13 Eylül 2016 Salı

İnsan bir şeyler aramalı kendinde…

Biliyorsunuz parkların sizi çağıran tarafları,insanın gizli, karanlık köşeleriyle orantılı…Orada saklanıyor onlar.Edip Cansever, Umutsuzlar Parkı

Kaygılar, sorular, düşünceler… İşte, bir yaz sonu daha. Sular çekiliyor, yükseliyor da bir yandan. “Mavi,” diyor şair. “Biraz daha mavi… Hem, ne işi var bu kara bulutların? Gitsinler efendim, gitsinler. Başka yere gitsinler…”

Eylül geliyor sonra. Bir yağmur öncesi gibi kokuyor bütün sokaklar. Sulardan el ayak çeken insanlar evlerine, kentlerine geri dönüyorlar. Gözlerde biraz mavi, avuçlarda bir parça içsürmesiyle. “Bıldırcın Geçimi” diye yazıyor fırtınaların takviminde. Ağaçlar köklerine boyun eğiyor sapsarı, ıssız. Bıldırcınlar, gitmeleri bölüşürken gökyüzünde, biz kalmaları pay ediyoruz ayrım ayrım evlerimizde. Eylül, çıldırasıya bir alışkanlık… Kaldığımız yerden devam etmenin kapılarını aralıyor her keresinde. Öyle ya, böyle böyle alıştık biz. Olmasaydı nice olurdu hâlimiz? Sahi, eylül olmasa nasıl hatırlardık eve gitmelerin yolunu?

Maviden sarıya, denizden karaya döner dönmez yolumuz; parklara yerleşiyor bir yanımız. Bir kaçış planı gibi bazen. Bazen de, hasırdan yaz şapkalarımızı kurtlar kemirmesin diye bir dilek misali oturuveriyor parklar zihnimize. Tam orada bir yerde duruyorlar, bıldırcın göğünün hemen altında. “Günaydın,” diyorlar gökçil, yeşil bir gülümsemeyle. “Bak, yine döndün işte!”

“Bir yaz sonu daha. Mavileri unutup, birinci kat balkonunda duran fesleğen saksılarını içeri alma zamanı! Yağmurlar düşecek, bulutlar yakın. Boş vermek mevsimi geçip gitti yine. Süresiz, sevimsiz bir resim gibi inecek kış; az kaldı, gelecek. Çünkü bir yığın iş var önünde, bir yığın kemirgen. Yıkanmış gömleklerin bir kuş uçumuyla kurumayacak artık odalarda. Bir camı ardına dek açman gerekecek belki ya da tek tek ısıtman her şeyi. Öyle, iş olsun diye demlenmeyecek çaylar; uykulu olacak sabahlar hep çok erken. Rüzgârların yönü karışacak şimdiden sonra; ne geldiği yer belli, ne gittiği yer belli esintiler sızacak pencere altlarından içeri. Bir kitabın sayfaları arasına sığınacaksın belki, girip saklanmak isteyeceksin bir akşam bitiminin gölgesine. “Yok, sıkılıyorum,” diyeceksin. “Yaz bitmeseydi… Yatıp kalsaydık öyle, alıştığımız kumru mavilerde.” Kuşkulu yaklaşacak eylül, bir yığın soru olacak ceplerinde. “Hadi çıkalım,” demek için beklenen bir geçim zamanı olacak bu. “Hadi çıkalım parklara… Sona kalan otlara basar, kuru dalları çatırdatırız. Biraz soğuk alır, burnumuzu çekeriz. Yok yok, diye söyleniriz çekingen, tedirgin bir sesle. Yok muhakkak bu sene yoluna koyacağım her şeyi. Gör bak, koltukları da değiştireceğim bu kış. Yeni bir çift eldiven alacağım; alacalı, parmaksız. Önce parklara çıkalım ama, bir çıkalım şöyle, yürüyüverelim sarı sarı.”

Eylül geldi miydi, Umutsuzlar Parkı’nı okurum ben hep. Her eylül yeni baştan ezber ederim bu şiiri. Parkların beni çağıran taraflarını düşünür, kendi umutsuz eylül köşelerimle orantılarım. İyi de gelir doğrusu. O şiir orada, o her sonbahar kapısında durur da durur benimle.

“Hocam,” diye sorarım, “peki bu kış ne yapmak lazım?”

“Biraz da susmalıyız,” der Edip Hocam. “İnsan,” der sonra. “İnsan bir şeyler aramalı kendinde…”

Hadi, parkalara çıkalım… Çok kuşkuluyuz böyle, çok alışmış, çok bezgin. Sanki biz olmayan insanlarız da, hep çok kuşkuluyuz böyle…

İşte, bir yaz sonu daha.

Eylül gelmiş, bir çay koyalım da, biraz yağmur yağsın.

İnsan bir şeyler aramalı kendinde… yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

10 Eylül 2016 Cumartesi

Daima Le Carré!

İngilizce’sini okuduğum, Türkçe’sinin de bende olduğunu sandığım bir kitabı aradım aradım bulamadım. Oysa onu NTV Radyo’daki polisiye programım “Cinayet Masası”nda kullanmayı düşünüyordum (ki, gene de kullanacağım tabii). Aradığım kitap, The Night Manager / Gece Müdürü. Le Carré’yi tanıyor ve seviyorsanız eğer, sadece onun adı bile kitapla ilgilenmenizi sağlayabilir. Üstüne üstlük, The Night Manager eleştirmenlere göre onun en iyi kitaplarından biri.

Bir başka cazibe noktası da, hemen hemen yazdığı her şey beyazperdeye ya da ekrana uyarlanmış olan yazarın 1993’te yayımlanan bu ilk Soğuk Savaş sonrası romanının pek popüler bir mini dizisinin, bu yıl yapılmış olması. Baş karakterimiz, kendini orduda bulmuş, hatta bazen ordunun ‘kurt-çocuk’u olmuş bir öksüz-yetim. Dizide onu tanıdığımızda 2011’deki Arap baharı sırasında Kahire’deki bir otelin gece müdürü. Yazarı kitapta onu, “gecenin gönüllü sürgünü ve gidecek yeri olmayan gemici” diye tanımlıyor (bu küçücük çeviri benim).

