27 Mart 2014 Perşembe

Bu duvar nereye kadar?

“Alex’in romanda verdiği mücadelenin, arasında beton duvarlardan daha soğuk engeller bulunan bir toplum olarak Türkiye örneklerini göz önünde bulundurarak okunabileceğini düşünüyorum. “Buraya Kadarmış”, toplumsal etiketleri, önyargıları, normları, toplum vicdanını ve adalet kurumlarını sorgulayan bir kitap.”

(Edebiyat Haber, Halil Türkden, 27 Mart 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…

21 Mart 2014 Cuma

Delirmişlik bağlamında edebiyat

Kafayı yiyoruz, değil mi?

Sağlam durmaya çalışmanın bu kadar antrenman gerektirdiği bir dönemi daha yaşadık mı nesilce, bilmiyorum.

Ülke resmen freni patlak bir kamyon, kurgu zembereği boşalmış bir roman gibi. “Kafası dumanlı bir yazarın tefrikası mı bu?” dedirtecek bir olay ve beyanat hortumunda, nereye sıçrayacağını bilmeyen kurbağalara döndük. Pörtlek gözlerle izliyoruz birbirimizi. Bazen alesta, ama sürekli teyakkuzda.

Twitter’da takip ettiğim isimlerden biri geçen gün yazmış, “Bu ülkenin kaderini sen mi yazıyon, doğru söyle @StephenKing” diye. Bayıldım. Ama ben olsam bunu Lewis Caroll’a sorardım, zira sıkı bir Kupa Kraliçesi kaprisiyle mücadele halindeyiz.

Bu arada kitap basıyoruz, metin okuyoruz, bulup seçiyoruz da; ne kadar metin kalabiliyoruz, tartışılır.

**

Yazdığımız her metinde, kurduğumuz her cümlede, seçtiğimiz her sözcükte bizi terk etmeyen bir öfkenin, ucu sisli bir adalet arayışının yükselttiği çığlığın yankısı var. Kendimize, alanımıza, ürettiklerimize dair bir şeyler söylerken bile, “acıları ne kadar görerek ve kapsayarak konuşabiliriz?” önceliğiyle dopdoluyuz.

Öncelikli konularımızı küçük hayatlarımız, işlerimiz, sorumluluklarımız, verdiğimiz sözler belirlese de, adaletsiz ülkenin hınçla doldurduğu akciğerlerimiz biçimliyor dışavurumlarımızı.

Gezi sürecinde devlet terörüne kurban gitmiş güzel canlara dökülen yaşların tuzu da ruhu da kurumadan, Berkin’in cinayete kurban gidişiyle dağıldı içimiz –dışımız sapasağlam kalsa da. Gezi demeden, devlet suçlarından söz etmeden, öldürülenlerimizin adını anmadan; kısıtlanan özgürlüklerimizden, tecavüz edilen hak ve bedenlerimizden söz etmeden “yaptığımızdan” dem vurmak yoruyor, içimizde bir şeyle çelişiyor.

Adaletin “daima” kazandığı kurguların gerçek dışılığı bile, eskisi gibi teskin etmiyor, sessizliğe davet edemiyor bizi. Zira “Günaydın’”ın bile fiilen saçma tınlayabildiği algılardayız. Bu kadar cinai ruh kol gezer, aranmadığı için bulunmazken, herhangi bir aymışlıktan söz edemiyoruz ki!

**

Olay şu ki, zorlanıyoruz bazen. İnsan olarak zorlanıyoruz. Çağdaş edebiyat da zorlanıyor. Gençler ölürken onlara nasıl dokunacağını bilemiyor metinler, satırlar ve hatta yazarlar. 5-10 yıl öncesinin metinleri bile bugünün gencine mesele düzeyinde yetişemediğini hissedip, çekingen kalabiliyor bazen. Edebiyatın zamana karşı duruşu, anlık parsellerde sekteye uğrayabiliyor.

Merak içindeyiz, bugünlerin kalemleri yakın ya da orta vadede neleri yazacak diye. Gence bakmayı bilen, tarihsel kırılmaların yıkıcılığında gençleşen ruhlar neleri kâğıda dökecek, gerçeği hangi duygu ve vurgu öncelikleriyle baştan kurgulayacak diye. Edebiyat ve onun gence bakan yüzü nasıl bir ifadeye bürünecek diye.

**

Bursa Kitap Fuarı tüm hızıyla sürüyor. ON8 yeni kitapları ve her yıl yenilenen ruhuyla orada; sayısı gitgide artan okurlarıyla biraz olsun huzur ve avuntu bulabiliyor. Standımız 504’te. Şimdiden güzel sohbetler, okur yorumları, hoş buluşmalar birikmiş bile.

