim Ama gelin biz “Arif’in Manchester’e attığı golü arayan delikanlı” misali Yunanistan’dan yola çıkarak bambaşka diyarlara gidelim..

Geçen hafta iflas aşamasına gelen Yunanistan’ın IMF’ye olan 1.6 milyar Euro borcunun ödenmesine destek amacıyla Thom Feeney adlı bir İngiliz İnternet kullanıcısı, popüler bağış sitesi Indiegogo.com’da “Greek Bailout Fund yani Yunanistan’ı Kurtarma Fonu” başlıklı bir kampanya başlattı. Sizlerin bu satırları okuduğunuz sıralarda tamamlanacak bu 1 haftalık kampanyada ne kadar para toplanacağı ayrı bir merak konusu ancak Feeney, daha ilk 72 saat içinde İnternet üzerinden 60 bin kişinin irili ufaklı katılımıyla 1 milyon Euro’yu aşan bir miktarı toplamayı başardı. Londra’da bir ayakkabı mağazasında satış elemanı olarak çalışan bu mütevazı İngiliz gencinin medyaya yaptığı açıklamalara bakılırsa, bu girişimiyle açtığı yolun topladığı paranın çok ötesini işaret ettiğinin henüz idrakinde değil.

Aslına bakarsanız kampanyaya destek veren hemen her bağışçı da, bu 1.6 milyar Euroluk hedefe ulaşmanın mümkün olmadığının bilincinde. Üstelik sözü edilen miktar sadece Haziran ayında yapılması gereken ödeme. Oysa Temmuz-Ağustos-Eylül döneminde ayda ortalama 6 milyar Euro olmak üzere sene sonuna kadar toplam 27 milyar Euro gibi toplanması imkansız bir rakam var ortada. Ülkenin durumunu daha iyi görebilmek için bu vb. konulardaki verileri oldukça anlaşılır görselleştiren Manset.at sitesinin şu infografiğini ödünç alalım.

Peki o zaman nedir bu 60 bin kişiyi böyle bir imkansızın peşinde koşturan şey?

İşte bu noktada İnternet’in zaman-mekan sınırlarını ortadan kaldıran ve katılımcılığı teşvik eden siber doğasında filizlenmeye başlayan kitlesel dayanışma kültüründen söz etmek lazım. Buranın adeta içinde doğup büyüyen becerikli yeni kuşak ile deneyim sahibi müdavimler için İnternet, sorumluluk ve sorunlarla dolu günlük yaşamlarına alternatif olacak biçimde roller üstlenip çözümler üretebildikleri bir siber dünya.

İnternet kullanıcıları da, bu bağlamda dayanışma ortamını tesis etmek için gönüllü bir çaba içinde. Bu, kimi zaman Feeney gibi isimsiz bir kahramanın aklına gelen “Yunanistan’ı kurtarmak” gibi ‘akıldışı’ bir fikirle başlıyor ve akabinde artık yer kürenin başlıca kamusal alanı haline gelen sosyal medyalarda (dil bariyerlerini aşacak şekilde geliştirilen tercüme yöntemlerinin de desteğiyle) giderek çeperi genişleyen biçimde tartışılmaya başlanıyor. Bu süreçlerin çoğunda önceki benzer vakalarda yaşanan sorunlara ‘birileri’ çözüm bulmuş oluyor. Örneğin; geniş kitlelerin izleyici ya da aktivist olarak katılımını sağlamak için Ustream, Meerkat, Periscope gibi araçlar, onların maddi katkı ve katılımını sağlamak için da Kickstarter, Indiegogo gibi kitlesel fonlama (crowdfunding) araçları geliştirilip kullanıma alınıyor. Her aşama bir öncekinden çok daha gelişmiş çözüm araçları ve buna bağlı olarak çok daha geniş bir katılımcı kitle yaratmakta ve nihayet bu sayede güçlenen kalabalıklar, odaklandıkları her soruna kendi anlayışlarına göre çözüm getirdikçe geleneksel işleyişleri altüst etmekte. Siber dünyanın bu yıkıcı çözümlerinden başta yayıncılık, pazarlama ve eğlence sektörleri nasiplerini almış görünseler de İnternet’in bu güçlü kalabalıklarının  giderek daha güçlü oyunculara odaklanmaları kaçınılmaz. Örneğin BitCoin ya da paylaşım ekonomisi gibi siber yöntemlerle finans dünyasını hafifçe sarstığı düşünülebilir ancak bir sonra geliştirilecek inovasyon daha güçlü sarsacak.