The Night Manager’ı kısaca şöyle özetleyebiliriz: Sabık İngiliz asker Jonathan Pine (dizide Tom Hiddleston), istihbarat sorumlusu Angela Burr (Olivia Colman) tarafından istihbarat örgütleriyle yeraltı silah ticareti arasındaki ittifakı ortaya çıkarmakla görevlendirilir. Silah taciri Richard Onslow Roper (Hugh Laurie), sevgilisi Jed (Elizabeth Debicki) ve yardımcısı Corkoran’ın (Tom Hollander) yakın çevresinin bir elemanı olacak, güvenlerini kazanacaktır.

Hugh Laurie’nin “House” olarak ünü malum. The Night Manager’ın kötü adamında da çok iyi bir performans sunduğu söyleniyor. Tom Hiddleston’a gelince, ben kendisini, Thor’a, The War Horse’a ve Midnight in Paris’e rağmen, Jim Jarmusch’un üç yıl önceki mükemmel filmi Only Lovers Left Alive / Sadece Âşıklar Hayatta Kalır’la hatırlıyorum en çok.

Bir de James Bond meselesi var tabii. Ne zaman yeni bir Bond’a aday göstermek gerekse, Hiddleston’ın adı telaffuz edilir. Gerçi bu sefer aday listesinin biraz gerisinde kalmıştı ama The Night Manager’ın ardından öne fırladı. Sanıyorum, o sıralarda Sony’nin, iki Bond filminde daha oynaması için Daniel Craig’e 150 milyon dolar teklif ettiği söylentisi yayılmamıştı.

Dizi beğenildi dedik, ama acaba yazarı ne düşünüyor? Ne de olsa televizyoncular, Pine’ı görevlendiren istihbaratçıyı kadın yapmış, kitabın mekânını ve finalini değiştirmişti. İlk kitabı The Spy Who Came in from the Cold / Soğuktan Gelen Casus’un uyaralamasında (“eski usul bir stüdyo filmi”) ona yazar olarak çok iyi davranıldığını, ama daha ikinci uyarlamada acı gerçekleri kavradığını belirten Le Carré, “Başlangıçta kelime vardı,” diyor. “Yazar onunla yaşar, onunla ölür. Sinemacı için ise, başlangıçta görüntü vardır. Bu yaratıcılar savaşı, ilk film titrek ışıklarla can bulduğundan beri mutlulukla sürer.”

“Çeyrek asır önce hakkında yazdığım bir kitap günümüze uyarlanacak demek? Hem de Pine’ın kuzey Quebec yolculuğu olmaksızın, Orta Amerika olmaksızın? Sevgili Kolombiyalı uyuşturucu tacirlerimin yerini Orta Doğulu savaş ağaları almış. Richard Roper’ın zilyon dolarlık lüks yatı yok, ki çok severdim. Böyle bir yattan dünyayı yönetebilirsin. Ama kiraları inanılmayacak kadar pahalıymış, çekimler için adayı tercih etmişler. Hikâyenin sonu da farklı. Ee, ne kaldı benim kitabımdan geriye?”

Şaşılacak kadar çok şey kalmış. “Umduğumdan çok fazlası”. Mr. Burr’ün Mrs. Burr olmasına bile itirazı yok. Yeni dünya koşullarına daha uygun buluyor. Aksi takdirde, orta yaşın biraz üstünde iki erkekle biraz altında bir erkek arasında geçen, sıkıcı bir hikâye olabileceğini söylüyor. The Night Manager’da mücadele eden iki erkek, ödül olarak Jed / Elizabeth Debicki var. Bir de hikâyenin Iago’su, en iyi repliklerin sahibi Corcoran / Tom Hollander.

Ben anlamam ama herhalde internetten izlenebiliyordur. Ancak, hikâyeyi üstadın yazdığı şekilde okumak isterseniz, şu sıralarda kitabı bulmak mümkün. Hikâyenin orijinalinde Jonathan Pine’la Zürih’teki Hotel Meister Palace’ta tanışırız. Derken, soğuk bir gecede silah ve uyuşturucu kaçakçısı Roper ile maiyeti gelir. Zaten roman esas olarak Pine’ın, Roper’in suç imparatorluğunu çökertmek istemesi üzerine. Roper’le de ilk kez, gene gece müdürü olarak çalıştığı Kahire’deki lüks Kraliçe Nefertiti Oteli’nde tanışmış. Pine’a onun hakkındaki ilk bilgileri de otel sahibi Freddie Hamid’in kısa süre sonra öldürülmüş olarak bulunan Fransız-Arap metresi Sophie sunmuş.

Farkındaysanız, daha Mr. ya da Mrs. Burr ile karşılaşmadık bile. John Le Carré kitapları uzundur. Neyse ki öyle keyifle okunurlar ki, uzunlukları bir sorun olmaz. Öyleyse iyi okumalar! Bir de mini diziden kontrol edeyim diyen olursa, buyursun etsin. Çift dikiş gitmiş olur. Sonra da TV ve sinema uyarlamaları üzerine bir deneme yazar.

 

Daima Le Carré! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

Don Kişotluğun Lüzumu, Don Quijote’nin Lüzumu

Anlattığımız öyküler muhtemel yaşantılarımızın yayıldığı haritada sivri birer doruk, parlak birer deniz feneri olma gücüne sahipler. Ne olabileceğimizin ya da olmak istemeyeceğimizin gerçekçi değilse bile simgesel nirengi noktaları olabiliyorlar. Hayat dalgalarının heyecanı ve yolculuğun baş döndürücülüğü içinde onları kerteriz alıyoruz, farkında olarak ya da olmayarak. En karmaşık halleriyle bile pür modeller teşkil ediyorlar bize, çünkü hayali karakterlerin ötesinde birer fikir halini alıyorlar.

Bu tabloda Don Quijote ya da adının bizde nam salmış versiyonuyla Don Kişot da, şüphesiz edebiyat tarihinin en önemli karakterlerinden, en kalburüstü isimlerinden birini teşkil ediyor.

Peki biz gündelik hayatımızda bu anlı şanlı ismi en çok ne vesileyle duyuyoruz?

Muhtemelen, “Don Kişotluğun lüzumu yok” sözünün bir parçası olarak!