Belki de bizi metin tutan, metinlerimizden koparmayan ruh tam da budur.

Aslında bugün, yağmuruyla vurup kaçan şu ekinoks sabahında, size yeni kitabımız Buraya Kadarmış’tan söz edecektim. Edemedim. Hafta sonu, Bursa’nın da yardımıyla, Alex’in yaşadıklarına çevireceğim gözlerimi.

Bursa’da görüşmek üzere.

 

Görsel: Henry Moore

14 Mart 2014 Cuma

Gençlik edebiyatı nedir, ne değildir?

Diğer bir paradoks da yetişkinler olarak ‘gençlere geçliği anlatma’ halinin bir ‘üstten duruş’ sergileyebilmesi ve gençlere “Bakın, aslında sizin bu konuda bazı dertleriniz var ve bunlar üzerine de düşünmeniz gerekiyor” diyen yetişkin sesin bir ‘otorite’ tınısında ifade bulabilmesi. Bunun daha uç noktası, elbette “Siz aslında bu olmalısınız” ya da “Siz aslında tam olarak busunuz” diyen tanımlayıcı yetişkin sesi…

(Erdi İnci, Sabah Kitap, 14 Mart 2014)

13 Mart 2014 Perşembe

579. Çocuk

İnsan Hakları Derneği’nin raporlarına göre, 1988 yılından bu yana Türkiye’de güvenlik uygulamaları sonucunda ölen 579. çocuk Berkin Elvan. Oğuzcan, Doğan, Ceylan, Enver, Umut, Canan, Behzat ve Uğur gibi nice güzel isimden biri… Okul sırasında, futbol sahasında, tiyatro sahnesinde veya oyun alanında olması gereken isimler…

Hani bir laf edilir ya aileler tarafından, “Çocuklar hiçbir şeyi unutmaz” diye… Sıra arkadaşları, kardeşleri ve mahalledeki oyun arkadaşları onu ve bu yaşananları unutmayacak. Bu hayatın hangi evresinde ve neresinde nasıl bir eğitim alırlarsa alsınlar, gelecekteki politik ve ekonomik motivasyonları ne olursa olsun ve kaç yaşında olurlarsa olsunlar Berkin kardeşlerini unutmayacaklar.

Keşke işimizle, emeğimizle, inancımızla ve umudumuzla can verebilsek bu güzel çocuklara. Tam da bunun için başımızı eğmemek gerekir. Dik durmak, emeğimize sahip çıkmak ve güzel sabahlar için güzel işler yapmaya devam etmek gerekir. Birçok yanlışın ortasında doğru bir ufuk çizgisi için sokakta, yolda, sırada, evde ve işte emeğimize sahip çıkmak ve hep daha iyisini üretmeye devam etmek gerekir. Onlar için… Bu dünyanın çocukları daha güzel sabahlara uyansınlar diye, umudu yaşatmalı ve uçurtmaları hep birlikte uçurmalıyız.

Çocukların hayal dünyasının sınırlarını hiç kimse bilemez, göremez. Şimdi, o dünyaları yaşatmak adına tam da Nâzım’ın dediği gibi, dik durmanın ve birbirimizin yaralarını sarmanın zamanıdır.

Daha güzel, daha aydınlık günlere… 

 

“Ürkek bir serçe gibi eğme başını.

Kaldır başını ve dimdik dur!

Bu senin değil, ülkenin ayıbı

Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk…”

Nâzım Hikmet

 

11 Mart 2014 Salı

Her şeye rağmen ve her şeye inat felsefe

Geçtiğimiz hafta, 1 Mart’ta başlayan altı gün boyunca ON8 kimliğimi bir yana bıraktım ve içerikte pek yakın, uygulamada bambaşka bir işe soyundum: Akademik daraltılardan azade çağdaş düşünürlerden, felsefeyi fildişi kulesinden indirip çocukların odalarına, sıralarına, yataklarına serpen dünya tatlısı insan, sevgili dostum, Fransız yazar, “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisinin yaratıcısı Brigitte Labbé’nin çevirmenliğini yaptım.