Dolayısıyla, Yunanistan’ı kurtarmaya soyunan şimdilik 60 bin kişilik kalabalık, bir sonraki seferde belki bir başka ülkenin benzer bir finansal kriz senaryosunda 60 milyon kişi olacak ve mütevazı ayakabıcı Feeney gibi bu sefer bir başkası “Bu ülkenin halkının bu şekilde zarar görmesini istemiyorum” mesajını maddi ve manevi bir katılımla ortaya koyduğunda Uluslararası Para Fonu IMF (International Money Fond) karşısında bir başka IMF yani İnternet Para Fonu’nu bulabilir.

Siber ağların bütünleştirici etkisi nedeniyle kaçınılmaz biçimde küreselleşecek dünyamızda, İnternet üzerinde kitleselleşecek kalabalıkların bireylere, toplumlara, ekonomilere, ticarete yönelik ilginç etkilerine tanıklık yapmaya başladık bile.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Gracias Miss Baez

SEVİN OKYAY – 4 Temmuz 2015

Hep o bildiğimiz Joan Baez. Aynı şeylere inanıyor, tavrı da hiç değişmemiş. Her zaman protest bir şarkıcıydı, bugün de öyle. Hakiki bir protestocudur üstelik. Olduğu yerde yazıp söylemekle kalmaz, gidip inandığını yapar.

Doğrusu, 22. İstanbul Caz Festivali programına bakarken Joan Baez on bir yıl sonra yeniden bizi ziyarete geliyor diye sevinsem de, konserini koşarak gideceğim ilk beş konser arasına da koymamıştım. Çünkü önce cazcı konserlerini seçmiştim: James Blood Ulmer’li Charnett Moffet, Tigran Hamasyan, Chris Potter dörtlüsü, WeeD feat. Ernst Reijseger ve elbette sevgili Marcus Miller’im. Şöyle söyleyeyim: Sadece WeeD’e gidebildim, Potter’dan halen umutluyum.

Buna karşılık, kardeşim sayesinde Joan Baez’e gittim. Beni, “Gelirse gitmemek olmaz,” diye azarladı. Aslında bir gece önce Şenol’ların konserinde (WeeD), her zamanki gibi haddimi bilmeyerek sakat dizimle tempo tuttuğum ve hatta bu tempoya elimi dizime vurarak da katıldığım için berbat durumdaydım. Gittim ama… Sakatlığım hatırına arka kapıdan alındım. Umut beni merdivenlerden indirdi. Güzel de bir yerim vardı, arkadaşlar sağolsun. Ama oturacak yerler çok alçaktı. Daha (zorla) otururken, “Ben buradan nasıl kalkacağım?” diye düşünmeye başlamıştım. Haklıymışım, ciddi destek gerekti.

Ama değerdi, doğrusu! Özellikle kıskanan, hele hele eskileri hatırlayan arkadaşlarımı hedef alarak söyleyeyim ki, unutulmaz bir konserdi! Allah bazen nankör kullarına da yardım ediyor. Konseri, sanatçının iki gün önce tanıdığı Murat Tırnak, bir flüt solo ile açtı. Sonra Baez, gitarıyla sahneye çıktı ve konsere “God Is God” ile başladı. Derken, mülti-enstrümentalist elemanı Dirk Powell ile vurmalılarda Gabriel Harris’i takdim etti. Asistanı Grace Stumberg de zaman zaman vokale katıldı. Bu isimlerden iki tanesi için sevgili Zeynep Oral’a teşekkür etmek istiyorum. “Büyük Orkestra”nın iki elemanının isimleriyle soyadlarını Google’dan bulmuştum ama Zeynep, senin yazın olmasa Murat soyadsız kalacaktı, Grace de az daha Emma oluyordu. Malum, kulak da pek duymuyor! Ruha hitap eden yazılarınla, gazeteci sorumluluğunla, sadece okurlara değil, yazarlara da hitap etmen, destek olman ne güzel!