Ya da “Don Kişotluk yapma” gibi kalıplaşmış tembihlerin içinde.

“Don Kişotluk yapmak”, kültürümüzün çıkardığı (ve tercihen araya “efendime söyliyeyim”ler serpiştirilerek sayılacak) lüzumsuzlar listesinde anlı şanlı yerini almıştır. “Amerika’yı yeniden keşfetmenin lüzumsuzluğu” ve “icat çıkarma!” tembihiyle aynı sulardan beslenir: “Elalem”in çoktan bulup da uygulamaya koyduğu bir yaklaşım varken, yenisini bulmaya çalışmanın gereksizliğini vurgular ve bilhassa genç dimağları, yaratmanın çırpıntılı sularından uzak, aynen kopyalamanın dingin ve hava almamaktan ağır kokan sularına yakın tutmaya yöneliktir.

“Don Kişotluk yapmak”, sonuç alınması çok da muhtemel görünmeyen zorlu işlere kalkışmaktır, Yani pratiklik (ki kahramanımızın yardımcısı Sancho Panza tarafından temsil edilir), uygulanabilirlik dinlemeyen idealizmdir, hayalperestliktir. Tıpkı kardeşleri gibi, “Don Kişotluk yapma” tembihi de hep bizim iyiliğimizi ister; boş hayaller peşinde kendimizi harcamamamızı, şu hayattaki azıcık vaktimizi ve gençliğimizi heba etmememizi, günü en-bir-kolay-yakalanır yerinden yakalamamızı söyler. Pragmatik parmaklarıyla sırtımızı sıvazlar, “haydi yoldaş, şu gördüğün daha önce defalarca tepilmiş yoldan aynen devam” diyerek yolcu eder bizi. Böylece de hayallerimizi, doruklara gözünü dikmiş yüksek ideallerimizin peşinden gitme şevkimizi öldürmeye çalışır.

Öte yandan, elbette ki hayati derecede önemlidir Don Quijote ve Don Kişotluk. Şöyle soralım: Edebiyat tarihinde kaç karakter başlı başına bir özelliği temsil eder, neredeyse sıfat niyetine kullanılır hale gelebilmiştir? Bir mit olmuştur? Diyelim Frankenstein (maalesef genellikle yanlış karakter kastedilir ama)… Diyelim, Moby Dick’in saplantılı Kaptan Ahab’ı… Diyelim, Goethe’nin Genç Werther’i… Hangi ölçütlerle sayarsanız sayın, bu sıfata dönmüş mitik karakterler arasında Don Quijote tüm heybetiyle tahtına oturacaktır mutlaka. Çünkü “Don Kişotluk yapmak” tabirine yakışır raddede güçlü ve pür, anlam yüklü bir karakterdir Don Quijote.

Nitekim bizde olduğu gibi, İngilizcede de “Don Kişotluk” bir tabir halini almıştır. “Quixotism” der İngilizce konuşanlar buna ve aşağı yukarı bizim “Don Kişotluk yapmak” tabirimizle aynı şeyi kastederler: Pratikliği feda etmiş bir idealizm, devlerle savaşmak için yola çıkan ve nihayetinde değirmenlerle savaşan bir romantizm. (Zira Don Kişot karakteri, mum ışığında yemek yemeye indirgenmiş modern zaman romantizminin değil, olağanüstü, fantastik şövalye hikayeleri anlatan “romans” türünün bir takipçisi olarak, asli romantizmin temsilcisidir.)

Peki, Cervantes’in Don Kişot’u bu doğrucu davutluktan, bu ne olursa olsun iyiliğin ve adaletin safında yer alan deli şövalyelikten mi ibarettir? Yenilemeyecek değirmenlere (daha doğrusu bir fikir olarak “dev”lere) savaş açması mıdır yegane özelliği?

Öncelikle, şunu unutmamalı: Nasıl ki, Shakespeare İngilizce, Dante ise İtalyanca demekse, Don Kişot’un yazarı Cervantes de İspanyolca demektir. Sadece bir dönemin değil, bütün bir dilin kaderini etkilemiş bir edebi eserdir Don Quijote. Modern Batı romanının pınarı sayılır. Ve bu edebi konumu içinde, bir taraftan da ilk “bibliyofil” roman karakterini bize sunar: Don Kişot sadece kendinden sonraki kitapları besleyen bir karakter değildir, aynı zamanda kendisi kitaplardan beslenen bir karakterdir. Bu karakterin en ilginç tarafı, kendi gerçekliğini kitapların gerçekliği üzerine kurmuş olmasıdır. Dünyayı kitaplarda anlatılan değerlerin (ki onun durumunda genellikle “şövalyelik erdemleri”dir bunlar) filtresinden gören bir gerçekliktir onunki.

Bir okur olarak Don Kişot’la ilgili vereceğimiz en önemli kararlardan biri, onun hakikaten ne kadar “deli” olduğu, dünyayı değirmenlerden değil de devlerden ibaret görmesine kendi iradesinin ne kadar müdahil olduğu meselesine dairdir. Bu karara göre Don Kişot, kitapların gerçekliğini kendi gerçekliği haline getirmiş, kendi dünyasını kitaplardaki “pür fikirler”le yeniden inşa etmiş bir bibliyofil (kitapsever) haline gelebilir.

Yani evet, Don Kişot aslında roman tarihinin ilk “kitapkurdu” kahramanıdır!

Cervantes, Don Kişot’u yazdığında roman biçimi henüz çok gençti. Bugün roman, edebiyatın en popüler biçimi, ilhamını yazılmış olanlardan alan karakterler de artık edebiyatta klasik bir unsur halini almış durumda. Öte yandan, artık “yazı”nın ve “okuma”nın başlıca mecrası kağıt değil, internetin sanal sayfaları haline geliyor. Bunun bir uzantısı olarak “okur fantezisi”, yani okuduklarımız üzerinden yarattığımız hayali “persona”lar da kağıtta değil internette ikamet ediyor. Nitekim artık internet – özellikle de sosyal medya– olmak istediğimiz, görmek istediğimiz “biz”in resmi haline gelmiş durumda…Tabii zaman zaman ne olmak istemeyeceğimizin. Artık “gerçek hayat”taki “biz” ile “yazıdaki biz” arasında Don Kişotvari bir başka uçurum var: Klavyemizin tuşlarının çizdiği bizle eylemde bulunan biz arasındaki çevrimiçi/çevrimdışı uçurumu. O uçurumu ne kadar kapatmaya, ne kadar “yazıdaki gibi” olmaya talip olacağız?