ON8’i de var eden Günışığı Kitaplığı’nın davetiyle İstanbul’a gelip hem öğrenciler hem de öğretmenler, kütüphaneciler ve akademisyenlerle buluşan Brigitte Labbé’yle geçirilen bir hafta, kendi açımdan tam bir “arınma” olarak tanımlanabilir. Gerek 7. Eğitimde Edebiyat Semineri’nde yetişkinlerle, gerekse devlet okullarında ve özel okullarda okuyan öğrencilerle gerçekleştirdiği sohbetlerin hangi cümlesini zihin cebimde taşıyacağıma karar vermekse, benim için o kadar zor ki… Bunun için Günışığı Kitaplığı’nın web sitesine girip, Brigitte Labbé hakkında yazılmış makalelere ya da kendisiyle yapılmış söyleşilere göz atmanızı öneririm.

Her türlü sorunu saklı kalmak koşuluyla, demokrasinin en azından yaşatılan bir “sistem” kimliğiyle var edilebildiği Fransa’dan kopup da Türkiye’yi ziyaret eden Labbé’nin ülkemizin güncel gerçeklerine yakınlığı, yaşam ve demokrasi mücadelesi içinde var olan bizlerle kurduğu empati, Gezi sürecini yakından takip etmiş ve Fransa’da tanıdığı herkesi bu konuda bilgilendirmiş oluşu, hem basınımızda çalışan / işten çıkarıldığı için çalışamayan “gerçek” gazetecilerle hem de her yaştan dinleyiciyle yaptığı konuşmalarda giyindiği alçakgönüllülük, içimizi titrecek bir içtenlikteydi.

Neler konuşulmadı ki bir hafta boyunca… Brigitte yetişkinlere ne dediyse, çocuklara da aynısını dedi. Ya da tam tersi bir sıra izledi, ama yapılan en önemli vurgulardan biri şuydu: “Demokrasi dünyanın her noktasında tehlike altındadır. Onu yaşatmanın teminatıysa, uyanık vatandaşlardır.” Bu cümleyi göklerden indirmedi Labbé, bin yıllardır benzeri konularda fikir üretmiş düşünürlerden bize taşıdı sadece. Ama bu taşıyışı da, sol eliyle alıp sağ eliyle kitlelere fırlatır gibi yapmadı; birlikte bulmamızı sağladı. Zihni soluklandıran bu ve benzeri gerçekleri, mutlaka bir tartışmanın, sorularla zenginleşen bir kafa yoruşun sonunda hep birlikte, senkronik bir şekilde telaffuz etmemizi sağladı.

“Gençsiniz!” dedi Labbé, “Ne kadar genç insanlar çalışıyor, sorumluluk alıyor, projeler yükleniyor, uğraşıyor ve bir şeyleri değiştiriyor Türkiye’de!” dedi şaşkınlıkla. Avrupa’yla karşılaştırdı bu insan gücünü ve onu Türkiye’de en çok şaşırtan bu oldu: Müthiş genç bir enerjiyle işleyen bir ülke!

Haklıydı. Öldürülmedikleri sürece, hakikatle doğruyu buluşturmak için çabalayan gençlerin ülkesidir Türkiye.

Hayran kaldığı “gerçek” gazetecilerden birkaçı sordu ona: “İçinde bulunduğumuz bu kıskaçtan, bu karanlıktan nasıl kurtulacağız?” Kimi de dedi ki, “Karşımızdaki bize kulak vermediği sürece felsefeyle, mantıkla, akıl yoluyla nasıl aşacağız bir şeyleri?”

Cevap netti, ama basit değildi.

“Çıtır Çıtır Felsefe” dizisini birlikte hazırladığı felsefe danışmanlarından Michel Puech’in vaktizamanında yazdığı bir makaleden de yola çıkarak, ciddi bir hatırlatmada bulundu bizlere: İktidardan “dönüşüm” beklemek, bir şeyleri değiştirme görevini onlara bırakmak boşunadır. İktidarlar, beklediğimizin aksine, “değişmemeyi” savunurlar. Onları iktidar yapan düzenin aynı şekilde kalmasını isterler ki, güçleri tehlikeye girmesin. Değişim söylemiyle bizleri sürekli tavlarlar ama gerçekleşmemesi için de ellerinden geleni yaparlar.

Gücün toplumda olduğunu, tarihteki hiçbir toplumsal değişimin toplum olmadan, tek bir kişi ya da kurumun tekil varlığıyla gerçekleşmediğini örneklerle hatırlattı Labbé. Mikro-eylemler (micro-actions), dedi, bizdeki dönüştürücü gücü ortaya çıkaracak olandır. Büyük bir dönüşüm gerekiyorsa, o dönüşüme giden yolda küçük ama sağlam adımlar atmak, mikro-eylemlerle yol almaktır yapılabilecek olan. Ve bu adımları atan diğerleriyle bir araya gelmek, birlikte çalışmak.