Joan Baez zamanla birlikte çok az değişen insanlardan. Üstelik hiçbir yapay katkısı olmadığı halde. Aynı duruş, aynı saçlar (eh, beyazlanıyor tabii), aynı yüz, sanki bildiğimiz giysiler… Hep o bildiğimiz Joan Baez. Aynı şeylere inanıyor, tavrı da hiç değişmemiş. Her zaman protest bir şarkıcıydı, bugün de öyle. Hakiki bir protestocudur üstelik. Olduğu yerde yazıp söylemekle kalmaz, gidip inandığını yapar. Ülkesinden gelir gelmez ayağının tozuyla Grup Yorum’un Bakırköy’deki engellenmek istenen konserine çıkıp onlarla birlikte şarkı söylemişti. Bu konserde de, Kardeş Türküler’i konuk etti, onların Gezi türküsü “Tencere Tava Hep Aynı Hava”yı birlikte söylediler. Baez, teşviklere kapılıp, belinde kırmızı fularıyla göbek atma girişiminde de bulundu. Yeni başlayan biri için pek fena olmadığı söylenebilir. Meşhur “Dona Dona”yı söylerken, şarkının bir dörtlüğünde de Kardeş Türküler ona Kürtçe eşlik etti. İşleri bu zaten, çeşitli dillerden türküleri kardeş etmek.

“House of the Rising Sun”, “Jerusalem”, “Swing Low, Sweet Chariot”, “Diamonds & Rust”, “Gracias A La Vida”, hatta “Donna Donna”, hepsi bir yana ama beni en çok etkileyen gene de “Hiroşima” adıyla da bilinen “Kız Çocuğu” şiiri oldu. Nazım Hikmet’in yazdığı şiirin bestesi Zülfü Livaneli’ye ait. “Kapıları çalan benim / Kapıları birer birer / Gözünüze görünemem / Göze görünmez ölüler.” Bütün ölen çocuklar için, yıllar sonra lösemiden ölen Hiroşima kurbanı Sadako Sasaki için. Hani bin kâğıt turna katlarsa iyileşeceğine inanıyordu, ama 644’üncü turnada ölmüştü. Onun için, ölen bütün çocuklar için, Berkin’imiz için. “Çocuklar öldürülmesin / Şeker de yiyebilsinler.” Kâğıttan destek alsa da, baştan sona Türkçe okudu. Takıldığı yerde, bu sefer bizden destek bekledi. Açık Hava korosu da onu yalnız bırakmadı.

Kardeş Türküler ve tencere-tavalar sırasında zaten seyircilerden “Her Yer Taksim Her Yer Direniş!” sloganı yükselmişti. Bu kadar değil ama… Vurmalı çalgıcı Gabriel Harris bir solo yaptı, solosunun sonunda da donanımın arkasından bir LGBT bayrağı çıkarıp sallamaya başladı. Galiba Baez de şaşırdı. Meğer o Grup Yorum’a arkadaşlık ederken, Harris de Onur Yürüyüşü’ne katılmış, gaz altı olmuş, hatıra diye bir LGBT bayrağı almış. Arkalardan bir yerden bir ses yükseldi: “Nerdesin aşkım?”

Uykusu olduğunu söyledi, sabah erkenden uçağa binecekmiş. Ama gene de geri döndü, bis yaptı. Dünyanın en güzel aşk şarkısı olduğunu söylediği “Imagine” ve büyük aşkı Bob Dylan’dan son bir parça: “Blowin’ in the Wind”. Sonra da el sallayıp gitti, ama dönme vaadinde bulundu.

Güle güle Miss Baez, muchos gracias.