 

Don Kişot, hakikaten değirmenlere karşı savaştığından tamamen bihaber olacak kadar “deli” midir? Ve öyleyse, deliliği değerli bir delilik midir? Hayat, ne ölçüde ideallerimizin tarif ettiği gerçekliğe göre yaşanabilir?

Galiba bu şövalyelik serüveninin kilit noktası, bu soruların cevabında yatıyor. Yani bir bakıma, yazımızın dünyasının hakikatinde…

Don Kişotluğun Lüzumu, Don Quijote’nin Lüzumu yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

30 Ağustos 2016 Salı

Shakespeare yaşıyor!

William Shakespeare’in asla unutulmadığını, unutulmayacağını söylemek, abartı olmaz. Bu yılın kutlamalarına bir göz atarsak, onun ölümünün 400. yıldönümünde dünyanın en popüler oyun yazarı olduğunu anlarız. Bu yıl SALON’da gösterilen “Hamlet”in önceden bildirilen gösterim sayısının defalarca üstüne çıkması bir tesadüf olmadığı gibi, sadece “Sherlock” ile meşhur olan aktör Benedict Cumberbatch’in varlığıyla da açıklanamazdı.

Başta Stratfon upon Avon olmak üzere, dünyanın dört bucağında kutlamalar yapıldı, halen de yapılıyor. Eldivenci John Shakespeare ile çiftçi kızı Mary Arden’ın oğlu, dünyanın en popüler oyun yazarı William Shakespeare, adı öyle olsa da olmasa da, bu oyunlarla şiirleri kendi yazsa da yazmasa da, artık şöhretinin de önüne geçmiş biri. Oysa asil ya da çok zengin bir ailenin oğlu değildi. Üniversitede eğitim görmedi, büyük bir sanatçı onu himayesi altına almadı, zengin ya da muteber bir ailenin kızıyla da evlenmedi. Bir aktör olarak yeteneği de mütevazı görünüyor, yıldızlara özgü rollerde oynamadı. Yazar olarak başarısı ise kraliyet desteğine bağlıydı. Ama bugün dünyanın en fazla oynanan ve okunan yazarı.

BAŞKA SİNEMA ile BRITISH COUNCIL bu kutlama yılında çorbada bir tuzları olsun  istemiş. İki kuruluşun işbirliğiyle Shakespeare filmleri 8 Eylül’de izleyiciyle buluşuyor. Shakespeare Lives / Shakespeare Yaşıyor kapsamında 4 şehirde yapılacak gösterimler BRITISH COUNCIL işbirliğiyle ve BAŞKA SİNEMA ev sahipliğinde İstanbul, Antalya, Bursa ve Eskişehir’de gerçekleşecek. Biz şimdiden duyuralım da, sonra kaçırmış olmayın:

Kenneth Branagh’ın yönettiği ve başrolünde oynadığı, Emma Thompson, Keanu Reeves’li kadrosuyla öne çıkan 1993 yapımı “Much Ado About Nothing / Kuru Gürültü”; Ian McKellen’ın III. Richard’a hayat verdiği, Richard Loncraine’in yönettiği 1995 yapımı uyarlama “III. Richard”; Michael Fassbender’in Shakespeare’in ölümsüz karakterine bambaşka bir yorum kattığı 2015’in en çok ses getiren uyarlamalarından “Macbeth” ve Manchester Royal Exchange Tiyatrosu’nda kapalı gişe oynayan bir Hamlet: “Maxine Peake’ten emsalsiz bir performans.

British Council “Hamlet”in çok beğenilen sahne prodüksiyonunun film versiyonunu da desteklemişti. Sarah Frankcom’un 2014’te Manchester Royal Exchange’de sahnelenen oyununun film versiyonu, Mart 2015’te 300’e yakın Birleşik Krallık sinemasında oynadı. Maxine Peake’in “Hamlet”i 2016’da anadili İngilizce olmayan pek çok ülkede, British Council’ın “Britten on Film” uluslararası turnesinin bir parçası olarak gösterilecek. Bizde ise, bir gün sürecek bu ücretsiz gösterimdeki filmler hakkında düzenlenecek kısa online yarışma ile sürpriz ödüller de kazanmak mümkün.

Ben kendi hesabıma başka Shakespeare sürprizleriyle de karşılaştım. Polisiye dizi seven biriyim. Digitürk Vice’ta son zamanlarda severek izlediğim bir HBO mini dizisi var. “The Wire” yazarı Richard Price’ın yazdığı bu mini dizide, bir gece tanımadığı bir kızla parti yapan yirmi üç yaşındaki Pakistanlı-Amerikalı üniversite öğrencisi Nasir “Naz” Khan (Riz Ahmed), sonradan adının Andrea Cornish olduğu ortaya çıkan kızın vahşice öldürülmüş cesediyle karşılaşıp onun evini terk eder. Ne olduğunu bilmez, ama durumun kötü olduğunun farkındadır.

Riz Ahmed benim için, HBO yapımı olsa da sonuçta bir polisiye dizide izlediğim genç bir aktördü. Onun için, Guardian gazetesinin bir Shakespeare kutlamasında onun adını görünce şaşırdım. Gazete, Guardian Solos’u, “Önde gelen aktörler Shakespeare’in en büyük tiratlarından bazılarını, yazarın 400’üncü yılı onuruna bir video dizisinde okuyor/oynuyor” diye takdim ediyor. Önce “Hamlet”te Adrian Lester, “III. Richard”da David Morrissey, “Onikinci Gece”nin Viola’sında Joanna Lumley ve “Macbeth”te Daniel Mays ünlü ozandan tiratlar okuyor.