Her cümlesinin sonunda da, karşısındaki kaç yaşında olursa olsun, şunu hatırlattı: “Bunları ilk söyleyen ben değilim. Ben okuduklarımdan bir şeyleri süzüyorum sizler için. Aracı bir gücüm yalnızca.”

Peki bu mikro-eylemler için içimizdeki motivasyonu nasıl körükleyecek ve nereden başlayacağımıza nasıl karar vereceğiz? Eh, Gezi’den beri daha çok dinler, daha çok paylaşır, karşılıklı deneyimlerimizi izler olduk, orası kesin. Ama hayatın içinde olmak elbette yetmeyecek. Sadece harekete istikrar kazandırma çabası yoracak insanları. Sürekli devinim içinde sabırlar tükenecek bazen, yaşamlar için duyduğumuz endişelerle odağımız şaşacak belki, duygulara ket vurmak mümkün olmayabilecek haliyle. Labbé’nin önerisi, yaşarken ve sahadayken de tarihten, tarihin ciddi deneyimlerinden, düşünürlerin toparlayıcı cümlelerinden, (ders almayı başaran) toplum liderlerinin vurguladıklarından ve tabii ki düşünceden, sorgulamadan, felsefeden kopmamak. Zihne de soluklanacak, kendini toparlayacak ortamı sağlamak.

Onu dinleyince, gerçekten de halı kaplı koridorlardan, konferans salonlarından, entel akşam yemeklerinden kopup da özüne, insana dönmüş bir felsefeye ne kadar aç olduğumuzu bir kez daha anladım.

Ve bunun bize ne kadar iyi geldiğini.

 

4 Mart 2014 Salı

YAKINDABuraya Kadarmış

Bir genç için yargısız infazdan kurtuluş var mıdır?

“Apartman kapısı açıldığında çığlıklar yükseldi. Herkes bize doğru koşmaya başladı. Flaşlar patlıyordu. Alt kat komşumuz yolumuza çıktı ve çekebildiği kadar fotoğraf çekti. ‘Çekil şuradan!’ diye bağırdı bir polis ve kadını itekledi. Bir başkası da, elinde video kamerasıyla bir süre daha bize eşlik etti. Polis otosuna girdiğimizde, gazeteciler aç kurtlar gibi birbirini itekliyordu. Ünlü olmaktan yavaş yavaş sıkılmaya başlamıştım.”

Doğu Almanya. Kendi haline terk edilmiş; Batı’nın sırt döndüğü, köhnemiş bir yaşam alanı. Boşalmış binalar insansızlıkla eskirken, büyük kentin kıyısında kalan insanlar da verimsiz bir rutinin renksizliğinde kuruyor. Devlet yardımlarıyla boğaz tokluğuna günler, küçük işlerle zorlanan umutlar, yitirilen hayaller… Eski apartman bloklarının gençleri, gençliklerini yaşatmak üzere bir arada, ortak duygu ve sembollerle, ama en önemlisi de “kankalıklarıyla” var olmaya çalışıyor. Yarınlara fazla takılmadan, bugünü de boş bırakmadan. Alex de bu yarınsızlar tayfasının bir parçasıydı. Ta ki, bir suçun çok yakınında bulunup, ihtiyatsızlığıyla iz bırakıp, tüm kuşkuları üzerine çekene kadar. Şimdi mesele, kime tutunup kime sırt döneceğini bilmekte.

Önyargıların ve toplumsal etiketlerin, adalet terazisindeki ağırlığı nedir? Sanığı yargılayacak hâkim, mahkemedeki midir, yoksa elinde çamuru tutan mı? Alex sert bir rüzgârla savrulmanın eşiğinde; kime tutunacağı belirsiz. Gerçek bir olaydan esinlenen Daniel Höra, adaletin aksayan çarklarına karşı bir gencin mücadelesini anlatıyor.

İnsanların birbirini görmesi güzel şey…

Toplumda tabu olan konuların konuşulması, ifade edilmesi nasıl zorsa, edebiyatta görülmesi de öyle… Son zamanlarda giderek daha fazla duyar olduğumuz “gençlik edebiyatı” gençlere özgü sorunları dillendirme iddiasıyla varlığını ortaya koyuyor. Doğal olarak baş sıralara ebeveyn-ergen ilişkileri oturuyor.

(Zarife Biliz, İyi Kitap, Mart 2014)

Yazının devamı için resme tıklayınız…