Meğer dahası da varmış. “Julius Caesar”da Damian Lewis’in, Marc Anthony’nin Caesar’ın mezarının başındaki konuşmasını layıkıyla dile getirdiği tiradı dinledim: “Dostlar, Romalılar, yurttaşlar, bana kulak verin; / Caesar’ı gömmeye geldim, övmeye değil;” diye başlayan ve memnuniyetle başlarını sallayan suikastçıları neye uğradıklarını anlamadan suçlu olarak sunan konuşma. Sonra da aşina olduğum bir isim ve ses çıktı karşıma: Riz Ahmed, Kral Lear’de piç Edmund olarak karşımızdaydı. Aktör, “King Lear”in Birinci Perde, 2’nci Sahne’sinden Edmund’un tiradını okudu. Karakteri gayrımeşru bir çocuk olmak üzerine düşünüyor ve üvey kardeşi Edgar’a komplo kuruyordu. Böylece, perde ve ekrana bunca sevgisi olan, özellikle oyuncuları yücelten biri olarak, bir aktörün hakkını mı yedim diye biraz da üzüldüm.

Yani, Shakespeare durumu böyle. Yıl sonuna kadar da çeşitli ülkelerde, mecralarda devam edecek. Ozanı seviyorsanız eğer bu fırsatları kaçırmayın. BAŞKA SİNEMA’da 8 Eylül’de BRITISH COUNCİL desteğiyle kutlamaya katılmış.

Kaçırmayalım derim.

Shakespeare yaşıyor! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

25 Ağustos 2016 Perşembe

Bu çeviri için tam 30 kilo verdi!

(Ya da Bir Performans Sanatı Olarak Çevirmenlik)

Evet, böyle bir gazete başlığı düşünün: “Bu Çeviri için Tam 30 Kilo Verdi!”

Ya da: “Bu çeviriye hazırlanırken, bir ay boyunca günde on beş saat taksi şöförlüğü yaptı!”

Komik geliyor, değil mi?

Elbette kimse yapacağı bir çeviri için bile bile otuz kilo filan vermedi –yani, umarım vermemiştir! Öte yandan, bir ay taksi şöförlüğünü yabana atmayın: Bir De Niro olmayabiliriz, ama kahramanı taksi şöförü olan bir kitap çevirecek olsak, eminim bizim de ucundan kıyısından işimize yarardı. Nihayetinde çevirmenlerin bir metni hakkıyla çekip çevirebilmek için zaman zaman yapmak zorunda kaldıkları şeyler, Marlon Brando, Robert De Niro, Dustin Hoffman ve Daniel Day Lewis gibi aktörlerin “metot oyunculuğu” hikâyelerinin yanında sönük kalmakla birlikte, bazen uzaktan uzağa onların hazırlıklarını andırabiliyor.

Örneğin, koyu bir dönem dokusu ya da “yerel renk” taşıyan metinleri çevirmek için, hikâyenin geçtiği zamana ya da mekâna hatırı sayılır bir aşinalık kazanmanız gerekebilir. Gün gelir –Böyle bir lüksünüz varsa!– bir çeviriyi kenara koyup, haftalarca, aylarca araştırma yaparsınız. (Neyse ki bizim malzememiz metin olduğundan “gidip yaşamak” yerine “oturup okumak” çoğu zaman işimizi görüyor.) Ne de olsa edebi çeviri işi, öncelikle bir “derin okuma” işidir; çevirdiği metnin iyi öğrencisi olmak çevirmen için hayatidir… Ve bu öğrencilik, bazen o metin için zayıf kalan donanımımızı bir şekilde tahkim etmeyi de gerektirir. Eh, taksi şöförünün dil dünyasına (ve mesleki jargonuna) aşinalık kazanmak adına, De Niro usülü hazırlık da –Böyle bir lüksünüz olsa!– faydalı olurdu muhtemelen.

Peşinen söyleyeyim, burada bir “metot çevirmenliği” manifestosuna girişecek değilim! Öte yandan, oyunculuk ve çevirmenlik arasında kurulan bir analoji bana hiç de garip gelmiyor.

Diyeceksiniz ki: Sinemanın görünen yüzleri oyuncularla edebiyatın görünmez parmakları çevirmenler arasında ne tür bir benzerlik olabilir? Birinin adı afişlerde koca koca yazıyor, siması dünyanın her yanındaki insanlara aşina geliyor; öbürününse, çevirdiği kitabın kapağına adını minicik yazdırabilmek için, bazen Herkül’ün 12 görevine rahmet okutması gerekiyor! Haklısınız. Ama ilginçtir, aslında çok da yeni bir benzetme değil bu. Üstelik, çeviri yaptıysanız ya da üzerine kafa yorduysanız, benzetmenin dayanaklarını hemen tahmin edebilirsiniz:

Her şeyden önce, başka birinin yazdığı metinle çalışıyorsunuz. Sözcükler, size ait değil. Yani “yaratıcılık”, her ne kadar iki iş için de vazgeçilmez bir özellik olsa da, ancak bir yere kadar mümkün.

Öte yandan, başkasına ait olan o sözcükleri “dile getirmek”, size düşüyor. Dolayısıyla onlara “hakkını vermek” ya da vermemek, onları etkileyici ya da sahici, kuru ya da suni göstermek tamamen sizin elinizde.

Bununla birlikte, çevirmenin metnin aktarımındaki rolü, oyuncuların ya da yönetmeninkinden epey farklıdır; bu aktarımı büyük ölçüde tek başlarına gerçekleştirdikleri için etkileri daha mutlak, üzerinde çalıştıkları metni başka bir ortama değil de yine kâğıda aktardıkları içinse daha az görünürdür. Robert Wechsler “Sahnesiz Performans” adlı incelemesinde tam da bu durumdan, madalyonun bu iki yüzünden bahseder: “Evet, edebi çeviri bir sanattır,” der. “Onu tuhaf bir sanat haline getiren şey ise, bir çevirmenin fiziksel olarak bir yazarla tamamen aynı işi yapmasıdır. Bir oyuncu bir oyun yazarıyla, bir dansçı bir kompozitörle ya da bir şarkıcı bir şarkı yazarıyla aynı işi yapsa, onların yaptıkları işe de kimse fazlaca ehemmiyet vermezdi. Çevirmenin sorunu, onun sahnesiz bir icracı olmasında, işi bittiğinde tıpatıp orijinaline benzeyen bir şey ortaya çıkarmasındadır.”

Zamanla farkına vardığım bir başka benzerlik ise, uzun süre oynanmış bir “rol”e geri dönme sürecinde.

Kült bilimkurgu-komplo dizisi The X-Files çok uzun bir aradan sonra televizyona dönerken, başrol oyuncuları David Duchovny ve Gillian Anderson onca zaman sonra eski bir role girmenin güçlüklerinden bahsetmişlerdi. “Yazım tarzını unuttum, o yazım tarzını nasıl konuşmaya çevireceğimi unuttum,” diyordu Anderson açık yüreklilikle. “İlk günler berbatımdır ben… Başta fazla takarım. Sonra o kadar takmamayı öğrenirim. Nasılsa yerine oturacaktır.”

Bana seri çevirisinden hayli tanıdık gelen bir süreç bu. Ne zaman bir “Harry Potter” çevirisine başlayacak olsak, benim için ilk bölümde hep bir şeyler yerine oturmuyor gibidir. Sözcükler yabancı gelir, cümleler yabancı gelir… Bir şeyler yerine oturmaz. Benden çıkan cümlelerin sesi, akışı benim bildiğim “Harry Potter” gibi gelmez bana. Sonra o metnin dünyasıyla buluşma noktanızı (ve bunun ortaya çıkardığı doğal sesi) yeniden keşfettikçe, her şey yerine oturur. Şimdi tam da “oyuncular tarafından oynanmak üzere yazılmış” yeni bir “Harry Potter” metninin çevirisini Sevin Okyay ile – rollere değil ama– bölümlere ayırmış, üzerinde çalışırken, bu paralellik tekrar aklıma geliyor.

Eh, mademki bu analoji oyununa girdik, hakkını verelim… Ve The X-Files’ın diğer yıldızı Duchovny’nin seneler önce konuk olduğu Actors Studio’da (ki, Actors Studio “metot oyunculuğunun” karargâhı gibi bir şeydir) James Lipton’a verdiği söyleşide bahsettiği bir “aydınlanma”yı ziyaret edelim: Üniversite eğitimi İngiliz Edebiyatı üzerine olan Duchovny o söyleşide, ilk başta oyunculuğun sadece “metindeki sözcükleri belli bir şekilde söylemek”ten ibaret olduğunu sandığını, sonralarıysa kendinizden hiçbir şey katmadan (ki, “kendi hakikatini” der Actors Studio buna) sadece sözcükleri söylemenin ne büyük bir hata olduğunu öğrendiğini anlatıyordu.

Aynı şeyi çeviri için de söyleyebilir miyiz?

Neden olmasın? Sonuçta bir çeviriyi öldürmenin (ya da ona hiç can verememenin!) garantili yollarından biri, ortaya çıkardığınız metne bir “ses”, bir doğallık kazandıramadan sadece “sözcükleri karşılamak”tan geçmiyor mu? Çevirinin “tekinsizlik vadisi”ne (yani insan gibi görünüp insan hissi vermeyen robotların diyarına) çıkan anayol budur herhalde. Aksi yönde ise, metnin besbelli başkası tarafından yaratılmış olmakla birlikte size hiç mi hiç yabancı gelmemesi, orada robotik karşılıklar ve ortalamalar değil de sizden bir şeyler bulunduğu hissi ve bunun sonucu olan sahiplik duygusu vardır.

Ancak tabii bu yol iki yönlü işliyor: Siz metne sızarken, metin de size sızıyor! En azından bir süre, çevirdiğiniz metinle yaşıyorsunuz ve o metnin dünyası, malumatıyla, endişeleriyle, özlemleriyle ve hatta sözleriyle, gündelik yaşamınıza da sirayet edebiliyor. Tamam, belki Oscar alırken “yıllardır hayli tuhaf bazı adamlarla birlikte yaşamak zorunda kalmış” karısına teşekkür eden müthiş metot oyuncusu Daniel Day Lewis’inki kadar ciddi bir durum değil bu, ama en azından yaptığınız işe bir “alışveriş” olarak bakmayı mümkün kılıyor. Kim bilir, çevirinin maddi açıdan pek tatmin edici bir meslek olmamasına rağmen, gördüğü ilginin bir ayağı, yukarıda sözünü ettiğim “sahiplik” duygusuysa, öbür ayağı da bu “seri aidiyet” duygusunun yaşattığı serüvenler silsilesidir belki…

Peki ya bizim gibi iki ya da daha çok kişinin yaptığı çevirilerde “rol paylaşma”? O konuda da oyunculuğa kıyısından köşesinden dokunan bir şeyler söylenebilir mi? Ona ne şüphe! Zaten bu analoji daha çok yol gider –ama müsaadenizle, arabayı teslim etmem lazım!

Bu çeviri için tam 30 kilo verdi! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

23 Ağustos 2016 Salı

007 Zülküf Dağı

O yaz her şey çoktu. Hava çok sıcak, gökyüzü çok mavi, deniz çok serin, sahil çok kalabalık.

Sabahları erken uyanıp, güneş etrafı kavurmaya başlamadan kasabaya kadar yaklaşık altı kilometre yürüyor, dönüşte kan ter içinde kendimi denizin serin sularına bırakıyordum. Arkadaşım tembel biriydi, sabah o saatte kalkıp yürümek, arkasından da deniz daha ısınmadan yüzmek ona göre değildi. Yine de iyi biriydi; ben denizden çıktıktan sonra fırından aldığım sıcak ekmek ve gazeteyle eve döndüğümde çayı demlemiş, beni bekliyor olurdu.

Yazlık sitenin yanında bir otel vardı. Denize girdiğimiz yer aynıydı. Yalnız, otelin şezloglarıyla bizim siteninkilerin arasına geçmeyi engelleyecek dev saksılar yerleştirmişlerdi ve bizimkilerin aksine onların şezlonglarında minder vardı. Yine de otel müdürü ile site yöneticisinin arası iyi olduğundan bizim onların iskeleyi kullanmamıza ve arada denizden çıkınca duş almamıza ses çıkarmıyorlardı.

Otelin iskelesinin tam karşısında küçük bir kulübe yapmışlardı. İki kişi içine zor sığar. Bira, kola, su , ayran makineleri koymuşlar, müşterilerin kâğıt bardaklarda soğuk içecek alması için bir mini bara çevirmişlerdi.

Onu ilk orda gördüm. Bizim sitenin sahilinden denize girip duş almak için onların iskeleden çıkıyor, sonra kızgın kumlara basarak bizim şezlonglara yürüyordum. O, mini kulübenin önünde toplaşan susuz müşterilere yetişmeye çalışıyor; beyaz tişörtü terden ıpıslak görünüyordu. Tek işi bu da değildi. Güneşlenmeye gelen müşterilerin şezlonglarını istedikleri yere taşımak ve üstlerine minder yerleştirmek, onlar kalktıktan sonra minderleri toplayıp brandanın altına kaldırmak da onun göreviydi. Akşamları da herkes odasına dönüp sahil boşalınca, bir hortumla bütün şezlongları yıkıyordu.

Barın önünde kimsenin olmadığı bir sabah kulübenin dışına taşıdığı tabureye oturmuş denizi seyrediyordu. Ne kadar kara, diye düşündüm. Güneşten mi böyle olmuş, yoksa haddinden fazla esmer mi, karar veremedim.

Duş almış, üstümden şıpır şıpır akan sularla önünden geçiyordum ki, “Bir şey içer misiniz?” diye sordu. Bana mı söylüyor, diye şüpheye düşüp etrafıma baktım, çünkü otel müşterileri dışında birine içecek vermesinin yasak olduğunu biliyordum. Bunu arkadaşım söylemişti.

“Ben otelde kalmıyorum,” deyip yoluma devam edecek oldum.

“Biliyorum,” dedi. “Ama yine de bir şey ikram etmek istedim. Hava çok sıcak.”

Geri dönüp, uzattığı kâğıt bardağı aldım. Tam teşekkür edip gitmek üzereydim ki, plastik beyaz sandalyelerden birini çekti.

“Biraz oturmaz mısınız?” dedi.

Islak mayomu değiştirmeye acele ettiğim halde, kabalık etmemek için, gösterdiği sandalyeye oturdum.

“Sitede mi kalıyorsunuz?” dedi. “Her sabah görüyorum sizi. Akşamüstü de arkadaşınızla geliyorsunuz.”

“Evet,” dedim. “Arkadaşımın evinde misafirim.”

Birden önemli bir şey hatırlamış gibi, başındaki şapkayı çıkardı, elini uzattı. “Adım Zülküf benim,” dedi. “Her yaz bu otelde çalışırım. Kışları da memlekete dönerim.”

İsmi bir tuhaf geldi nedense. O yaştaki birine hiç yakıştıramadım.

“Ben de Ayşegül,” dedim, uzattığı elini sıkarken. Elleri sert ve kuruydu.

“Ne kadar eski bir ismin var, dedenin ismini mi koymuşlar?”

Sırf konuşacak bir konu olsun diye saçmalamış, söyler söylemez de pişman olmuştum.

“Yok,” dedi. “Bizim memlekette bir dağ vardır, Zülküf Dağı. Zülküf Peygamber vaktiyle orada yaşamış derler. Aileler genelde ilk oğlan çocuklarının adını Zülküf bırakırlar.”

“Bırakmak?”

“Yani, koyarlar. Biz öyle deriz de…” Bunu söylerken utanıp önüne baktı.

Pot üstüne pot kırdığım için aptallığıma kızıyordum. Bardaktaki kolayı kafama dikip kalkacak oldum.

“Hatta öyle mübarektir ki Zülküf Peygamber, terinin düştüğü yerde çiçeklerin bittiği söylenir,” diye devam etti. “Dağdaki çiçekler yani…”

Söyleyecek bir şey arıyordum. Düşündüm. Benim ismimin de böyle bir hikâyesi olup olmadığını. Bir şey söylemiş olmak için, “Benim adımı da annem koymuş, kızamıktan çocuk yaşta ölen bir arkadaşının ismiymiş,” diye uydurdum. Belki öyle aman aman bir şey değildi ama yine de bir hikâyeydi işte.

“Ne güzel,” dedi. “Bir kola daha içer misiniz?”

“Yok,” dedim. “Islak mayoyla durmayayım şimdi. Çabuk üşütüyorum.”

O da ayağa kalktı.

“Arada uğrayın, bir şeyler için,” dedi. “İkramımız olsun. Hem burada çok sıkılıyorum bazen. Yani bu kadar insanın içinde bile çok sıkılıyorum.”

“Tamam,” dedim. Teşekkür edip bizim sitenin şezlonglarına doğru yürüdüm. Kızgın kumlar tabanlarımı dağlıyordu. Kabine girip aceleyle mayomu değiştirdim.

Yerime döndüğümde, gözlerim Zülküf’ü aradı. Az ötede, kaprisli bir müşterinin şezlongunu gölgeye çekmeye çalışıyordu. Alnından boncuk boncuk ter damlıyordu.

Kumların üstünde açan çiçeklere baktım. Sadece sigara izmaritleri vardı.

007 Zülküf Dağı yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Şimşek gene çaktı!

2016 Rio Olimpiyatları’yla vedalaşmaya hazırlanıyoruz. Çeşitli sorunlara rağmen iyi bir olimpiyattı. Geçen haftaki yazıda performanslarını heyecanla beklediğimiz sporculardan söz etmiştim. Bizi hayal kırıklığına uğratmadılar. İngiliz Mo Farah, 5,000 – 10,000 dublesini yeniledi. Katie Ledecky madalyalarına madalya kattı. Michael Phelps, Olimpiyat altını sayısını 23’e çıkarttı. Usain Bolt ise, Pekin ve Londra’da aldığı 100-200 metre altınlarına yenilerini kattı. Bayrak yarışını da kazanırlarsa, emsalsiz bir başarıya ulaşmış olacak: Üç Olimpiyat’ta dokuz altın.

Tam da bu noktada bir mukayese ortaya çıkıyor. “Gelmiş geçmiş en büyük sporcu” olma açısından. Bolt, 200’u kazanmasının ardından yapılan bir söyleşide Michael Phelps’den söz ederek, “Bambaşka branşlarımız var,” demiş ve bu mukayeseyi basına bıraktığını eklemiş. “Phelps çok baskındı, emekliye ayrıldı, geri geldi ve hâlâ en iyilerden biri olduğunu kanıtladı. Ona saygım var. Sporu için de çok şey yaptı. İkimiz, kendi farklı alanlarımızda büyüğüz.”

Usain Bolt, adının spor ikonları Muhammed Ali, Pele ve Phelps ile aynı solukta anılmasından onur duyduğunu da söyledi. “İnsanlar beni bu gruba dahil edecekler mi, hayranlar beni öyle görecekler mi diye Olimpiyat Oyunları’nın sona ermesini bekliyorum. Benim için neler yazılacağını da göreceğiz…”

Bolt’un sahiden de gelmiş geçmiş en büyük atletlerden biri olduğu konusunda hiç şüphe yok. Bizim zamanımızın emsalsiz atletlerinden Carl Lewis de öyleydi, bugün de öyle. Lewis, Fin uzun mesafe koşucusu Paavo Nurmi ile birlikte atletizmde en fazla Olimpiyat altını olan sporculardan biri. O 1984 ile 1996 arasında dokuz altın alırken, Nurmi de 1920 ile 1928 arasında aynı başarıya ulaşmıştı. Müthiş yeteneğiyle ırkçılığın kalesi Almanya’yı dize getiren Jesse Owens ise, hep benzersiz bir efsane olarak kalacak.

Ama adı hep ülkesi Jamaika ile birlikte anılacak olan Trelawny’li çocuk da özel bir yeri hakediyor. “En büyük olduğumu kanıtlamak için daha ne yapabilirim?” diyor. “Ali ile Pele arasında olabilmek için. Sporu heyecanlı hale getirdim, insanlarda sporu izleme arzusu uyandırdım. Sporu farklı bir düzeye koydum.” Eh, biraz da maskaralık ettiği bir gerçek. Olsun, sevilme nedenlerinden biri de bu. Rio’yu Prens Harry ile birlikte partilerde kutlayacakmış.

Ne var ki, Rio’da 200 metre yarışında, özellikle yarı finalde onu zorlayan Kanadalı Andre de Grasse ile Fransız Christophe Lemaitre’i (foto finişle üçüncü olup Britanyalı genç Adam Gemili’yi podyuma çıkarmadı) geçen Bolt, derecesinden hiç hoşnut kalmadı. 19.19’luk dünya rekorunu kırmayı umut ediyordu, hatta belki de Rio’nun Olimpiyat Stadyumu’nda 19 saniyenin altına inmeyi… Neden olmasın? Olmadı ama, biraz da hava koşulları izin vermedi. Ancak Bolt çabucak kendine geldi. Kulaktan kulağa bir tebessümle, herkesin beklediği “Şimşek” işaretini yaparken, hayranları onun adını haykırıyordu.

Bakalım bayrak yarışında da aynı başarıyı sürdürebilecek mi? Gerçi bayrak yarışını kazanmak için birden fazla iyi atlete ihtiyaç var, ama Jamaika da bunun için birebir. Üç milyon nüfuslu bu ülke, atletizmde şimdiye kadar 13 Olimpiyat altını aldı. Son beş yılda hem erkek, hem kadın atletleri 100 metre yarışında geçilmez ekipler oluşturdu. Amerikalılar bayrak alıp verme işindeki şaşırtan acemiliklerini sürdürdükçe de böyle olacak herhalde. Peki, tek neden bu mu?

Elbette değil. Usain Bolt, Trelawny tepelerinde yetişti. Babası Wellsley Bolt, onun küçük yaşta, farkına varmaksızın form tuttuğunu söylüyor. “Bu atletlerin çoğu bu dağlık bölgedendir,” diyor. “Onun için bu kadar hızlı koşuyorlar.” Bir de, Jamaikalılar’da “hız geni” denen bir şey olduğundan söz ediliyor. Batı Hint Adaları Üniversitesi’nden Profesör Rachel Irving’e göre, pek çok Jamaikalı’da yüksek düzeyde serotonin var. “Zihin gücünü serotonin tayin eder. Eğer düzeyiniz yüksekse, özel bir geniniz var demektir. Çok kararlı ve agresif olma eğilimi gösterirsiniz. Bütün koşullar altında kazanırsınız, kendinizi başka her şeye kapatırsınız. Farkı sağlayan bu.”

Gerçekten sır serotoninde mi, yoksa Usain Bolt’un halası Lily’nin göklere çıkardığı yiyecek “yam”de mi? Bilemiyoruz elbette. Gerçek şu ki, Jamaika gen havuzu nispeten homojen. Yani yakın gelecekte başka Usain Boltlar, Asafa Powellar ve Shelly-Ann Fraserlar bekleyebiliriz. Usain’in eski okulunun jimnastik hocası ise, buradaki her çocuğun koşmak istediğini söylüyor. “Bir tutku bu. Usain’e sorun size söylesin, bir tutku.” Usain ise jimnastik hocası Lorna Thorpe’un onun için ikinci bir anne olduğundan, okulda kendisini hep kolladığından bahsediyor. “Benim hayatımda çok önemli bir rol oynadı.”

İyi de, Jamaikalılar niye böyle hızlı koşuyor? “Güven,” diyor Usain. “Biz kendine güvenen bir halkız, kazanmayı sevdiğimiz için çok çalışırız.” Tacını devretmeye henüz hazır değil ama, pek çok yetenekli atlet yetişeceğinden emin. “Onlara, ‘Evet, çok iyi olacaksınız,’ diyorum ama ‘Beni yakalayamazsın,’ demeyi de ihmal etmiyorum.”

Usain Bolt, çoğu atletin aksine, adasında kaldı. ABD’de çalışmayı reddetti. O Jamaika’yı seviyor, Jamaika da onu. Bir sonraki Olimpiyatlar’a katılmayacağını gene tekrarladı. 200 metre yarışından sonra yeri öpmesinin bir veda olduğunu belirtti. Ama Dünya Şampiyonası’na henüz veda etmedi. Onu böyle bir şampiyonada bir daha izlemek için heyecanla bekliyoruz.

Şimşek gene çaktı! yazısı ilk önce ON8 Kitap üzerinde ortaya çıktı.